top of page

Arama Sonucu

maviADA'ya DÖN

Boş arama ile 4073 sonuç bulundu

  • Mimozalar Diyarı İstanbul Adaları

    Nurten B. AKSOY * Bahar yüzünü göstermeye başladı yavaştan. Mimozalar açtı, ağaçlar çiçeğe durdu, güneş içimizi ısıtmaya başladı. Yaz günlerinin o insan kalabalığıyla dolu günlerini beklemeyin. İlkbaharın şu mis kokan güzel günlerini kaçırmadan çıkın Prens Adalarını sessiz, sakin keşfedin. Bizden söylemesi… PRENS ADALARI Adalar, Prens Adaları, İstanbul Adaları ya da Kızıl Adalar; İstanbul’un Anadolu Yakasının güney kıyılarının açıklarında, Marmara Denizinin kuzeydoğu kesiminde yer alan ve kısaca Adalar olarak anılan takımadalardır. Büyüklü küçüklü 9 ada ve kıyıya yakın iki kayalıktan oluşur. Aynı zamanda İstanbul ilinin bir ilçesini oluşturan Adaların beşinde (Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada ve Sedefadası) yerleşim vardır. Sivriada, Yassıada, Kaşık Adası ve Tavşan Adası’nda ise sürekli ve düzenli yerleşim bulunmamaktadır. Adalara, “Prens Adaları” ismi, kimi kaynaklara göre Bizans döneminde soyluların, prenslerin, patriklerin hatta imparatorların sürgün yeri olarak kullanıldığı; kimi kaynaklara göre de, Bizans İmparatoru II. Justin’in 567 yılında Büyükada’da görkemli bir saray ve manastır yaptırdığı için verilmiştir. Eski devirlerde ulaşımın güç, kaçmanın ise adeta imkansız olduğu adalar, asıl ününü, din ve taht kavgalarıyla sarsılan Bizans’ın sürgün ve çile beldesi olarak kazanmıştır. Anakaraya yakınlığı nedeniyle Kınalıada, sürgünlerde en çok tercih edilen yerdi. Özellikle 8. Yüzyıl'da ve sonrasında gözden düşen din adamları, siyasal rakip olarak görülen saray mensupları, prensler, naipler hatta imparator ve imparatoriçeler, çoğunlukla da ağır işkenceler altında, gözlerine mil çekilerek adalara sürgün edilmişler, orada hayat boyu çile doldurmaya ya da ölüme terk edilmişlerdir. Bizans İmparatoru IV. Romanus Dyojen, 1071 yılındaki Malazgirt Savaşında Selçukluların bozgununa uğradıktan sonra, ardılı VII. Mikhail Dukas tarafından gözlerine mil çektirilip Kınalıada'daki Metamorfoz (Başkalaşım) Manastırı’na sürgüne yollanmış ve 4 Ağustos 1072’de Kınalıada’da ölmüştü. Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun Adaların trajik tarihini yorumlayışı ilginç ve çarpıcıdır: "Adalar, pitoresk bir tabiat yapısı ile zengin tarih haralarına sahiptir. Her adımda yirmi asırlık bir tarihin izine rastlanır. Çam ormanlarıyla örtülmüş tepeleri, türlü kır çiçekleriyle bezenmiş vadileri, Marmara dalgalarının çırpındığı kıyıları, bir zamanlar buralarda taç ve tahtından mahrum edilmiş imparatorların işkenceler, mahrumiyetler altında ve korkunç bir sefalet içinde inleyip mahvolduklarına inandıramaz." BÜYÜKADA Eski adı Prinkipo olan Büyükada, Adalar ilçesinin merkezidir. Bu adanın en yüksek yeri ise Adaların da en yüksek yeri olan Yücetepe, herkesçe bilinen adıyla Aya Yorgi Tepesidir. Tepedeki Aya Yorgi Kilisesi özellikle 23 Nisan ve 24 Eylül tarihlerinde her dinden dilek sahiplerinin uğrak yeridir. Çamlık ormanları, ahşap, kagir ya da ikisinin karışımı eski konakları, köşkleri ve sakin yaşamı ile bir güzellikler beldesi olan Büyükada; doğal güzelliklerinin yanı sıra dünyanın en eski ve en büyük ahşap monoblok yapılarından biri olan Rum Yetimhanesi (Prinkipo Palas) ve çok sayıda özgün tarihi eser ve dini mimari yapıları ile görülmesi gereken güzelliklerdendir. Ayrıca Türk Edebiyatının ünlü romancılarından Reşat Nuri Güntekin de burada yaşamıştır. HEYBELİADA Karşıdan görünüşü bir “heybeye” benzediği için Heybeliada diye adlandırılan bu adanın kuşbakışı görünümü aslında bir serçenin profilini andırır. Çam ormanlarıyla kaplı adanın ikliminin özellikle tüberküloz diye bilinen verem hastalığına iyi geldiği 16. Yüzyıl'da keşfedilince III. Mehmet döneminin (1595-1603), İngiliz sefiri olan E. Borton, tüberküloza yakalandığında Heybeliada’ya gelmiştir. 1924 yılında Atatürk’ün emriyle açılan sanatoryumda “ince hastalığa” yakalanan nice hasta şifa bulmuş, ancak sanatoryum 2005 yılında kapanmıştır. Adanın kuzeybatısında Ümit Tepesinde bulunan ve 1844 yılında din adamı yetiştirmek için faaliyete geçen Heybeliada Ruhban Okulu, 1923 yılına kadar Yüksek Ortodoks Teoloji Okulu adını taşımış, daha sonra bulunduğu ada ile özdeşleşerek Heybeliada Ruhban Okulu olarak anılmaya başlamıştır. 1971 Yılında Türkiye'deki tüm özel yüksek okulların devlet denetimine girmesi ile ilgili karar gereği, bu değişikliğe razı olmayan Fener Rum Patrikhanesinin karşı tutumu nedeniyle okulda teoloji eğitimi kaldırılmış, okul sadece lise düzeyinde eğitim vermeye devam etmiş, okul 1971-1972 eğitim döneminde patrikhane tarafından tamamen kapatılmıştır. 1912-1944 yılları arasında Heybeliada’da yaşayan romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Ruhban Okulunun karşısında, adanın en güzel manzaralı tepesinde bulunan evi, restore dilmiş bir müze ev olarak ziyaretçilere açık. Evdeki en ilginç objeler ise yazarın kendi işlediği danteller, el işleri ve yazdığı kitapları… Bunun dışında İsmet İnönü ve ailesinin yazlık ev olarak kullandıkları ve Atatürk’ün hediye ettiği eşyalarla döşenmiş, asıl adı Mavromatakis Köşkü olan ev de İsmet İnönü’nün ailesi tarafından yönetilen İnönü Vakfı’na bağlı bir müze olarak ziyaret edilebilir. Bunların dışında Heybeliada’da Deniz Lisesi, Hristos Manastırı, adanın en eski manastırı ve kilisesi olan Aya Triada, Süslü mezar, Heybeliada Camii ile Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi görülmeye değer yerler arasındadır. Ayrıca çamlar altındaki plajlarında denize girerken Münir Nurettin üstatla “mehtaba çıkmayı” da unutmamalı Heybeli’de… BURGAZADA Çam ormanları ve zarif ahşap köşkleriyle Prens Adalarının büyüklük olarak üçüncüsü olan ve Yunanca kale/burç anlamına gelen Burgaz (Pyrgos) adını alan adanın tek tepesi Bayrak Tepe’dir. Çağdaş Türk edebiyatının önemli yazarlarından hikâyeci Sait Faik Abasıyanık, hayatının bir bölümünü burada geçirmiştir. Burgazada ve diğer İstanbul Adaları, hikâyelerinde önemli yer tutmuştur. Abasıyanık’ın Burgaz'daki evi, Sait Faik Müzesi adıyla müze haline getirilmiştir. İstanbul'daki Rum nüfusun azalmasıyla birlikte, adadaki Rumların sayısı da çok azalmıştır. Bugün adada çok az Rum kalmasına karşılık, İstanbullu Yahudilerin sayısı artmıştır ve adanın nüfusunun büyük bir oranını Türkler oluşturmaktadır. Adanın sol yamacındaki Avusturya Lisesi’ne ait binalarda ise Avusturyalı rahip ve rahibeler yaşamaktadır. KINALIADA Demir ve bakır madenlerinin etkisiyle kızılımtırak olan toprağının renginden dolayı Kınalıada diye adlandırılan ve Prens Adalarından İstanbul’a en yakın olan adadır. Hem ağaç ve yeşillik yönünden hem de tarihi doku yönünden çok fakirdir. Hızlı betonlaşmayla adeta İstanbul’un küçük bir kopyası haline gelen adada daha çok Ermeni vatandaşlar yaşamaktadır. Adalardaki tek Ermeni Kilisesi olan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi Kınalı Adadadır. Manastır Tepesi diye bilinen yerde de Rum Ortodoks Hıristos Manastırı bulunmaktadır. SEDEF ADASI Adalar’ın yerleşime açık olan en küçük adası olan sedef Adası 1.300 x 1.100 metrekare büyüklüğündedir. Eski adı Terebinthos olan adaya üzerindeki bitki örtüsü uzaktan bakıldığında sedefe benzediği için Sedef Adası adı verilmiştir. Eskiden tavşanı bol olduğu için Tavşanadası adı da kullanılmıştır. Sedef Adası da diğer İstanbul adaları gibi Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılmıştır. Adanın en önemli sürgünlerinden biri, miladi 857 yılında adaya gönderilen Patrik Ignatios’tur. Ignatios, on yıl adada çeşitli işkencelere maruz kalarak yaşadıktan sonra, 867 yılında yeniden patrik seçilmiştir. YASSIADA 27 Mayıs 1960 Darbesi döneminde burada gerçekleştirilen ve Demokrat Partililer ile dönemin başbakanı Adnan Menderes’in de yargılandığı, günlerce süren duruşmaları ile de tanınan Yassıada, Marmara Denizi’nde İstanbul’a yakın küçük bir adadır. Biri sivri, diğeri yassı görünümlü olan, birbirine yakın iki metruk adadan yassı olanıdır. 1859’da adayı İngiltere’nin İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer satın alır, sahilde burçları olan kaleye benzer bir bina ile adanın ortasına enteresan bir mimari üslupta, şato büyüklüğünde bir köşk inşa ettirir. Ancak bir müddet sonra bu şehirden uzak ve ıssız yerde sıkılarak adayı satışa çıkarır. Osmanlı Hükümeti Bulwer’den adayı bir Türk’e satmasını ister. Bu kez arazi, bahçe, bağ ve binalar Mısır Hidiv’i İsmail Paşanın ilgisini çeker ve adayı satın alır. Fakat o da, kısa bir süre sonra, bu şehirden uzak olan Yassıada’dan sıkılır. Tekrar birkaç bekçi ve martılardan oluşan adada ıssız günler başlar. 1947’de Deniz Kuvvetleri tarafından satın alınan ada 1952’de eğitim hizmetlerine açılmıştır. 27 Mayıs Darbesinden (1960) sonra burada kurulan mahkemelerde Demokrat Partililer yargılanmıştır. Mahkeme sonunda idam cezasına mahkum edilen 15 sanıktan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’nun cezaları İmralı Adası’nda infaz edilmiştir. Yassıada Yargılamaları bittikten sonra, ada yeniden Deniz Kuvvetlerine teslim edilmiş ve buradaki eğitim faaliyetleri 1978 yılına kadar sürmüştür. 2015 Yılında adı değiştirilip 'Demokrasi ve Özgürlükler Adası" olan Yassıada ne yazık ki son yıllarda yapılan otel, restoran, cami vb. yapılarla tüm doğal yapısını kaybederek tamamen betonla kuşatılmıştır. SİVRİADA (Hayırsız Ada) İstanbul Adalarına en uzakta kalan ve adaların en küçüğü olan Sivriada bir dağın deniz üzerinde kalan kısmında yer alır ve piramitsi bir yapıya sahip olduğu için Sivriada diye anılır. Eski ismi ise “Oxia” olarak biliniyor. Adanın güney cephesinde bir tatlı su kuyusu ve yatçılar tarafından kullanılan küçük bir liman da bulunuyor. 1910 yılının 3 Haziranında, İstanbul sokaklarında dolaşan başıboş köpeklerin adaya sürülmesi ve orada bakım yapılmadan, ihtiyaçları karşılanmadan ölüme terk edilmeleri üzerine Hayırsız Ada olarak da anılan Sivriada ne yazık ki üzücü bir anı olarak hafızalarda yerini almıştır. Not: Prens Adalarına ulaşmak için Şehir Hatları vapurlarından veya motorlardan yararlanabilirsiniz. Şayet Yassıada veya Sivriada'ya gitmek isterseniz başınızın çaresine bakmanız gerekir.

  • Milyon Taşı ve İstanbul'un Göbeği

    Nurten B. AKSOY * İstanbul bir masal hem de "Binbir Gece Masalı", anlat anlat bitmez... Sanırım ben de ömrüm oldukça İstanbul'u anlatmaya ve keşfetmeye doyamayacağım... Hafif rüzgarlı, bulutlu ama bir o kadar da güzel ve ılık bir hava vardı İstanbul'da. Aldığım bir davete icabet etmek üzere çıktım evden, martıların eşliğinde karşı yakaya geçtim. Buluşacağım arkadaşım "Milyon Taşı'nın" önünde buluşmayı teklif etmiş ve ben de olur demiştim. Kırk yıllık İstanbullu edasıyla Sultan Ahmet Meydanına gelip Dikilitaş'ın önünde beklemeye başladım, ama ne gelen vardı ne de giden... Bir müddet sonra arkadaşımı telefonla aradığımda, Milyon Taşı'nın önünde beklediğini söyleyince şaşırarak yanlış yerde beklediğimi fark ettim ve bu sefer ayrıntılı tarif alıp gerçek buluşma yerine yöneldim utanarak... Utanmamın iki nedeni vardı; birincisi arkadaşımı çok bekletmiştim, ikincisi bir İstanbul sevdalısı olduğumu her dem övünerek söyleyen ben, hâlâ İstanbul'u tanıyamamıştım. Neyse sabah Sultan Ahmet'e geldiğimde bulamadığım Milyon (Million) taşını bulmak üzere Yerebatan Sarnıcının önüne geldim ve ömrümün yarısını geçirdiğim bu şehrin ne gizemli bir yer olduğuna bir kez daha şaştım. Bir kez daha "bakmak" ile "görmek" arasında ne kadar büyük fark olduğunu anladım. Yıllarca hemen hemen her gün önünden geçtiğim halde hiç görmediğim, aslında adını ve öyküsünü bildiğim Milyon taşının burada olduğunu fark etmediğim için bir kez daha utandım kendimden. MİLYON TAŞI İstanbul'un Cağaloğlu semtinde, Ayasofya Camii ve Sultan Ahmet meydanının karşısında, Yerebatan Sarnıcı'nın hemen önünde, tramvay yolunun yanında bulunan bir küçük taş. Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Roma yollarının başlangıç noktası sayılan ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan, sıfır noktasını gösteren yer... Yıllar sonra keşfettiğim bu değerli (!) taşın fotoğraflarını çektim, özür dilemek adına ihtiram duruşunda bulundum önünde... NALLI MESCİD Sirkeci'ye doğru yola koyuldum, Bâb-ı Âli yokuşundan inerken yıllarca Vilayet binasının gölgesine sığınmış, 15. Yüzyıl'da İmam Ali Efendi tarafından yaptırılan ve minaresinin kaidesinde nal resimleri olduğu için Nallı Mescid diye bilinen o minik, şirin mescidin restore edilmiş haliyle karşılaştım. Bir gelin gibi pırıl pırıl olmuş, allanıp pullanmıştı o minik camii... Ama yanında 2014 yılında bir Cumhuriyet bayramında anlı şanlı açılışı yapılan ve hizmete sunulan meşhur Marmaray'ımızın çirkin mi çirkin istasyonu arz-ı endam ediyordu... Bu çirkin taş yığını karşısında içimden "lâhavle" çekerek indim o çilekeş yokuşu. Aşağıda Yenicami karşıladı tüm ihtişamıyla beni... Rüzgar bir yandan içimi ürpertirken, Galata Köprüsü'nde oltalarını denize atmış bekleşen balıkçıları selamlayarak köprüden geçtim, tepelerden bir yerden Galata Kulesi mağrur bir eda ile tepeden bakarak selamlarken beni Karaköy'e geldim, biraz soluklanmak, denizi seyretmek, vapurların peşine takılıp İstanbul'un iki yakası arasında mekik dokuyan martılara el sallamak ve demli bir çay içmek için bir çaycıya oturdum. Bir zamanlar ayyaşların, tinercilerin mekanı olan Karaköy'ün arka sokaklarının Şanzelize sokaklarına döndüğünü gördüm hayretle, öylesine güzelleşmişti ki o sokaklar, çayımı yudumlarken tüm yorgunluğumun uçup gittiğini hissettim. Eve dönmek üzere vapur iskelesine doğru giderken Yeraltı Camii'nden gelen hüzünlü ikindi ezanını duyunca camiye girmeye karar verdim. YERALTI CAMİSİ Yeraltı Camisinin kubbesi yok, minaresi de sonradan yapılmış. Karaköy vapur iskelesini geçtikten sonra sola sapınca, Kemankeş Caddesi üzerinde yer alan Yeraltı Cami, nam-ı diğer Kurşunlu Mahzen; aslında cami olarak yapılmış bir yapı değil. Hikayesi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Yapımı tam olarak bilinmese de 570'li yıllarda Doğu Bizanslıların gemilerin Haliç'e girişini engellemek için Galata-Sirkeci arasına çektiği zincirin bir ucunun bağlandığı Kastellion Kulesi'nin mahzeni... İstanbul'un fethi sırasında da Haliç'i kapatan zincirlerin bu mahzene bağlandığı söyleniyor. Fetih'ten sonra da Sultan-ı Mahzen olarak anılmaya başlanmış; cephane deposu, su sarnıcı olarak kullanılagelmiş. Camiye çevrilmesiyse 259 yıl öncesine dayanıyor. Mesleme bin Abdülmelik komutasındaki İslam ordusu (700'lü yıllar) İstanbul'u kuşatmak için birçok sahabe ve tabiinle (sahabeyi gören Müslüman) beraber İstanbul'a gelir. Ordu Galata çevresinde konuşlanır ama zor günler onları bekliyordur. Çetin çatışmalardan sonra Bizans'a esir düşenler büyük işkencelere maruz kalır. Söylenen o ki tabiinden olan Süfyân bin Uyeyne kuşatma sonlanıp ordu geri çekilirken Bizans'a esir düşer. Kastellion Kulesi'nin zindanına hapsedilir, susuz bırakılır. Dua edince de yerden su çıktığı rivayet edilir. Zindanda gördüğü işkenceler sonucu şehit olur. Mahzene gömülüp kabrin bulunduğu kapı kurşunlanarak kapatılır. O günden beri de Kurşunlu Mahzen olarak anılagelir burası. İşte camideki bu mezar ve yanında iki mezar cam muhafazalar içine alınmış, sanki içindekilerin esareti kıyamete kadar sürecek... Üstlerine ne bir damla yağmur ne de gün ışığı düşecek... Kafamda bin bir düşünce, yüreğimde hüzün Kadıköy vapuruna doğru yol aldım kendimle baş başa... Evime geldiğimde bir kez daha İstanbul'da yaşadığım için şükrettim ve dostlardan gelecek "ne çok geziyorsun" serzenişlerine cevap yetiştirmek için oturdum klavyenin başına... Sürç-i lisan ettimse affola... Fotoğraflar: Nurten B. AKSOY

  • Ancak Senin Kadar İnsanım

    ŞENOL YAZICI * İnsan benzerini ararmış; salt aşkı yaratmak için değil, aşkı öldürmek ya da elinde ölmek için de ... Biz de birbirimizi bulduk; Aşkı öldürdük. Nerden bilecektik, hem namuslu, hem sırtımızdan rengârenk kanatlar çıkaracak denli yürek kaldıracak ilişkilerin yaşandığı iklimlerde doğmadık ki malum olsun. En iyi aşklarımız annemizin babamızınki gibiydi, görev gibi. Başlangıçtan beri hep inanılmazdı, sanki yaşadığımız böyle olsaydı dediğimiz bir filme taşınmıştık. Oysa lânetlenmiş Lut kavminin sonuncularıydık, kendi gerçeğimiz bu kadarını hak etmezdi. Belki bu yüzden farkına varamamıştık. Piranha dişleri vardır sevinin, Dedikodu alır yürür. Çiğner çiğ etlerini kardeşlerinin Lut kavmi yeniden yeniden dirilir. Cahilliğimiz mi daha çoktu, cesaretimiz mi? Yaptıklarımızı ve ardından ölüme gittiklerimizin ne kadarını anladık sanıyorsun? Bir bilgisizlik okyanusu gibiydik başladığımızda, ondan da öyle cesur... Daha kötüleri de vardır. Bakkal Şakir amcanın gofretlerine kalçalarını ve göğüslerini değiş tokuş etmiş kız da bizdik, geçkin yaşının eksikliklerini fark edemeyeceğimizi iyi bilen Nazife teyzenin parasıyla, deneyimiyle ayarttığı ama kentli giynekli bir hanımca beğenilmenin hazzıyla boyu uzamış on sekizindeki varoşlardan gelen delikanlı da… İnan ki hepsinde içten sevdalıydık, hepsinde de öyle heyecanlı… Saman çiğner gibi yaşamak sonradandır. İyiyi bilmeden kötüyü nasıl anlardın? Ama hepimizin yemini vardı, öğrenecektik… Aşkı da… Seni öğrenmeye kalmadı, bitti. Haksızlık etmemeli, eşsiz bir ziyafetti. Aç gözüm doymaya kalmadan… demeli... Tam alır gibiyken, bu benim hakkım, bu benim aradığım ve seçimim, ben bunu yaşayabilirim onuruyla derken, ama şaşkın ve anlamazlığın kelepçesinde saldırgan ve vurgun yemiş yüreğim yüzlerce yıl kapalı kalmış kadim bir tapınağın kapıları gibi gizemli sırlarıyla gıcırdayarak açılırken güneşe, bitti. Yüreğim bütün merhabalara dünya kapısı olup açıktı, en savunmasız halde, öyle yakalandık, öyle de öldük... Günahsa günah. Yaratan en derin hazlarımızla kusurlarımızı bir araya koymuşsa bir zavallı insancığın ne suçu olurdu? Hiçbir şey çalmamış, kimseyi aldatmamıştık, şimdi yaşadığımız kendi seçimlerimizdi. Şimdi, yaşı kemale ermiş, yaş dönümüne girmiş, tansiyonu tavan yapmış, anıları sislenmiş biriyseniz, lütfen okumayın. Size ne kadar anlatsam da, hormonları ırmak gibi, yıkacak fırını ömrünün güzünde bulmuş aç ayıyı anlamanız ne zordur, bilmem mi? Yine de adaleti bilirseniz, yargılarken insafı unutmazsınız, belki. Günah gibi görünse de Tanrı şahit biz geç kalmış bir adalete omuz veriyorduk, aslında. Bulunmuş hazineler gibiydik, kim bulmuşsa ona yazılmıştık, birileri hak etmeden rastlantısal sahiplenmişti bizi, şimdi anlıyorduk ve şimdi farkına varıyorduk, yüreğini kurtaramayanın peygamberlikte ne işi olur? O zaman utanan ve korkan yüreğimizi susturduk, çalınmış haklarımızdan aldığımız onurla ayağa kalktığımızda büyümüştük. Yeni gerçeğimizle başlamıştı bizim bin renk baharlarımız… Sonsuza değin sürecek gibiydi aşkımız. Tek bir damlasını zayi etmeden yudum yudum yaşamak için ölümsüz olmayı isterdik. Birden dört yan yeniden gerçeğine döndü. Kuzgun kanadı zifir zindan kesilip karardı, baharımız. Kanat tükendi, martı öldü. Ayrıldık... Kol tükenir, yürek tükenir de kanat tükenmez mi? Yeni uçuşlara kalkan bedeli bilmeli. Kaybedecek hanların hamamların olmadığına göre bir kalbindi üstüne oynadığın. Okyanusun o deli mavisine bir tüy yumağı oldun, düştün… Bilirsin gün olur, ses arar yüreğin, insan arar. Sevgili olup boynuna dolaması gerekmez kollarını ya da yaslanacak bir omuz olması ya da acınızı ikiye katlayıp geri verecek anne olması gerekmez.. Sen sestin. Mezarlıkta ıslık, gündoğumunda ulaştığın kentin düşman ayazından size dört el sarılan ilk çay sıcaklığı, yalnız kaldırdığınız cenazenize birden el atan eski dost, dokunarak konuşmaya deli olan çocuğunuz, sabahçı kahvesinde meleklerine gülümseyen gün görmüş ihtiyar, bıçak sırtı sevişmeleri yaşadığınız kavga günlerinden kalma yârınız… İşte öyle bir şey… ya da her neyse… Sen oydun. Bir Akdeniz sabahında, bir Kaş mavisinde gülümsediğiniz güneşten başınızı koyduğunuz yastığa sarkıtılmış bir üzüm salkımı, su damlalarıyla parlayan bir portakaldın. Öyle susamıştım. Ve sen öyle susamaları arıyordun. Ne çok alışmıştım. Oysa sen benim kendime anlattığım en büyük yalanımdın… ve şimdi yoksun… Nasıl canım yanıyor, yaşamayan bilmez O zaman tut ki, şahlanan tayları boğazlıyorlar, tut ki ipekböcekleridir kozasında öldürülen. Tut ki bir günlük yaşama doğmuş kelebekler, daha bir sevda bile yaşamadan, büyümeden alaşafak, büyümeden gün, dolu bir yağmura tutulmuşlar… Aşk geçe kalmışsa İntiharıdır yüreğin Bir gönül bir sevda diyerek Ya da bir başka kelebek Sevmek yaşamı Yağmura ve geçe kalmışsa İntiharıdır kelebeğin Deler kozasını Süngü gibi saplar karnına Bir günlük hayatı ve aşkı Ölesim gelir… O zaman ağla yüreğim ağla. Aç kapılarını, yok olsun sana ait ne varsa, dünya kapısı olsun yüreğim. Işığı söndür, bırak ay ışığı odanda yürüsün. Bırak sessizliğin ancak yalnız insanların duyduğu sesi yürüsün. Usul usul büyüsün çığlık, ana rahmindeki bir bebek gibi büyüsün. Şimdi tam zamanıdır. Hadi yak ışıkları. Sevdiğin için, bir onun için çıplaktın, öyle biliyorsun. Şimdi öyle ayrılığa yakalandın. Şimdi dünyanın orta yerinde yüksek localarından bakarak kahkahalar atan, milyonlarca insanın gözü önündesin, anandan doğduğun gibi üryan. Onun bu anı baştan beri bildiği geliyor aklına… Neden öyle duyumsar, neden çıplakken savunmasızdır insan? Hele aydınlıksa hele seçmediğin birileri gözlerini bir pençe gibi en mahrem yerlerine takmış izliyorsa. İhanetin vuruculuğu mu? Sattığımız sevgililerin kahroluşu bundan mı? Işığın altında, anadan üryan bıraktığımızdan mı? Göğün en derininden okyanusun zeminine çakılan martının çığlığını duyuyor musun? Onu tutunduğu son daldan, son buluttan aşağılara sen ittin. Sen Judas’sın… İhanetin ve insan küçülmesinin ulaşacağı en son noktadasın. Seni salt ben değil tüm insanlık lânetleyecek… mi? Gülüyorsun, ihanet insanın bildiği ve en kolay saptığı günahıdır, diyorsun… En günahsızı kimse o atsın taşı, öyle mi? Kıyamete kadar bekleriz o zaman günahsız olanı... Aklım bilse de, yüreğim kaldırmıyor. Bilmez miyim, en günahsızımızın ihanetlerine hesap açılsa Tanrı katında, sığdıracak defter kalmazdı. Bir falçete geçer yüreğimden, izsiz, kansız. Artık ben iflâh olmam. Sözün ne anlamı kaldı ki? Tükeneni ne getirir, akan kan geri döner mi damara? Martı öldü! Mumları söndür, keman sussun, ziyafet bitti. Yalnızca şarabı dökmeyin. Gün bir uzun saça yenilmiş ilâhların üstüne doğmamalı. Duygular gece sarmaşığı gibidir, gün ışırken kapanmalı. Bin yaşına gelmiş insanların güneşin gördüğü bir tek zayıflığı olmamalı. Dökmeyin şarabı, sarhoş olmak istiyorum. Sarhoş ve unutmuş… Gün, beni görecektir, ona hükmüm geçmez, ama sarhoşsam ben günü görmeyebilirim, utancımı da… Şimdi gece… Yediveren gül gibi durmadan yıldız açan gece… Yüreğimi bayrak yaparım, unutur utancımı ve yenilgimi derin uykulara dalarım. İster çocuk olur, maviye boyarım gökleri, ister dünyaları kırpıp yıldız yaparım. İstersem gözyaşlarımda boğulurum. Yarına çok var. Hiç korkma, gün doğmadan çocukluğumu ve duygularımı saklayıp asık yüzümü, erkekliğimi, bilenen dişlerimle savaşçılığımı kuşanıp orta yerlerde meydan okurum. Bu gece bitmeden yarının bütün çirkinliğini göğüsleyecek denli insan olurum. Bu gece öldürürüm içimdeki Peter Pan’ı. Siz yenilmişleri ve çocukları sevmezsiniz bilirim. Siz ölüme ve kimsesizliğe alışkın gibisiniz siz martı yüreklerini söküp almaya ve ellerin kanlı derin uykulara kolayca geçmeye alışkın gibisiniz. Dayanamadığım bu. Ölümlerinden önce eğlenme cesaretini gösterenlere saygım var ama ölüm sonrası duyarsızlıklara çıldırıyorum. Bu kazanmaksa kazandın. Martı öldü. Artık çığlığını duymayacaksın, o yalanla kutsanmış yaşamını ve uyduruk insanlarını sırtlayıp öylece ölebilirsin. Orada dilediğince kalabilirsin. Ben?… Bana boş ver… İnsanı sevmek, kaçamadığımız bir gensel hata. Hüzünleriyle, sevdalarıyla çakılışlarıyla büyüyen insanı sevmemek mümkün mü, elinizde mi? Ama bazıları var ki, yaşamı rol kesmek alıp bir sezon sonra anımsanmayacak oyunlar sahneleyenleri sevmiyorum. Bir insanın diğerinin gülümsemesine neler borçlu olduğunu iyi bilmeli. Ben anlatırken felek, alayla fısıldıyor, duyuyorum; bindin gemiye açıldın, şimdi kara, çık artık diyor, yaşam bir ziyafet sofrası diyor, karnın doydu, kalk git artık… Ama Ağlamadan... Anlıyorum. Bilirim, gelirken değil, giderken belli olur insanın asaleti. Biliyorum da elimde değil, içim sızlıyor. Ama giderim. Gider ve unuturum… Seni de aşkı da… Desem mi? Canım acıyor. Giderken bile, o en büyük yalanımı, aşkı özlüyorum. Gururlu ol, ağlama…mı diyeceksin gene… Neylersin, ayrılık en zoru ve ben de ötesi değil; ancak senin kadar insanım. * 2021, NİSAN, AŞK DA ÖLÜR

  • Bir Kadın Bekliyor Beni

    Walt Whitman * Bir kadın bekliyor beni, her şeyi içeren bir kadın, hiçbir eksiği olmayan Gene de her şey eksik olacaktı cinsellik olmasaydı, ya da güçlü erkeğin ıslaklığı olmasaydı. Cinsellik her şeyi içeriyor, vücutlar, ruhlar, Anlamlar, saptamalar, lekesizlikler, incelikler, sonuçlar, duyurular Şarkılar, buyruklar, sağlık, gurur, analık gizi, döl sütü, Bütün umutlar, iyilikler, armağanlar, bütün tutkular, aşklar, güzellikler, yeryüzü tatları, Bütün hükümetler, yargıçlar, tanrılar, bütün ardndan gidilen insanları dünyanın, Bütün bunları içeriyor cinsellik, kendi parçalan olarak, kendi doğrulayıcıları olarak. Cinselliğinin tadını bilen ve utanmadan söyleyen erkeği severim, Cinselliğin tadını bilen ve utanmadan söyleyen kadını severim. Duygusuz kadınlardan uzak tutarım kendimi, Beni bekleyen kadınla gidip kalacağım, sıcakkanlı kadınlarla, beni doyuran kadınlarla, Beni onlar anlar, beni geri çevirmez onlar, Görüyorum, tam bana göreler, onların güçlü kocası olacağım. Onlar benden bir milim bile aşağı değil, Yüzleri parlayan güneşle, esen rüzgârlarla yanık, Etlerinde eski kutsal uysallık var, güç var. Yüzmeyi, kürek çekmeyi, ata binmeyi, güreşmeyi, ateş etmeyi, koşmayı, vurmayı, geri çekilmeyi, ilerlemeyi, dayanmayı, kendilerini korumayı biliyorlar, Onlar dürüstlükte en yüce olanlar – sessiz, açık, en iyi davrananlar. Sizi bağrıma basıyorum, kadınlar. / Sizi bırakamam, size iyilikler getiriyorum, Ben sizinim, siz benimsiniz, yalnız kendimiz için değil, başkaları için de, Sizin bedeninizde nice yiğitler, nice şairler uyuyor, Benden başka hiç kimsenin dokunuşuyla uyanmaz onlar. Ben geldim, kadınlar ilerliyorum, Sert, kaba, iri durdurulmaz bir kişiyim, ama sizi. seviyorum, Gereğinden fazla yakmam canınızı, Bu Devletler’e uygun oğullar, kızlar yaratacak erkekliğimi boşaltıyorum size, yavaş dolgun kaslarımla bastırıyorum, Yeterince geriyorum kendimi, yalvarıp yakarmalara aldırmam, Nicedir içimde birikeni size doldurmadan geri çekilemem. Durgun ırmaklarımı size akıtıyorum, Sizin içinizde gelecek binlerce yılı kucaklıyorum, Size kendimin ve Amerika’nın en sevgili aşılarını aşılıyorum, Size bıraktığım damlalardan ateşli, atletik kızlar gelişecek, yeni sanatçılar, müzikçiler, şarkıcılar, Sizden olan çocuklarımın da çocukları olacak sırası gelince, Bol bol verdiğim aşkımın karşılığında kusursuz erkeklerle kadınlar isteyeceğim, Onların da başkalarıyla birleşmelerini bekleyeceğim, bizim şimdi birleştiğimiz gibi, Onların boşaltacağı sağanağın meyvelerine de, şimdi kendi boşalttığım sağanağın meyvelerine güvendiğim kadar güveneceğim. Sevgi dolu ürünlerini alacağım doğumdan, yaşamdan, ölümden, ölümsüzlükten, şimdi böylesine sevgiyle diktiklerimin. Walt WHİTMAN (Çeviri: Memet Fuat) Walt Whitman 3 1 Mayıs 1819 - 26 Mart 1892 * ABD'li şair ve yazar. Ailesi çiftçiydi. Dört yaşındayken New York’un Brooklyn semtine taşındılar. Ev geçimine katkıda bulunması gerektiğini 11 yaşında anladı ve okulu bırakıp çıraklıklara başladı (1830) . Bir matbaada çalışırken dizgiciliği öğrendi. Kendini yetiştiren okumalarla doğa vergisi şiir-yazı yeteneğini besleyip güçlendirmek olanaklarını buldu, küçük bir taşra gazetesinin (Long Islander, 1838-1839) yazı ve yönetim işlerini üstlendiği zaman 21 yaşındaydı. Brooklyn’de yayımlanan daha etkin bir gazeteye yazar oldu (Daily Eagle) , kısa sürede de yönetimini üstlendi (1846-1848) . Yaşamının başlangıç dönemlerinde yeterli bir ilgiye kavuşmamış olan Whitman’in bu dönemdeki ürünleri neden sonra derlenip başlanacaktır. Bu yıllarda Shakespeare'in oyunlarından tatlar almaya, İtalyan operalarını izlemeye, güzelliklere düşkün özgürce bir yaşam sürmeye başlayabildi. Kendini yetiştirmede yararlandığı kaynakları buldu: Kutsal Kitap, Homeros, Dante, Ossian, Walter Scott, Goethe, Cariyle, Emerson vb. Gazete yazılarıyla köleliğe karşıt, işçi haklarından yana, özgürlük savaşçısı, yoksullara yalan, insanca koşulların özleminde ülkücü bir çizgi izledi. Kısa süre New Orleans’ta çalıştı. New York’a dönünce yaşamı yazı yetiştirmekle, geçim parasını babasının marangozluk işine yardım etmekle (1851-1854) , ilk şiirlerini yayımlatmakla (New York Tribune, 1854) , köleliğe karşı direnenlerin gazetesi Freeman’a gönüllü hizmetle geçti. Sonunda ilk şiir derlemesini bastırdı: Leaves of Grass (Çimen Yaprakları 1855) . Bu kitap okurun ilgisini çekmeyince ilk basımında yalnızca 94 sayfa olan kitabını, yeni ve özgün eklemelerle 384 sayfaya çıkartarak ertesi yıl aynı adla yeniden yayımlattı (1856) . Yaşı geçtiği için cephede değil hastabakıcı olarak askeri hastanelerde çalışarak yurduna hizmet etti (1862-1864) . İnsan acılarını gözlemekten gelen yürek burkuntusuyla savaş şiirleri yazdı: Drum Taps (Trampet Sesleri) 1865. Bu küçük kitaptaki savaş acısıyla barış özlemlerini dile getiren ürünleri de ana kitabının 4. basımına ayrı bir bölüm olarak ekledi (1867) . Savaşın bitişiyle Lincoln’ün ölüm yası birlikte geldi, Washington’da İçişleri Bakanlığının Kızılderililerle ilgili bölümünde bir memurluğa geçtiyse de çabucak uzaklaştırıldı (1864) . Yandaşlarının desteğiyle bu kez Adalet Bakanlığında küçük bir görev aldı (1864-1874) . Arada şair düzyazılarını kitaplaştırdı: Democratic Vistas (Demokratik Görünümler) 1871. 1873’te kısa bir süre bir inme, annesinin ölüm haberiyle birlikte geldi; işini bırakıp New Jersey’de yalnızlığı yeğledi. Ölümüne kadar da oradan ayrılmadı. Bütün Eserleri (10 cilt) 1902’de yayımlandı. Şiirden ölçü-uyak-nazım biçimi-koşuk birimi gibi geleneksel öğelerine sırt çevirir; duyguların coşkusu, tutkuların sıcaklığıyla insanlığın bütün özelliklerini verir. Sanatçılığının niteliklerini özetleyen bazı satırlar, onun Amerika’ daki yeni halkın erdemlerini dile getirdiğini belirtirler.

  • AŞK TEK KİŞİLİKTİR

    Lev Nikolayeviç TOLSTOY * TOLSTOY’DA AŞK, SEVGİ VE SADAKAT: * “SEVEN HEP BİR KİŞİDİR, ÖTEKİ İSE SEVİLMESİNE İZİN VERİR!” * Tolstoy, büyük Rus yazarlarından biridir. Eserleri genellikle insanın iç dünyasını, ahlaki çatışmaları ve toplumsal sorunları ele alır. “Savaş ve Barış” ve “Anna Karenina” gibi başyapıtları, edebi dünyada büyük yankı uyandırmıştır. Tolstoy’un eserleri, insanın içsel çatışmalarını, ahlaki değerleri ve toplumsal konuları derinlemesine ele alması edebiyat dünyasında, toplumsal reformlar ve ahlaki sorunlar hakkındaki düşünceleri ve felsefi fikirleri ise insanlık tarihinde önemli bir yere sahip olmakla beraber okuyucuları üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Aşk ve sevgi, Tolstoy’un eserlerinde sıkça işlediği temalardan biridir. Onun düşünceleri, bu konuları derinlemesine ele alır ve insan ilişkilerindeki önemine vurgu yapar. Tolstoy’un aşk ve sevgi üzerine bazı düşünceleri: 1. “Gerçek aşk, bencil olmayan, koşulsuz ve karşılıksızdır. İnsanın kendisinden başka bir şeyi sevmesiyle ortaya çıkar.” 2. “Aşk, insanın kendisini ve diğerlerini derinden anlaması, kabul etmesi ve desteklemesiyle ilgilidir. Bunu sağlayan şey, karşılıklı anlayış ve saygıdır.” 3. “Sevgi, insanın ruhunu besleyen bir kaynaktır ve onun gelişimine katkıda bulunur. Ancak bu, bireyin kendi içsel dönüşümüne de bağlıdır.” 4. “Aşk ve sevgi, zamanla büyür ve olgunlaşır. Sabır, anlayış ve sadakat, bu duyguların temel taşlarıdır.” 5. “Aşk, insanın ruhunu ve bedenini dengede tutar. İnsanın kendisiyle, başkalarıyla ve evrenle olan ilişkisini güçlendirir.” “Günlükler”inde aşk ve sevgi üzerine geçen sözler: “Seven hep bir kişidir, öteki ise sevilmesine izin verir” “Sevilmek istenen bir köpeğe bile acınır, kovulmaz” “Ben gerçekten sevilmeyi istiyor ama sevilmeyi istemesini bilmiyorum” “Aşık olmaya son derece hazırım. Bu korkunç bir şey!” “Aşık olmanın mümkün olacağına hiç inanmadığım halde aşık oldum. Çılgına döndüm…” “Beni sevmekten vazgeçecek. Bundan neredeyse eminim. Beni kurtaracak tek şey, onun başkasını sevmemesi. Ama bunun nedeni ben değilim. Benim nazik olduğumu söylüyor. Bunu işitmek istemiyorum; belki de yalnızca bu nedenle beni sevmekten vazgeçecek. “Bana olan sevgisi, kurulmuş makinadan farksız: elimi öpmesi ve bana iyi davranmasından ibaret” “Bende bir şeyler eksik, sevgi ve açık yüreklilik. Yalnızlıktan da onunla baş başa kalmaktan da korktuğumun farkındayım” “Bunların en önemlisi gene de sevmemektir. Ben bu denli çok sevmekle ne elde ettim, nereye ulaştım? Bu sevgi, bundan sonra ne işe yarayacaktır? Acı çekeceğim ve onurumun kırıldığını hissedeceğim.” “…bir roman okudum: Bir genç kız sevdiği erkeğin evine gidiyor ve onun yaşadığı ortam ve eşyalar arasında bulunmaktan mutluluk duyuyor. Nasıl da gerçeğe uygun… Ama ya bu “eşyalar” çizme, bot, su dolu leğen ve çöp gibi, kunduracı alet ve malzemesi ise o zaman ne olacak? Hayır, asla alışamayacağım.” Eşi Sophia’nın yazdıklarından alıntılar: “Onunla karşılaştığımda içime sevinç doluyor ve onu her şeyiyle seviyorum: boyunu posunu, gözlerini, gülüşünü, tatlı konuşmasını…” “O bana ne denli acımasız davranırsa davransın, yüreğim hala onun sevgisiyle dolu” “Ben kocamın kişiliğinde coşkulu bir aşık veya acımasız bir yargıç buldum ama hiçbir zaman bir dost bulamadım Hala da bulamıyorum…” “Benim için değerli olmadan ve onu sevmeye başlamadan önce ve uzun bir süre, bir adamın ruhuna ve yeteneğine hayran olmam gerek” “Kocalarının dostluk ve sempatilerini sonuna dek tadabilen kadınlar, nasıl da mutlulardır… Bencillerin, büyük adamların eşleri, gelecek kuşakların acımasız ve hoşgörüsüz olarak niteleyecekleri kadınlar da ne denli mutsuzdurlar.” “Yüreklerimizi birleştiren bağı hiçbir şey koparamaz. Biz birbirimize uzun bir yaşam ve güçlü bir sevgiyle sımsıkı bağlanmışız” “Bir insanı n en önemli işi, önem verdiği kişinin acı çekmesini önlemek için sevgisini feda etmesidir” Tolstoy’un bu düşünceleri, aşkın ve sevginin insan yaşamındaki derin etkilerini ve önemini vurgular. Ona göre, gerçek aşk ve sevgi, bencil olmayan, karşılıksız ve koşulsuz bir şekilde ifade edilmelidir. Bu düşünceler, Tolstoy’un insan ilişkileri ve insanın kendisiyle olan ilişkisi hakkındaki derin felsefi bakışını yansıtır. Tolstoy ilişkilerinde sadakati önem veren biri olarak bilinir. Özellikle evlilik ve aile yaşamında sadakat ve bağlılık kavramlarına büyük değer atfederdi. Tolstoy’un romanlarında ve hikayelerinde, karakterlerin sadakat ve bağlılık konusundaki çatışmaları ve zorlukları sıkça ele alınır. Örneğin, “Anna Karenina” adlı romanında, baş karakterlerin sadakat ve ihanetle ilgili yaşadıkları iç çatışmaları ve sonuçları derinlemesine incelenir. Tolstoy’un kendi aile yaşamında da sadakat ve bağlılık önemli bir rol oynamıştır. Ancak, Tolstoy’un kişisel hayatı ve felsefi düşünceleri zamanla değişmiştir, bu nedenle ilişkiler ve sadakat konusundaki tutumu da zaman içinde farklılık gösterebilir. Lev Nikolayeviç Tolstoy, hayatının bir döneminde oldukça dindar biri olarak bilinir. Ancak, Tolstoy’un dini görüşleri hayatı boyunca değişim göstermiştir. Gençlik yıllarında dindarlık ve Hristiyan inançlarına büyük önem veren Tolstoy, daha sonra kendi dini ve felsefi düşüncelerini geliştirmiş ve Hristiyanlıkla ilgili geleneksel görüşlerden uzaklaşmıştır. Hayatının son yıllarında, dini ve ahlaki düşünceleri daha radikal bir şekilde sorgulamış ve toplumsal reformlarla ilgilenmiştir. Dolayısıyla, Tolstoy’un dindarlık ve inanç konusundaki tutumu karmaşıktır ve hayatı boyunca değişmiştir. * ALINTI

  • Acemi Hüzün

    Yusuf ERBAY  * Hâlâ acemiyim / biliyorsun. Suda kaybolan resmini Kumlara çizemedim …   Hâlini sormadım mavi yıldızdan Sığınmadım ayrılığın hüznüne Gittiğin tarihe karar düşmedim…   Sevdiğin bozlakları söyledim Eksik yanıma yaslanıp Beklerken turnaları Mevsimler değişti / ben değişmedim…   (Okunmayan bir şiirde anlattım Dünyanın ucundan düştüğümü İçim kundaklanmış / dışım sağanak Gitmekle kalmak arasında münzevi Her nefeste kırk ayrı konak)   -Bencileyin eksik yaşayanları Ve eksik yanını Sol kafeste taşıyanları Acemi bir hüzün tamamlayamaz-

  • Bir Mevsim Yok Anne Gibi

    BİRHAN KESKİN * I Çocukluğumdan kesilen saçlarımı geri istiyorum berberlerden (anneme küstüğüm için oluyor bütün bunlar) yüzümü ve dizlerimi bi koşu kanatıp okulun bahçesinde tekrar dönerim, hemen. Büyüklere mahsus şeyler de konuşuruz seninle istersen. Yoruldum çok kente ve sana durmaktan öfkem ne sana ne de başkasına üstelik geceden Marilyn Monroe ve senin gözyaşın geçti hadi barışalım. Hem hiçbir mevsim ısıtmaz ellerimi anne gibi istersen kahve içip fal da bakarız yine bana üç vakte kadar bir yolculuk görünür belki ay doğar fincanda hanemize. Alevi içine bakan bir mumum ben derine kaçan bir anıyı istiyorum berberlerden. II Irmak bitti devrildi dağ büyüdüm. Çocukluk anılarımdan düşecek kadar kırıldı âvâz yüzümden kovuldu anneler korosu söndü ateş. Kahvaltı masalarına geç kaldım kirlenmiş bütün bardakların yalnızlığı bana, ve ince kaldım belki sabah zamanına. Hey aynalardan içeri kaçan çocukluğum nöbetçi aspirinler, diş macunları tekrar dönerim, ırmak akar tekrar yatağından dağ yerinden doğrulur uzaklığım biter gölgem yanıma düşer belki yeniden, kim bilir belki dedem bile olur vicks kokulu yastıklar kalır bana ondan ve ahdım var onlardan kalma sehpaları kirletirim bu sefer. III Buralara kadar gelinmişse gece kendini uyur kendine küser eşya kendi cinayetine kurbandır metal söz kendini söylemiş, yorulmuşsa yağmur kendi içine yağar asfalt bir çılgınlığa yürür kendini, buraya kadar gelinmişse uyku bile kendini uyur. Yok yerlere gelindi boş yerlere gelindi kemanlar kendi sesinden içlendi ben senin sessizliğinden eşya boşuna küstü kendine gece boşuna delindi, yaşamımın güç yanlarından biri olma lütfen, şimdi bu kavgayı unutmak da hatırlamak da çılgınlık olur gel biz seninle kahraman olalım ne hatırlayalım bunu, ne unutalım. * Birhan Keskin / Kim Bağışlayacak Beni, S. 143-145

  • Sayın Müdürüm

    Fadime Y. KAROĞLU * Çapar, ufak tefek, ince yapılı, köse bir oğlandı, Necdet. Memuriyete başladığında, her şeyi öğrenmeye hevesli gözleri, ışıl ışıldı. Köy çocuğu olduğundan mı, yoksa memurluğu fazla önemsediğinden mi bilinmez, öğretildiği üzere, amirleriyle ‘sayın’sız konuşmazdı. Pek alışık olunmayan erkek sekreterdi. Dışardan bakıldığında, telefon bağlamak, randevuları ve toplantıları ayarlamak gibi önemsiz uğraşlardı tüm yaptığı. İşi gereği giyim kuşamı her zaman tertipli ve temizdi. Küçük kasabaların, il olması furyasının yaşandığı o yıllarda, en genç ilin yetkili müdürlerinden birinin yanında çalışmanın verdiği bir hava taşıyordu yürüyüşünde. Kendisi gibi şehirleşmeye hızla geçiş yapan bu ilde çalışıyor olmak, yaşadığı köyde el üstünde tutulmasını sağlıyordu ayrıca. Yerel yönetimlerin siyasi yapısı gereği, idarecilerin atamalarında yaşanan değişikliklerden Necdet de payını alıyor, sık sık müdür değiştirmesine neden oluyordu ya… Neylesin?..” Gelen ağam giden paşam” deyip, görevini yapıyordu. Kalabalık, çoğunluğunu genç kadınların oluşturduğu, birçok farklı bölümü aynı işyerinde barındıran bir yapısı vardı kuruluşun. Ancak kimse kimsenin işini yapmaz, ayrıca öğrenmekte istemezdi. Eskiden beri alışılmış sanki askeri bir düzen hâkimdi. Müdürün, günde birkaç kez, beklenmedik ziyaretlerine gelişiyle bütün çalışanlar ayağa fırlıyordu. Hangi müdür çıkarmıştı şimdi hatırlamıyordu, ama herkes bu kuralı bir zorunluluk gibi yerine getirmeye gayret ediyordu. Görev yaptığı on yıldan bu yana her tipten müdürle çalışmış, ama böylesine ilk defa rastlamıştı Necdet. Müdür gelmeden namı gelmişti işyerine; amir ve memurlarına karşı inanılmaz dengesiz biri olduğu, çalıştığı hiçbir ilde altı aydan fazla barınamadığı… sonra yaş haddinden emekliye ayrıldığı ve kanunun iptal edilmesinden yararlanarak tekrar göreve döndüğü... döndükten sonra da, buranın gezdiği bilmem kaçıncı şehir olduğu… Olsundu. Nasılsa tanıyıp, huyunu suyunu kabullenip, alışırlardı. Hangisine alışmamışlardı ki? Böyle düşünüyor, büyütmüyordu da gözünde. O gün, sabah saat sekizde herkes, yeni müdürlerini hazırolda bekliyorlardı. Makam arabasının binaya yaklaştığını gören görevli kapıya koştu. Makam şoförü seri bir şekilde arabadan kendini atarak, arka koltukta oturan, kalın çerçeveli siyah gözlüklü, kısa boylu, saçı simsiyah boyalı ve sinekkaydı tıraşlı müdürü, saygıyla ceketini ilikleyerek, arabadan indirdi. Sonra, muhtemelen karısı olduğunu düşündükleri bir hanım, kendi başına arabadan inerek onları takip etmeye başladı. Müdür, aynalı binanın merdivenlerine doğru ilerlerken başını kaldırarak etrafı kolaçan etti. Şoföre: -Bu… bu… bayrak.. değişecek!.. Daha yeni ve büyük olmalı!.. Suçtur… Necdet kapıda, ceketinin önünü iliklemiş, olanları izleyerek, bekliyordu: -Hoş geldiniz , sayın müdürüm!.. -Sağ ol, sağ ol… Odasına geçti. İçeride dört dönmeye başladı. Cebinden bir tarak çıkararak saçlarını taradı aceleyle. Necdet hala kapıda dikiliyordu. Ola ki bir emri… -Bü… bü… bütün per..soneli bu… bu… bura… ya topla!..Hep.. sini tek tek tanımak is… is… is… istiyorum. En yakın il… il… çesi neresi buranın? Necdet şaşırmış, söylemek istediklerini, soracaklarını unutmuştu. Adam kekeliyor, lafları ağzında yuvarlayıp, can çekişiyor gibi kafasını sağa sola çevirerek, ağzını yaydırarak konuşmaya çabalıyordu. Dikkatlice yüzüne baktığında müdürün gözünün birinin kapalı ve gözlük camının da diğerinden daha koyu renk olduğunu fark etti. İçinden: -Yandık!.. İşimiz var… Bu adam hem kör, hem de kekeme. -Efendim, bir şey içer misiniz, çay, kahve? -Tu… tu… valet nerede?, -Buyurun efendim, göstereyim. Necdet döndüğü zaman, bütün personel odasında toplanmış, onun gelmesini bekliyorlardı. Aralarında fısır fısır konuşmalar devam ediyordu ki, kapıdaki sesle herkes irkildi. Müdür kapıya toslamış kafasını ovuşturuyor, bir yandan da dağılan saçlarını düzeltmeye çalışıyordu. Gülmemek için dudaklarını ısırıyordu personel. Hep bir ağızdan: -Hoş geldiniz efendim, hayırlı olsun!.. Geçti, koltuğuna oturdu alelacele. İri kalın çerçevenin altındaki tek gözüyle, sorgulayan yargıç edasıyla, sırayla herkese görevlerini sordu kekeleyerek. Şube müdürleri sırasıyla kendilerini tanıtıp, çalışmalar hakkında kısa bilgiler vermeye çalışırken, müdür hiç oralı görünmüyordu. Necdet’e dönerek: -Ça…ça… çay.. söyle arkadaşlara!.. Ba… ba… bana da bir bir bardak su. -Peki Efendim. Çalışanlar çaylarını yudumlarken, müdür suyun çoğunu bir çırpıda içmiş, bardağın dibinde kalan suyu da, koltuğun arkasında duran deri kaplamalı fona, şımarık bir çocuk gibi fırlatarak, hiçbir şey olmamış gibi, cebinden çıkardığı tütün tabakasından sarma bir sigara yakmıştı. Savrulan ağır tütün dumanı, çalışanların yüzünde bir şamar gibi patladı. -He…he..herkes i..i.. i.. işinin başına şimdi!.. Çalışanlar, allak bullak odalarına dönerken, müdür, sekreter odasında, geldiklerinden beri köşede oturan hanımı Necdet’e göstererek: -Bu ha…ha hanım da kim?.. Ne ..o o oturuyor bu bu burada?.. Ne is..is...tiyor? Necdet : -Eşiniz olduğunu söylemişti efendim. -Ha… Sonra kadını gene unutarak, yeni emirlere girişmişti: -Şoför arabayı ha… ha… hazırlasın hemen!..çıkacağız! Müdür, teri henüz soğumadan, ilçelerde aldı soluğu. Çoğu ziyaretlerini jet hızıyla aynı gün tamamlayan müdür, her ilçede mutlaka bir eksik bularak, garip davranışlarıyla ilçe müdürlerini alt üst etti ilk günden. Müdürün eşini ağırlamak ise Necdet’e düşmüştü: -Hanımefendi, size ne ikram edeyim, ne içersiniz? -Teşekkür ederim, ben bir şey almayayım. Yalnız nerede kalacağımı, ayarlarsanız sevinirim. -Tabi efendim. Ben size misafirhanede yer ayırtmıştım, lojman boşalıncaya kadar kalacağınız yeri göstereyim. Necdet, Hanımefendinin kalacağı misafirhaneye kadar eşlik ederken, içinden, kadının gerçekten hanımefendi olduğunu, eğitimli birine benzediğini, müdürü… ve kadını görmezden gelen garip tavrını düşündü… Uyduramamıştı bir türlü. Çocukları var mıydı? Sorsa mıydı acaba? Nasıl biriydi müdür? Necdet görevine döndüğünde mesai bitmek üzereydi. Müdür, ziyaretlerinden henüz gelmemiş, çalışan diğer personel ise koridorda, kendince gülecek bir şeyler bulmuş, günün kritiğini yaparak, gözleri yaşarıncaya kadar katılarak gülüyorlardı. Ertesi gün, Necdet eşinin güzel sözleri ve minik kızının öpücükleriyle uğurlanmıştı işe. Karısı , eşinin, diğer köy delikanlıları gibi gündelik işçiliğe talim etmeyip, temiz tertipli bir işi olmasına şükrediyordu. Koridorlar, köpüklü sularla silinmiş, aynalı binanın, aynaları dahi parlatılmıştı. Büyükçe yeni bir bayrak asılmıştı, direğin tepesine. Sabah çayları içilmeye hazır, mesai saati başlamıştı. Dışarıdan bakana, büyük bir holding görünümü veren bu yeni binanın içerisi de alabildiğine konforluydu doğrusu. Necdet, böyle bir işyerinde çalışmanın kıvancıyla bacak bacak üstüne atmış, keyifle çayını yudumluyordu ki, aniden kapıda beliren müdürü görür görmez çayı üstüne başına dökerek fırladı. -Günaydın, sayın Müdürüm!.. Müdür: -Se..se..sen de , ki… ki… kimsin, böyle?.. -Efendim, hatırlamadınız mı? Ben, sekreteriniz Necdet, dün tanışmıştık. -Sen git!.. O gü gü güzel, i..i…iri me… me… meli, aş ..aş..aşağıda gö… gö… gördüğüm kız gelsin bu… bu… buraya. Necdet aptallaşmış, öylece kala kalmıştı. Amiri olarak, saygıda kusur etmemeye çalıştığı bu adam neler söylüyordu böyle, utanmıyor muydu? Çaresiz merdivenlerden aşağı kata doğru inerken, tırabzanları silip, kurulamaya çalışan ufak tefek, hakikaten iri göğüslü temizlik şirketinden gelen , hanıma takıldı gözleri: Acaba ?...Daha neler?... Bundan mı söz ediyor?.. Allah allah!.. Karar verememişti, Ayniyat servisinde çalışan Esma Hanım’dan söz ediyor herhalde, aşağı katta tek iri göğüslü hanım o, diye düşündü sonra. Esma Hanım’a ne diyecekti ki? En iyisi hiç bir şey söylemeden, sadece ayniyat memurunu istiyor demeliydi. Aşağı kata inip, Esma Hanıma: -Müdürümüz seni istiyor. -Hayırdır, Necdet Bey!..Ne yapacakmış ki beni? Daireye malzeme mi alınacak, yoksa demirbaşlarımı soracak bana? -Hiç bilmiyorum, Esma Hanım. Gidelim mi? Birlikte Müdür Bey’in Odasına girdiler. Müdür Necdet’e: -Bu… bu… bu… değil… Ö…ö…öteki. Necdet : -Kim ,sayın müdürüm? -Sö…sö…söyledim ya!..Aş...aş…aşağıdaki… Necdet merdivenlerden koşarak inip, tırabzanları silen iri göğüslü kadını kolundan tuttuğu gibi müdürün yanına getirdi kargatulumba. Müdür: -Ge…ge…ge gel bakıyım,i..i..i..içeri!.. -Kadın neye uğradığını şaşırmış, Müdürün arkasından içeri girdi. Müdür cebinden çıkardığı peşkir büyüklüğündeki mendille burnunu göstererek: -Ge…ge…gel, ba..ba..bakıyım…yanıma da, Ş..ş..şu… bu..bu..burnumun i..i..içine bak, ne var? Çı..çı..çıkaramadım, sa..sa..sabah…tan beri, ş..ş..şu pisliği…Ka..ka..kaş..ınıp…duruyor. A…a..al me..me..men..dili!.. Kadının rengi sararmış, tuhaflaşmıştı. Müdürün elinden çekerek aldığı mendili taş gibi yere fırlatarak, hiddetle: -Beyefendi… beyefendi? Ben, yer temizliği yaparım sadece!.. Sizin özel hizmetçiniz yok burada!.. Kendi burnunu temizlemekten aciz…Çattık vallaha!.. Oldu…başka yerinizi de temizleyelim bari, temizlikçi olduk ya!...Kadın içeriden çıkarken, hırsını alamamış, söyleniyordu hala merdivenlerden inerken. Necdet ise Esma Hanım’a; müdürün, geçende eşini, bugün de kendisini tanımadığını; binanın içinde odasını bulamayıp, başka başka bölümlerde gezdiğini, telefonun ahizesini kulağına ters tutup, sonra da kabahati telefonların bozukluğuna yüklemesini; bunca yıl müdürlük yaptığını duymasa tımarhanelik olduğunu, düşünmeye başladığını… anlatmaya çalışıyordu. Müdür yeniden odasından çıktı. Necdet’ten , bütün servisleri dolaşmak için kendisine eşlik etmesini istedi. Esma’ya da dönerek: - Bu…bu…bundan sonra, se…se…sen, bu… bu… burada,. be… be… benim ya… ya… ya… nımda ça… ça… ça... lışacaksın. Esma kendi kendine; neden hemen odasına dönmeyip, oyalanıp, çeneye daldığına hayıflanarak, çaresizce: -Ama efendim…Ben sekreterlikten anlamam ki.Kaç yıldır ayniyat memurluğu görevi yapıyorum ben. -O..o..olsun. He..he..herkes, he..he..her gö..gö..görevi bi.bi..bilecek! Esma, daha ne diyeceğini bilemeden, sekreterlik koltuğunda bulmuştu kendini. Necdet ise satın alma ve ayniyattan sorumlu olacaktı bundan böyle. Daha sonraki günlerde müdür, canı sıkıldıkça, görevlilerin yerini değiştirir olmuştu. Şimdi herkes yeni göreve başlayan acemi birer memur gibi davranıyordu. Kimsede huzur ve heves kalmamış, yarın hangi serviste, ne görevde çalışacaklarını ne iş yapacaklarını düşünür olmuşlardı. Necdet, mesleğinde ilerleme kaydetmek istiyordu ama böyle… şamar oğlanı gibi… her gün farklı bir serviste… Belki de yarın yerleri sildirecek, belki de bahçede çalıştıracak… Müdürün kararsız davranışlarıyla sık sık yer değiştiren memurlar diken üstünde; iş üretemiyor, yetişmesi gerekenler dağ gibi yığılıyordu. Üstüne üstlük, müdür, sağda solda kendi kararsız davranışlarını kapatmak için, çalışan elemanların iş bilmezliğinden, tembelliğinden, emirlerine karşı gelip, saygısız davrandıklarından, işten çok, laf ürettiklerinden söz ediyordu kekeleyerek. İstek dışı yapılan atamalardan kaynaklanan huzursuzluklar, tuhaf görevler, bu kurumun daha önce ne iş yaptığından bile habersiz yöre halkının bile, birdenbire gündemine oturuvermişti. Gün olmuyordu ki -gazetelere manşet- komik olaylar yaşanmasın kurumda. Emekliliği dolanlar bir an önce ayrılmaya karar vermişti. Çalışanlar ise, sınav kazanarak geldikleri bu işyerinde, ne görev yaptığını söylemeye çekinir olmuşlardı. Necdet o özenerek gittiği görevine, artık ayaklarını sürüyerek gidiyordu. Müdürü; toplantıya gönderirken bahçede tıraş etmekten tutunda, ayakkabılarını boyamaya, arabaya binerken kafasını kapıya vurmasın diye, küçük bir çocuk gibi itinayla arabaya bindirmeye, binada kaybolduğunda, sığınakta müdür aramaya kadar varan, garip görevler, memuriyetten iyice soğutmuştu. Çok geçmemiş, müdürün küfre varan konuşma üslubu ve hitap şekilleri, iş için dahi dışardan gelen memurlara tuhaf uygulamaları, çalışanların huzursuzlukları ve işlerin aksaması, en yüksek mülki idare amirinin de kulağına, gidivermişti. Necdet, dönüp dolaşıp yine eski görevi olan sekreter koltuğuna oturmuştu. Aralıksız çalan telefonun ahizesini kulağına götürerek: -Efendim, buyurun. Karşı taraftan valilik sözcüğünü duyan Necdet, gayri ihtiyari; Vali, karşısındaymış gibi ayağa fırlamış, bir yandan ceketini iliklemeye, bir yandan da telefon hattını, müdür odasına bağlamaya çalışıyordu. -Sayın müdürüm, vali bey sizinle görüşecekmiş, valilikten arıyorlar, veriyorum. Nasıl anlaştılar, müdür nasıl yanıtladı konuşmaları… Bilemiyordu Necdet. Çünkü şimdiye kadar telefon görüşmelerini hep sekreteri aracılığı ile yapmıştı. Kekelemesi oldukça zaman alıyor, üstelik kimse de bir şey anlamıyordu. Neden sonra müdür, süklüm püklüm odasından çıkıp gitti. Necdet, notuna aldığı arayanların listesini gözden geçiriyordu. Müdür geldiğinde öncelikle söyleyeceği, acil olanları işaretliyordu. Bir yandan da; bu düzensizliğin nereye kadar süreceğini, bu duruma daha ne kadar katlanacağını düşünüyordu; bulgur kazanı gibi kaynayan bu yerde… Çok zor… Yoksa… yoksa… başka bir kuruma mı geçmeli? Müdür her yaptığı hatanın bedelini çalışanlara ödetmeye çalışıp, onur kırıcı davranışlarıyla herkesin sinirlerini zıplatıyordu. Sinirlerine hâkim olamayıp bir gün adam akıllı benzetecekti birisi. Bari ben de patlamasa diye geçirdi aklından. Neler geçti vali ile arasında bilinmez müdür geldiğinde sinirli gözüküyor, kendi kendine söyleniyor, ağzı köpürüyordu: -Ge..gee..ge..gel içeri!..ba..ba..bakıyım s..se…sen!..Bu..bu..bu..budala!... Necdet, tuhaflaşmıştı birden, ne yapmıştı ki? -To..op.lantı va..var..mış… ha..ha..haber ve..ve..vermedin? -Nasıl olur efendim, ben size söyledim ya, siz de, bakarız, demiştiniz, hatırlamadınız mı? Özellikle önemli olduğunu da söylemiştim. -Se.. se.. sen, çoook ko.. ko.. konuşma!.. Ya..ya..ya..yalancı. Ne za..za..man? Sa..sa..sarsak, se..sen..de!Ko..ko...kovarım bak se…..se….seni… Şi..şi.. şimdi, defol!..Ma…..ma..manyak! Necdet, müdürün suçlamaları ve küfre varan konuşmalarıyla deliye dönmüş, sarı benzi hırsından pancar kesilmişti birden. Açık olan müdür kapısını içeriden hızla kapatıp, bir kaplan kıvraklığıyla müdür’ün üzerine atladığını hatırlıyordu sadece. Olan olmuştu artık. Öfkesine hâkim olamamıştı. Sabrın da bir sınırı vardı. Müdür ‘ün patlak gözleri ve kesik kesik hırıltısının ardından bir çocuk gibi hıçkırarak ağlayan sesi, kendine getirdi Necdet’i. İnanılacak gibi değildi. -Haaa..ha..hayır o değil!..,o nu tanı mıyorum!..O..de..de..değil!..Ta..ta..tanımıyorum!.. Sürekli aynı şeyi bozuk plak gibi tekrarlayıp duruyordu kekeleyerek. Necdet: -Kimi tanımıyorsun?.. Kim?.. O değil?.. Diyecek oldu… Ama ne müdürün kimseyi duyacak hali vardı, ne de kendisinin bunları çekecek hali… Necdet daha fazla oyalanmayıp, dönmemek üzere kapıyı çekip çıktı. Müdürün başka bir şehre atandığı ancak, o kentin valisinin kendisini göreve başlatmayıp, emekliliğe zorladığı anlatılıyordu sağda solda. Zavallı müdürün, daha küçük bir çocukken günün çoğunu birlikte geçirip oyunlar oynadığı, kardeşi gibi sevdiği can arkadaşının boğazlanarak kuyuya atılmasının ardından, ceset teşhisi için savcılık tarafından olay yerine götürüldüğünde, kendini kaybederek uzun bir süre kimseyle konuşmadığını, büyük bir travma geçirdiğini ve tedavi gördüğünü, köylüsü olan makam şoförünün ağzından aylar sonra üzülerek dinleyecekti, Necdet. * Fadime Yıldırım Karoğlu: Bir kamu kuruluşunun idareciliğinden emekli Fadime Karoğlu maviADA dergisinin yönetiminde ve yayın kurulunda yer aldı. Denemelerinin yanısıra şiirleri ve öyküleri dergilerde çıktı. 2006'da Kuşlar Geçiyo r adlı bir öykü kitabı bir maviADA kuruluşu olan ADA KİTAP'TAN yayımlandı. Çehov tarzı öykülerinde sıra insanın küçük serüvenlerini anlatıyor.

  • Can Erik

    FADİME Y. KAROĞLU * Ah erik, can erik Canım erik!.. Bu kadar da olmaz ki Düşmeden sıcağı Toprağına cemrenin Güneşin  ölgün ışığına Cin mısırı patlayan, Evecen hallerin. Bilmeden yürüyüşün Bir sana mı has, Tek sana mı mahsus İlkyaz aldanışların?

  • Fadime Y. Karoğlu

    Fadime Y. KAROĞLU / TÜM YAZILAR 2006 Yılından bu yana maviADA dergisinde değişik kademelerde sorumluluk ve yer alan, 2006 yılında İÇİMDEN KUŞLAR GEÇİYOR adlı bir öykü kitabı maviADA yayınlarından çıkmış olan Fadime YILDIRIM KAROĞLU'nun' Yayınlanmış yazılarını görmek için RESME tıklamanız yeterli maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Bir ay gerekçesiz yazmazlarsa önceliklerini kaybederler, listede geriye düşerler. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.

  • “Ah Bir Ataş Ver Cıgaramı Yakayım”

    Nurten B. AKSOY * ‘ Vatan Sağ Olsun’ Diyerek Denizin Dibinde Ölümü Bekleyen Dumlupınar Şehitleri’nin Anısına Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah yanık olur anaların yüreği Ah çatal olur efelerin yüreği” Bu türküyü söyleyerek ölümü bekleyen, arkalarında yüreği yanık analar, eşler ve çocuklar bırakan denizcilerin; Dumlupınar Şehitleri’nin ölüm yıldönümü bugün. Tam yetmiş bir yıl önce onlar, tevekkülle “Vatan sağ olsun!” diyerek ölümü kucakladılar bir çelik tabutun, Dumlupınar denizaltısının içinde. İşte onların hazin hikayesi… 1953 yılının sisli, karanlık ve rüzgarlı bir gece yarısı… Ege Denizi’nde katıldığı NATO tatbikatından dönüş yolunda olan Dumlupınar denizaltısı, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girer. Karanlığın içinde su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüdür. Dumlupınar, tatbikat süresince iki gün su altında kalmış; üstün başarı gösteren gemi personeli, yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Kendilerine verilecek yeni bir göreve kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisinde olan denizciler, yorgun ama bir o kadar da üstlerine düşen görevi layıkıyla yapmanın gururu içindedirler. Ne var ki saatlerin 02.15’i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerlerken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası gerçekleşir. Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz’ın orta yerinde çarpışır. Denizaltının parçalanan baş kısmından hücum eden karanlık ve soğuk sular, koca denizaltıyı seksen bir kişilik mürettebatıyla birlikte birkaç dakika içinde yutuverir. Zıpkın yemiş koca bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak sulara gömülen denizaltının köprü üstünde nöbet tutan sekiz denizcisi de çarpışmayla birlikte sulara savrulur. Denizin karanlık sularına savrulan bu sekiz kişiden ikisi, arkadaşlarının gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verirken bir diğeri akıntıya kapılıp boğulur. Sağ kalan beş kişi ise olay yerine ilk yetişen Gümrük Motoru tarafından Çanakkale’ye götürülerek hastaneye yatırılır Günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladığında, Boğaz’ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanmaktadır. Aldığı yara sonucu sulara gömülen ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar’ın kıç torpido bölümündeki yirmi iki denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordur. Dumlupınar burada battı O günün imkânlarıyla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki seksen bir kişiyi çıkartmak mümkün olamaz. Çünkü Türkiye’nin elinde, denizin doksan metre altına gömülmüş denizaltıyı çıkartacak imkânlar ne yazık ki henüz yoktur. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatılır. Bu şamandıranın içinden irtibatı sağlamak için bir telefonla şu not çıkar: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun!” Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmiştir. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan “denizaltı battı” şamandırası balıkçılar tarafından bulunarak gemidekilerle telefon vasıtası ile irtibat kurulur. Bu arada radyo bu konuşmayı verir. İlk telefon bağlantısında aşağıya, “Oğlum merak etmeyin… Sizi kurtaracağız…” mesajı gönderilir. En zor dakikalar başlamıştır. Herkes ağlamaktadır, dakikalar hızla geçer; ama kurtarma çalışmaları bir türlü sonuç vermez. Aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri gelmektedir; Kurtaran gemisi kazadan tam on saat sonra olay yerine gelmiş ve çalışmalara başlamıştır. Boğaz’da akıntı çok kuvvetlidir, dalgıçlar on bir dalış yaparak kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalışırlar. Fakat teknik yetersizdir, en son dalgıç seksen metreye kadar inebilir ve baygın halde yukarı çekilir. Ancak on beş saat sonra basınç odasında hayata döndürülür. Oysa ki gemiye ulaşmaya daha on bir metre vardır ve başarılamaz, gemiye ulaşılamaz. Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterir ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası kopar ve Dumlupınar’la tüm bağlantı kesilir. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal alır. Eğer Dumlupınar’ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı, olamadı… Facia haberleri kısa zamanda radyo ve gazetelerden tüm yurda duyurulur. Milli Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı yedinci ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketir: “Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir…” Nihayet çaresizlikle denizaltındaki subay, astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylenir; kendilerini su yüzüne çıkaramayacakları, buna imkan olmadığı bildirilir. Artık, kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin” telkininin yerine, “konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir ve isterseniz sigara bile içebilirsiniz” denilir. “Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım” Bunu duyan kahraman ve çaresiz denizcilerin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun!” olur. O andan sonra, oksijen bitene kadar 72 saat hayatta kalırlar ve “Ah, bir ataş ver cıgaramı yakayım, sen salın gel ben boyuna bakayım…” türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verirler. Şehit Astsubay Sait Yıldırım ‘ın kızı Berke İnel anlatıyor: “O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım ne olur gitme, ben senin gitmeni istemiyorum.’ dedim. Bana dönerek ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.’ dedi. Gidiş o gidiş…” Ne gariptir ki Türk Deniz Kuvvetleri’ne alınan ve adları Dumlupınar olan denizaltılardan üçünün de kaderi aynı olmuştur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da, onları benzer kılan özellikleri kötü kaderleri ve adlarının “Dumlupınar” olmasıdır. Üç denizaltının benzeyen sonları 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz’deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanır ve Haydarpaşa’da bir gaz tankeriyle çarpışır. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar, 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpışır ve 81 denizciye çelik mezar olur. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar ise; 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara’dan Çanakkale Boğazı’na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpışır. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtulur, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yanar. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına “Dumlupınar” adı verilmez. Ruhları şad olsun Dumlupınar denizaltısına, batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilinmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi, böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için Dumlupınar’a inilerek 30 Mart 2003 tarihinde resimler çekilmiş, “Vatan Size Minnettardır” yazılı bir onur plaketi de gemiye çakılmıştır. Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük’te Dumlupınar Şehitleri’ni anma törenleri düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır. Hepsinin ruhları şad olsun…

  • her hafta bir dergi

    / maviADA ADA 40 KIŞ 2020 / Eskiden albümler vardı, sık sık alıp anılara baktığımız. Salonda özellikle konuklara açık dururdu En çok da canım sıkkın, moralim bozuk, hayat ilk rauntta nakavt etmişse beni, şimdi zaferlerle dolu gözüken geçmişin resimlerine dalardım. Replikler ezberimde: "Burada sınıf birincisiydim." "Ne günlerdi ya; okulun en güzel kızını ayarttığım zamandı o gün." ...ve benzerleri. Sahi albümlerde bir tek çirkin, başarısız, dayak yemiş gibi halimiz yoktur farkında mısınız? Doğal, yenik zamanların resmini kim albümde saklar ki?... Albümleri bıraktığımda içimde eşsiz bir direnç, kendi geçmişimle rekabet hali...Albüm üstüne düşeni yapmıştır; iyi zamanlarımı anımsatarak düşkünlüğüme direnmemi öğütlemektedir . Dergiler de öyle bir şeydir. En başarılı örnekler, en dokunaklı yazılarımız ancak onda yer alır. En güzel vesikalıklarımızdır onlar; geleceğe kalacak. maviADA YAZARLARINININ BEŞ YIL ÖNCEKİ EN GÜZEL VESİKALIK RESİMLERİNİ GÖRMEK İSTER MİSİNİZ? Tabi süreç içinde gösterdikleri performansı da... * Şenol YAZICI * KIŞ 2020 sayı 40 * BASILI DERGİ / DERGİYİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

  • Ne Zormuş İnsan Olmak

    NİYAZİ UYAR * Ne zormuş insan olmak. İnsanlar ölüyor bak, Açlıktan, hastalıktan. Bak savaş meydanlarına Hiç görmediği canlara Ölüm yağdırmakta.   Ne zormuş insan olmak, Bak duvar diplerinde Titremekte soğuktan sabi sübyan Evsiz ocaksız. Yere batsın insanlığınız, Cehennem olup gidin, Gark olun! Yerin yedi kat altına,   Ne zormuş insan olmak. Olunca yüreğinde sevgi, İnsan olmaktır bunun adı, Zordur insan olmak, Yanarsın anaya babaya, Yanarsın eşe dosta Evlada... Hele evlada, En çok ona yanarsın!   Ne zormuş insan olmak. Kimin kimsenin olmadığı yerlerde, Ağzını doldura doldura Küfür edesin gelir, İhanetin cephesine, Ağzını doldura doldura küfür edesin gelir, Savaşı icat edene.   Ne zormuş insan olmak, Hakikaten ne zormuş insan olmak…

  • Hangi Göl, Gözlerine Güzel Düşmez, Delikanlı Bir Bahar Günüyse?

    İZNİK PANOROMASI * ŞENOL YAZICI * Yol ; Bilinmeyenin Cazibesi Yol hazırlığındayım. İznik Gölü'nden Sakarya nehrine, oradan da Adapazarı'na uzayan bir yolum var bugün. Nisanın ilk günleri, ama erken... Yine de dört yan bahar; filizlenmemiş, öyle gümbür gümbür yağmış ... Ülkenin en büyüklerinden bu göl ve nehir kıyılarını , daha henüz doğadan koparılmamış zeytinlikleri, üzüm bağlarını, şeftali bahçelerini , bazıları belki de ta Bizans ya da Selçuklu zamanından kalma yerleşimleri, dağları, ıssız vadileri yer yer daralan, yer yer beklenmedik kıvrım kıvrım vırajlarla aşan hala bakir bir yoldur burası. Ülkenin en güzel yollarından biridir bu güzergah. Bu yola o kadar çok gelip gittim ki... Belki Adem'den beri, belki ondan da eski; insanlığın kadim yıllarından buyana kullanılan bu yolun, belki her virajını, her tepesini, hatta her ağacını bilirim desem yalan olmaz. Eskiden ünlü su yılanlarını da... Eskimeyen Heyecan Yine de içimde kopan bu heyecan fırtınası niye? Kıştan kurtulmanın , göreceğim arkadaşlarımın ya da yeni keşfedeceğim yer ve insanların coşkusu mu? Her neyse; her yola çıkış dehşetli bir başlangıç heyecanıdır aynı zamanda. Hep merak etmişimdir yolu, yolculuğu, hiç eskitmeyen, hep heyecan kılan sır nedir diye?... Bir bilinmezliğe uzanması mı ya da tehlikeye bu kadar yakın, içiçe ama yolculuğun gölde, suyun derinliklerinde ya da bir uçurumun dibinde bitmeyeceğine emin olmak mı güzel... O ise eğer bu heyecanı yapan uydurma bir his; nasıl emin olabilirsin ki? Şimdi değilse belki az sonra... Yoksa o az sonra mı?... YOLun, İNSANI böylesine etkileyen gizemini çözen var mıdır?.. Sonsuzluğa ve bilinmeyene uzanan hiç bitmeyecek gibi duruşu belki ... Bu yol, belki otuz yıldır geçtiğim, hemen hemen her adımını ezbere bildiğim yine de her geçişimde ayrı tat aldığım bir yol... ESKİMEK diye bir şey varsa yollara özgü değil, Gemlik'ten gelip Orhangazi güney cepheden göle uzanan yol, volkanik dağların yamaçlarına dizili eski köylerin eteklerine yayılı bereketli bir ovayı ikiye bölen düz bir yolla başlıyor. Orda olduğunu bilseniz de göl bir türlü gözükmüyor. Dört yan zeytinlik... İnanılmaz bir şey daha; nasıl bir saçmalıksa kötü kokularından burnunuzun direğinin kırıldığı birkaç sanayi fabrikası var yol kıyısında. Bu cennete kasıtları neyse?... Sonunda Göl Dar bir kavşakla yolun ayrıldığı yerde ; İki şaşkın kaz bulutlarda yüzüyordu. Beklediğiniz göl olduğunda; HANGİ GÖL, GÖZLERİNE GÜZEL DÜŞMEZ, DELİKANLI BİR BAHAR GÜNÜYSE... Coğrafyan Kaderindir İznik gölüne her gelişimde aklıma gelir; dünyanın öte ucunda doğmak yerine burada doğsaydım ya... Böyle bir gölü olmalı insanın, su kıyısında uzanan öyle bir köyü olmalı...ve yakın: Senin kuzeyin de daha mı az güzel diyorsunuzdur şimdi. Ne var ki dünyanın öte ucu,  gelmek , gitmek bir zulüm, sadece bu bile burayı gurbet orayı sıla yapıyor,. O zaman da kaçınılmaz mahkumiyet başlıyor ya da iç acıtan bir sıla türküsü... Tamam, coğrafya kaderimizdir de bu kadar olmamalı; kendini jiletlemeye ihtiyaç duymadan anlatmalı doğduğumuz yerleri. İnsanın doğduğu yer; bir ömür mahkumu olduğu değil, sığınağı olmalı; dilerse kaçacak, dilerse de koşacak bir yer olmalı.. Kim demiş Tanrı Resmi Sevmez Yarattığı dünyanın güzelliğine dön bir bak... Her ne kadar eşrefi mahlukat olsa da yaratılanlardan insanı hiç hesaba katma ki ağzının tadı kaçmasın. Gerisine bak... Muhteşem değil mi? Şimdi Tanrı'nın sihirli eli, bomboş, durgun uzanan puslu suya desen desen olağanüstü resimler serpiyor, Tanrı bir de resim yapsaydı ... Göl, uzayıp giden yol boyunca renkten renge, desenden desene, an bir an değişen dev bir ebru tabloya dönüyor. Şarkıdaki gibi... bir yanım bahar bahçe... ya da aynen hayat gibi; bir yanım mezarlık... Allahtan mezarlıklar az... Ölüm de bir kez sadece... Kaya Kaya sanki özel emekle getirilip dikilmiş yol kıyısına... Uludağ'ın dağcıları gelip onda tırmanma antrenmanları yapıyorlar duyduğum, öyle devasa bir tepe.. Bir insan aklı bunu düşünemez; Resmin büyük adlarında, Van Gogh'ta ya da Rembrandt'ta var mıdır bilmem. Ama GÖLün kıyısına koyacakları en son şeydir herhalde dev bir kaya. Dedim ya, Tanrı bir dekorasyon dehası; neyi nereye koysa GÜZEL duruyor. Şimdi tam zamanı, şeftali ağaçları salt çiçek... İznik dağlarından Bursa ovasına değin tüm dünya kızıl, alevden bir orman çiçek denizi ... kabarıyor... Dünya kalpten hissederek bakınca ne kadar güzel.... Yaşanan olumsuzlukları bir an unutarak bakabilirsen kuşkusuz... Olsun, neylerse güzel eyler Tanrım... Hep böyle, bir elma turtası gibi iştah açıcı durursa dünya, bırakıp gitmek, ölmek de ne zor olurdu, arada bunalmak gerek... Kırmızı eti ateşe at, ne güzel kokar Burda onu bile beceremeyenler var. * Bilecik'ten Adapazarı'na giden yolda SAKARYA nehrine ve ovaya hakim gösterişli ve bir o kadar pahalı lokantalar yapmışlar... Bir de yemek yapsalarmış... Ömrümde kırmızı etten tatsız tuzsuz, yani sevimsiz bir şey üretmeyi başarabilen çok aşçı görmedim. Et bu... Ateşe at, yansın, ne güzel kokar, öyle bile bir tadı vardır. Kör pişirse, ben dahi pişirsem, lezzeti olur... Ama bunlar başarmışlar. Olmazı olur yapmışlar, etten başka bir tat, başka bir koku alıyorsunuz. Güneyden gelirken yorulup uğrarsanız bir daha düşünün...Kalabalık bir grupsanız parayı da bitirip dönüyorsanız hele iki kez ... Yine de avuntu var, klasik müzik çalıyorlar. Acıya iyi geliyor. * Sahi ne oldu, bizim yol lokantalarının vazgeçilmezi o acılı baharatlı bangır bangır Arabesk müziğimize? Resimler: Şenol YAZICI 1 Nisan 2016

  • OH YA!

    Zeliha AYDOĞMUŞ * Şiirlerin arka sokağına daldım bu akşam Köprü altında kafası güzel bir dizenin yalpalayarak akışına Tam denize kavuştuğu sırada ağzını bozuşuna Bir karanfil iliştirdiğim yerde ilk mısranın yakasına Çağ yangınından bahseden bir şarkı tınlıyordu Kadehsiz kalmış bir köpeköldürenin dudağında Sonrasında kelle paçaydı sultan Tuzlama paşa Oh diyordu kısaldıkça kırsallaşanlar diğer tarafta Oh yaaa Sonralar tıkıştırıyorlardı Aksayan yarınlarını ruhumuza Güneşin köşesini kırıp koyabilseydik soframıza Yağmuru tabağımıza Alevler uzamazdı belki Kuzular ağlamaz Toprak yarılmazdı Derin uykulara dalmazdık ayak uçlarında

  • Sabahattin ALİ

    Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948 "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? " Sabahattin Ali SABAHATTİN ALİ'nin öngördüğü ama herhalde bu kadar da olmaz diyerek o denli ciddiye almadığı o tehlike, en korkunç haliyle yazarı Istranca dağlarında bulacak, devletin adamı olduğu iddia edilen bir kamyon şoförü tarafından başı taşla ezilerek öldürülecekti. Yıl 1948'di. Düşüncesinden başka silahı olmayan, karnını doyurmak için kamyon şoförlüğü yapan yazarları öldürerek pasifize edip sonsuza değin egemen iktidar olacağını sananlar hala vardı. Sabahattin Ali'nin de Nazım Hikmet'e benzer eşsiz(!) bir şansı daha vardı: Yaşadıkları dönemde aydınlatmaya uğraştıkları halka, dahası öteki aydınlara sevimli gözükmeyi başaramadılar. Var olan yasalardan önce dönem edebiyatçılarının ister hasedini de, ister öfkesini de... üstüne çekmişler, dost arkadaş gördüklerinin ihbar ve dedikodularıyla hayli sıkıntı yaşamışlardır. Ali'nin Konya'da bir arkadaş toplantısında okuduğu bir şiiri Atatürk'e hakaret görülmüş, ihbar edilmiş, bir yıl hapse mahkum olup Sinop'ta yatmıştır. İçimizdeki Şeytan romanıyla da en çok kendisi gibi Trabzon kökenli olan Nihal Atsız'la mahkemelerde uğraşmış, davayı kazansa da sıkıntıları bitmemiştir. * Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Edirne Vilayetinin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. Babası aslen Trabzonlu olan piyade yüzbaşısı Selahattin Ali Bey'in görev yerinin sık sık değişmesi dolayısıyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarında tamamlamıştır (1921) Edremit'e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na giren Sabahattin Ali, beş yıl burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulundan mezun olmuştur (1926). Burada okurken edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilerde çalışmaları yayınlanmıştır. Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştur (1928 - 1930). Yurda döndükten sonra Sabahattin Ali, Bursa Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atanmış, ardından Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır. Aydın'dayken komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklu kalan Sabahattin Ali, Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışmıştır. Sonradan da kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı oyunu kaleme almıştır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü'ne alınmış, Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmıştır. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936'da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlamış, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 - 1945) "İçimizdeki Şeytan" romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştır. Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, 1944 yılında davayı kazanmış, ama artan mahalle baskısı ve yoğun saldırılarla çok sıkıntı çekmiştir. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul'a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştır (1945). Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştır (1946 - 1947). Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi". Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş, para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşmıştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürür. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Ancak yazarın yakın çevresinin iddiası ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'nde Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığı biçiminde olsa da bu hiçbir zaman kanıtlanamamış, Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır. Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlandı. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şairler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katıldı. Bütün eserleri 1950'li yıllardan beri Bulgaristan’daki tüm okullarda okutulduğundan, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır. Edebi kişiliği Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir'de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlamıştır (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan (1926 - 1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştır (30 Eylül 1930). Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakar ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz ". Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" (1934 - 1936) gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Sabahattin Ali'nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı yazın çevrelerinde ilgi uyandırmış, örneğin Yaşar Nabi, Hakimiyeti Milliye'de şu övücü satırları yazmıştır: "Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş." Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmemiş, sadece öykü ve roman yazmıştır. 'Leylim Ley', 'Aldırma Gönül' gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir. Sabahattin Ali, yukarıda da değindiğimiz gibi imaj değiştirmek için Varlık'ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazmış (1936), ancak bu türü de bir daha denememiştir. Eserleri Şiir: 1934, Dağlar ve Rüzgâr 1937, Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler'le birlikte Bestelenen şiirleri: "Hapishane Şarkısı V" (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram) "Eşkiya Dünyaya" (Zülfü Livaneli) "Leylim Ley" (Zülfü Livaneli) "Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek) "Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya) "Hapishane Şarkısı 2" (Bir Yürek Kaldı Avucumunda) (Grup Çağrı) "Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu) "Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya) "Kara Yazı" (Ahmet Kaya) "Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır Sadık Gürbüz- Dağlardır Dağlar -Sezen Aksu) "Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak Öyküleri : Değirmen (1935) Kağnı (1936) Hanende Melek (1937) Ses (1937) Kağnı - Ses (1943 - İki kitap birlikte) Yeni Dünya (1943) Sırça Köşk (1947) Kamyon Bütün Öyküleri 1 (Aralık 1997, Değirmen, Kağnı ve Ses kitapları ile birlikte) Bir Orman Hikayesi Oyun Zanaatkarlar (1936) Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937) İçimizdeki Şeytan (1940) Kürk Mantolu Madonna (1943) Derlemeler [değiştir]Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1998) Çakıcı'nın İlk kurşunu (2002) Mahkemelerde (2004) Hep Genç Kalacağım (2008) Çevirileri: Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich (1941) Antigone, Sofokles (1942) Minna Von Barnhelm, Lessing (1943) Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann (1944) Fontamara, Ignazio Silone (1944) Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel (1944) Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin (1944) (Erol Güney ile birlikte) * Kısa ömrüne şiir, öykü, roman tarzında çokça yapıt, bir yığın mahkeme ve acıklı, sır dolu bir ölüm ekleyen Sabahattin Ali, Maupessant tarzı öyküyü bizde ilk uygulayan kişi olarak da bilinir. Bu unvanını da ne hikmetse, kendinden önce yaşamış, yine olay örgülü yazan, kuşkusuz edebiyatın büyüklerinden bir benzerine, ama genç yaşta ölümüyle yazınsal olgunluğunu henüz tamamlamamış, daha çok çocuk dünyasına uygun öyküleriyle tanınan Ömer Seyfettin'e kaptırır . Sabahattin Ali * SABAHATİN ALİ'nin yazıları şiirleri 31.03.2018,maviADA

  • İnsan Ne İle Yaşar

    Lev TOLSTOY * SESLİ KİTAP * KORHAN MUSTAFA IRMAK * Dev bir yazar, dünya güzeli bir kitap ve radyo tiyatrosu; ARKASI YARINLAR tadında hazırlanmış bir sesli kitap. iyi dinlemeler

  • Öyle Günler Gördüm ki

    Nurten B. AKSOY * Öldürülüşünün üzerinden 77 yıl geçmesine karşın ardındaki sırlar tam anlamıyla çözülemeyen, katledilişiyle ilgili kişisel zaaflarından tutun da polisle iş birliği yaptığına kadar çok şey söylenen Sabahattin Ali; edebiyat tarihimize bıraktığı ve hala sevilerek okunan bütün eserleriyle, unutulmaz isimler arasında yaşamaya devam ediyor… Onun kısa ama çileli yaşam öyküsünü, belki de ölümünü hazırlayan yaşadığı dönemin kavgalarını, çekişmelerini ve tarihin kirli sayfalarında kaybolan pek çok faili meçhul cinayet gibi, hunharca katledilişini anlatmak istedik. Ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz… Öyle günler gördüm ki aydın gökler kararıp Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp Hayaller alev alev beynimi yakar oldu 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan Sabahattin Ali, ilkokulu I. Dünya Savaşının gölgesinde tamamlar. Önce Balıkesir, ardından İstanbul Öğretmen okulunu bitirerek öğretmen olur. Yozgat’ta başladığı mesleğini bir yıl yaptıktan sonra 1928 yılının sonlarında kendisiyle beraber seçilen kişilerle Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilir. Kısa bir süre Berlin’de kaldıktan sonra Türk büyükelçiliğinin de yardımıyla Potsdam şehrine yerleşir ve burada dil öğrenimine başlar. Ancak iki yılı doldurmadan yurda döner. Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı Türkiye’ye dönünce girdiği sınavı kazanarak Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanır. Ancak burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılır. Tutuklu yargılanmasına karar verilir ve Aydın hapishanesinde tutuklu kalır. (1931) Serbest kaldıktan sonra Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Öyle günler gördüm ki duvarlar gelir dile Gözümde canlanırdı eşkıya masalları Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Konya’dayken bir toplantıda Türk devlet yöneticilerini (Atatürk ve İsmet İnönü) yeren ve “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlayan bir şiiri okuduğu iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tutuklanır. Tutuklanmasına sebebiyet veren bu şiiriyle “Gazi’yi ima ve telmihen tahkir ettiği” gerekçesiyle Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çaptırılır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenir ve cezası on dört aya çıkarılır. Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Kafada çelik gibi fikirler dursa bile Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum Sabahattin Ali Konya Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahseder: “Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen hakaret eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat (süreç) lehimde olduğu halde müdde-i umumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyizde, cezayı aleyhimde eksik bularak cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yatım. 11 ayım kaldı demektir.” Öyle günler gördüm ki dost dediğim insanlar Ben yanına varınca dudağını kıvırdı Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu Sabahattin Ali, bu davadan 22 Aralık 1932’de tutuklandıktan sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanunla memurluktan atılır. Kendisi daha sonra Konya’dan Sinop cezaevine gönderilir. Burada da o ünlü hapishane şiirlerini yazar. Bu şiirlerden biri “Aldırma Gönül” adıyla bestelenir ve adeta anonimleşerek dillere pelesenk olur. 10 ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalır. Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar En alçak tekmelerle beni yere devirdi. Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı Yeniden göreve atanabilmek için çeşitli girişimlerde bulunan Sabahattin Ali’den 1934 yılında Atatürk hakkında bir kaside yazması istenir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazar. Ama bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilir. Daha sonra Sabahattin Ali, Atatürk’ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne, ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye kurumuna 25 lira maaş karşılığında atanır. Öyle günler gördüm ki tabanca şakağımda Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı Askerlik görevini İstanbul’da yapan Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarına atanarak Karl Albert’in asistanlığını yapar. Bir yandan çeviriler yaparken bir yandan da dergilere yazılar gönderir. Ayrıca MEB’e bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde de görev yapar. Ekonomik anlamda rahatlayan yazar, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra “Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu” ifadelerini kullanır. Tabancanın namlusu ısındı yanağımda Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı Bir şeyler fakat beni yaşamaya bağlardı Sabahattin Ali yaşamı boyunca sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmaz. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur Yazarın “İçimizdeki Şeytan” romanı o yıllarda milliyetçi kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık Sabahattin Ali dava açar ve bu dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. (1945) Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider Gözyaşları içinde seneler yürür gider Aziz Nesin’le çıkardıkları Markopaşa dergisi sürecinde birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalır. Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalıp yazacak yer bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister fakat alamaz. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı Paşakapısı Cezaevinde tanıdığı Berber Hasan vasıtasıyla Bulgaristan’a adam kaçıran ve silah çalma suçundan ordudan ihraç edilmiş eski bir subay olan Ali Ertekin’le irtibat kurar. Bir süredir hem gizlenmek hem para kazanmak için Anadolu’yu dolaştığı kamyonla yola koyulurlar. Kırklareli’nin Kızılcadere Köyüne geldiklerinde, beraberlerindeki şoförü kamyonla geri gönderirler. Bütün iş sınırı geçmeye kalmıştır. Sabahattin Ali yeni zorluklara gebe olsa da kısmen özgür bir yaşamın kendisini beklediğine inanmaktadır. Bulgaristan’a gidecek ve sonra da ailesini yanına aldıracaktır. Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi Ne var ki bu kaçış gerçekleşemez Sabahattin Ali sınırı geçemez. Eşinin yurtdışına kaçmaya çalıştığını bilen ama kendisinden altı aydır haber alamayan Aliye Hanım ile kızı Filiz, bunun nedenini ertesi gün çıkan gazetelerden öğrenirler: “Solcu muharrir Sabahattin Ali hududu aşarken katledildi.” Haberlerde, “Katilin Ali Ertekin olduğu, kaçırmaya çalıştığı kişinin kim olduğunu öğrenince, yalnız kaldıklarında ‘milli duygularla’ başına bir sopayla vura vura Sabahattin Ali’yi öldürdüğü” yazılıdır. Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum. Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı Ali ailesinin avukatlığını üstlenen dostları olayı araştırmak ister. Fakat bir noktadan sonra duymaya başladıkları söz “Fazla kurcalamayın” olur. Suçunu itiraf eden Ali Ertekin dört yıl ceza alır ama aynı yıl çıkarılan af yasasından faydalanarak serbest kalır. Sabahattin Ali’nin cesedi, Sazara köyü yakınlarında bir dere yatağında bir çoban tarafından bulunur. Cesedi eşi ve annesinin teşhis etmesine izin verilmez. Bu görevi Aziz Nesin ile Adalet Cimcoz yerine getirirler. Nesin’in, cesedin kolunun da Sabahattin Ali’ninki gibi kırık olduğunu söylemesiyle “teşhis” tamamlanır. Daha sonra muayene edilmesi için defnedildiği yerden çıkarılan ceset bir torba içinde elden ele dolaştırılırken kaybolur. Eşyaları, “hacizli” oldukları gerekçesiyle ailesine teslim edilmez. İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum Sabahattin Ali davası 1990’lı yıllara kadar bir daha konuşulmamak üzere kapanır. Hiç kuşkusuz olayı gören, bilen, duyan ve işleyen birileri vardı. Ancak hepsi susar veya susturulur. Konuşanların birçoğu da sonradan söylediklerini yalanlar veya sözlerinin çarpıtıldığını ileri sürer. Sonuç olarak ne devlet çıkabilir işin içinden ne emniyet ne de asker… Ve tarihimizdeki faili meçhuller zincirine bir halka daha eklenir. Sen benim sevgilimsin, sevsen de sevmesen de Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende… Kırk beş yıl babasının öldüğüne inanmayan kızı Filiz Ali, 19 Haziran 1993 günü Kırklareli’ne gider ve gerçekle, ancak onu bulan çobanla konuştuktan sonra yüzleşebilir. Filiz Ali’nin asıl içini yakan, bulunan cesedin ona ait olup olmadığı yıllarca tartışılan babasının bir mezarının bile olmamasıdır. Filiz Ali, babasının cesedinin bulunduğu dere yatağının yakınındaki düzlükte, arkasını Istıranca Ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine bir mermer parçası gömer ve mermerin üstüne Sabahattin Ali’nin çok bilinen dizelerini yazar: “Başım dağ, açlarım kardır Benim meskenim dağlardır.” Babası artık rüyalarına girmeyecektir. Ruhunun huzur bulduğuna inanır. NOT: Dizeler Sabahattin Ali'nin "Öyle Günler Gördüm ki" Şiiri

  • NİSAN BİR

    Nurten B. AKSOY * Bugün BİR NİSAN… Bir zamanlar her Bir Nisan’da olduğu gibi ülkemizde de insanlar, özellikle gençler ve çocuklar küçük şakalar ve hilelerle birbirlerini kandırmaya, güldürmeye çalışırlardı. Hatta bazı ciddi yayın organları bile yapacakları minik “yalan” haberlerle bu güne renk katarlardı. Ama uzun zamandır ülkece yaşadığımız felaketler ve ceberut (acımasız, zorba), suratsız. kin ve nefret kuşanmış insanlar arasında hiç birimizde ne şaka yapacak ne de şaka kaldıracak hal kalmadı, ama böyle bir bayram gününde bunalan yüreklerimizin sıkıntısını biraz azaltmak, kafalarımızı biraz dağıtmak istedik... Nisan bir geldi, pir geldi diyelim... Şimdi nasıldır, bilmem ama bizim çocukluk ve öğrencilik yıllarımızın en sevilen günlerindendi 1 Nisanlar. Bir kaç gün öncesinden planlar, hazırlıklar yapar, özellikle biz öğrenciler, hangi hocanın dersinde hangi şakayı yapacağımızı düşünürdük. Kimimiz sınıfları değiştirerek öğretmenlerimizi şaşırtmaya çalışırken, kimilerimiz de hiç konuşmamak ya da öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmamak gibi masumca şakalar hazırlardık. Tabii anlayışlı ve iyi gününde olan bir öğretmene denk gelirsek bu şakalar çok da eğlenceli olurdu ama öğretmenimizin keyfi yerinde değilse vay halimize; Nisan 1 şakası “eşek şakasına” dönüşüverirdi. MÖ 46 yılında Roma İmparatoru Sezar, takvimin başlangıcını ocak ayı olarak ilan eder ve bu olay, çok uzun bir süre yani 16. yüzyılın ortalarına kadar sürer. Oysa Avrupa’da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıcı olarak da kabul edilen mart ayının 25’inde başlardı. 1564’te Fransa Kralı IX.Charles, Sezar’dan tam 1610 yıl sonra takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe alır. O zamanın iletişim koşullarında bazı insanların bu gelişmeden haberi olmaz. Bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerini sürdürürler. Eskisi gibi 1 Nisan’da partiler düzenlemeye, birbirlerine hediyeler vermeye devam ederler. Yeni takvimden haberdar olup onu kabul ederek uygulayan diğerleri ise bunları “1 Nisan aptalları” olarak nitelendirip, bu güne ‘Bütün Aptalların Günü’ adını verirler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler hazırlayıp onları hiç yapılmayacak partilere davet ederler, gerçek olması mümkün olmayan haberler üretip yayarak onları kandırırlar. Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup yılın ilk ayının ocak ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye başlarlar. Zaman içinde bu geleneği gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve yaygınlaştırarak devam ettirirler. Bunu muziplik nedeniyle, “şaka” niyetine, gülmek için yaptıklarını söylerler. O günden itibaren her yılın 1 Nisan günü, büyük-küçük herkesin birbirine şaka yaptığı bir eğlence günü haline dönüşür böylece. Fransız kökenli bu geleneğin İngiltere’ye ulaşması yaklaşık iki yüzyıl sürer. Oradan da Amerika’ya ve bütün dünyaya yayılır. NİSAN BALIĞI 1 Nisan’ı hala yılbaşı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” ismi verilir. Bir de 1 Nisan ile ilgili bir başka “Nisan Balığı” kavramı vardır. Fransa’da yılın bu döneminde balıkların üreme mevsimi olduğu için balık avı yasaktır. İşte böyle bir ortamda bazı şakacı kişiler, balık avcılarını kandırmak için ırmaklara ‘Nisan Balığı’ diye bağırarak çiroz ringa balıkları atarlarmış. Bu şaka kavramı da buradan türemiş. Günümüzde artık tatlı sulara balıklar atılmasa da balık şeklinde çikolatalar yenerek, insanların arkasına kağıttan balıklar iliştirilerek, dostlar işletilerek bu özel şaka geleneği de bir şekilde hâlâ yaşatılıyormuş. HİLE GÜNÜ Hristiyan âleminin çoğunda “Şaka Günü” olarak bilinen 1 Nisan, bazı Müslümanlar tarafından “Hile Günü” olarak kabul edilir. Rivayetlerde, “15. yüzyılın sonlarında Haçlı ordusu, Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatarak buradaki Müslümanları hileyle öldürüp kaleyi alır.” diye anlatılır bu gün. 1 Nisan’ın tarihi bazı yerlerde her ne kadar yaygın olarak Müslümanların şehit edildiği “Hile Günü” olarak anlatılmış olsa da, tarihi kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlanmıyor. Aksine, Endülüs’teki son kale olan Gırnata’nın düşüş tarihi, 2 Ocak 1492 olarak belirtiliyor. Nisan Bir veya Nisan Balığı; Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan Bir ile ilgili başka bir efsane de; Pagan kültüründe 1 Nisan’da kutlanan 'Fous Bayramı'dır. Antik Roma’da “Hilarya” adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır. Hindistan’da ise bu bayram 31 Mart’ta “Holi” adıyla kutlanır. UNUTULMAZ BİR NİSAN ŞAKALARI Dünyanın pek çok ülkesinde 1 Nisan’da yapılan şakalar güldürürken, kimileri ise tarihe geçecek kadar ilgi çekmiştir. Güldüren şakaların yanı sıra sonucu mahkemelere kadar uzanan şakalar da unutulmamış tabii. İşte bunlardan birkaçı… İlk Renkli Televizyon 1962’de İsveç’in siyah-beyaz yayın yapan tek televizyon kanalına 1 Nisan’da çıkan bir teknisyen, yeni ve çok basit bir teknoloji sayesinde izleyicilere renkli televizyon izleyebilecekleri müjdesini verir. Bu yöntem ekranın önüne bir naylon kadın çorabı germekten ibarettir ve yüz binlerce kişi o günlerde bu öneriyi gerçekten dener. Uçan İnsanlar 1976 yılında İngiliz gökbilimci Patrick Moore, 1 Nisan’da, 09.47’de Plüton gezegeninin Jüpiter’in arkasından geçerken sıra dışı bir olay meydana geleceğini, gezegenlerin bu dizilişinin Dünya’nın çekim gücünü azaltacağını ve tam bu anda sıçrayanların uçma hissi yaşayacaklarını söyler. Tabii yine yüzlerce insanın bu habere inanarak uygulamaya geçtiği duyulur ertesi gün. Solaklar için Hamburger 1998 yılında ise ünlü bir fast food firması, ABD’de bir gazeteye verdiği bir sayfalık ilanda “solaklar” için özel bir menü hazırladıklarını duyurur. Bu menüdeki hamburger, solakların kolayca yiyebilmesi için 180 derece dönebiliyordur. Firma ertesi gün bu menünün şaka olduğunu açıklasa da insanlar günlerce bu menüyü sorarlar; hatta bazı kişiler, bunun sağ elini kullananlar için olanının da üretilmesini talep ederler. Pi sayısını yuvarlamak 1998’de Alabama’da bir bilim dergisi, Alabama Eyalet Meclisi’nin Pi sayısının 3.14159 olan değerini yuvarlayıp 3.0 olarak değiştirmeyi kabul ettiğini yazar. Haber kısa sürede internette yayılır. Bunun bir şaka olduğu, Alabama Eyalet Meclisi’nin protesto dolu mektuplar alması üzerine ortaya çıkar. Hamilelik beş aya iniyor Geçen yıllarda AA tarafından yayına verilen ve “Hamilelik süresini 5 aya indirecek mucizevi buluş” başlıklı haberde; İsviçreli bilim adamlarının, anne karnında bebeğin gelişimini hızlandırmayı başardığı, çalışmalar tamamlandığında kadınların 5 ayda doğum yapabileceği bilgisine yer verilir. Birçok internet sitesi tarafından kullanılan haber, dünyada ve Türkiye’deki Twitter’da o günlerde TT olur. En ağır şaka Sonucu en ağır olan şaka ise 1 Nisan 2006’da İstanbul’da yaşanır. Vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a giden bir yolcu, 1 Nisan şakası olarak “Üzerinde bomba olduğunu” söyler. Şakacı, tabii ki vapur iskeleye yanaşınca gözaltına alınır ve 2 Nisan’da da tutuklanır. Şakacı yolcu hakkında, İstanbul 8. Asliye Ceza Mahkemesinde, “Halk arasında korku ve panik yaratma” iddiasıyla dava açılır ve kendisine 15 ay hapis cezası verilir. Mahkemenin, hakkında verdiği hapis cezası kararını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na temyize gönderen şakacının talebi ise Yargıtayca reddedilir. Her zaman gülümseyebileceğimiz şakalı günlere...

  • Nerden Çıktı Bu Gençler

    Bilgisayar ekranlarının önündeydiler, şimdi sokaklara dökülüvermiş ve ekrana bakmak yerine hep birlikte slogan atmaktaydılar. İzleyicilikten katılımcılığa terfi ediyorlardı. Çevirimiçinden devrimiçine! Yunanistan’ın To Vima gazetesi sordu, ben yanıtladım* “Dünyanın pek çok yerinde Türkiye’deki son siyasal bunalımla ilgili çeşitli yorumlar yapılıyor. Birçok gözlemci bunu aşağı yukarı çeyrek yüzyıldır Türkiye’yi yöneten tek adam Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde en büyük rakibini saf dışı etme manevrasına gösterilen tepki olarak değerlendiriyor. Öte yandan, değişen uluslararası konjonktürün Erdoğan’ın anti-demokratik adımlarını daha kabul edilir hale getirdiği görüşünde olanlar da var. Uluslararası konjonktür derken Erdoğan’ınınkine benzer adımlar atan Donald Trump’ın ABD’de yeniden Başkan olmasının yanı sıra, Türkiye’yi yarım yüzyıldır kapısında oyalayan Avrupa Birliği’nin bölgenin askeri açıdan en güçlü ülkesine muhtaç duruma düşmesi kastediliyor. Ben burada iki haftadır devam eden ve halen yükselmekte olan kriz dalgasının nedenlerinden çok sürpriz bir sonucu üzerinde durmak istiyorum: Siyaset sahnesine yeni bir kuşağın bir çığ gibi sokağa inmesi! Erkekli kızlı gencecik çocuklar. Bunlardan “Z kuşağı” diye söz edenler var; büyük çoğunluğu Erdoğan iktidara geldikten sonra doğmuşlar ve başka bir iktidar görmemişler. Ve günlerdir “Bu böyle olmaz, olamaz, olmamalı!” diye haykırıyorlar. Gençlik ve siyaset Türkiye’de gençlik özellikle çok partili dönemde, siyaset sahnesinin bağımsız ya da bağımlı aktörleri arasında olmuştur. Atatürk kurduğu Cumhuriyet’i gençlere emanet etmiş, hatta bir söylevinde, yöneticilerin vurdumduymaz davranması durumunda bizzat müdahale etmesini öğütlemişti. Menderes’in 1960’ta devrilmesinde ve Evren askeri diktatoryasının darbe yapmasında gençlik hareketlerinin önemli bir rolü olmuştu. 2013’teki İstanbul Gezi Parkı protestosu da kısmen gençlik eksenliydi. Son 10 yıldır bu kesimden ses çıkmıyordu. Düzenlenen sönük siyasal eylemlerde genellikle kır saçlı amcalar ve teyzeler çoğunluktaydı. Gençlerin kaygısız olduğu, sabah akşam bilgisayar oyunları ve sosyal medya gevezelikleriyle avunduğu düşünülüyordu. Kitap ve gazete okumuyorlardı, partilere üye olmuyor, ideolojileri umursamıyorlardı. Apolitiktiler! Ve derken 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu görevinden alındı ve tutuklandı. Bir anda ne oldu? Sokaklar ve meydanlar milyonlarca insanla doldu. Ve bunların çoğu işte o apolitik çocuklardı. Yalnız İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de Adana’da, Bursa’da ve başka birçok yerde böyleydi. Ellerinde parti flamaları değil, Türk bayrakları ve kendi elleriyle yazıp çizdikleri karton afişler vardı. Üsluplarına küfür değil mizah egemendi. Örneğin genç bir kızın taşıdığı afişte “Tek adamla hayat geçmez!” diyordu. Herkes “tek adam”ın kim olduğunu biliyordu! Çevrimiçi’nden devrimiçi’ne “Bu çocuklar bugüne kadar neredeydiler?” diye soranlar oluyordu. Söyleyeyim: Bilgisayar ekranlarının önündeydiler. Ya da durmadan telefonlarının ekranına bakıyorlardı. Şimdi sokaklara dökülüvermiş, teklikten çokluğa geçmişlerdi. Tek başına başlarına ekrana bakmak yerine hep birlikte slogan atmaktaydılar. İzleyicilikten katılımcılığa terfi ediyorlardı. Çevirimiçinden devrimiçine! Kuşkusuz 1968'in efsanevi çocukları gibi ideolojik değildiler. Kimlik tanımlarında sağcı ya da solcu olmak fazla önem taşımıyordu. Çoğu milliyetçi, bazıları dindardı. Ama bazı değerlere çok önem veriyorlardı: ideolojik görünmeseler de “etik”tiler diyebiliriz, hatta psiko-etik. Yani siyasete de ahlaki açıdan bakıyor, “bu yapılan doğru değil, bu yanlışı kabul edemem” türünden şeyler söylüyorlardı. AKP’nin, aday Erdoğan’ı seçimde yeneceği belli olan İmamoğlu’nu görülmemiş yöntemlerle saf dışı etmesini vicdanlarına sığdıramıyorlardı. Gelecek korkusu Daha vahimi, AKP’nin kurduğu yeni düzende kendilerine bir gelecek göremiyorlardı. Eğitim kurumları dahil tüm kurumlar tahrip edilmişti. Ekonomi perişan haldeydi. Dünyanın kapıları kapanıyor, ülkenin kaynakları belirli yerlere akıyordu. Acaba “Bu yaptığınız yanlıştır!” diye sosyal medya yerine sokaktan bağırsalar onları duyarlar mıydı? Türkiye’nin sorunlarıyla baş etmekte zorlandıkça daha da otoriterleşen Erdoğan ve Bahçeli’nin İslamcı- milliyetçi iktidarı, biyolojik, demografik, siyasal ve tarihi nedenlerle çıkış kapısına yaklaşmış, tükeniş ve bitiş evresine girmişti. Bu çocukların ise “gelecek” diye bir sorunu vardı!” *Yunanistan’ın önde gelen gazetelerinden To Vima’nın sorularına yanıt olmak üzere yazılmış, 29 Mart 2025 tarihinde yayınlanmıştır. * HALÜK ŞAHİN * To Vima, 29 Mart BURADAN ' alınmıştır.

bottom of page