
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- Yaşama Kafa Tutan Mücadeleci Bir Kadın Suat Derviş
Nurten B. AKSOY * Türkiye’nin ilkler listesinin birçoğunun başında adı geçen, ama tarihin tozlu sayfalarında unutturulmak istenen, her zaman ezilenden, horlanandan, halktan ve hayatı karartılanlardan yana olan bir Türk kadını Suat Derviş… Kadın hakları ve demokrasi alanlarında mücadele etmiş bir aktivist-yazar olan Suat Derviş’i yaklaşmakta olan Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde analım, anlatalım istedik… Kendisini saygıyla anıyoruz… Aydın bir ailenin kızı 1903 yılında İstanbul’un Moda semtinde varlıklı bir ailenin ortanca çocuğu olarak dünyaya gelir. Ailesi ona Hatice Suat adını koyar, ancak Suat erkek ismi olduğundan, adı kayıtlara Hatice Saadet olarak geçer. Babası, Darülfünûn’un kurucularından kimyager Müşir Derviş Paşa’nın oğlu, tıp profesörü İsmail Derviş Bey, annesi Abdülmecid’in mabeyincilerinden Kamil Bey’in kızı Hesna Hanım’dır. Suat, Osmanlı’da Telefon İdaresi’nde çalışmaya başlayan ilk kadınlardan Hamiyet Hanım’ın da kardeşidir. Yazılarımı kimseye göstermezdim. Çocukluk çağında evde özel eğitim görerek Fransızca ve Almanca öğrenen Suat Derviş, eğitimine Kadıköy Numune Rüştiyesinde ve Bilgi Yurdu’nda devam eder. Çocukluğundan itibaren yazmaya ilgi duyan Suat Derviş’in Hezeyan başlıklı mensur şiirini, çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet 1918’de Alemdar gazetesinin edebiyat ekine göndererek yayımlattırır. Bu, onun yayımlanan ilk eseridir. Suat Derviş bu olayı şöyle anlatır: “Yazılarımı kimseye göstermezdim. Nazım, mektepte olduğum saatte bize gelmiş, masanın üstünde unuttuğum yazımı okumuş ve annemden izin alarak, onu benden gizli bastırmak için yanına almış.” Bu olaya önce kızan Suat Derviş, sonra içten içe de gurur duyar… Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını / Bir kere eğemedim bu kadının başını (Nazım Hikmet) Henüz çocuk yaşında olan Suat Derviş edebiyat dünyasına Mehmet Rauf tarafından “Hassas bir ruha sahip ve olgun bir müellifin habercisi” olarak tanıtılır. Bu yıllarda Nâzım Hikmet ile arkadaşlığının, şairin ona duyduğu tek taraflı bir aşka dönüştüğü iddia edilir. Nazım Hikmet, 1920’de “Gölgesi” adlı şiirini Suat Derviş’e ithafen yazar. Sonradan Nâzım Hikmet’le dostluğunu; “Nâzım Hikmet çocukluk arkadaşımdır. Ailecek görüştüğümüz bu büyük şair, benim Alemdar’da yazmamı sağlayarak bana bir kapı açmıştır. Benim için yazdığını söylediği şiir ise gurumu okşamanın ötesinde bir şey ifade etmez” diye anlatır. Bitmeyen yazma tutkusu İlk romanı olan “Kara Kitap” 1921 yılında basılır. Edebiyat dünyasında hayret ve şaşkınlıkla karşılanan bu eserinde Suat Derviş, ölüme mahkûm olan güzel ve hassas bir genç kızın son nefesine kadarki yaşama arzusunu belirten iç seslerini ve duygularını anlatır. 1923’de yazdığı “Hiçbiri” romanını, “Ne Ses Ne bir Nefes (1923), Bir Buhran Gecesi (1924), Fatma’nın Günahı (1924), Gönül Gibi (1928)” ve Latin harfleri ile yazdığı ilk eser olan “Emine” (1931) romanları izler. İkdam Gazetesinde bir ilk olan kadın sayfası Romanlarında Osmanlı’nın çöküşünü kadınların yaşamları üzerinden anlatan Suat Derviş’in kitaplarında işlediği ilk konular, saray ve konaklarda yaşayan kadınların keder dolu hayatıyla ilgilidir O, yazdığı bu romanlarında İstanbul’un üst düzey yaşamından kesitler sunar, ilişkileri anlatır, kadının toplumsal konumunu ve özgürlük talebini irdeler. 1925’te ilk hikâyeleri Almancaya çevrilir. Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktadır. 1922’de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yapar. Bir süre sonra Alemdar’dan ayrılıp İkdam’a geçer ve gazetede bir kadın sayfası hazırlayarak bu konuda öncü olur. Bir yandan piyano, bir yandan felsefe, bir yandan yazarlık 1927’da konservatuvar eğitimi almak için kardeşi Hamiyet Hanım ile birlikte Almanya’ya gider ve Berlin’de Sternisches Konservatuvarında piyano dersleri alır. Bir süre sonra ailesinden habersiz Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Fakültesine kaydolur. Faşizmin yükselmesine tanıklık ettiği Almanya’da bir yandan öğrenciliğini sürdürürken bir yandan da gazete ve dergilerde çalışır. Yazıları çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinden siyasi gazetelere kadar pek çok yayın organında yayımlanır. 1932’de babasının ölümü üzerine okulunu bitirmeden yurda döner. Yurtdışına giden ilk kadın gazeteci olarak Montreux Konferansı’nda Yurda döndükten sonra Bâbıâli’nin başarılı muhabirleri arasına girer; İstanbul, İzmir, Adana ve Ankara’da çıkan pek çok gazetede yazıları yayımlanır. Bir yandan da roman tefrika etmeyi sürdürür. ”Onu Bekliyorum (1934), Onları Ben Öldürdüm (1935), Baba Oğul (1936)” romanları çeşitli gazetelerde tefrika edilir. Resimli Ay Dergisinde çalışmaya başlaması ile solcu basın dünyasına adım atar. 1936 yılında Son Posta gazetesinde çalışırken Montreux Konferansı’nı izlemeye gitmesi ona “Yurtdışına giden ilk kadın gazeteci” unvanını getirir. Kıpkızıl Komünist Suat Derviş 1936 yılından itibaren çalışmaya başladığı Tan gazetesinde kadın sorunlarına değinir ve dış siyaset olayları ile ilgili haberler yapar. Bu gazetede çalıştığı dönemde Sovyetler Birliği’ne yaptığı bir gezi, Suat Derviş’in düşünce dünyasını derinden etkiler. Dönüşünde yayımladığı röportaj dizisi, “Kıpkızıl Komünist” olarak damgalanmasına ve gazeteden ayrılmak zorunda kalmasına neden olur. Gezinin yapıldığı 1937’de tefrika edilen “Bu Roman Olan Şeylerin Romanı” görüşlerindeki değişimi yansıtır. Toplumcu- gerçekçi bir yazar Gazetelerde Nazizme, Faşizmin yükselişine ve adaletsizliğe karşı yazılar yayımlarken, romanlarında köşklerde yaşanan aşkları, ziyafetleri ve davetleri yazmayı reddeden Suat Derviş, artık toplumcu- gerçekçi bir edebiyat anlayışına yönelir. 1938’de “Bir İstanbul Gecesi” tefrika edilir, 1939’da “Hiç” romanı yayımlanır. Dört kez nikah masasına oturan Suat Derviş’in (Seyfi Cenap Berksoy, Selami İzzet Sedes, Nizamettin Nazif Tepedelenli ve Reşat Fuat Baraner) yaşamında bu isimlerin yanı sıra etkili olan bir isim daha vardır ki o da çocukluk arkadaşı Nazım Hikmet’tir. Onun hayatının bütün dönüm noktalarında Nazım Hikmet her zaman yanı başındadır. Yeni Edebiyat Dergisi ile başlayan yeni bir süreç Yeni Edebiyat Dergisi Suat Derviş ve eşi Reşat Fuat Baraner’in yönetiminde çıkmış bir dergidir. Bu dergide ilk kez «toplumcu gerçekçi» edebiyat anlayışının estetik sorunları üzerine yazılar yayımlanmıştır. Suat Derviş’in sol görüşleri, kısa süren ilk üç evliliğinin ardından 1941 yılında Türkiye Komünist Partisi (TKP) genel sekreteri Reşat Fuat Baraner ile yaptığı evlilik ile pekişir. Baraner ve Derviş’i bir araya getiren, partinin talebi doğrultusunda çıkarttıkları “Yeni Edebiyat Dergisi” olur. Çift, Türkiye’de toplumsal gerçekçi akımın ilk yayın organlarından sayılan dergiyi 15 Ekim 1940-15 Kasım 1941 arasında yirmi altı sayı yayımlar. Derviş, dergide kısa öyküler, fıkra ve eleştiriler yazar. Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Hasan İzzettin Dinamo gibi genç yazar ve şairlerin tanınmasına yardımcı olur. 1944’te “Zeynep İçin” romanını yazar. Aynı yıl “Biz Üç Kardeşiz, Fosforlu Cevriye, Çılgın Gibi” romanları gazetelerde tefrika edildi. Komünistlik, işsizlik ve mahkumiyet “Niçin Sovyetler Birliğinin Dostuyum?” adlı incelemesinin 1944’te yayımlanmasından sonra gazeteci kimliği ile hiçbir yerde iş bulamayan Suat Derviş, gerçek ismi olan “Hatice Saadet Baraner” yerine takma adla yazılar yazmaya başlar. Aynı yıl TKP Soruşturmaları ve tutuklamaları çerçevesinde eşi Reşat Fuat Baraner ile birlikte tutuklanır. Sorgu sırasında çocuğunu düşüren yazar, Reşat Fuat Baraner’i sakladığı ve yasadışı Türkiye Komünist Partisi’ne katıldığı gerekçesiyle yargılanır ve 8 ay tutuklu kalır. Geçim sıkıntısı ile başlayan gurbetlik Hapisten çıktıktan sonra büyük sıkıntı çeken yazar, geçimini sağlamak için Almanca, İngilizce ve İtalyanca çevirilerin yanı sıra editörlük de yapar. Tiyatro piyesleri ve radyo skeçleri yazar. 1947’de “Büyük Ateş”, 1950’de “Yaprak Kıpırdamasın” romanları tefrika edilir. 1951’de tekrar tutuklanan eşinin 1953’de yargılanmaya başlaması üzerine kendisinin de tekrar tutuklanma olasılığına karşılık ülkeden ayrılarak İsveç’teki ablasının yanına yerleşir. Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulunan Ankara Mahpusu romanı Avrupa’da çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlanır, kendisini yurtdışında tanıtacak kitaplarını yazmaya başlar. “Zeynep İçin” romanını “Ankara Mahpusu” adıyla yeniden yazar. Romanı, ablası Hamiyet Hanım Fransızcaya çevirir. 1957’de “Le Prisonnier d’Ankara” adıyla yayımlanan eser, on sekiz dile çevrilir ve o kadar beğenilir ki eleştirmenler tarafından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü’nden bile daha iyi bulunur. Daha önce yayınlatamadığı “Çılgın Gibi” eserini Fransızcaya çevirir. Eser, Les Ombres du Yali (Yalının Gölgesi) adıyla 1958’de yayımlanır. En bilinen eseri Fosforlu Cevriye Suat Derviş, eşi Reşat Fuat Baraner’in hapisten çıkmasının ardından 1963 yılında Türkiye’ye döner. Bu dönemde takma isimlerle roman ve hikâyeler, çocuk masalları yazar, tercümeler yapar. Fosforlu Cevriye, öğrenci ayaklanmaları ve sert isyanların zirveye ulaştığı 1968’de May Yayıncılık tarafından Ankara Mahpusu ile birlikte yayımlanır. Yazarın “En çok sevdiğim eserim” dediği Fosforlu Cevriye romanı, Türk edebiyatında bir sokak kadınının hayatını konu edinen ilk eserlerdendir. Suat Derviş, bu romanında insan sevgisinin toplum dışına itilmiş bir fahişeyi nasıl değiştirdiğini başarıyla anlatır. Devrimci ve mücadeleci bir yaşamın hazin sonu 1968 yılında eşini, 1970 yılında ise ablasını kaybetmesi onu derinden etkiler. İki gözünde de ciddi sağlık sorunları çıkana kadar yazmaya devam eder. Moskova’da geçirdiği ameliyat sonrası gözlerinden birinin belli oranda düzelmesinin ardından arkadaşı Neriman Hikmet ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’nin kuruluşunda görev alır. Derneğin kapatılması üzerine yeniden yazarlığa ağırlık verir. Sürekli göz altında tutulan Şişli’deki evini devrimci gençlere açıp onları gizler. 1971’de evi basılır, birçok solcu genci evinde sakladığı ortaya çıkınca tutuklanır. Ertesi yıl Fosforlu Cevriye’yi Gülriz Sururi için senaryoya dönüştürdükten kısa süre sonra şeker hastalığının vücudunda yarattığı tahribat sonucu hastaneye kaldırılır ve 23 Temmuz 1972’de yaşama veda eder. Hayata kafa tutan ve asla pes etmeyen bir kadın Suat Derviş gazete röportajları, hikâye, masal ve fıkralardan başka, neredeyse 30 yılda 30 kitap yayımlayan üretken ve mücadeleci bir kadındır… “Kıpkızıl bir komünist” diye yaftalanmasına rağmen o, sadece “Başı eğilmez” değil, aynı zamanda kafa tutan bir kadın olarak, fikirlerinden hiç taviz vermeden yaşama tutunmaya çalışır. Kendisinden daha ünlü olan eseri Fosforlu Cevriye filme çekileceğinde hızla senaryosunu bitirir ve teslim eder. Çünkü kocasının ölümünden sonra da geçim sıkıntısı devam etmektedir. 4 Eylül 1968’de bir film şirketi sahibine yazdığı bir pusulayla Fosforlu Cevriye senaryosundan kalan 150 lirayı ister: “Bu kadar küçük bir para için sizi hiçbir zaman rahatsız etmek istemezdim. Fakat 20 gün evvel kocamı kaybettim. Bu kadar gülünç bir paraya ihtiyacım var.” Suat Derviş'in yüreği kırıktır ve parasızdır, ama asla pes etmemiştir… Ruhu şâd olsun… Kaynak: Odatv.com
- Tarihi Yarımada ve Sultanahmet
Nurten B. AKSOY * İstanbul'un yerli ve yabancı turistlerce ilk gezilen ve en kalabalık yerlerinden olan Sultanahmet Meydanının bilinen tarihi Romalılara kadar uzanır. Roma İmparatorluğu ve sonrasındaki Bizans İmparatorluğu devrinde hipodrom olarak kullanılan bu meydan, bugün de olduğu gibi şehrin toplantı, eğlence, heyecan ve spor merkezi olarak 10. Yüzyıla kadar önemini sürdürmüş. Araba yarışları yanında, müzisyen toplulukları, dansözler, akrobatlar, vahşi hayvanlarla kavga gösterileri hep burada yapılırmış. “Büyük Saray” diye bilinen İmparatorluk Sarayı Hipodromun yanından başlar, aşağılara, deniz kenarına kadar uzanırmış. Bu Saraydan günümüze sadece büyük salonun bir yer mozaik panosu gelebilmiş. DÜĞÜNLERİN ve İSYANLARIN MEYDANI Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise kırk gün kırk gece süren şehzade sünnet düğünleri, şenlikler "At Meydanı" denilen Sultanahmet Meydanında yapılır, yeniçeri isyanları da bu bölgede gerçekleşirmiş. 17. Yüzyılda çıkan ve Vaka-i Vakvakiye diye bilinen askeri bir ayaklanma sonunda, isyancılar tarafından ölüme mahkûm edilen kişiler At Meydanı'nda bulunan büyük bir çınar ağacının dallarına asılmış. Ayrıca İstanbul'da 1920 yılında işgale karşı yapılan büyük mitingde, Halide Edip de o ünlü konuşmasını bu meydanda yapmıştır. SULTANAHMED'İN DİKİLİ TAŞLARI Meydanın ilk göze çarpan eserleri tabii ki dikili taşları. Bizans Döneminde at yarışlarının yapıldığı Hipodrom meydanında yer alan üç dikili anıt, hipodromu ikiye bölermiş. Yarışçılar hipodromu yedi kez döner ve başlangıç noktasına ilk ulaşan takım yarışı kazanırmış. Yani bugün hala ayakta olan bu üç anıtın çevresinde döner dururmuş yarışçılar. Bu üç dikili anıt arasında en ünlüsü olan Obelisk, 390 yılında Mısır’dan getirilmiş ve tam otuz bir günde bugünkü yerine dikilebilmiş. Obelisk, MÖ. 1450 civarında Mısır Firavunlarından biri için yapılmış. Meydanı süsleyen Yılanlı Sütun ise kenti haşarat istilasından korusun diye Apollon’daki Delphi Tapınağı’ndan getirilen ve birbirine dolanan üç yılanın (günümüzde başları kopmuş durumda olsa bile) temsil ettiği bir tılsımmış. Meydandaki son anıt ise otuz iki metre yüksekliğiyle, son derece etkileyici görünen ve meydana tepeden bakan Örme Dikilitaş'tır, PARGALI İBRAHİM PAŞA SARAYI Günümüzde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılan ve adını Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve ikinci veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa'dan alan saray, daha önce "At Meydanı Sarayı" olarak bilinirmiş. Tarihin, Topkapı Sarayı'ndan daha büyük ve görkemli olduğunu yazdığı İbrahim Paşa Sarayı, pek çok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra, karışık dönemler ve isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da boğdurulmasından sonra da aynı adla anılmış. Türk ve İslam Sanatı eserlerinin pek çok güzel örneğini bir arada görebileceğiniz bu tarihi saray, bu alandaki ilk Türk müzesidir. İSTANBUL'A HEDİYE EDİLEN ALMAN ÇEŞMESİ Meydana girdiğinizde zarif mimarisi ve mozaikleriyle ilk dikkatimiz çeken eser Alman Çeşmesi adıyla bilinen görkemli bir çeşmedir. Türkiye'ye üç kez gelen Alman imparatoru II. Wilhelm'in 1898'de İstanbul’a ikinci kez gelişinin anısına ithaf edilen Alman Çeşmesi, imparatorun sultana ve İstanbul'a hediyesiymiş. Almanya'da yapılıp 1901'de İstanbul’daki yerine monte edilen çeşme Neo-Bizanten üslubunda olup, içerisi altın mozaiklerle süslüdür. ELLERİNİ SEMAYA AÇMIŞ BİR DERVİŞ MAVİ CAMİ İstanbul'un siluetine tüm görkemiyle damgasını vuran ve Sultanahmet'e geldiğinizde zarif minareleriyle ellerini semaya açmış bir derviş edasıyla duran Sultanahmet Camisi 1609-1616 yılları arasında Osmanlı Padişahı I. Ahmed tarafından Tarihî Yarımada'da, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmış. Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ile büyük kubbesinin içi de yine mavi ağırlıklı kalem işleriyle süslendiği için Avrupalılarca Mavi Camii "Blue Mosque" olarak adlandırılan cami, Ayasofya'nın 1934 yılında müzeye dönüştürülmesinden sonra, İstanbul'un ana camisi konumuna ulaşmış. Sultanahmet camisinin bir başka özelliği de Türkiye'de altı minaresi olan ve padişahın kendi parasıyla yaptırdığı Selatin camilerinden biri olmasıdır. BİR DÜNYA ŞAHESERİ AYASOFYA Meydanın alt kısmına geçtiğimizde karşımıza tüm haşmetiyle dikilen Ayasofya karşılar bizi. Asırlardır zamana kafa tutarcasına dimdik ayakta duran bu mabet, Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından, MS 532 - 537 yılları arasında yaptırılmış ve aynı yerde üç kez inşa edilmiş. 1500 yıl boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer alır ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin en önemli simgesi olan Ayasofya Dünya’nın en eski katedralidir. ARKEOLOJİ MÜZESİ Ayasofya'nın biraz aşağısında bulunan Arkeoloji müzesi, barındırdığı çeşitli kültürlere ait bir milyonu aşkın eserle, dünyanın en büyük müzeleri arasındadır. Türkiye'nin müze olarak inşa edilen en eski binası olan Arkeoloji Müzesi 19. Yüzyılın sonlarında ressam ve müzeci Osman Hamdi Bey tarafından İmparatorluk Müzesi olarak kurulmuş ve 13 Haziran 1891 tarihinde ziyarete açılmıştır. Ana bina, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk müzesinden oluşan müzenin koleksiyonunda, Balkanlar'dan Afrika'ya, Anadolu ve Mezopotamya'dan Arap Yarımadası'na ve Afganistan'a kadar, Osmanlı İmparatorluğunun sınırları içinde yer alan medeniyetlere ait yüzlerce eser bulunmaktadır. SALTANAT KAPISI Ayasofya'nın arkasında bulunan Bâb-ı Hümâyûn'dan (Saltanat Kapısı) bahçesine girilen Topkapı Sarayı; yönetim, eğitim yeri ve padişahın ikametgahı olması sebebiyle oluşturulan yapılanmaya uygun olarak hizmet yapılarından oluşan Birun ile iç örgütlenme ile ilgili yapılardan oluşan Enderun’dan oluşmaktadır. Marmara Denizi, İstanbul Boğazı ve Haliç arasında kalan Tarihi Yarımadanın ucundaki Sarayburnu’nda Bizans akropolü üzerinde kurulan saray, kara tarafından Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı Sûr-ı Sultâni, deniz tarafından ise Bizans surları ile şehirden ayrılmıştır. AYA İRİNİ KİLİSESİ "Tanrısal Barış ya da Kutsal Barış" anlamı taşıyan ismiyle İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nın avlusunda, Ayasofya'nın yanı başında ve onunla çağdaş olan Bizans kilisesi Aya İrini, İstanbul'da bulunan, camiye çevrilmemiş en büyük Bizans kilisesidir. Eski kaynaklara göre, burada bulunan Roma döneminden kalma Artemis, Afrodit ve Apollon mabetlerinin kalıntılarından yararlanılarak, 1v. Yüzyılın başlarında I. Constantinus (324-337) zamanında yapılmış olan Aya İrini Müzesi, aynı zamanda Türkiye'de müze çalışmalarının ilk başladığı yerdir. 1973'ten beri başta İKSV bünyesinde olmak üzere, birçok sanat etkinliğine de ev sahipliği yapmaktadır. HALI MÜZESİ Sultanahmet Meydanından ayrılmadan önce çok da sözü edilmeyen ama meraklılarına çok şey anlatacak iki mekandan daha söz etmekte yarar var. Bunlardan biri, Ayasofya'nın kuzey-doğusundaki İmaret binasında bulunan Halı Müzesidir. Dünyanın en zengin halı koleksiyonlarından birine sahip. Selçuklu ve Osmanlı Döneminde eski bir İslam geleneği ile camilere, türbe ve külliyelere bağışlanan tarihi ve sanatsal değere sahip halıların sergilendiği müzede ayrıca kendi yörelerine özgü desenler ile Anadolu'nun çeşitli dokuma merkezlerinde 14. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar dokunan en nadide halı ve seccadeler ile, İran ve Kafkas halıları da sergilenmektedir. BİR AÇIK HAVA MÜZESİ SOĞUKÇEŞME Bir açık hava müzesi niteliğindeki diğer mekan ise Soğukçeşme Sokağı. Ayasofya Cami ile Topkapı Sarayı arasındaki Sur-ı Sultani’ye yaslanmış olan on iki adet cumbalı, ahşap evle bir Roma sarnıcının yer aldığı Soğukçeşme Sokağında ayrıca Ayasofya’nın cami olarak kullanıldığı dönemden kalma Osmanlı yapısı iki anıtsal kapıyla sokağa adını veren tarihi çeşme, konak hamamı ve Naziki Tekkesi Şeyhinin konağı da vardır. Türkiye Cumhuriyetinin 6. Cumhurbaşkanı ve babası Şura-yı Devlet azası olan Fahri Korutürk'ün doğduğu ev de bu sokaktadır. KÜÇÜK AYOSOFYA Topkapı Sarayının önünden geçip sahile, Cankurtaran'a doğru yol aldığınızda ağaçlarla çevrili, sakin bir bahçenin içinde bir başka Ayasofya çıkar karşınıza. Bizans İmparatoru I. Jüstinyen ve karısı Theodora tarafından kilise olarak 530’lu yıllarda inşa edilen Sergios ve Bakhos adlı bu kilise, İstanbul’un fethinden sonra II. Bayezid döneminde Dar-üs Saade Ağası Hüseyin Ağa tarafından camiye dönüştürülmüş, daha sonra da avlunun etrafına zaviye hücreleri ve Hüseyin Ağa’nın türbesi inşa edilmiştir. Zarif mimarisi, sessiz ve sakin bahçesindeki kitap ve hediyelik eşya satan dükkanlarıyla gezilmesi gereken yerlerden biri de Küçük Ayasofya Camisidir. DEDE EFENDİ EVİ Cankurtaran semtinden ayrılmadan önce dar bir sokakta dikkatimizi çeken ahşap bir evi de ziyaret etmekte yarar var. Türk Müziğinin en büyük bestecilerinden olan Hamamizade İsmail Dede Efendi'ye padişah tarafından hediye edilen bu şirin ev, yıllarca kaderine terk edilmiş bir halde kaldıktan sonra Türk Evleri Vakfı tarafından restore edilip sanat ve kültür meraklılarının ziyaretine açılmış. Aslında İstanbul'un her yeri gibi, bu sokaklar da buram buram tarih kokuyor ve her bir köşesi bir sırrı saklıyor. Bu sırları keşfetmenin en kolay yolu da buraları adım adım gezmekten geçiyor... Keyifli keşifler dileğimizle... * 2018
- Uygarlıklar Nehir Akışıdır
HASAN GÜLERYÜZ * Kentler, uygarlıklar alanındaki okuma, inceleme, kaynak tarama ve yazma yolculuğumu sürdürüyorum. Uygarlığın önyüzü, üretim, doğa ile savaş, eski üretim, tüketim, paylaşım ve düşünüş biçimini aşmadır. Uygarlığın arka yüzü olan sömürü, artı değerin belli ellerde toplanması, üretimin başat enerjisi köle emeği, kölelerin yediği kırbaç sesleri, gözyaşları, feryatları düşündürüyor, dudak ısırtıyor. Oysa biz uygarlığın o emekçilerini hiç tanımadık. İnşaatlarda yük taşıtılan eşeklerden, kağnıların önüne koşulan öküzlerden farklı görmedik. Taçları, tahtları, altınları, silahları ve sarayların ihtişamlarının tarihini okuduk. Son gezdiğim Petersburg’a yakın Puşkin Kentindeki Katerina Sarayı’nın sütunları çok canımı sıktı. Mısır piramitlerinin taşları nasıl ve kimler tarafından, nereden getirilmiş? Bu azametin farikaları dikilirken kaç kişi öldü, kaç kişi sakat kaldı bilmiyoruz. Elbette bu yaklaşımı hiç görmüyor ve bu bakışı çok da önemsemiyoruz! “Yeni bir uygarlık” sözü düşüyor içime ve düşündürüyor beni. Gerçekten uygarlık değiştirmek, yeni bir uygarlık kurmak o kadar kolay mı? Bu olay bir kişinin, bir gurubun işi elbette değil. Yeni bir üretim, yeni bir yaratım, yeni bir toplumsal tasarım işi. Son iki ay içinde okuyarak altlarını çizdiğim kitaplar: Frederic Starr’ın Kayıp Aydınlanma (1), Cemil Meriç’in Işık Doğudan Gelir (2), Joseph Needham’ın Doğu Batı Arasında Bilim (3), Rollo May’ın Kafese Konan İnsan (4), Aydın Sayılı’nın Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim (5) ve İlhan Arsel’in Aydın ve “Aydın” (6), Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları (7) kitaplarıdır. Uygarlık üzerine çalışmalarımda uygarlıkların diyalektik olarak toplumlar arası ekonomik, düşünsel, siyasal, sanatsal ve hukuksal bir geçişkenliğin olduğunu öğrendim. Bir coğrafyada gelişen uygarlık başka alanlardaki çalışmalardan etkilenmekte, başka coğrafyalardaki toplumları etkilemektedir. Ve uygarlık insanlığını kesintisiz olarak devam eden erensel bir yürüyüşüdür. Bu mirastan her halk gücünce, yaratıcı yeteneğine, coğrafya varlığına göre yararlanır, uyum sağlayanlarından olur. Yararlanırsa, çağının yıldızlarından biri olarak kendi sorunlarını çözer, insanlığa da katkıda bulunur. Yukarıda sayılan kitaplardan Joseph Needham’ın Doğu ve Batı Arasında Bilim çalışması ele alınacaktır. 1. Tarih alanında olduğu gibi uygarlık alanında da tekelci, yanlı ve eksik değerlendirmeler yapılmaktadır. Modern bilim ve teknoloji Galileo, Vesalius, Harvey ve Newton gibi insanların çalışmaları ile Rönesans, Reformasyon ve kapitalizmin doğuşu, yükselişi diye bilinen o büyük toplumsal dönüşümün bir parçası olarak Batı Avrupa’dan, Kuzey Amerika sıçradı ve orada da gelişti. 2. Batının bu başarısında Akdeniz Halklarının ve özellikle de Greklerin başarıları ve onların Akdeniz havzası ve Bereketli Hilal’in daha önceki Mısır, Sümer (HGY), Babil, Hitit, Fenikelilere olan borçları üzerine yoğunlaştığımızda “Bilimsel Düşüncenin Tarihi” yeniden yazılacaktır. Buna doğu Asya’nın barut, matbaa, pusulanın bulunuşu, kan basıncı gibi bilimsel ve teknolojik katkıları henüz eklenmemiştir. Asya bilimi Bactria (Belh, Tacik ve Turani halkların yaşadığı bölge) üzerinden Basra Körfezine inmiştir. Arap uygarlığının bilimi ve bilimsel düşüncesi bir anlamda Avrupa bilimi ile birlik oluşturur. 3. Akdeniz, Grek sentezinin çalışmaları 7-11. Yüz yılları arasında Grekçeden Arapçaya, sonradan Arapçadan batı dillerine çevrilmiştir. Doğu Asya bilimleri bu sisteme dahil değildir. Arap Uygarlığı ile doğu Asya uygarlıkları arasında ileri derecede ilişki vardı. Bu etkiyi sağlayan Doğu Bilimi kitapları Ali al- Tabari’nin eseri Firdaus Al Hikme (Bilgeliğin Cenneti), 11. Yüz yılda Gazneli Mahmut Döneminde Tarikh al- Hind’i yazan El Birun’in Hindistan coğrafyasını, matematik, bilim ve teknoloji çalışmalarını kapsamaktaydı. 4. Hindistan’ın coğrafyasını bütün bilimlerini kapsayan bin yıl sonra bile Arapçadan Frenkçe ve Latinceye (tanınmadıkları için) çevrilmemiştir. Asya’nın kuramsal bilgileri bu geçişte etkili olamamış, ancak teknolojik icatlar doğudan batıya doğru yavaş yavaş akmıştır. Burada bir istisna olarak Çin’in diğer alanlarla etkileşimi şimdilik bilinmemektedir. Çinlilerin geliştirdiği steno yazıyla, bir kitap kısa zamanda Çin kültürüne aktarılmaktaydı. Çin Batı bağlantısının kesikliğine karşın Hint Çin ilişkileri çok güçlüydü. 5. Asya halklarının bilim ve teknoloji alanlarındaki yaratımları Rönesans dönemine kadar önemlidir. Haçlılar ile Müslümanların savaşları sırasında büyük uçuruma ilişkin Batı’da edindiğimiz çocukça düşüncelere rağmen, kendimize daha yakın bulduğumuz Arap uygarlığını, “Şark (doğu) Uygarlığı olarak adlandırmayı doğru bulmayız. Doğu Uygarlığının oluşumunu da Asya Mevera, Horasan, Afganistan, Hint ve Çin bileşenleri olarak ele alıp değerlendirmek gerekir. (Needham,1997:7-36). 6. Doğu Uygarlığının kurucu halkları olarak Tacikler, Uygurlar, Türkler, Soğdlar, Çinliler, Farisileri saymak gerekir. Türkler, Asya uygarlığıyla 8. yy’dan sonra ilişkiye girdiler. Göçer, çoban ve savaşçı olan Turani (Türk) halklar, uygarlık merkezlerinin çevresine gelip dayandılar. Önce yerleşik halkların koruyucuları olarak görev alırken, giderek uygarlık sürecine katılarak etkili olmaya çalıştılar. Göktürk (Arami, Fenike, Etrüsk, Runik, Grek kökenli, Türk Diline uyarlanmış 38 harfli Göktürk, Uygur (Arami, Mani; Moğol ve Soğd kökenli 17 sessiz harfli) yazısıyla matematiği geliştirdiler. Arapların Ortadoğu ve Asya’daki yayılmasıyla bilim dili olan Arapçayı ve yazı olarak Arap Alfabesi tekelini oluşturdular. Bu tekele karşı biz de varız diyen Kaşgarlı Mahmut Türkçenin Büyük Sözlüğü Divanı Lugat-it Türk, Yususf Has Hacib’in yöneticilere, vatandaşlara öğütler olarak Kudadgu Bilig kitaplarını yazmışladır. 7. Arap yazar El Cahiz 820’lerde, “Grekler kurama (teoriye) dalmış, uygulamaya (pratiğe) yer vermemişleridir. Çinliler uygulamaya (pratiğe) çok yer vermiş kurama çok ilgi göstermemişlerdir” saptamasında bulunuyor. 8. Türkler, İranlılar, Farisiler, Çinliler, Araplar ve Yahudiler Doğu uygarlıklarının temsilcileridir. Bu büyük birikime rağmen, Türkler, Araplar, Yahudiler ve İranlılar Ortaçağın zihinsel prangalarını kırarak özgür, yaratıcı aklın kapılarını açamadı! O nedenle de son bin yılda düşünsel alanda, bilimde, teknolojide, tarımda yaratımlarda bulunamadılar. Akıl ve bilim çağını hedefleyen Cumhuriyet de toplumu dönüştürmede yeterli olamadı. Dönüştürülemeyen yapı büyüyerek, toplumsal karakteri olarak “akıl, bilim, sanat” alanında atılan bütün adımları tek tek geri alma sürecindedir! Sonuç: Son beş yüz yıldır, uygarlık öncülüğünü Batı yapmaktadır. Bu güç de yeni keşiflerle büyük bir hammadde, altın elde etmesi, dünyayı tanıması, güçlenen ticaret burjuvazisiyle feodal yapıyı tasfiye ediyor ve akıl, bilim çağına geçerek insanın önünü açıyor. Türkiye iki yüz yıldır bu sürece uyum sağma çabası göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti ekonomi, bilim, üretim, hukuk, özgürlükler açısından bu sürece katılırken, üretemeyerek, toplumsal değişimi gerçekleştiremeyerek trendine girdi. İran da bu değişime başlamıştı. Ancak Şah diktatörlüğüne karşı yükselen muhalefet dinsel bir yönetim yapısına dönüştü. Arap toplumları büyük bir sermaye bolluğuna rağmen, düşünce, üretim, bilim ve teknoloji alanında varlık gösteremediler. Kapitalizmin gösterim alanları olarak camdan gök delenler, pahalı futbolculardan oluşan futbol takımları kurmaktadırlar. Çin, ucuz emek ve hammaddeyle batı patentli malların üretimini yaparak önemli bir teknolojik düzeye ulaştı. Otomobilden telefona, bilgisayar ve nükleer enerji alanında katma değer üretiyor. İsrail, batı teknoloji ve siyasal ittifaklarıyla Ortadoğu’daki bu geri Baas yapılarını, Türkiye de dahil olmak üzere BOP projesiyle tasfiye ederek büyük bir egemenlik kurma çalışmalarını yürütmektedir. Türkiye akademiası, enteliajansyası ve politik önderleri çok acıdır ki bu süreci okuyacak, anlayacak ve değişimi önceleyecek güçte değil! Gelecek yazıyı, Mina Urgan’ın anılarından hareketle, Cumhuriyet enteliajansyasını, örtük bir tarih alanını, sitemin eleştirisi, bir Cumhuriyet kadını olarak Mina Urganı ele almayı planladım. Okumalara devam ediyorum. Kaynaklar *Frederic Starr’ın Kayıp Aydınlanma (1), *Cemil Meriç’in Işık Doğudan Gelir (2), *Joseph Needham’ın Doğu Batı Arasında Bilim (3), *Rollo May’ın Kafese Konan İnsan (4), *Aydın Sayılı’nın Ortaçağ İslam Dünyasında Yüksek Öğretim (5) *İlhan Arsel’in Aydın ve “Aydın” (6), *Mina Urgan’ın Bir Dinozorun Anıları (7).
- 2025 Tomris Uyar Öykü Armağanı
maviADA SANAT YARIŞMA ve ÖDÜLLERİ KATILIM : Herkes ve Maille ÖDÜL : Kitap basımı BİZE GÖRE : Sponsorlar bir belediye ve basacak ve satacak bir yayınevi olduğundan sonucun daha objektif olacağı düşünülebilir. 2025 Tomris Uyar Öykü Armağanı Tomris Uyar Öykü Armağanı, Tomris Uyar’ın anısını yaşatmak, edebiyatımızın öykü türünde ulaştığı niteliği duyurmak, genç öykü yazarlarını teşvik ederek onların değerli öykü verimlerini toplumla paylaşmak amacıyla verilmektedir. Armağan, basıma hazır öykü dosyalarına verilir. Yazarlarımız, 40-50 A4 Word sayfası (Times News Roman, 12 punto, bir buçuk satır aralığı) toplamındaki öykü dosyalarını aşağıda sunduğumuz mail adresine, özgeçmişleri ile birlikte, 15 Ağustos 2025 günü akşamına kadar yollanmalıdırlar. Bu tarihten sonra gönderilen dosyalar değerlendirmeye alınmayacaktır. Sonuç, 2025 yılının kasım ayı başında açıklanacak ve ödül töreni de kasım ortasında yapılacaktır. Yazı-Yorum Dergisi’nin düzenlediği Armağana değer görülen öykü dosyası, Alakarga Yayınları tarafından 2026 yılı içerisinde basılacaktır. Yazar ve yayınevi arasında yazım bakımından uyuşmazlık yaşanması durumunda yayınevi, söz konusu kitabı basmama hakkına sahiptir. BAŞVURU ADRESİ: tomrisuyaroykuyarismasi@gmail.com 2025 Tomris Uyar Öykü Armağanı Seçici Kurul Sadık Aslankara Zeynep Eşin Engin Çetinbağ 2025 Tomris Uyar Öykü Armağanı Katkılarıyla Beyoğlu Belediyesi Alakarga Yayınları
- Dilimi Arıyorum
ZELİHA AYDOĞMUŞ * dilimi arıyorum akan günde taşan gecede aşkta ve savaşta kördüğümde de arıyorum vatanımı ruhunu yurttaşımın cildi kalınlaşan Türkçe sözlüklerde soluma dönüyorum Los Angeles'a çarpıyor kırılıyor dişlerim sağıma dönüyorum Mekke ya da Tahran'a burkuluyor dilim öyle yapışmış ön sözümden başlayıp tüm sözüme kınına girmeyen kılıç özgünlüğün tam kalbine tozlandım sözüne yedi kat yabancı dilime diyorum ey yazanlar ordusu dilime şiirler şarkılarca öyküme ne savaşta ne sevişmelerde ben yok adımda da o artık gölge 27/02/2025
- 8. Yaratı Dünyasının Gizli Tutanakları
HASAN GÜLERYÜZ / soruşturma:YAZI ODASI / Yaratıcı yazarlık sürecinde yaşanan bu aşamaları hatırlayan yazarların sayısı pek fazla değildir. Genellikle karşılarına çıkan esinler ne hızla geldiyse bir kez algıladıktan sonra aynı hızla unutulup giderler. Yaratıcılık sürecini anlatmaktan kaçınan yazarlara pek sıcak bakmıyorum. Edebi eserlerin kurgulanmasına karşı duyduğum ilginin aslında meraktan doğduğunu, bu amaçla tahlil edilen eserlerden bağımsız olduğunu düşünüyorum. Kuzgun adlı yapıtımın hiç bir bölümü tesadüfi veya sezgisel olarak ortaya çıkmamıştır. Baştan sona kadar adım adım uyguladığım net, kesin, şaşmaz kararların alındığı matematiksel bir düşüncenin ürünüdür. Kuzgun şiirini yazmaya karar verdiğimde ilk kaygım şiirin uzunluğuydu. Yapıt bir oturuşta okunmayacaksa, okurun dikkatini canlı tutamayacak demektir. Şiir, insan ruhunu derin bir şekilde etkileyerek onda duygu yoğunluğu yaratabildiği oranda şiirdir . A.Allan Poe Felsefeciler, akademisyenler ve yazarlar her zaman için büyülü insanlar olarak görülür. Bu büyü daha çok bilinmemekten kaynaklanmaktadır. Bir insan nasıl düşünür, nasıl yazar, nasıl yaratır? Bu soruları okurlar, hatta diğer yazarlar da bilmez. Bu alan mahrem olarak görülür ve buralara ışık tutulmaz. Yazarın, düşünürün ortaya koyduğu eserden yola çıkılarak düşünme biçimi, olası kaynakları, çalışma yöntemi ortaya konmaya çalışılır. Yaratıcı bir insanın kim olduğu ve nasıl yarattığını ortaya koymak öyle kolay değildir. Bir insanın gelişim sürecini birçok değişken etkilemektedir. Aynı anne babadan doğan çocukların bile düşünme biçimleri, yaratıcı özellikleri birbirinden farklıdır. Kişinin bilinçaltının oluşması, etkilendiği, model aldığı insanlara duygusal bağlılıkları, gelişimin zamanı, eksiklikleri, kendini ifade etme biçimlerini elbette ki, etkiler. Sizin kullandığınız dilde kim olduğunuz, bilerek kullandığını sözcük sayısı, metinde yakaladığınız ezgi, meydana getirdiğiniz estetik düzey söyler. Bir dili kullananların, o dilin müziğini, sözcükleri yerine, zamana, olaya göre değişen anlamlarını bilmeden kullanması, kişinin o dille ne kadar var olduğunu gösterir. Dil düşüncesini, dil felsefesini bize verecek masalcılarımıza, dilanne, dilbaba ve dilbilgelerimizi yetiştirmemiz büyük bir görevdir. U.Eco, yaratıcı bir alan olarak “Romanın sadece bir dil olayı olmadığını öğrenmiş oldum. Şiirde, sözcükleri çevirmek zordur, çünkü önemli olan, sözcüklerin birden çok anlama sahip olmalarının yanında, sesleridir de, içeriği belirleyen sözcüklerin seçimidir. Öyküde ise belirleyici olan, yazarın kurduğu evren ve evrende yaşanan olaylardır. Öyküde konuya hakim ol, sözcükler arkadan, şiirde sözcüklere hakim ol, konu arkadan gelir, gerçekliği var.” Yazmak, Eco’ya göre yeni bir dünya kurmaktır. Evet, katılıyorum. Yazan kişi, kurduğu dünyanın ayincisi ve oyuncusudur. Orada günlerini geçirir ve bıkmadan usanmadan orada kalabilir. Eco, bana sorulan sorulardan biri de şudur: “Yazmaya başlarken aklınızda kabaca hangi düşünce ya da ayrıntı planı vardır? Ancak üçüncü romanımı yazdıktan sonra fark ettim ki, romanlarımın her biri bir imgeden öteye gitmeyen yaratıcı bir düşünceden doğup büyümektedir.” Yazar belli bir anlatı dünyası ve anlatım biçimini kurduktan sonra, sözcükler ve olaylar arkasından çağıldayarak gelir. Dereler, ağaçlar, kuzular, kurtlar konuşur, kurbağa kulağınıza sırlar fısıldar. Bu sırlardan hareketle, yeni araştırmalara girersiniz, yeni ve beklenmedik olaylarla karşılaşırsınız. Bu olayla bir yanda zihninizde gerçekleşirken, bir yandan da gerçek yaşamla bir şekilde bağ kurarsınız. Ampirik bir yazar olarak, olaylara tanıklığın verilmesinin okurun metinleri daha iyi anlayabilmelerinden ziyade, her yaratıcı sürecin tahmin edilmeyen yönünü anlamalarına yardımcı olmaktır. Bir yazarın yaratıcı sürecini anlamak demek, metindeki bazı çözümlemeleri tesadüfen ya da nasıl işlediğini, farkına varılmayan tekniklerle ortaya nasıl çıktığını anlamak demektir. Yazarlar yazarken elbette kendilerine bir özgürlük alanı oluştururlar. Pek çok okur, konumları ne olursa olsun, kurmacayla gerçeğin arasındaki farkı göremiyor. Kurmaca karakterleri gerçek insanlarmış gibi ciddiye alıyor. Dumas anılarında şöyle der: “Romancıların bir yanı vardır. Tarihçilerin karakterlerini öldürebilecek karakterler yaratırlar. Bunun nedeni, tarihçilerin yarattığı karakterler hayalet, romancıların yarattığı karakterlerin kanlı, canlı olmasıdır.” Oysa olan bitenlerin arkasında yazılmayan “yasaklı, gizli ve gizemli bir tarih” vardır. Belki de tarihsel roman bu yasaklı alanlara pencere açma eylemidir. Öve öve bitiremediğimiz insanın mağara döneminden başlayan taştan av kaması yapmasından, son model silahlara uzanması bizim ‘kim’ olduğumuzun evrimsel öyküsüdür. Okuma, tıkanan yazara soluk aldırır, ona yeni kapılar aralar. Büyük okuma, rengini gördüğü, ağırlığını tarttığı kütlenin hareketini, sesini, ısısını, dahası hızının artarak yanmasını ve kokusunu duymadır. Okunan metnin yeri, zamanı, mevsimi, kahramanların yapıp ettikleri yeni bir zihinsel haritadır. Bu anlamda Büyük Okuma Yazma: Ben de varım; çünkü, görüyorum, tartıyorum, anlıyorum, düşünüyorum, hayal kuruyor, kurguluyorum ve hepsinden farklı olarak diyorum ki diyebilme hakkını kullanabilmedir.” Bu yükselişle her okur ve yazar özgürleşirken taşımakta zorlanacağı bir sorumluluğun altına da girer. Ceviz Ağacı’nı yazarken, en büyük esin kaynağım Herman Hesse’nin ağaç metni oldu. O yazıyı okuyana kadar ben ağacı bilmiyordum ve tanımıyordum. Ağaçlar için şöyle diyordu: “Ağaçlar kutsal varlıklardır. Onlarla konuşmasını, onları işitmesini bilen, gerçeği de yakalar. Onlar öğretiler ve hazır reçeteler öğütlemezler. Onlar bireyi dikkate almadan, yaşamın en eski yasasını vaaz ederler. Bir ağaç ise şöyle diyor: İçimizde bir öz kıvılcım, bir düşünce saklı, ben ölümsüzlüğün yaşamıyım,” ifadeleriydi. İnsanın okuması, görmeye, kendisiyle konuşmaya, olaylar arasında üç zamanlı bağ kurmasıyla başlamasıdır. Olan bitene bakarak, olacak olanları görmesi, anlaması sessiz okumadır. Yazı denen seslerin şekillerine bakarak, art arda dizilmiş şekilleri okuyarak çözmesi ya da yazması ardışık olarak işleyen bilişsel bir eylemdir. Söylenen bir cümleyi şekillerle kaydetmek, kalıcılaştırmak insanlığın otuz bin yılda öğrendiği avcılık, toplayıcılık, ekicilik sanatının fark etmeden resimlerle kaydıdır. Yazarlık okulu, yaratıcı yazarlığın yukarıdaki süreci kapsamı mümkün mü? Bir konu öğretilip, bir üretime dayalı olarak planlanırsa elbette zanaatçı olur. Berberliğin, nalbantlığın ve demirciliğin öğretimi gibi bir iş. Yaratıcı yazarlık bir anlamda memur, memure yetiştiren daktilo kursları vardı. Elbette küçümsenecek işler değildi.
- Pulur Köy Enstitüsü
ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu Yaşayan Pedogoji * Hasan GÜLERYÜZ SINIRSIZ yayınları, 552sayfa, Mayıs 2022 130 L TÜRANLATI * Eğitimci, ilköğretim müfettişi Güleryüz'ün son kitabı çıktı. Yazarın yaşam izlekleri / anıları üzerine kurgulanmış kitap bir zamanların efsane okullarından biri olan Pulur Köy Enstitüsünü ve devamı olan Yavuz Selim İlköğretmen Okulunu konu alıyor. O günlerde hala ayakta olan Köy Enstitüsü binaları, canlı anıları olan Yavuz Selim İlköğretmen okulunda 1966-1972 arasında okudu Güleryüz. Orayı bitirdikten sonra Eğitim Enstitüsünde önce Sosyal Bilgiler , ardından da Gazi'de Pedogoji okumuş. İyi ki de okumuş. Bilgi, deney, birikim... olmazsa bu çok yönlü, ilgilisi için eşsiz bir kaynak kitap ortaya çıkmazdı. Hal böyle olunca evrensel bir konu da olan eğitim, öğretim üzerine düşünce ve yorumlarla zenginleştirilmiş kitap. Köy gerçeği, köylülerin eğitimi için arayışlar ve deneyler, dönemin dünya çapında eğitim kuramcılarının bakışı, köy enstitüleri, eğitsel ve siyasi yanları, sonuçları ve kitabın öznesi bu iki okulun mezunlarından anılar, yorum ve düşünceler... Türünün iyi örneklerinden güzel bir çalışma.
- ANTAKYA’nın "Karakutusu" MEHMET TEKİN de Öldü!
Hasan GÜLERYÜZ * Isparta (1947) doğumludur. Hatay’a ilköğretim müfettişi olarak geldi, Hatay Kültür Müdürü oldu. Antakya’yı sevdi, sevdalandı. Ve orada kaldı. Kültür insanıydı, arı gibi çalışkandı. Her gün elinde mutlaka yeni bir dosya vardı. Çalışmalarını heyecanla anlatırdı. Görevden arta kalan zamanlarımı yanında geçirirdim. Arada Yayladağı Belediye Başkanı Halk Şairi Yusuf Serifoğlu'yla da karşılaşırdım. O bir folklorcu diğer bir ifadeyle halkbilimciydi. Yöneticiliğini yaptığı Güneyde Kültür Dergisi’nde yazılarım yayınlanıyordu. Işıklı bir insandı ve alçak gönüllüydü. Cemil Meriç ikimizin de tutkusuydu. Küçük bir Cemil Meriç kitabı yayınlamıştık. Yazmazsam olmazdı! Haberi paydaş arkadaşım Çağatay Özdemir’in facebook sayfasından öğrendim. İçim yandı. O da altı yıl yaşadığım, bisiklet sürdüğüm Sümerler Mahallesinde oturuyordu. Bu mahalle yerle bir oldu. Sümerler İlkokulu’nun adını değiştirdiler. Batası bir Müteahhitin adını okula verdiler. Ali Yüce kapı komşumuzdu. Sanki Antakya benimdi. Zaman zaman Asi Nehir boyu yürür, Ali Yüce’yi dinlerdik. Büyük bir ansiklopediydi. Tekin’le Antakya 2017 kitap fuarı standımıza büyük bir şenlikle geldi. Oturduk, çay içtik, dedik, güldük. Birbirimize kitap imzalayıp verdik. Az sonra Mehmet Karasu, Mehmet Ali Solak geldi. Hasret giderdik. Solak da Güney Rüzgârı Dergisini yayınlıyordu ve Cumhuriyet Gazetesi’nin Antakya Muhabiriydi. Hatay’ın belleğimde derin izleri var. Köşe bucak bildiğim bir ildir. Çocuklarım birer Antakyalıdır. Oğlum Çağlar şu anda Antakya'da kurtarma ekibindedir. Oradan çok şey öğrendik. Mutfağımız, yaşama biçimimiz değişti. Ölen başta Mehmet Tekin arkadaşıma, haber alamadığımı diğer komşularıma, ölen bütün Antakyalılara rahmet, kalanlara sağlık, sabır diliyorum. Elbette diğer Mehmetlerden sağlık haberi bekliyorum. (Mehmet Karasu ile telefonla konuştum. Ankara' ya geldi. M. Ali Solak da Antakya'dan ayrıldı, dedi. Bu habere sevindim. ) Not : Mehmet Tekin'in çalışmaları M. Çağatay Özdemir'in çalışmasını aşağıda veriyor, kendisine teşekkür ediyorum. _______________ Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Senatosu tarafından fahri Doktor unvanına layık görülen rahmetli hakkında daha önce feyste yazdığım yazı. M. Çağatay Özdemir __________________ Türkiye'nin Güneyde Uç Beyi Mehmet Tekin Değerli dostum Mehmet Tekin Türkiye'nin güneyde kültür uç beyidir. Antakya'da yaşıyor. Afyonkarahisar Dinar doğumludur. Mustafa Kemal Üniversitesi'nde idari personel olarak çalışmış ve oradan da emekli olmuştur. Kalemi işlek bir yazardır. Yaptığı kültür hizmetinden dolayı Mustafa Kemal Üniversitesi Mehmet Tekin'e fahri doktora payesi vermiştir . Sağ olsun hem bana hem de Seyfettin Sağlam Aga'ya yeni basılan kitabından imzalı birer nüsha gönderme nezaketinde bulunmuş. Kalemine sağlık. Teşekkür ederiz. KİTAPLARI ( 2011 yılı sonuna kadar) – Öğrenci Dünyası, Ankara 1973 (Kendi yayını) – Modern Matematik-Anaokulu, (Dr. Lola May’dan çeviri), Urfa 1974. 2. Baskı: 1976 (Kendi yayını) – Küçük Kızılderilinin Çilesi (C. Robert Bulla’dan çeviri), Dinar 1981. (Kendi yayını) – Bir Türk Köyü (Mary Gough-Victor Ambrus’tan çeviri), Dinar 1982 (Kendi yayını) – Okulda Başarının Yolları, Dinar 1982. (Kendi yayını) – Okuma-Yazma. Kavramlar, Yöntemler, Araçlar. (Nazmi Özdemir’le) . Antakya 1993. (Hatay Milli Eğitim Müdürlüğü yayını) — Hatay’ın Basın Tarihi I, Antakya 1983. (Kendi yayını) – Hatay’da Vakıf Haftası (3-9 Aralık 1984) (Mehmet Tekin-Ali Tunç). Antakya 1984 (Hatay Vakıflar Bölge Müdürlüğü) – Hatay Basın Tarihi, Antakya 1985 (Kendi yayını) – Hatay Basınında Atatürk 1928-1939. Antakya 1985. İkinci Baskı 1987 (Kendi yayını) Üçüncü Baskı : 1994 (Antakya Gazeteciler Cemiyeti Yayını) – Antakya Belediye Reislerinden Halefzade Süreyya Bey. Antakya 1986. – Tarihte Hatay ve Hatay Devleti. Antakya 1986, 1987 (Antakya Ticaret ve Sanayi Odası yayını) – Antakya’da Mevlidle İlgili Adetler ve Kamil Sarıateş’in Yazdığı Mevlid-i Nebevi. Antakya 1986. İkinci baskı : Mevlid ve Hatay Mevlidi. Kamil Sarıateş’in Mevlid-i Nebevisi. Antakya 1990 (Kendi yayını) – Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol’lu Kara Hasan Paşa. Antakya 1986. (Kendi yayını) – Kütüphaneler, Kitaplar, Okuyucular. Antakya 1987 (Türk Kütüphaneciler Derneği Hatay Şubesi yayını) – Antakya Kapılarında ve Dr. Edip Kızıldağlı Bibliyografyası. Antakya 1987 (Kendi yayını) – Atatürkçü Düşünceyi Özümseme. Antakya 1987 (Kendi yayını) – Okulda Başarı, Ankara 1988 (Zihinsel Özürlü Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Hatay Şubesi yayını) – Dr. Edip Kızıldağlı’dan Hatay Masalları (Bülent Nakib ile). Antakya1988.(Türk Kütüphaneciler Derneği Hatay Şubesi yayını). İkinci baskı : Dr. Edip Kızıldağlı’nın Derlediği Hatay Masalları, Antakya 1993 (Kendi yayını) – Mehmetçik Hatay’da-Basında 5 Temmuz 1938, Antakya 1988. (Kendi yayını) – Harf İnkılabı, Türk Ocaklarının Çalışmaları ve Hatay’da Yeni Yazı. Antakya 1988 (Kendi yayını) – Afyon Basını ve Afyon Basınında Hatay’ın İşgal Yılları. Antakya 1989 (Kendi yayını) – Atatürk ve Hatay. Antakya 1989. (Kendi yayını) – Hıdırellez ve Hatay’da Hızır İnancı. Antakya 1990. (Kendi yayını) – Bekir Sıtkı Kunt, Hayatı, Sanatı, Hikâye Kitapları, Hatay Sorununda Çalışmaları, Hikâyeleri Dışında Kalan Yazıları, Hikâyelerinden Örnekler (Bülent Nakib’le). Antakya 1990. (Türk Kütüphaneciler Der. Hatay Şb. Yayını) – Hatay Manileri, Antakya, 1991 (Hatay Folklor Araştırmaları Derneği yayını) – Fecr-i Ati Yazarlarından Cemil Süleyman (Alyanakoğlu), Antakya, 1991 (Kendi yayını) – Hataylı Şairlerden Atatürk Şiirleri. Antakya 1992. (Kendi yayını) – Türkistanlı Evliya-Şair Hoca Ahmet Yesevi. Antakya, 1993. (Kendi yayını) – Cemil Meriç, Şair-Yazar-Filozof. Antakya, 1991 (Kendi yayını) – Dinar’da Hıdırellez. Antakya, 1992 (Kendi yayını) – Antakyalı Din Şehidi Habib Neccar. Antakya, 1992. İkinci Baskı : 1993. (Kendi yayını) – Hatay Tarihi. Antakya 1993 ( Hatay Kültür ve Sanat Vakfı ile Antakya Gazeteciler Cemiyeti’nin ortak yayını.) 2. Baskı: 1999, 3. Baskı: 2005 (Kendi yayını) – Antakya Tarihinden Yapraklar ve Halefzade Süreyya Bey. Antakya, 1993. (Kendi yayını) – Hatay Şiirler-Yazılar Antolojisi. Antakya, 1993 (Kendi yayını) – Gurbet Çocuğu, Antakya 1993 (Kendi yayını) – İkaz-ı Millet. (Antakyalı Rüştü), Hazırlayan ve yayınlayan : Mehmet Tekin (Kendi yayını) – Hatay Evliyalarından Bayezid-i Bestami, Antakya, 1994 (Kendi yayını) – Kısa Hatay Tarihi. Antakya 1994 (Kendi yayını) – Arap İsyanı ve Suriye’nin İşgali, Antakya, 1995 (Kendi yayını) – Türk Kurtuluş Savaşında Yayladağı, Antakya, 1995 (Kendi yayını) – Hatay’ın Tek Kadın Halk Şairi Aşık Meryem, Antakya, 1997. (Kendi yayını) – Havacılığımız, Hava Şehitlerimiz ve Hatay’dan Hava Şehitlerine Şiirler. Antakya, 1998 (Kendi yayını) – Şiir Şöleni (Antoloji), Antakya, 1991 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiir Bahçesi (Antoloji), Antakya, 1993 (Hatay Folklor Araştırmaları Derneği yayını) – Şiir Demeti (Antoloji), Antakya, 1994 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiiristan (Antoloji). Antakya, 1995 (Antakya Belediyesi yayını) – 13. Antakya Festivali – Şölen’97. ( Antoloji), Antakya 1997 (Antakya Belediyesi yayını) – Hatay’da İnanç Turizmi Merkezleri , Antakya 1997 (Kendi yayını) – Habib Neccar of Antakya , (İngilizceye çeviren: Nurşin Çinçin) Antakya 1998 (Kendi yayını) – Şölen ’98 –Antoloji, (Bülent Nakib’le), Antakya 1998 (Antakya Belediyesi yayını) – Komşu Penceresinden Suriye, Antakya 1999 (Kendi yayını) – Aşık Mehmet Sakar, Antakya 2000 (Kendi yayını) – Bakras Karamurt Hanı ve Hasan Paşa Vakfı, Antakya 2000 (Kendi yayını) – Mehmet Güneş Şiir Şöleni 1999-2000 –Antoloji, (Bülent Nakib’le), Antakya 2000. (Antakya Belediyesi yayını) – Hatay Tarihi -Osmanlı Dönemi, (Atatürk Dil Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi yayını), Ankara 2000 – Hatay’ın Tarihçesi ve Eski Antakya Kütüphaneleri, Antakya 2001 (Kendi yayını) – Tayfur Sökmen ve Hatay, (Kitapçık), Antakya, 2002 – Hatay Devlet Reisi Tayfur Sökmen, (Mustafa Kemal Üniversitesi Yayını) Antakya 2002 – Hatay Halk Şairlerinden Aşık Yusuf Doğruer, (Kendi yayını), Antakya 2002. Genişletilmiş ikinci baskı: Hatay Halk Şairlerinden Aşık Yusuf Doğruer, Antakya 2005 – Güz Yağmuru (Şiirler), Osman Dokuzoğuz ,Yayına Hazırlayan : Mehmet Tekin (Kendi yayını), Antakya 2002 – Deprem ve Tarihte Antakya Depremleri ,VI.Hatay Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirisi, ( HAFAD yayın no: 28 ) Antakya 2002 – Şiir Tutkunları -Antoloji, (Bülent Nakib’le), ( Antakya Belediyesi yayını), Antakya 2003 – Şölen 2004 –Antoloji, (Bülent Nakib’le) , Antakya, 2004 (Antakya Belediyesi yayını) – Şiirle Yeniden Buluşmak –Güldeste- (Mehmet Güneş Şiir Şöleni, 9.8.2008) , Antakya 2009 (Kendi yayını) – Dinar Yazıları, (Dinar’ın ilçe oluşunun 100. yılına armağan) Antakya 2009. (Dinar Lisesi yayını) – Atatürk’ün Vazgeçilmez Davası Hatay, Antakya 2009 (Kendi yayını) – Hatay Devleti Millet Meclisi Zabıtları, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 2009 – Milli Mücadelenin İlk Kurşunu ve Dörtyol Çeteleri, Antakya 2010 (Kendi yayını) – Mehmet Akif Ersoy’un Antakya Seyahati, Antakya 2010 (Kendi yayını) – Hatay’ın İşgal Yılları ve Bağımsız Hatay Devleti Kronolojisi, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara 2010 – Hatay Devleti Millet Meclisi Reisi Abdulgani Türkmen, (M.Mehtap Tekin’le), Antakya 2011 – Dörtyol Halk Şairlerinden Mustafa Cengiz, (Kadir Aslan’la), Dörtyol 2012 – ve 21 Cilt GÜNEYDE KÜLTÜR ÇOK OKUNANLAR YAYIN TARİHİ:12.02.2023 12.09.2023: 153 ZİYARETÇİ+2 BEĞENİ
- Mağara Ressamı Olma ya da Yazmanın Büyüsüyle Kanatlanma
Hasan GÜLERYÜZ * İnsanın okuması, görmesi, kendisiyle konuşması, olaylar arasında dün, bugün yarın bağlamında üç boyutlu bağ kurmasıyla başlar. Olan bitene bakarak, olacak olanları anlama, çözümleyici ve bireşimci bir düzeye ulaşarak anlatması yazma olarak ifade ediliyor. Yazı, hayvanların şekli, giderek seslerin şekilleri olan art arda dizerek düşünceleri resimlemedir. Söylenen bir cümleyi şekillerle kaydetmek, kalıcılaştırmak insanlığın otuz bin yılda öğrendiği avlanma, toplayıcılık, ekicilik sanatının fark etmeden resimlerle kaydıdır. İlkokulda öğrendiğim okuma yazmanın, mağaradan günümüze gelen mağara resimleme sanatının devamı olduğunu çok geç anladım. Gizliden gizliye bir mağara ressamı olduğuma sevindim. Mağara ressamı, duvara beş metre boyutunda bir boğa çizerken, biz onu kolayca alef, elif, alfa A diyerek yazıyoruz. Mağaradaki boğa resminden A göstergesine otuz bin yılda geldik! Yazma, bilişsel, devinişel ve duyuşsal tabanlı olmak üzere iç içe üç boyutlu resimleme etkinliğidir. Yazının amacı, yazılan metnin niteliğini ve içeriğini belirler. Yazma, insanın doğadan, çevreden, gözleyerek, dinleyerek, okuyarak, eylemler dizisiyle bir donanım oluşturur. Bu donanımla, olan bitenleri anlar, çözümler, kestirimlerde bulunu, önlemler alır, yol alır, yol ve yön değiştirir. Bu insanın değişime, gelişime süreçlerini oluşturur. Yazma, bir olayı çözümleyerek bileşenlere ayırma, sonra bu bileşenlere yeni bileşenler ekleyerek yeni anlam evreni inşa etme sürecidir. Bisiklet sürerek sürücü, yüzerek yüzücü, yazarak yazar olunur. Yazmada özgün yapı oluşturma, söylenmemiş bir şarkı, yapılmamış bir tablo, kurulmamış ilişkileri kurarak yeni şiir, yeni bir öykü ortaya koyabilme yaratıcı düzeye ulaşmakla gerçekleşir. Yazmada yaratma, yazdığın dille kanatlanmak ve uçabilmektir. O nedenle yazma yaratıcı ve büyüleyici bir eylem olarak açıklanır. Yarama eyleminde bulunan kişi bir anlamda kendini ve yazdığı dili, dilin köklerini, bağlantılarını, dildeki matematiksel yapıyı ve şiirselliği de keşfeder. Bu keşiflerle yeni yaratımlarla kendini gerçekleştirerek bir mutluluk enerjisi üretme düzeyine ulaşır. Bu enerjiyi sürekli yazarak tekrar ederek mutluluğun resmini yapar, mutluluk kozasında yaşar. Bu, yazmanın büyüsü, yazmayla büyülenmek olarak da ifade edilir. Yazma eylemiyle kişi bir düşünce açıklar, düşüncenin dayanıklılığı, etkililiği onun yazma ustalığının göstergesi sayılır. Evrensel anlamda yazma bir sorumluluk almadır. Yazmanın yakıtı gözleme, izleme, tartma, tartışma, yeni okuma yolculuklarına çıkma, evrensel nitelikli insanlarla buluşmalarla sağlanır. “Ne yazacaksınız, kimin için yazacaksınız?” soruları sizin yazma rotanızı oluşturacaktır. Ne ve kimin için yazacağınız sorusuna bir sınıflama, ayrımlamayı ve bir sınırlamayı barındırıyor. Goethe, kimler için yazacağını “Ben kitaplarımı yığınlar için değil, benzer bir şey isteyen ve arayan, benzer yönlerde olan tek tek insanlar için yazmışımdır.” diyor. Ne yazacağı konusunda da, “Havadan uydurmak, asla benim işim olmamıştır. Her zaman dünyayı kendi dehamdan daha dahiyane sayarım,” açıklamasında buluyor. Elbette, evrensel nitelikli yazılar yazma, evrensel okurlara ulaşma bir yazarın örtük hedefleri arasında yer alır. 25.01.2023
- İKİ BÜYÜK TÜRK RÖNESANSCISI:
FATİH ve ATATÜRK / Hasan GÜLERYÜZ * Fatih Sultan Mehmet' e çocukluk yıllarından beri ilgi duydum. Bulabildiğim kitaplarını aldım. Trabzon çalışmamda Fatih üzerine çalışmamı genişlettim, derinleştirdim ve Alman Frank Babinger'in kitabını üç ay konuk ettim. İbni Sina Hastanesinde göreceğim tamirde, yanıma aldığı üç kitaptan biri Nedim Gürsel' in Boğazkesen kitabıydı. Çekirdek citler gibi okurum dedim... 1. Gürsel'in kitabı roman tekniğiyle yazılmıştı. 500 yıl önceki bir romanı yazmak için ciddi kaynaklar, belgeler, mekan ve ekonomik araştırmalar yapmanız gerekiyor. Elhak bunun önemli bir bölümünü Gürsel yaptı. 2. Gürsel kitabına içindekiler bölümünü koyarken, kaynakça bölümünü, romana kaynakça konmaz kaygısıyla koymadığını düşündüm. 3. İyi bir planlaması bana göre yok. Fatih'i Doğulu bir Sufi olarak ele aldı. Gürsel Galatasaray Lisesi, Paris Sorbonne mezunu ve orada Türk Dili okutmanı olarak görev yapan bir entelektüel, çalışkan ve üretken biri. Ona racon kesmeniz için sizin de o nehirde yüzmeniz gerekir. 4. Romanın başlarında Çandarlı Halil' in başının vurulmasının nedenlerini ele alırken, ciddi bir şekilde devletin el değiştirmesini, sınıfsal katmanları ve saraydaki partileri yeterince ele almadı. Fatihin oğlu Sofi Beyazıt'ın işbirlikçileri tarafından öldürülmesi ve "babam dinsizdi!' demesi ve bütün resimlerini, kitaplığını dağıtması günümüz zevzekliklerine çok benziyor. Sadece bu konu başlı başına bir roman ve araştirma konusu. Fatih oldürülmeseydi Büyük Roma kralı olurdu. Ve Osmanlı ortada kalır mıydı? Trabzon Komnen Devlet'inden üç düşünür ve politik aktör onun danışmanıydı. Onu bu yönde etkiliyorlardı. 5. Gursel' in en sevdiğim yanı, Anadolu Hisarı yakınlarında bir ev kiralaması, mekânı dikkate alarak ve Fatih Kütüphanesi'nde çalışarak Boğazkesen'ı yazması. Eşini Fransa'ya göndererek karanlık, izbe yerler olan Karaköy, Küçük Pazar, Eminönü mahfillerinde sabahlaması oldu. (Üniversite yıllarımda benim de soluklandığım ve Kumkapı esgeçmediğim yerlerdir!) Boğazkesen (A. Hisarı) ister istemez bir sınırlama getiriyor. Bunu anladığı için "Fatih' in Romanı" diye ikinci bir adlandırma yapıyor. 6. Romanda cinselliği kullanıyor. Venedikli kaptanın Trabzonlu bir yosmayla yaşayışını ele alırken, kendi arkadaşı olan mavi gözlü, sarışın solcunun, 12 Eylül'de aranan Deniz'le buluşmasını ve sevişmesini bu bağlamda ele alıyor... Ve ayrıca Fatih'in yanında taze oğlan bulundurmasını ve buluşma sahnelerini sübyan çocuğa anlattırıyor. Gerçi Osmanlı Padişahlarının bu durumla birlikte, içki, eroin kullanmalar da vardır. Önemsediğim ll. Abdülhamit bizim kör Abdulhamitçileri Taife sürer! Kafeste ölüm ya da İktidarı bekleyen şehzade içeriden yarı deli olarak çıkar. Ya bir dilsizin boynuna ip takması ya da yaşa naralarıyla Payıtahta birileri tarafından çıkarılması. Arkada gizli bir iktidar var. Bugün de öyle değil mi? 7. Gursel, Seyir katibinin günlüğünü okuyup yazarak Istanbul'un fethini anlatıyor. Çok zorlandığını, romana koyduğu dolgu malzemelerden anlıyoruz. Ancak hakkını yemeyelim, dönemin ruhuna okuru sokuyor. Tarih soluyorsunuz. 8. Bana göre roman eksik olarak ele alınıyor. Fatihin ittifakları, bilime, projeye düşkünlüğü es geçiliyor. Yazar bu noktaya kör mü bilinmiyor. Ya da yazma uzar, bu mayınlı alana girmeyeyim diye mi düşündüğünü bilmiyorum. Fatih'in kendini İskender' den üstün gördüğünü Kritovulos anlatıyor. 9. Bu okumam bana bir çalışma, inceleme alanı olarak ya da İKİ BÜYÜK TÜRK RÖNESANSÇISI: FATİH VE ATATÜRK başlığını (amaç, içerik, metodoloji, süreçler ve sonuç kapsamlı) oluşturdu. Gursel'e "Bin Varol" diyorum Yapabilir miyim bilmiyorum! Boyumdan büyük görüyorum 10. Okuyuculara ve çok meraklılara karşılaştırmalı okuma yapmalarını öneriyorum. Bu bir okurun paylasımıdır. Masada oturamadığım için akllı telefonu kullanarak yazdım... Onuncu maddeye gelenlerden ikişer söz etme ve ekleme ödülü olmalı diyorum... Kaynak Nedimi Gürsel, Boğazkesen/ Fatihin Romanı, Can Yayınları, 1998, İstanbul.
- Çocuk Olmak, Çocuk Kalmak
ve KANATLANMAK Hasan GÜLERYÜZ * Çocukluğunu doyasıya yaşamadan büyümek çiçek olmadan ve arıyla buluşmadan, güneşle, yağmurla kucaklaşmamak gibi olmalıdır! Bugün Ankara' da hava sıcak, dışarı çıkmadım. Başat çocuk kitaplarımı elden geçirdim. Ne kadar da çocuk varmış içimde! Sevindim! Çocuk, sınır çizilmemiş ve çembere alınmamış kişidir! Henüz korkuyu, yalanı, hileyi öğrenmemiştir. Ezber kalıpları yoktur! Papağan değildir o! O bir yağmur, o bir kıvılcımdır! Tolstoy, son yolculuğunda Karamazof Kardeşler vardı koltuğunun altında! Düştü kaldı tren yolu raylarının arasında! Ben son yolculuğa çıkacak olsam bir kitapla yetinmezdim! Hangisini diyemem! Küçük Kara Balık, Martı, Sevdalı Bulut, Bir Şeftali Bin Şeftali, Pinokyo, Tom Amcanın Kulübesi ve Aya Yolculuk! Elbette gözüm yine arkada kalırdı! Çemberli zihin çocuğun özgür dünyasını kavrayamaz! Onun öncelikli işi çocuğu, çemberleyerek kendine benzetmektir! Bir yığın programcı, danışman, bilmiş, pedagog ise koşar! Ona yok gösterir, bilinen yola koyar. Ne kadar uyumluysa operasyon o kadar başarılıdır! Kaba uymuyorsa problem çocuktur! Çocuğu oturtur ve "Geri yaslan! Beni dikkatle dinle ve konuşma!" diyen kişiyi sınıfa salar düzen! Kalıbı gören bir çocuk parmak kaldırır! Öğretmenim ..işim geldi! Arkasından beş çocuk! Niye çıktın Ayhan! Öğretmen yuvarlak çizecek bizi içine koyacak! Ulan kolay oğlum o çizer biz sileriz! Biz kenti, ülkeyi alırız içine! Bir diğeri almışken güneşi, ayı, yıldızları da al! Ha ha ha! Bu kitapları bırakın okumayı, duymamış içi geçmişler, dünden kalmış ideleri çocuğa dayayan yaşayan ölüler de "100 Yılın Ma Arif Müfredatı"nı yaziyorlar!" Ve hiç bir çocuğa sormadan! Sevdalı Bulut' u bugün dikkatle okudum. Nazım Hikmet'ın Masalını çok yaratıcı buldum. Ay, bulut, tavşan, Ayşe, Kara Seyfi'yle boğuşuyor! Kara Seyfi beş bin yıllık kurulu düzenin temsilcisi! Nazım Hikmet' in Moskova' daki kabrine 2019' da gittim. Siyah bir mermer üzerinde Nazım Hikmet, yerde bir mermerde Vera yazıyordu! "Bu çocuğa nasıl kıydınız efendiler?" sözü çıktı ağzımdan! Biraz sonra, " Kendinize ve kanatlanan nehir dilinize de kıydınız efendiler!" derken " Memleketim dizeleri aktı içimden! Bir hayal kurdum: Keşke Mustafa Kemal, Ankara Palas' ta gördüğü ve konuştuğu bu kabına sığmaz çocuğa bir yerde bir oda verseydi. Ve arada aykırı olan, diyalektik bilen bu çocuğa " Gel bakakım çocuk, çocukça konuşalım! Bu yapılan ve yapılacak işler için ne diyorsun?" diye sorsa ve o da konuşsaydı! Çocuk kitapları aslında çocukluğunu ıskalamamış yetişkinler için bir baş ucu kitabı! En kaba ayıdan özür dileyerek en ayı, Küçük Karabalık' ı okusa, büyük denizleri ve okyanusları merak eder! Buna bir de Martı'yı eklese ilk işi "insan nasıl uçabilir?" sorusunu sordururdu! İçinizdeki çocuğa selam ve sevgiler... NOT: ABD'li yazar Richard Bach'ın yazdığı, ilk kez 1970'te yayınlanan uzun öykü ya da roman. Fabl türündedir. Eserde bir martının uçmayı, özgürlüğü ve kendini gerçekleştirmeyi öğrenmesi anlatılır. 1970'te reklamı çok az yapılarak ve çok düşük satış beklentileriyle basılmasına rağmen 1972'ye gelindiğinde bir milyondan fazla satışı olmuş, ünü ağızdan ağıza yayılarak döneminin en çok satılanları arasına girmiş ve 13 Kasım 1972 tarihli Time dergisine kapak olmuştur.
- Hasan Güleryüz Trabzon'da Kitaplarını İmzalıyor
KADİM KENT TRABZON'DA İMZA VE SÖYLEŞİ Pulur Köy Enstitüsü Ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda Yaşayan Pedagoji Konulu Söyleşi ve İmza günü * Konuşmacı: Hasan Güleryüz 13.00-13.45 Soru-yanıt ve katkılar… Çoban ve Kavalı Tarih: 27 Mayıs 2022 Cuma Günü Saat: 12.00-16.00 arası Yer: Trabzon Sanat Evi, Adres: Cumhuriyet, Özgür Cd. No:18, 61030 Merkez/Trabzon Tel: 05303225561/ 05056875513/14, guleryuz.hasan@gmail.com * İmzalanacak kitaplar: 1. Pulur Köy Enstitüsü ve Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda Yaşayan Pedagoji, 2. Kuman Kumandan Ali Rıza Ayar Öğretmen, 3. Dünyayı Değiştiren Çocuklar, 4. Doğanın ve Ormanın Büyülü Şarkıları, 4. Ceviz Ağacı, 5. Mısır Anne, 6. Rüzgârlı Vadi, 7. Yeşil Şaman ve Papağan, 8. Çoban Mektupları, Hitit Güneşi, DOST, ARKADAŞ, KARDEŞ , GÜNEŞ ve maviADA OKUR YAZARLARI, DOSTLARINIZLA DAVET EDİYORUZ...
- Hasan GÜLERYÜZ
Hasan GÜLERYÜZ / TÜM YAZILARI * 2002'de maviADA'nın çekirdeği olacak KimseSİZ dergisi zamanından bu yana yazılarıyla yer alan Hasan Güleryüz 'ün tüm yazılarını okumak için RESME tıklayın. maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Bir ay gerekçesiz yazmazlarsa önceliklerini kaybederler, listede geriye düşerler. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.
- Emin Özdemir’in "Ölüm Güncesi "*
HASAN GÜLERYÜZ * Emin Özdemir, Türk Dili alanında kitaplarından, doğrudan kendisinden çokça yararlandığım, kitaplarını denetmen olarak girdiğim sınıflara önerdiğim eğitimci yazarlardandı. On dört kitabı, kitaplığımın Türk Dili Bölümünde konuktur. Özdemir’le benzer kaderin çocuklarıyız. Erzincan Kemaliye 1931 doğumlu, Pamukpınar Köy Enstitüsü 1948, üç yıl köy öğretmenliği, 1953 Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümü mezunu. Orta okullarda Türkçe öğretmenliği ve Gazi’de asistan öğretim görevlisi oldu. MEB bursunu kazanarak Amerika İndiana, Columbia üniversitelerinde “Metin hazırlama ve anlatım teknikleri “ üzerinde çalışmalar yaptı. Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’nde çalışmalar ve emeklilik… O hep çalıştı, ocağında demir dövdü, demire su verdi, okudu ve yazdı. Birçok öğretmenim gibi Özdemir de ışığını saçarak 1.9.2017’de göçmüştü. Beş gün önce, bilim sanat galerisi bir kitapevinde yeni yayınlanan kitaplara göz atarken, Hatice Aydoğdu’nun Emin Özdemir’in Güncesi/Hayat: Açık Bir Yara çalışmasını gördüm. Şöyle evirdim, çevirdim. Emin öğretmen yaşamını mihenk taşına vuruyordu. Bir tür ölüm yolculuğu. Ölüm, bir canlının yaşamının sonlanmasıdır. İnsanın onulmaz acı ve sancılarını içerir. Gılgameş, Cengiz Han büyük acı duyar, yola düşerler. Ümitsiz biri de Cemil Meriç'in kızı Ümit Meriç'tir. Başını kapattı ve erken emekli oldu. Bani hayatta hiç bir şey mutlu etmiyor! Ölümü dört gözle bekliyorum, diyen bir sosyolog! Hatay'da Cemil Meriç üzerine konuşmacıydık. Şen ve şakraktı. Nereye gidiyor bu insanlar? Bu acının sağaltılması için öte dünya yaşamı çok akıllıca kurgulanır. Bu öte dünya kurgusu, bu dünyada “çıkar” için kullanılır! Öte dünyanın yöneticileri, psikologları, duacıları türer! Emin Özdemir’in Yaşamını Ölçmesi ve Tartması Ayvalık’ta konuşma ve yürüme bozukluğu nedeniyle yapılan araştırma inceleme sonunda “Beyin tümörü” tanısıyla süren işlemler. Kanserin verdiği korku, dünyanın alt üst oluşu, gecenin gündüzün karışması, hastalığını kabul edememe süreçlerini yaşıyor: “Müthiş öfke duydum hayata! Oysa planladığım, hayalini kurduğum çok iş vardı! Konuşmak ve kimseyi görmek istemiyorum! ” Yaşadıklarını da günce olarak yazmış. " Onkolojide sağaltım için kemoterapi ve ışın alma süreçlerinde sekiz on yaşında çocukları görünce, kendi huysuzluğumdan utandım. Onlar daha baharında, ben ise 86 yıl yaşındayım! Sesimi kestim, " diyor. Ölümü Düşünmek "Ölümü Şimdiye dek hiç düşünmedim. Ölüm konusunda hiçbir hazırlık yapmadım. Hayatım, Panait İstrati’nin hayatına, daha çok da Maksim Gorki’ye benziyor… Sözcüklerle örgütlenmiş*, hüzünlü ve lirik bir yaşam; kaybedilmiş bir Türkiye! Bu ölüm gelgitlerinde “Göğüne Sığmayan Bulut” kitabı imdada yetişiyor. “Güzel günler göreceğiz ülküsüyle çıktığı yolda, tutsak düşmüş, ama teslim olmamış. O, engin deneyimi ve entelektüel donanımıyla, kapanan bir dönemin, soyu tükenen bir kuşağın son temsilcilerinden; yaşamıyla, ukdeleriyle, yapıtlarıyla, tanıklıkları ve gözlemlerinin yazıya geçmesi… Mutsuz ve Yüreği Çizik Çocuk Sınıf öğretmenliğim yıllarında Alfred Adler’in “İnsanı Tanıma Sanatı” kitabında, “ Bir insanı tanımak istiyorsanız 4-12 yaş arasını çok iyi incelemelisiniz” diyordu. Bir insanın hayal gücü, yaratıcılığı, sınır tanımazlığı, sorgulayıcı gücü, keşifçiliği, merakı, mutluluğu ve yaratıcılığı bu çağda biçimleniyor! Okuru olduğum Brezilyalı yazar Paulo Coelho, onunla yapılmış söyleşide: “Ölümcül hastaydım ve ameliyat olmak zorundaydım Kurtuluş şansım yüzde beşti. Hanımla günlerce tartıştık ve yüzde beşe oynadık. Ameliyat kararı aldık! Ben yapabileceklerimi yaptım, söyleyeceklerimi söylemiştim. Güzel ve mutlu bir hayat yaşadım. Gözüm açık gitmezdi! Ve yüzde beş şansım tuttu, sağlığıma kavuştum... ” Emin Özdemir: “ Benim dünyam sınırlı, köyden gelme, utangaç, kendimi anlatamamak. Hayata karşı çok kırgınım! İsyanım kime? Önce tanrıya isyan ediyorum. Verdiği ömür yarım yamalak, insana zehir zıkkım ediyor! Benim çocukluğum yaralı bir çocukluk. Yarı çıplak, şalvar… Benimkisi yaşanmış bir çocukluk değil. Anasıyla beraber oturan, uysal, sessiz… Ağzı var, dili yok. O çocuğa acıyorum. Niye mi? Yaşanmamış bir çocukluk! Çocukluğumda güzellik diye bir kavram yok; yokluk, yoksulluk, acı. Epiktos’un dediği gibi, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur!” Yanında oturduğum ana; ama, kucağında değil, kucak kavramı yok! Sevgisi yok. Benim attığım her adımı denetleyen, emirlerinin yerine getirilmesini isteyen, buyrukçu! Anamdan korkardım! Bedenimde izi var mı? Düşündüm, evet dudağımda izi var! Elinin tersiyle vurmuştu! Ne diyor türkü: “Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır.” Yaşanmış bir çocukluk değil, zehir zıkkım bir çocukluk!... Köy yaşamı geliyor gözümün önüne adeta renkli film izliyorum. Kocası olmayan bir kadın, köyde bir erkekle basılmış, Kadını eşeğe ters bindirilip bütün köyü dolaştırıyorlar. Çocuklar, kadınlar ve erkekler peşi sıra tükürüyor! Bu acıyı bir çok insan yaşadı, yaşıyor… Hayal edemeyeceği para, hayal edemeyeceği makama, üne ulaşmış mutsuz, yüreği çizilmiş çocukları izliyoruz! Yüreği çizik çocuklar ülkesi. Adnan Binyazar, “Ağıt Toplumu” adlı kitap yazmıştı. Hele çocukluğunu anlattığı “Masalını Yitiren Dev” korku filmi. Oradan bir yazar doğdu! Ve umudunu yitirmeden hala yazıyor… Çok sevgili öğretmenim: Acıyı bal eylemek, sıratı yol eylemek, bir gidip bin gelmek var! Zor da olsa çocukluk yaralarını sararak, sağlatmak da var! Kanımca, Güncesini bu kadar acıklı yazmasının altında kanser tanısı, sağaltımı, kanserin ölümü çağrıştırması, ölümün insanın yaşama ve düşünmesini alt üst etmesi var. Eğer bu günce seksenli yaşlarda yazılmış olsaydı böyle olamayabilirdi diye düşünüyorum. Eh bu kadar hastalıkta bize yine önemli kitaplar öneriyor. Madam Bovari, Karamazof Kardeşler, Ana, Angel Dayı, Fontomara... Eh anılarını yazmak isteyenler, kendini saklamadan, korkmadan hesaba çekmek isteyenler elini çabuk tutmalı, düşüncesini de alıyorum. Bu kadar yazı, bu kadar çalışmak altmışın üzerinde kitap ve mutluluğun resmini çizmede zorlanmış, acılarını dindirememiş... Bunu biraz da şöyle ifade ediyor: "Daha çok didaktik çalışmalar yaptım. Para mutluluk sağlamıyor, mutsuzluğun rahat geçmesine yarıyor! Yaratıcı yazına eğilemedim. Gecikmiş olarak “Mutlu Kentin Yöneticisi, Kurmaca Kişiler Kenti” adlı kurmaca kitaplarımda kendime ilişkin çizgiler barındırıyor." Işığınla bin yaşa öğretmenim… Bana göre bu kitap da acıları bal eyleme çalışmasıdır. 1. Ellinci Yılda Dil ve Yazar 1973, 2. Yazma Öğretimi, Yazma Sanatı (A. Binyazar’la) 1975, 3. Eleştirel okuma 1998, 4. Güzel Konuşma Sanatı 1985, 5. Okuma Sanatı 1983, 6. Türkçe Öğretimi Kılavuzu 1987, 7. Yazınsal Türler 1999, 8. Düz Yazının Sorgulayan Gücü 2003, 9. Yazılı Anlatım Bilgileri (A. Bin Yazar’la) 1980, 10. Mutlu Kentin Yöneticisi 2005, 11. Türkçemi İlerletiyorum 1985, 12. Emin Özdemir’in Güncesi 2018 adlı kitapları özel konuğum olarak kitaplığımda yer alıyor. Bu yazı size karşı bir ödev. Ruhun şad olsun, en derin saygılarımla değerli öğretmenim Emin Özdemir… 03.02.2025: 12.50 * *Emin Ödemir Güncesi/Hayat: Açık Bir yara, Yayına Hazırlayan Hatice Aydoğdu, Akıl Çelen Kitaplar, 2018, Ankara.
- Küreselleşme
HASAN GÜLERYÜZ * Ulusal Kimlik ve Bellek Olan Edebiyat Bunalımda mı? Yoksa bu beklenen, olması gereken bir doğuş sancısı mı? * Elimizde mavi bilye gibi olan dünya, “bilginin, paranın ve arkasındaki silahlı gücün” tahakkümü altındadır. Küresel güç: para bilgi, silah, kendi doğrularına göre dünyaya yeni bir biçim vermek istiyor. Gerekçeleri de geri kalmış ülkeleri demokrasi ve özgürlüğe kavuşturmak, nükleer silah yapımlarını önlemek, o ülkeleri yaşanılır hale getirmek. Görünen o ki, küresel gücün yöneliminin, “su, petrol, maden ve tarım” havzalarına dönük olduğunu görüyoruz. “ilkçağ Fenike koloni devletçiklerini oluşturmaya çalışıyorlar. “Carrefoursa, Adese, Migros, Metro,” gibi büyük koloniler de kurulmuş durumda. Büyük balıklar küçük balıkları yutar misali, küçük esnaf kepenkleri teker teker indiriyor. Küresel güç, ikinci dünya denen, üretemeyen, anlamayan, yaşamaları dünyaya yük olan kalabalıkları da “atmosferi zehirleyen, suları tüketen, dünyayı kirletenler” olarak görüyor. Ülkemizde de bunları işleyen romanlar da yazıldı aslında. Küresel gücün “Dinler Arası Diyalog” adı altında “Musevi ve İsevi” işbirliğinin ipuçları da var. “Muhammed” dininin de dışarıda bırakımı da söz konusu sanki. Muhammediler, “küresel gücün ortaya attığı, “türbanla” oyalanıyorlar. Dünya analizlerinde kullandığı bilgi formları ortaçağdan kalma. Bu bilgi formlarıyla dünyayı anlamaları, algılamaları ve dönüştürmeleri zor. Ulusal devletlerin ve kimliklerin oluşmasında temel belirleyici güç: “Burjuvazi”. Burjuvazi, kendi kültürel kimliğini oluşturarak, ulus devlette karar kılmıştı. Şu anda ülkemizdeki ticaret ve sanayi burjuvazisi çıkarlarını, küresel güçle işbirliğinde görüyor. Ulusal varlığın temel ögelerinin zayıflamasından rahatsız olmuyor. Aksine ulusal devleti kendi geleceği doğrultusunda dönüştürmek istiyor. Bu bağlamda ulusal kimliğin sınıfsal temeli ortadan kalkınca, bu kimliğin yeni sahipleri, “küçük burjuvazi” olarak tanımlanan, memur, esnaf ve küçük işletmeler oluyor. “Ulusal kimlik” bağlamında kalan bu güçler, “kuramsal” ve “örgütsel” anlamda henüz caydırıcı bir güç değil. Ulusal varlığın temel ögeleri “dil, vatan, ülkü, tarih, ortak çıkar ve gelecek birliği”’dir. Küresel sermaye, bunları ayak bağı olarak görüyor. Bu gücü, çözmek, dağıtmak ve yok etmek istiyor. Özel üniversitelerin bir tanesi dışında hepsi yabancı dille eğitim yapıyor. Vatan denilen ülkenin toprakları, parsellenerek satılıyor. Tarım üretimine kota konarak, tohumun gen yapısına müdahale edilerek, “toplumları açlıkla terbiye etme gibi bir stratejinin de uygulamaya konduğunu görüyoruz. Ülkemizdeki tarımla ilgili kuruluşlar, üretemeyen, kendini geliştiremeyen “kit” konumuna düşmüş durumda. Turizm bölgeleri artık Türk halkının ekonomik ve kültür olarak girebileceği yerler değil. Gelecek birliği olan ülkü birliği, giderek zayıflıyor, insanlar gelecekleri için “yeni ülküler” olarak tanımlanan “tarikatlara” ve “etnik gruplara” sığınmak durumunda kalıyor. Bu olup bitenlere karşı “Dip dalga sürecinin” başlamış olduğunu da söyleyebiliriz. Bu dip dalganın gerçekten bir güç olabilmesi için, kendi düşünsel formatlarını oluşturarak, önce merkezde, çevresinde ve uluslararası alanda örgütlenerek bir direnç cephesini oluşturması kaçınılmaz görünüyor. Bu sürecin başlatılması, doğum sancısı değil, doğum öncesi çalışmaları olarak tanımlanabilir. Önce dünya hakkında geçerli ve güvenilir verilere sahip olmak gerekiyor. Elde edilen bu verileri analiz edilerek vardama ve yordama işlemlerine tabi tutularak bu çalışmalardan sonra “Kuram” oluşturulabilir. Tabi ki toplumun aynası olan edebiyat bu kaostan payını alıyor. Büyük hevese karşın "BATI"lılık bilinçle algılanabildi mi? Bugün AB eşiğinde o bilinç ne düzeyde? Bunun kültür sanata yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Evrensel kültür anlamında “batı” deneyi, gözlemi ve düşünceyi geliştirdi. Her gemi bir diğerine bakarak yol alır. Yunan’ın düşünürleri, Mısırın doktora öğrencileri idi(Sokrat, Eflatun, Heredot). İbni Sina’nin ifadesiyle “Bilim ve sanat huzur bulmadığı yerden göç eder.” Doğudan batıya göç eden bilim ve sanat, Batıdan da göç etmek üzere. Batının artık dünya çapında entelektüelleri, büyük vicdanları yok. Bu vicdan hepimiz için aydınlık ve ısıdır. Haksızlıklar üzerine oturarak, entelektüel kültür kurulamıyor. Entelektüel, korkusuz olmak zorunda. “İki yüzlü, yalancı, kaypak” ve “kurnaz” insandan entelektüel olmaz. Batılılaşma, dönüşmek, değişmek, başka birisi olmaksa, sosyolojik anlamda bu bir bunalımdır. Bu dönüşümde ne kendiniz olabiliyorsunuz, ne de öteki. Aklı karışık, iki dinli, sentezini oluşturamamış bir kafa. Batı ile ilişkileri belki de Fatih Sultan Mehmet’le başlatmak gerekiyor. Sorun, batılılaşma sorunu değil, “Göç eden bilim ve sanatın huzur bulacağı, ortamı yaratmaktır. Türkiye, genel anlamda “Doğu” bu sancıyı yaşıyor. Yoldan düşen gibi herkes ona yol gösteriyor. Oysaki olması gereken, çağdaş bir çizgi yakalamaktır. Bu da yüksek düzeyli bir akıl senteziyle mümkündür. Doğuyu, batıyı, güneyi, kuzeyi sentezleyerek “yeni bir çizgiyi” yakalamak gerekiyor. Bu yeni çizgi, var olan düşünceleri, inançları sorgulayarak, insanlık için bir çıkış yolu önermeli, dünyada daha mutlu nasıl yaşanacağını müjdelemeli. Bunu, önce gezegenlere sonra, diğer sistemlere göç olarak da ütopyasını oluşturmalı. AB, yeni kriterlerle, ABD, Ortadoğu’da İsrail’in yanında üçüncü bir güç olarak varım diyor. Küresel gücün Irak işgalinde, Avrupa’nın derin vicdanın sesini henüz duymadık. Avrupa enteliajansyası, haksızlıklara karşı sessiz. “Sükût ikrardan gelir” misali. Sessizlik: yani suçun kabulü. Bu suçlu kime ne öğretebilir? Yağmalanan ülkeler, yıkılan mabetler, kesilen, içi boşaltılan ağaçlar, pazarlarda satılan köleler, insan öldürmek için yapılan tanklar, toplar ve nükleer silahlar …. Batının bu yanını görmezden gelemeyiz. Türkiye’de AB tartışmaları kayıkçı kavgalarına dönük olarak yürütülüyor. İkna edici, akli sentezine güvenilir, kabul görmüş ışıkları, kutup yıldızı yok. Ortalıkta yanıp sönen “kedi gözleri” var. Konuşanlar, mabedin kapısında karanlığı bekleyenler. Mabedin, verdiği ziyafete göre kılıç çalan şövalyeler. AB’ye ve tabi küresel güce hayır diyebilme, yukarıda açıklandığı gibi yeni bir insanlık, yeni bir yaşam(ekodenge) projesiyle olabilir. Doğu denen “derin bilinç”, entelektüel gücünü kullanarak bunu kanatlandırabilir mi? Bence sorun burada yatıyor. “Ezberci” ve “kopyacı” düşünsel bir biçimleniş, dünyayı anlayamaz ve dönüştüremez. Edebiyatımızda taklitçilik ve ulusal kimlikte ürünler oluşturulmayışı ya da bundan kaçınılması konusunda neler söyleyebilirsiniz? Taklitçilik, yeni ve özgün düşünce oluşturamamaktır. Tanzimatçılar, batıdan aldıkları roman, şiir anlayışını bazen aynen, bazen adapte ederek topluma sundular. Sentez, iki şeyin bileşiminden, üçüncü bir düşünceyi, ürünü elde etme sürecidir. Bugün de bu yeni sentez yapılamadığı için, eski Tevratik metinler örtük bir şekilde roman nosyonunda piyasaya sunulmaktadır. Edebiyat ve sanatta yeni bir ses, yeni bir çığır açabilmek için, sağlam bilgilere gerek var. Üzerinde oturulan coğrafyanın bilgisi, o toplumun bilinçaltı, toplumun tarihini ve ürettiği kültürü solumak gerekiyor. Elbette bu yetmez, dünyanın soluk alıp verişinden, insanlığın bilinçaltından haberdar olmak gerekiyor. Edebiyat ulusal ve evrensel boyutlu yaratım alanıdır. Ulusun temel bir sorunu olarak “silahlanma, evlilik, eğitim, cinsellik, mülk edinme, işçi, üniversite” ele alınarak evrensel sonuçlara ulaşılabilir. Bunları yaparak kendi yaratımınızı gerçekleştirmeniz gerekiyor. Bu anlamda edebiyat yapılmıyor mu bu ülkede? Sanmıyorum… Ancak edebiyat yapılıyor. Her gün dolanıma yeni yeni yazarlar çıkıyor. Elbette bunların ne söyledikleri, neyi çiğnedikleri, bunların ışık gücünün değerlendirilmesi gerekiyor. Burada da edebiyat/sanat bilgeleri olarak, dünya kültürünü bilen, dil bilen, dilini bilen sanat eleştirmenlerine de gerek var. Bizde yeni bir yazara, o belli gazetelerin eklerinde ve köşelerinde “sen, ben bizim oğlan/kız” methiyeler dizilmektedir. Siz o kitabı okumalı mısınız, okumamalı mısınız? Hepsi iyidir dediğine göre, her halde okumamalısınız. Eleştiri de bir kültürel alt yapıyı, büyük bir birikimi ve yaratıcılığı gerektiriyor. Yoksa dersine çalışmayanlar olarak bizler, bir kabilenin malını pazarlayan, “papyonlu” edebiyat baronunun ağzına bakmak durumunda kalıyoruz. Anadilde yaşanan bozulma ve edebiyata yansıması. Edebiyat ve sanatta duraklama bana göre yok. Edebiyat sanat dergilerini izleyemiyoruz. Onlar edebiyat sanatın küçük atölyeleri. Bazısı üç, bazısı beş, bazısı bir yıl dayanıyor. Bir kanat çırpışları var. Bu dergilerin de “altın, inci arar gibi” incelenmesi gerekir. Burada incilerin gün ışığına çıkarılması, edebiyat dünyası ustalarının bir işi. Bu anlamda habire yeni şairler, habire yeni yazarlar türüyor. Yazma tutkusunun oluşması elbette olumlu bir eylem. Bu yeni yazarlar, okumaya fazla zaman bulamayanlar aceleci ve sabırsızlar. Meydan da oldukça boş. Pazarlamaya dönük bu “edebiyat” tezgahı, “bazılarını” uçuruyor. İşte burada da, Edebiyat ve sanatta değerleri “bilge kurulu”na ihtiyaç var. Gülelim mi ağlayalım mı bilmiyorum!... Bu yazma eylemine son günlerde okuma yazması olmayanlar da katıldı. Benim “üslubum” Nazım Hikmet’ten farklı yani!... diyor. Bu yazarlar kervanına, şarkıcılar, güzellik kraliçeleri ve mankenler de katıldı. Evet bu anlamda olaylara bakılırsa, edebiyat ve sanatta nitelik sorunu, dahası bir değer yitimini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Edebiyatta, sanatta düşüşün bir nedeni de “yazarın” okurunu kaybetmesidir. Okursuz bir yazar, yazsa ne yazar, yazmasa ne yazar? Yazarlığın, sanat ürününün tükenişinde, magazinleşme, değersizlerin yüceltilmesi gibi “paradoksal” ve “erozyonik” bir durum söz konusudur. Okur, okurluğunu yitirerek, beyin işlem gücünü “bilgi” düzeyinde sabitleyerek, tvde “ana sınıfı düzeyinde, eski bir binada geçen kuzey Mezopotamya dizileri ve meddahlarıyla esir edilmiş durumda. Hani bir ara çok tartışılan ne kadar futbol varsa o kadar, roman var sözü, geçerliliğini yitirmiş. Çünkü futbolda dünya üçüncülüğü, Avrupa kupası var. Ancak bir Nobel alanımız yok.(Nobel ölçü mü? Nobel’in ölçtüklerini ölçebildik mi?) Sanat, edebiyat elbette bir çile, uzun bir yolculuk, pişme ve arınma işidir. Bu çilenin içinde yüz yılların birikiminin bir imbikten geçirilmesi, ulaşılan zihinsel bileşimin yeni bir “şiir, roman, öykü, deneme” gibi ürünlerle ortaya konma sürecidir. Orhan Kemal, Kemal Tahir, Nazım Hikmet... örneği devler yaratan edebiyatımızda bir "soylu ruh" kısırlığı oluştuğu savlanabilir mi? İnsan ve insanlık var olduğu sürece, “edep” de olacak. Edep olunca da elbette edebiyat da var olacak. Edebiyat, dile dayalı bir çalışma alanı. Dile yeni anlatım olanakları, yeni ufuklar açılınca, edebiyatımız da devlerini yetiştirmeye devam edecektir. Kemal Tahir, Osmanlıyı anlamaya çalışan, bir öğrenciydi. Öğrendikleri, romanlarındaki kurgu, ütopyası, analizlerinin geçerliliği, o neye karşıydı, neyi öne sürdüğü… bugün tartışılabilir. Kemal Tahir bize neyi müjdeliyordu? Yaptığı sentez neydi? Bunlar üzerinde Türk düşünce adamları yeterince çalışabildi mi? O Araştırmalarını kendi elde ettiği verilere uygun olarak kurgulayarak romanlaştırıyordu. Ona ciddi çalışmalar yapmadan “Ebu Cehil” demek çok cesur bir davranış. Nazım, Türk Edebiyatının haşarı bir çocuğu. Bu haşarı çocuk, çok ağır bir şekilde cezalandırıldı. Suçuyla verilen cezanın dengesizliği, “kültürel coğrafyanın” ciddi bir fotoğrafı. Bu fotoğraf günümüzde ne anlam ifade ediyor? On beş yıl hapislik, on yıl uğruna hapse düştüğü ülkesinden kaçış… sürgün ve sürgünde ölüm. Nazım hala sömürülen bir şair. Ne yazık ki Türk aydınının üniversitesi hapishaneler. Aydın, hapishanede ışıklanıyorsa, dışarısı karanlık, demektir. Orhan Kemal de Tahir ve Nazım gibi hapishanelerde yetişti. O da bildiği dünyayı yazdı. İşçileri, göçmen mahallelerini, sanayileşmeyle işçi, işveren ilişkilerini kaleme aldı. Yaşayan bir dünyayı laboratuar olarak kullandı. Edebiyatçı bir yandan tarihle, bir yandan bilimle, bir yandan felsefeyle, bir yandan psikolojiyle beslenmek durumunda. Anadolu’yu bilmeyen, “Erzurum dağlarında kar ile boran” türküsünü anlayamayan, “mührü sökülmemiş tarihimize yolculuk yapmayan”, sanayi, sanayi işçisini, köylüyü, secdeye kapanan Müslüman’ı, gecekonduyu, çingenesini, mafyasını, hırsızını ve orospusunu tanımayan kuşak, elbette “yeni” ve “büyük romanlar” yazamaz. Edebiyat çok ince bir işçilik ve büyük bir akıl sentezi ve büyük müzikaldir. Birçok bilim alanlarından beslenerek ortaya ürün koymak isteyen bir edebiyatçının elbette çok çalışması gerekiyor. “Soylu ruh”, mavi bir at olarak Tanrı dağlarında, Alplerde, büyük denizlerin balinalarında, Anadolu’nun dağlarında, denizin dalgalarında, yanık türkülerde, vızıldayan arının kanatlarında, bir imamın çağrı ritminde, yağmurun damlalarında, bir kadının umutla açılıp kapanan gözlerinde, bir çocuğun gülüşünde, güneşin parıldamasında, yıldızların yanıp sönen ışıklarında dolaşıyor. Bunu okuyacak, bununla bütünleşecek sevgilisini bekliyor. * Küreselleşme DOSYASI 1 Ocak 2006 maviADA DERGİSİ 6.SAYI
- Büyük Ödül Barış Pirhasan'ın...
PEN Yazarlar Derneği 2023 Şiir Ödülü Barış Pirhasan'a verildi * Peki kimdir Barış Pirhasan? Dilerseniz şiirlerini ve kendisini biraz tanıyalım. Martılar Kar yağınca Benek benek rüzgârlar Haydarpaşa kuşluğunda Güvertelerden Bayıltırlar suya bakanı Karanlık suya Deniz gökyüzüdür Kara bulutlar Dalgalandıkça Kuşlar alçalıp durur Çatlayan bir bulutsun Konuverirler sırtına * Barış Pirhasan ilk ve ortaöğrenimini Aydın İlkokulu, İngiliz Erkek Lisesi ve Ankara Fen Lisesinde tamamladı. Tıp Fakültesinde iki yıl okuduktan sonra yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde 1976'da tamamladı. Daha sonra Londra'da The National Film and TV School’da yüksek lisans yaptı. 1973 yılından itibaren Yeni Dergi, yönetiminde bulunduğu Militan ve Sanat Emeği, Yazko-Edebiyat, Sanat Olayı, Hürriyet Gösteri, Kitap-lık dergilerinde şiirleri yayımlandı. Ekim 1985'te Tarih Kötüdür ve Ağustos 1995'te Babam Benden Hiçbir Şey Anlamıyor adlı şiir kitapları yayımlandı. Hoşça Kal adlı şiiri Kazım Koyuncu tarafından bestelenen şiirin sözleri şöyledir. İşte gidiyorum; Birşey demeden Arkamı dönmeden Şikayet etmeden Hiçbirşey almadan Birşey vermeden Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum! Ne küslük var ne pişmanlık kalbimde Yürüyorum sanki senin yanında Sesin uzaklaşır herbir adımda Ayak izim kalmadan gidiyorum! Gerdiğin tel kalbimde kırılmadı Gönülkuşu şarkıdan yorulmadı Bana kimse sen gibi sarılmadı Işığımız sönmeden gidiyorum! * Barış Pirhasan’ın Ölümden Sonra Aşk ve önceki dönem şiirlerinden oluşan “Barış Pirhasan -Bütün Şiirleri” 2018 yılında Karakarga Yayınlarından yayımlanmıştır. * Bütün şiirleri kitabın tanıtım bülteninde: Barış Pirhasan'ın 1985-2012 yılları arasında yazdığı tüm şiirleri bu kitapta toplandı. Durmadan koşan, durduğunda bile giden ve en huzurlu anında bile kıpırtılı şiirler bunlar. Hâlin, hareketin, oluşun zarif tariflerini vermiyor; gelişigüzel, alışılmış, sığ ve süslü ne varsa, onun röntgenini çekiyor. Şair bir yandan kendini de dikizliyor. Aşk ve kedi, Amerika ve hastanedeki melekler, kırmızı tarihten sallanan beyaz mendiller, coşkulu bir ritimle birbirine karışıyor… Aşkla Kedi Arasındaki Yedi Benzerlik (2012) Babam Benden Hiçbir Şey Anlamıyor (1995) Tarih Kötüdür / İmzasız El Yazıları (1985) Yazısı yer almaktadır. * “Ölümden sonra Aşk” Kitabının arka kapak yazısında ise : Umut, babadan kalan ağır miras; eğip bükmeden, kırıp dökmeden taşınacak. Gazi, Yenibosna, Berlin, Cohen, Sırrı Süreyya, Berkin… Tarihin kaldırımından yola fırlamış ne kadar romantik, delikanlı çocuk varsa, onların aşkına umut taşınacak. Ölümden Sonra Aşk, acısıyla ve güzelliğiyle yayılmacı. Barış Pirhasan terk ediyor, özlüyor, unuttukça hatırlıyor, korkuyor, bıkıyor, kavuşuyor ve insanı şiir yazmaya özendiren bir mana trafiğine çıkarıyor. * Sinemaya senarist olarak bilimkurgu türünde olan 1983 yapımı Badi filmiyle başladı. 1985 ve 1990 yılları arasında, Atıf Yılmaz'ın yönetmenliğini yaptığı Adı Vasfiye, Aaahh Belinda, Değirmen, Asiye Nasıl Kurtulur, Kadının Adı Yok ve Bekle Dedim Gölgeye adlı altı filmin senaryosunu yazdı. 1989 yılında ilk yönetmenlik deneyimi olan Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal filminin senaristliğini ve yapımcılığını da üstlendi. Türkiye Yazarlar Sendikası ve Film Yönetmenleri Derneği üyesidir. * Babası Vedat Türkali’nin vefatından sonra İleri haber gazetesinden Bengü Üçüncü, Barış Pirhasan ile bir röportaj yapar. Röportajı gazetede yayınlandığı şekli ile paylaşıyorum. BABAMLA EDEBİYAT DİDİŞMELERİMİZ BÖYLE BAŞLADI... Edebiyatla, ama sadece roman şiir yazılan değil tabi bi de muhalif/solcu edebiyatla yoğrulan bir evde büyümenin sende bıraktığı en keskin anı ne? Çocukken nasıl hissederdin, sonrası nasıl gitti.. Babam hapisten çıktığında yedi yaşımdaydım ve edebiyatla hiç bir ilgim yoktu. Deniz (Türkali) meraklıydı edebiyata, şiire, tiyatroya, oyunculuğa filan. Babamla konuştukları, tartıştıkları olurdu. Bunları anlamaya çalışarak dinlerdim ama iş Deniz’in söz gelimi Yunan tragedyalarının birinden ezberlediği bir monologu babama oynamasına gelince fena halde utanır ve huylanırdım. Hele monologun bana hiç anlamlı gelmeyen bir yerinde ağlamaya başlayınca iyice sinir olurdum. Bu yüzden olacak, babamın “marifet ağlamak değil, ağlatmak…” gibilerden bir sözü, ta o günlerden aklıma kazılmış. Yetmiyormuş gibi kendi yazdığı şiirleri de okurdu Deniz. İşte o zaman ben de gidip bir şiir yazdığımı ve bütün cesaretimi toplayıp okuduğumu hatırlıyorum. “Benim bir düşmanım var…” diye başlayıp, “ve Atatürk demiştir ki, düşmanlar kurt kaynasın…” diye bitiyordu bu ilk şiirim. Şiirdeki “düşman” Deniz’di tabii. Son dizeyi okuduğumda herkes katıla katıla gülmeye başladı. Bu vecizeyi nerden nasıl bulduğumu sorgulamaya başladılar. Şiirlerimi yüksek sesle okumayı hala pek sevmem. Evde tabii ki şiirden, romandan, tiyatro ve sinemadan bol bol konuşulurdu. Hele babam senaryo yazmaya başlayıp, evimize yönetmenler, oyuncular filan doluşunca… Bu konuşmaları dinlemeye bayılırdım. Yaş aldıkça okumaya da başladım tabii. Daha babam eve dönmeden önce Tommiks, Teksas, Red Kid, Tenten müptelası olmuştum. Babam bu resimli romanların yoz Amerikan kültürü olduğu inancıyla bir anlaşma önerdi bana: Bunları okumaktan vaz geçersem, 15 günde bir başbaşa gezmeye çıkacaktık. Yanlış hatırlamıyorsam ikimiz de sözümüzü tutamadık. Okuduğum ilk “ciddi” kitap Oskar Wilde’ın SALOME’siydi. Sanırım renkli ve resimli kapağı ilgimi çekmişti. Ne anladım hatırlamıyorum. Çok sonraları “Salome’nin Aydınlık Gecesi” diye bir şiir yazdım. Orta okul yıllarımda artık iyice sinema dünyasıyla iç içeydik. Konuşulanları daha iyi anladıkça uzaklaştım o dünyadan. İngiliz Edebiyatıyla o dönem tanıştım. Özellikle şiir. Ama yazmayı düşünmüyordum. O kafayla, belki de evden uzaklaşmak için, Ankara Fen Lisesi’ne gittim. İlk olarak o zaman ciddi ciddi şiir yazmaya, hatta kendime şair demeye başladım. Babamla edebiyat didişmelerimiz de böylece başlamış oldu. Sende sonradan başlayan bu aşk, meslektaşlığa dönünce baba-oğul çetin mücadeleleri de başlatmış olmalı.. Babanın yaptığı işlerle ilgili konuşup, fikirleştiğiniz olur muydu? Yahut o senin yaptığın işleri eleştirir miydi? Mesela en iyi yaptığın işin şu.. ötekisi berbat.. filan dediğiniz anlar.. Eleştiriler acı doludur gibime geliyor ama…? Her zaman, hep. Onun, senaryolar ve polemikler dahil, okumadığım tek bir satırı yoktur sanırım. İkimiz de birbirimizi eleştirirdik. O, eleştiride çok acımasızdı. Zaten bunu bütün edebiyat dünyası bilir. Benim de bu konuda hiç bir ayrıcalığım yoktu. Tam tersine! Onunla ilişkimize bir eleştiri yağmuru denebilir. Bu bir yandan çok geliştirici bir süreç. Ama çok inatçı ve zaman zaman sinsi olmasaydım çok ezilirdim herhalde. Cesaretim kırılır, ne bileyim, kendim olamazdım. Çünkü onun aklında, benim hiç bir zaman olamayacağım, olmayı da seçmediğim bir oğul ideali vardı. Okudum dediğim, büyük çoğunluğunu yayınlanmadan önce okudum Vedat Türkali eserlerini. Tabii ki eleştirdim, zaten eleştireyim diye okuturdu. Ama eşit bir ilişki de değildi bu. Dikkatle dinler, ama aklına yatmadığı anda “bi bok anlamamışsın…” deyiverirdi. Kitap yayınlandıktan sonra okuduğumda da, eleştirilerim doğrultusunda ufak tefek değişiklikler yaptığını görürdüm. En sevdiği filmim “Usta Beni Öldürsene”ydi. Benim favorilerim “Bir Gün Tek Başına” ve “Kayıp Romanlar”. Hepimizin babaları/anneleri yaşımız ve yaptıklarımız itibariyle bir dönem bizlerden uzaktı ama sanki konu edebiyatçı bir baba olunca insanlar sürekli filmik bir ambiyansta, dertleşmeler, kucaklaşmalar, ağlaşmalar, el ele şiir yazmalar hayal ediyor... "Babam benden hiçbir şey anlamıyor" kitabın tüm bu durumun kıran kıranalığına bir isyan mı acaba? İsyan olduğunu sanmıyorum. İsyancı bir tip değilim. En azından “isyan” denen şeyden anladığım biraz farklı. Kişiliğim devrimci, komünist, evet isyancı bir aile ve gelenek içinde biçimlendi. Ama bir yandan da ailemizin alabildiğine sofu halalarım kanadıyla ve çok munis ve iyi insan olmak hedefli teyzelerim kanadıyla da çok yakın ilişki içindeydim. Babam hapisten çıktığında ürkek, çekingen, asosyal bir canlıydım. Hiç arkadaşım yoktu ve düşünmek için çok çok fazla zamanım vardı. Babamla da, hayatla da, sonradan siyasal örgütlerle de birlikteliğimin büyük problemi bu oldu sanırım. Büyük, evrensel mücadelelere adanmışlık yanında, kavganın ne olduğu, neden ve nasıl çıktığı, sürdürüldüğü konusunda hiç fikrim yoktu. Hiç bir inanca kuşkusuz sahip olamadım. Benim için isyan, bildiğim kadarını inatla savunmak, bir de kendini o kadar önemsememektir. O kitabı okuyanlar, en çok kendime isyan ettiğimi görürler zaten. 'BABAMIN O FİLMİ GÖRMESİ NE GÜZEL OLURDU...' Bir Gün Tek Başına uzun zamandır bildiğim, Bitti Bitti Bitmedi kitabı da bir zamandır filme çekilecek diye dolanır durur hep, hatta Bir Gün Tek Başına’nın senaryosunu sen yazmıştın… “Bitti Bitti Bitmedi”den çok sıkı bir film çıkar. Ama bu yalnızca bir fikir. Bu konuda bir adım atmadık. BGTB’yı yapmak için yıllarca uğraştık. Ben o romanın ilk tretmanını sanırım 20 yıl kadar önce yazmıştım. Olmadı. Sonra bir kaç kere yine ciddi kolları sıvadık. Hatta bir kaç yıl önce işin kıyısına gelmiştik. Başta babam, Yusuf (Pirhasan); Müge Beceren ve ben yazdık senaryoyu. Storyboard’lara, sanat tasarımına, mekanlara kadar her şey hazırdı. Son anda yatırımcılardan biri vazgeçti projeden. Yine olmadı. Sonra ben çok farklı ve daha ucuza çekilebilecek, ama (bence) etkisi daha büyük olacak bir taslak yazdım. Olmadı olmadı… Babamın o filmi görmesi ne güzel olurdu. Vaz geçmedik. Fırsat kolluyoruz. İlla ki yapılacak. Barış Pirhasan'ın çok etkilendiği, ah ulan keşke ben yazsaydım/çekseydim dediği işler var mı? Etkilendiğim, ohoo, çok şiir roman oyun film müzik resim falan da filan var. Keşke ben yazsaydım veya çekseydim meselesine gelince… Bunu yapıyorum zaten. Kimi zaman açık seçik, kimi zaman çaktırmadan. Şiirse, çeviriyorum. Filmse ya adını vererek, ya da uzak bir çağrışımsa yalnızca esinlenerek şiirini yazıyorum. Zaten o bayıldığım işi ben yapmış olsaydım o kadar güzel olmazdı ki… Son olarak babana bir selam edelim istiyorum; yapmayı çok istediği, yapamadığı ve de bu sektörde uzun yıllar yazmış/yaratmış birisi olarak sana “bunu asla yapma” dediği şeyler illa ki vardır..? Valla öyle bir şey sordun ki, ruhu seni ziyarete gelirse şaşırma (gülüşmeler- ben: ‘elbet gelsin’) Yapmak istediklerinin yanında yapabildikleri minicik kalır. Bir kere film çekmek istiyordu. Gönlünce film çekemedi. Çektiğim bütün filmlerin setlerine geldi. Hadi ilk filmimi İstanbul’da çektim, gelecekti tabii. İkinci “Usta Beni Öldürsene”yi Macaristan’da çektim. Geldi. “O da Beni Seviyor”u Malatyada çektim, ordaydı. Hepsinde de bir biçimde işime karıştı. Onu tanımayanlar “yahu baban seni kıskanıyor mu nedir?” diyesi oldular. “Kıskanıyor tabii ama zannettiğiniz gibi değil…” dedim. Yazmak istediği daha bir sürü roman vardı. Dopdolu gitti. Zaman zaman bir sürü lüzumsuz işle, engelle boğuştu, sinemamızın en seçkin sanatçılarının yanında, saçma sapan, kimi cahil, kimi korkak adamlarla da çalışmak zorunda kaldı. Kendi sözüdür: “Beni övecekseniz, bu ortamda, bu adamlarla nasıl yapabildi bu işleri diye övün…” derdi. “Bu senaryo olmamış, getir birlikte çalışalım” dediği olurdu. Bunu asla yapma dediği bir şey hatırlamıyorum. Asla yapma diyeceği bir işi zaten yapmayacağıma güveniyordu sanırım.. Barış, babasını yolcu ettikten sonra Berlin’deki evine döndü ve “kocaman” bir şiir yazdı. Kocaman diyorum çünkü bu kadar kalpten yazılan bir şeyi tarif edebilecek kelimeler benim kelime hazinemde yok. Ben de belki görmemiş/okuyamamışsınızdır henüz diye onunla bitirmek istedim.. Barış Pirhasan 2016 yılında babasının vefatından "ÖLÜMDEN SONRA AŞK" isimli şiiri yazmıştır. İşte şiirin sözleri Şiirlerimizi sevmezdik birbirimizin Bence onunkiler takır tukur, onca benimkiler sulu sepken Sonra günlerden bir gün bir şiirini okurken Dank etti kafama: Babam değil ki bunu yazan, gencecik bir komünist İmrendiğim deli fişek militanlardan biri O zaman bir muhabbet kapladı içimi Öyle kurtuldum oğul olmaktan Ama sabırla bekledim ölmesini. Güle güle git genç adam, her canlı gibi, balık, kirpi, kaplan, yaban kazı gibi git Özlediğin kanatlar, yüzgeçler, hepsi senin şimdi Ohhh diye esiyor rüzgarın git buralardan, görev tamam Şimdi bilmenin vakti bilmediklerimizi Nehirler, bulutlar, trenler, gemiler gibi git dünyayı dolaş Müjdeler olsun, insan olma faslı bitti Artık gönlümce, korkmadan, kırılmadan, utanmadan sevebilirim seni. * 2023 Şiir Ödülü'nün Barış Pirhasan'a verildiğini duyuran PEN Yazarlar Derneği tarafından: “Kalabalığa hiç karışmadan kalabalıktan biri gibi yazdı. Şiirin hayatı varsa hayatın da bir şiiri vardı. Oyunun da bir gerçeklik biçimi olduğunu kanıtladı. Sık yazmasa da şiir düşüncesini hep ve her yere taşıdı. Tarih kötüdür. Şiire bunu bilerek başladı. 70’li yılların öncü şairlerinden oldu. Öncü, özgün ve özel bir şair olarak anıldı. İyi bir şair şiirinde başka iyi şairleri de ağırlar. Onun şiirinde Orhan Veli de, Ece Ayhan da, Metin Eloğlu, Ergin Günçe de var. Zaten biz başkalarıyla kendimiz olmuyor muyuz? Şiirin yüzünü güldürecek, okuru sevinçten ağlatacak şiirler yazdı.” Şeklinde açıklamada bulunuldu. Ödül TÜYAP İzmir Kitap Fuarı'nda 18 Mart tarihinde verileceği duyuruldu. Şiirsiz bir dünya olmaması umudumuzla… Semihat Karadağlı /18.03.2023 * Yararlanılan Kaynaklar: 1)- Wikipedia 2)- Duvar gazetesi 07.09.2016 3)- Cumhuriyet Gazetesi 03 Mart 2023 4)- İleri haber/ Bengü Üçüncü / 11.09.2016 tarihli röportajı 5)- Barış Pirhasan – Bütün şiirleri/ Kara Karga yayınları/2018 6)- Barış Pirhasan- Ölümden sonra Aşk/ Kara Karga yayınları /2018
- 70. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Kazanan Belli Oldu
ER 0 der “Sait Faik Hikâye Armağanı” sahibini buldu. Bu yıl 70’incisi düzenlenen yarışmada, Barlas Özarıkça’nın “Hay” adlı kitabı ödüle layık görüldü… Kitaplarının telif haklarını ve mal varlığını Darüşşafaka’ya bağışlayarak annesi ve/veya babası hayatta olmayan, maddi olanakları yetersiz çocukların eğitimine destek veren, Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından Sait Faik Abasıyanık’ın anısına 1964 yılından bu yana düzenlenen Sait Faik Hikâye Armağanı’nın 70’incisinin sahibi Barlas Özarıkça oldu. Doğan Hızlan’ın başkanlığını üstlendiği, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Prof. Dr. Jale Parla, Beşir Özmen (Darüşşafaka Cemiyeti Temsilcisi), Metin Celal ve Jale Özata Dirlikyapan’dan oluşan Seçici Kurul, 70. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı; gerçeklik ile düş arasında güçlü ve inandırıcı bağlar kuran, edebiyatın özünde saklı büyüyü ortaya koyarken zaman ve mekânı aşmaya çağıran, içten anlatımı ve rahat söyleyişiyle dikkati çeken öyküleriyle Barlas Özarıkça’nın Metinlerarası Kitap etiketiyle yayımlanan Hay adlı kitabına vermeyi kararlaştırdı. Sait Faik Hikâye Armağanı 1955’te yazarın annesi Makbule Abasıyanık tarafından kurulan Sait Faik Hikâye Armağanı, 1964’ten beri Darüşşafaka Cemiyeti tarafından veriliyor. Sait Faik’in annesi Makbule Abasıyanık’ın vasiyetnamesi doğrultusunda dönemin ileri gelen edebiyat ustalarından oluşturulan jüri, o yıl içinde yazılmış en iyi hikâye kitabını seçerek “Sait Faik Hikâye Armağanı”nı veriyor. Her yıl yazarın ölüm yıl dönümünde verilen Armağan, 2012’den bu yana Darüşşafaka Cemiyeti ile Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ile iş birliğiyle düzenleniyor.
- VEDAT GÜNYOL DENEME ÖDÜLÜ
BAŞVURULAR BAŞLADI * maviADA * Yıllardır Kartal Belediyesi koordinatörlüğünde ve birçok kurumun destek ve katılımıyla yapılan Vedat Günyol Deneme Ödülü Yarışması'nın 9. su düzenleniyor. VEDAT GÜNYOL 9. DENEME ÖDÜLÜ YARIŞMASI İÇİN BAŞVURULAR ALINMAYA BAŞLANDI Kartal Belediyesi, Yazarların Cumhurbaşkanı olarak anılan; öğretmen, eleştirmen, yazar, yayıncı ve çevirmen Vedat Günyol anısına düzenlediği deneme yarışmasının 9’uncusunu gerçekleştiriyor. 'Vedat Günyol Deneme Ödülü Yarışması’na katılmak isteyen yazarlar için başlayan başvurular, 15 Kasım 2024’e kadar devam edecek. Başta edebiyat alanına giren sorunlar olmak üzere toplumsal yaşam içinde insanı ilgilendiren hemen her konuya eğilen ‘Yazarların Cumhurbaşkanı’ Vedat Günyol’u gelecek kuşaklara tanıtmak ve deneme alanındaki çalışmalarını desteklemek amacıyla tüm yazarların katılımına açık olarak düzenlenen “Vedat Günyol Deneme Ödülü’nün başvuruları alınmaya başlandı. Kartal Belediyesi, Türkiye Yazarlar Sendikası, Cumhuriyet Gazetesi, P.E.N Türkiye Yazarlar Derneği ve İstanbul Atatürk Lisesi Mezunları Vakfı işbirliği ile gerçekleştirilecek olan 9. Vedat Günyol Deneme Ödülü’ne adaylar, deneme tarzında yazılmış eserlerle katılabilecek. Başvurular 31 Temmuz-15 Kasım 2024 tarihleri arasında yapılacak. Başvurular posta yoluyla alınacak. Eserler, Adem Uçar, Adil İzci, Adnan Özyalçıner, Arif Kızılyalın, Celal Ülgen, Halil İbrahim Özcan, Hürriyet Yaşar, Hüseyin Köse, Mehmet Özkan Şüküran, Onur Çalı, Rengin Cemiloğlu, Tahir Şilkan ve Uğur Kökden’ den oluşan Seçici Kurul tarafından değerlendirilecek. 9. Vedat Günyol Deneme Ödülü’nde derece alan yazarlar, seçici kurul tarafından; 1’incilik, Jüri Özel Ödülü ve Genç Deneme Yazarı Ödülü kategorilerinde ödüllendirilecek. 1. Adaylık Adaylar, farklı alan ve konularda, deneme tarzında yazılmış, yayımlanmış veya yayımlanmamış ise 1,5 satır aralıklı 12 punto Arial ya da Times New Roman fontlarıyla en az 30 sayfa Türkçe olarak yazılmış çalışmalarıyla yarışmaya katılabilirler. Yürütme Kurulu, ödül verileceğini duyurur ve başvurmaları için adaylara açık çağrıda bulunur. Ödül için adaylar kendileri başvurabilecekleri gibi başka kişiler, kurum ve kuruluşlar da aday bildirebilirler. İlgili kuruluş ve kişiler, adaylık için gerekli genel koşulları yerine getirmek zorundadırlar. Yarışmaya, yurt içi ve yurt dışından herkes katılabilir. 2. Aday Olabilmenin Genel Koşulları a) Vedat Günyol Ödülü Yazmanlığı’na gönderilmesi gereken, ödüle başvuru dosyası şunları içermelidir: (her birinden 11 adet) • Eğer basılmış ise adayın kitabı; • Eğer kitap basılmamış ise en az 30 sayfa ve spiral sırtlıkla ciltlenmiş çalışma; • Adayın özgeçmişi; adayın adresini, telefon numaralarını, varsa e-posta adresini içeren imzalı başvuru dilekçesi. Gönderilen kitap ve dosyalar, değerlendirme sonrasında iade edilmeyecektir. b) Kendileri aday olmaksızın ödüle aday gösterilenlerden, Seçici Kurul’un değerlendirmesinden önce adaylıkları için bizzat kendilerinden veya yasal vekillerinden onay alınır. c) Son 2 yıl içinde yayımlanan kitaplar ödüle aday olabilir, daha önceki tarihlerde yayımlanan kitaplar ödüle aday olamaz. Daha önce ödüle aday olan yazarlar yeni eserleriyle yeniden aday olabilir. Ödüle aday gösterilen eserler bir daha aday olamaz. d) Ortak çalışmalar, ortak kitaplar ödüle aday olabilir. Çalışmayı gerçekleştirenler ortak aday sayılır. e) Ölmüş kişiler aday gösterilemez. Adaylık için başvurmuş ya da gösterilmiş bir kişi adaylıktan sonra ölmüş ise değerlendirmeye alınır, kazanırsa ödül yasal mirasçılarına ödenir. f) Vedat Günyol Deneme Ödülü’nü kazananlar, daha sonraki yıllarda ödül için yeniden aday olmak için başvurabilir. g) 2024 yılı için adaylık başvuru süresi, 31 Temmuz’da başlar ve 15 Kasım’da sona erer. Postadaki gecikmeler kabul edilmez. 3. Ödüllerin Dağıtımı Seçici Kurulun belirleyeceği ödüller 9 Mart 2025 Pazar günü düzenlenecek ödül töreniyle sahiplerine verilecektir. Ödüllerin Dağıtımı Birincilik Ödülü 30 Bin TL Jüri Özel Ödülü 15 Bin TL Genç Deneme Yazarı Ödülü 15 Bin TL Başvuru adresi; Kartal Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü Yukarı Mah. Belediye Cad. No:6 Kartal/İSTANBUL Tel: 0216 280 58 09 fatmayigit@kartal.bel.tr * maviADA *
- OĞUZ TANSEL ARAŞTIRMA ÖDÜLÜ
BİLKENT ÜNİVERSİTESİ, OĞUZ TANSEL TÜRK EDEBİYATI ARAŞTIRMA ve UYGULAMA MERKEZİ OĞUZ TANSEL 2024 HALKBİLİM ARAŞTIRMA ÖDÜLÜ Ödüle katılım koşulları: § Ödül bu yıl Halkbilim alanında bir araştırma yapıtına verilecektir. § Ödüle aday yapıtın 01.01.2023-31.12.2023 tarihleri arasında yayımlanmış kitap; yayımlanmamışsa, kitap oylumunda dosya olması gerekmektedir. Kitap bütünlüğünde yayımlanmamış yapıtlardaki sözcük sayısı en az 30.000 olmalıdır. Ödüle bir araştırma dosyası, yüksek lisans veya doktora tezi ile de başvurulabilir. § Ödüle son başvuru tarihi 31.07.2024’dür. § Ödül, düzenleme kurulu ve seçici kurul üyeleri ve bunların birinci derece yakınları dışında tüm katılımcılara açıktır. § Ödül tek yapıta verilecektir. § Yapıt kitap bütünlüğünde yayımlanmış ise 7 adet gönderilmelidir. Daha önce yayımlanmamış yapıtlar, A4 boyutunda kağıda,12 punto ve 1,5 satır aralığıyla bilgisayarda yazılmış 7 ayrı dosya biçiminde düzenlenmiş olarak kargo ile gönderilecektir. Yayımlanmamış yapıtlar PDF formatında da gönderilebilir. § Katılımcının kısa özgeçmişi, iletişim bilgileri de aday gösterilen yapıtla birlikte ulaştırılmalıdır. Bunlar e-posta ile gönderilebilir. § Ödül tutarı 20,000 TL olarak belirlenmiştir. § Ödüle birden fazla yapıtla başvurulabilir. Ancak ödül, tek bir yapıta verilir. § Ödüle katılmak için gönderilen eserler iade edilmeyecektir. § Ödül töreni 2024 yılı içinde yapılacaktır. Seçici kurul: Mehmet Kalpaklı (Başkan, Bilkent Üniversitesi), Aynur Koçak (Yıldız Teknik Üniversitesi), Cenk Güray (Hacettepe Üniversitesi), Çiğdem Kara (Anadolu Üniversitesi) ve MetinTuran’dan (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi) oluşmaktadır. Başvurular ottem@bilkent.edu.tr e-posta adresine veya şu posta adresine yapılacaktır: BİLKENT ÜNİVERSİTESİ, İNSANİ BİLİMLER ve EDEBİYAT FAKÜLTESİ, H BİNASI 2. KAT, OFİS NO: H 249 BİLKENT, 06800 ÇANKAYA, ANKARA Sorularınız için: ottem@bilkent.edu.tr
- Yazın Yarışması
25. MEVLÜT KAPLAN Edebiyat Ödülü/2021 Çocuk ve Gençlik Romanı Yarışması Hazır Dosya ya da Basılı Kitap * Özgür Eğitim Yayınları’nın sürdürmekte olduğu Mevlüt KAPLAN adına düzenlenen “Yazma Yarışması”, 2021’de “ROMAN” dalında olacak. A) AMAÇ: Yazarlarımızı özendirmek, yazdıklarını değerlendirmek, nitelikli yapıtlarla çocuk düzeyine uygun, yazınımızı zenginleştirmek. B) KOŞULLAR: Yarışma herkese açıktır. Konu seçimi serbest. Dil ve içerik 8-18 yaş düzeyini kapsayacak. Roman dosyası 50 sayfadan az, 60 sayfadan çok olmayacak. (A4 boyutlu kâğıda) çift aralıklı olarak daktilo ya da bilgisayarla yazılacak. Yarışma, 2020-2021 yılında yayımlanmış çocuk-genç roman kitaplarına da açık. Yarışmaya katılma süresi 9 Eylül 2021 günü saat 17.00 ’de sona erecek. Yazarlar yarışmaya tanınmış oldukları adla katılacak. Yarışmaya beş dosya ya da beş kitapla girilecek, ürünler geri verilmeyecek. Dosya ya da kitaptan birine yazarın kısa özgeçmişi, fotoğrafı, açık adresi, telefon numarası eklenecek. C) ÖDÜLLER: Birinciye; 2.000 TL ödenecek. İkinci, üçüncü ve mansiyon ödülü kazananlara plaket ve kitap seti verilecek. Dereceye giren eserler ileride kitaplaştırılacak olursa şairle sözleşme yapılacak. D) YAZIŞMA ADRESİ: Özgür Eğitim Yayınları 858 Sok. Paykoç Han No:9/B Konak / İZMİR Tel - Faks (Belge Geçer): (0232) 484 10 39 e-posta: mevlutkaplan35@mynet.com
