
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- ADA
ADA * Şenol YAZICI Altın Postu izlediniz mi? Argonautika 'yı yani? Öyküsünü aldığı Rodoslu Apollonius'un İsa'dan önce üçüncü yüzyılda yazdığı altı bin dizeden oluşan destansı yapıtını, Akhalı gemicilerin olağanüstü maceralarını okumadınız mı? Öyleyse, talihsiz kuşaktansınız demektir. Talihsizliğiniz hep sığ suların balığı olacağınızdan... Önlem almaz, kendi derinliğinizi, uçurumlarınızı, dağlarınızı ve adalarınızı; yani kendi maceranızı yaratamazsanız, bir süre sonra ne filminiz, ne kitabınız ne de aşkınız kalacak sözü edilmeye değer. Kırkınızda iki ay öncesinin bilgisayar modeli gibi çağını yitirip çiçek saksısı bile olamayabilirsiniz. İnsanın en azından bir adası olmalı. O da mı yok? Üzülmeyin benim de yoktu... En ciddi eksikliğimin, o olduğunu bulmam uzun sürmüştü. Sonunda yaratmaya karar vermiştim. Satın alamayacağıma göre... Var mısınız bir ADA yaratmaya? * Niyetiniz beni öldürmekse, bir tatil sabahı, dördüncü taşıyıcı olarak cenazeye çağırın. Gelemem, diyemeyeceğime göre... halim o. Sabah sekiz otuzda bütün güzelliğim üstümde, Gemlik yolundaydık. Marmara, günde bilmem kaç bin ton zehirli atığın denize döküldüğünü, balıkların terminatör kılığında gözükmeye başlamasından anladığımızdan bu yana, sesini yitirmiş. Dünyanın en büyük açık yüzme havuzu şimdi çöplük. Tarih, buna neden olanları Hitler kadar sevimli anımsayacaktır. Kalabalıksa gene kalabalık ama ses yok, renk yok. Mudanya'ya doğru sahil, bir yanı zorunlu kalmalarda, bin yanı kalk gidelimler de... isteksiz isteksiz yaz hazırlığındaydı. Kurtuluş Savaşında önemli bir yeri olan eski tren garını, müze yerine lokanta yapmışlar. O zamanlar gitmiş, dinozorları arar gibi tren yolunu, anlaşma imlerini aramış, "Mudanya'da trenin ne işi var" diye bakan insanlara boşuna sormuştum. Bu Mudanya, o Mudanya değildi. Ulubat gölü kahverengi dalga. Dilim, kirleniyor demeye varmıyor ama bu renk de su rengi değil. Bir kezinde, kıyıdaki küçük kasabaya közde sazan yemeye gitmiş, sardunyaların ve Türk rengi karanfillerin biber gibi koktuğu bir evde, bahar gecesinin serinliğini aşmak için yaktığımız mangaldan öle yazmıştım. Merdiven merdiven nakıştı yastıkları ve kül suyu kokardı. Hey gidi gençlik hey! Karacabey soğanlar şehri... Bin yıldır neyse gene o. Tek çivi çakılmadan, tek bir çılgın ışık göklerine yükselmeden kıyameti göğüsleyecek kesin. Sanki bir olanak verilse, nesi varsa yüklenip başka yere taşınacaklar, hem de yarın... Bu duyguyu iyi bilirim. Bozulan musluğu bile onarmak gelmez içimizden. Yaşadığınız yeri bir öldürmeyin yüreğinizde. Ya da insanı... Bandırma son hızla, sığamayacağı bir koltuğa oturmaya çalışıyor. Doksan bin nüfus, tıklım tıklım caddeler... bir zamanların şirin sahil kenti değil. Adam gibi bir iki fabrikası daha olsa, tam İzmit... Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O, sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden, birbirine benzeyen yaşlı ama hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açelyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım. Erdek'e sapıyoruz. İki yönlü yol denizi karadan koparmış. Geniş kumsal, bedenimde hala dikenlerini taşıdığım denizkestanelerine ve ine cine teslim. Geçen temmuzun yıldız dolu bir gecesi, dibinde sabahladığımız beyaz tekneyi arıyorum gözlerimle. Kuma yan yatmış, kararmış gövdesiyle hüzünlü duruyor. Şimdi benim, o gece olduğum kadar yalnız. Bir zamanlar çok geldiğim Berlin Motel diğerleriyle birlikte satılık. Kıyı boyu kamplar kamplar; özeli geneli.... Çoğu uyduruk, iğrenç bir yapılaşma ve tel örgüleri ya da taş koruma duvarlarıyla denizi kesip almış. Kampsızlar, salt bakma, görme lüksüne sahip. Buna kimsenin hakkı olmamalı. Anadolu'nun bir kasabasından pek farkı olmayan bu yere, deniz için geliyor insanlar. Para ve yaşam getiriyorlar. İş, salt bakmak ve görmekse, ayaklarının altında birer leğen, salonlarının duvarlarına bir deli okyanus resmi koyup, daha güvenli ve ucuza görebilirler denizi. 'Gemi' diyor yol arkadaşım, ikide bir. 'Bir gitti mi?..' Günde bir kezmiş. Oysa ben, anılar ve sosyoekonomik incelemelerin peşindeyim. Bırak Erdek ekonomisi, turistini Ege ve Akdeniz'e kaptırıp batsın. Anıları göm, onca hatayı da... elveda gençliğim, hoş geldin yarın. Yaşamda ayrılıkların en zoru, gençliğinden ayrılmakmış, demiş adam. Hangi adam? Uydurma... Kimse yaşlanmayı beceremiyor ki. Peki, yaşam kırkında başlar, diyen kim? Bir bulursam... Senin gençliğini de bilirdim, diyenler çıkar. Uzatma. Günde bir sefer mi? Ölümlük hal filan olsa?.. O durumda ölecektiniz. Adaya ring seferleri konsa, en azından birkaç kez; kurtarmazmış. Biz hep sermayeyi sağlama alan işler yaparız ya. Üç buçukta gemideyiz. Şimdi, ADA böyle mi yaratılır demeyin, böyle yaratılır. Öncelikle kara olacak. Bıktığınız, umutlarınız ve dününüzü yiyen insanlarınız; sevgilileriniz, arkadaşlarınız, amirleriniz, memurlarınız olacak. Upuzun çayırlar boyu koşabileceğiniz dağlar olacak, ovalar, yollar... ve deniz. İlkel bir tekneyle geçeceksiniz adanıza ya da yüzerek... ve kara, aklınızı atsanız, göremeyeceğiniz kadar uzaklarda kalmalı. İnsanın aklına 'ada bir intihar mı?' sorusu geliyor, değil mi? Belki, ama en azından kendi seçiminiz. Şimdi denizdeyiz... Ben bir Argonaut'um. Altın Post'u tanrıların elinden alacak antik devir savaşçısı. Herakles, Katos, güzel Media yanımda yok, ama olsun; şimdi bireysel kahramanlıklar çağı... Acaba gemim Argo'yu, tanrıça Athena takım yıldız yapar mı? Bir gravür görmüştüm, bir antik devir gemisi o dönemin güçlü kent devletlerinden KYZİKOS'un önüne geliyordu. Altın Postu bulmaya giden Argonotlardı. Çok da iyi karşılanıyorlar, ayrılırken de öyle uğurlanıyorlardı. Ne var ki çıkan fırtına nedeniyle geri dönmek zorunda kaldıklarında bu kez onları tanımayan kral ve adamları onlara kötü davranınca Argonotlar da Kyzikos'u yakıp yıkarak Altın Post 'un peşine burdan yola çıkmışlar, Argo'yla. Gerçekten de Erdek ve kıyıları o gravüre ne kadar çok benziyordu. Bindiğim gemiye bakınca moralim bozuluyor. Arabalı sıradan bir feribottayız. Kurt dedesi ilk tekneden bu yana binlerce yıl geçmişse de o pek değişmemiş; gösterişli örneklerinden değil. Önünde mahmuzu, beyaz yelkenleriyle kabaran bir kuğu gibi, Bosfor'u aşmaya çalışan Argo'ya göre çok zavallı. Tek bir yıldız bile olmaz bundan, değil takım... Erdek'e onca gelip giderim, Narlı'nın karşısında bu kadar çok ada olduğunu bilmezdim. Marmara, Paşalimanı, Türkeli, Hayırsız, Kaşık, Koyunlu... Denizin ortasında bozkır bozkır duran kara parçalarının üstünde, tüm unsurlarıyla tam bir yaşam olduğunu hiç düşünmedim. Marmara adaları Erdek'e bağlı. Bir zamanlar Erdek ve diğer adalar, dahası Mudanya önlerindeki İmralı bile denize adını veren, mermerleriyle ünlü Marmara adasına bağlıymış. O zamanlar Yahudi'si, Rum'u, Türk'ü tam on bin kişi yaşarmış adada. En azından dört bin yıllık işlenmiş mermer geçmişi olan ada, antik devirdeki adıyla Prokonnesos, azınlıklar gittikten sonra da bir süre canlılığını sürdürmüş. Paşabahçe'nin tesisleri , su dolum üniteleri, elini uzatsan yakalayacak kadar çok kılıç balıkları , kendine yeter suyu, ormanı, rutubetsiz havasıyla gösterişli bir süreç geçirmiş. Ne zaman ki yazlıkçı, Akdeniz'i keşfetmiş, yoksullaşmış. İşletmeler kapanmış, kılıç balıkları göç etmiş... bilinen öykü. Nüfusu bin beş yüz çevresinde şimdi. Sürekli göç veriyor. Mermeri de olmasa unutulacak. Arsa fiyatları çok ucuz, ama dik yamaçların dibindeki kumsal azlığı, tatilcinin eğleneceği alanların üretilemeyişi gibi nedenlerle üstünlüğü karşısındaki Avşa' ya kaptırmış. Şimdi, bir anlayan geliyor, bir de zorunlu olan. Adlarını duyurmak için de bir şey yapamıyorlar, çünkü paraları yok. Oysa tatili dinlenmek, beyninin ceplerinde unuttuklarını anımsamak, bir boy aynasında kendini görmek olarak alan, yaşama sevincinin insanın kendi yüreğinde olduğunu, vitaminler gibi dışarıdan, gürültüden, vur patlasın çal oynasından alınamayacağını, ancak alkol etkisi gibi alınıyor sanılacağını bilenler için bulunmaz bir yer. Öyle de daha Paşalimanı'nın dantele kıyılarını bulamamıştık ki ayaklarımı sağlam basacağım, dilersem, bin yıl aynı yere bir kez daha basmadan yürüyebileceğim kara özlemim neden başladı, anlayamadım. Oysa her şey yolundaydı. Yol arkadaşım, beni 'çook ünlü bir yazar' diye tanıtıyor, korkunç ilgi görüyor, benim insanımın, ayaküstü nasıl peygamberler üretebildiğinin gizini fark etsem de önüne geçemediğim çakma bir bilgelikle yere göğe sığamıyordum. Sadece biletleri toplayan adam: 'Dönecekseniz, sabah yedide iskelede olun yoksa kaldınız,' demişti. Yetmişti. Yani gece ya da istediğim bir zaman, çıldırsam gidemezdim. Aklıma yârim düşse, 'koynunda uyuyacağım arkadaş' desem, gidemezdim. Arabamı, bu yüzden; kaçma özgürlüğüm hep yanımda olsun diye, evlerini sırtlarında taşıyan kaplumbağalar gibi taşıyor, ağaçlara bile çıkarıyordum. Burada boşunaydı. Boynumdan tutulmuş, bıçağın altına sürükleniyordum ve hayır diyemiyordum, o haldeydim. Bir yazar yeniliklere hayır, dememeliydi... hayır, yüreğinde dünyayı tutan bir çığlık olsa da mı? Kaçsa mıydım? Her yan deniz. Denizleri yüzerek geçenlerden utanıyorum, o denli iyi yüzme bilseydim belki de denerdim. Gözüm kararmış, ardımızda kalan, köpüren dalgalarıyla büyüyen denizin ötesinde, giderek hatları belirsiz bir siyah kütleye dönüşen Narlı'ya kadar yüzmek benim işim değil. Bir tekne geçse... Tekneden tekneye... aklıma eski korsan filmleri geliyor, bir halatın ucunda sallanarak karşı gemiye geçiyorum. Ya araba? Sürükleniyorum, öyle gidiyoruz. İki küçük adanın arasından yüksek tepeleriyle adadan daha çok dünyanın geniş karalarına bağlı bir kıta gibi dikilen Marmara adasına yöneldik. Dik yamaçlarına ilişmiş bir iki yerleşim birimi buradan seçiliyor. Ardında Tekirdağ kıyıları, elini uzatsan dokunacakmışsın gibi yakın. Yazları Şarköy'den kalkan gemiler, Erdek'e yolcu taşıyormuş. Yanaşıyoruz. Hep merak etmişimdir. Gemi en eski ulaşım aracı değil mi? Adalı içinse, herhalde vazgeçilmez araç. O zaman köklü bir kültürü olması gerekir, diye düşünüyor insan. Dağ başlarında trenlerin beklenmesi için küçük kulübeler vardır. Otobüslerin yolları üstünde duraklar... Ne var ki, çoğu liman ve benzerlerinde yolcuya bu tip hizmetler çok görülür. Gerçi çoğu liman da limana benzer, Marmara'da iskeleyi bulmak için gemici deneyimi gerek. Sıra bir rıhtımı var. Bir rüzgar alsa, gemilerin demir tarayıp İstanbul önlerine düşmesi işten değil. Korunaklı bir limanı yok. Gemiden inince de daha ayılmadan paldır küldür bir caddede alıyorsunuz soluğu. Ne bir bekleme evi, ne bir çay bahçesi; antik devirden kalma denizci bir yerleşim yerinde olmanın farkını duyuran tek im, etkileyici bir anıt. Ne var ki o da çok eskinin değil, Kurtuluş Savaşında ada için savaşırken şehit düşen iki Türk'ün mezarı. Hiçbir mimari özelliği olmayan yeni yetme binalar kıyıyı göğüslemiş, kent varoşlarında biraz arsa azlığı, biraz çok kazanma arzusu sonucu, çoğu kağıttan bile ev yapacak matematiksel bilgisi olmayan yapıcıların diktiği çok katlı binaların, bu adada işi ne olabilir, diye düşünüyorsunuz. Öyle ya, bu zevksiz, kullanışsız yapıların gereçleri, hayli uzak olan Erdek'ten getirildiğine ve ada koşullarına uygun üretilecek evlerden çok daha pahalıya mal olacağına göre. Geçmişe ait izleri, adada olması gereken ya da yakışırdı, diyeceğiniz yapısal dokuyu ancak arka sokaklarda bulabiliyorsunuz. Arabayı bırakıp belediyeye gidiyoruz. Belediye başkanının işi başından aşkın. Binanın önüne bir şeyler yapmayı planlıyorlar. Kimi yerleri yıkmış bile. Çiziyor, adamlarına anlatıyor, bir yandan da bize söz yetiştiriyor. Çevresindekilerin kimisi Karadenizli. Tanıştırıldığımız Refik, onlardan biri. Ada halkının çoğu Karadenizli ya da Girit göçmeni. Karadenizlilerin burada da olması nedense garip geliyor. Ada sendromuna girdim ya, kendimi uzayda sanıyorum, oysa, Afrika'da zenci hamsi olduğunu duymuştum. Başkanın işi bitecek gibi değil, sıkılıyorum. Sabah yedide gitmeye mahkum bir adam oturur mu? Refik bize öncü oluyor, çıkıyoruz. En çok Saraylar'ı görmek istiyorum, mermer yataklarını. Tarih boyunca, işlenmiş mermerlerden gönderilemeyenlerin sergilendiği bir açık hava müzesi gibiymiş. 'Uzak' diyorlar. Çınarlı'ya gidiyoruz. Bir arabanın zor sığdığı sokaklardan, eski taş evlerin arasından geçip batıya yöneliyoruz. Tepelerden giden dar yolun altı, kıyıya değin ev, üstüyse çıplak dağ. Birkaç kilometre sonra, yolun bittiği yerde çınarların gölgesinde bir köye iniyoruz. Bir parkı var ilginç. Sadece çimenlerin üstüne oturmaya izin veriliyor. Ne sandalye ne de bank. Denize sıfır bir kahvenin önünde duruyoruz. Geldiğimden bu yana ilk kez kumsal görüyorum. Küçük dar bir alanı kaplıyor. Bir metre eninde var yok. Sanki başka yerden taşımışlar kumu. M. Antonius, Kleopatra güneşlensin diye, ta Mısırdan Alanya'ya kum taşıtmış ya, onun gibi. İnsanlar, sarıyor çevremizi; hepsi Karadenizli. Kahvede saklamaları koşuluyla kitaplarımdan veriyorum. Güneş denizin üstünden Şarköy yamaçlarına kayıyor, battı batacak. Dönüyoruz. Ben hala Saraylar'a gitmek derdindeyim. Kimsenin aldırdığı yok, kızıyorum. Küsüp alıp başımı gideceğim ya, nereye? Adanın bence en korkunç yanı bu. Küsme hakkınız yok. Siz insanlara, insanlar size istediği gibi davranır, ama kimse kimseye küsemez. Çıldırtıcı. Küsmek bir eğitim yöntemi değil mi? "Böyle sürdürürsen, ben yokum" demek. İyi de evinizde nasıl küsersiniz birine? Ya da nasıl öyle küskün taşırsınız yaşamı? Ada bir avuç, size benzer topu topu yüz, iki yüz kişi. Hele bir yabancı memur filansanız, on ya da yirmi... Hadi küsün. Küsün ve küstüğünüz insanlarla her gün burun buruna, yani aynı evde yatıp kalkmayı sürdürün. Çıldırtıcı bir evliliği bin yıl yaşayın. Of... sınıfta kaldın ada! Dönüşte Refik, 'sizi bulurum,' deyip ayrılıyor. Üzülüyorum, tutunacak bir dal derdindeyim ya, sevecek yanlar bile bulmuştum adamda. İnsan ADA'da farkına varmadan, beni sevin deyip dolaşıyormuş, anladım. Adada birini bulmaktan kolay bir iş yok, bulmama kararınız yoksa. Ne var ki Refik'le görüşemiyoruz bir daha. Girdiğimiz lokanta tıklım tıklım. Kadın erkek, çocuk, içen içmeyen, çalışan, işsiz... bir arada. Herkes birbirine saygılı, Yüksek sesle konuşan bile yok, büyük bir uyum var. Gerçi kafaların iyice dumanlandığı zamanı da görmek lazım ama çıkıyoruz. Anıtın önünden belki yirminci kez geçiyoruz ki Salih Hoca’yla, arkadaşı Hüseyin'e rastlıyoruz. Adalılık boğmuş herkesi, özellikle yabancıları. Git git bitmeyecek karalar özlüyorlar. Geldiğimiz yerlerin nasıl olduğunu soruyorlar. Gerçekte, her yerin bir süre sonra bu yönlü adaya dönüştüğünü düne değin oraların bizim cehennemimiz olduğunu unutmuş; 'cennet' diyoruz, çatlatırcasına. Kara var ya. İstediğinizde terk edebileceğiniz kara. 'Zamanla geçmez mi bu duygu?' diye soruyorum. Geçmezmiş, daha bir artarmış. 'Bir yere gidelim' diyorlar. "Saray..." dememe aldıran yok. Bir gün gelip göreceğim, andım olsun. Ada lisesinin hizmetlisi de bizimle. Eski hizmetlisi demek daha doğru. Emekli olmuş, Edremit'te içkili lokanta açacakmış. “Satamazsam kendim içerim," diyor. Antik devir filozofları gibi; çok bilir, az konuşur... Burada küsme hakkı olmadığı gibi sınıf farkı da yok. Olsa da sevdim bu adamı. Gerçi bu yoklukta kimi bulsam severdim ya... Cennet Tepesi dedikleri bir yere sürüyoruz arabaları. Kuzeyde, zeytin ağaçlarının kapladığı bir yamaçta duruyoruz. Minderleri çıkarıyoruz, dalın birine aküye bağladığımız lambayı tutturuyoruz. Ay, ayla olmuş, büyüyor gökyüzünde. Az aşağıdan, kıyıdan denizin sesi geliyor... Ve akıl almaz bir şey, burada da ateş böcekleri var... Birkaç adım aşağımızda, denize inen patikanın kıyısında, taş oluğundan, suyun uyku veren bir sesle aktığı bir çeşme var. Ateş böcekleri çevresinde halkalar çiziyor. Dört yan su , nerden geliyor bu ateş böcekleri. Y a da aslıyla ne işe yararlar ki her kara parçasında yaratılış, onları da var ediyor? Kim bilir. Cep telefonum çalıyor. Çok uzaklardan, kara denilen o geniş hapishaneden arıyorlar. Yalan ve ihanetin heykeli sayılabilecek en iyi dostlarımdan biri. 'Zorla kendini, kardeş olalım' diyorum, ne hikmetse. Kardeşler ihanet etmez ve sırtından vurmaz mı seni? Adının ihanet olması için, yapanın kardeşin, sevgilin olması gerekmez mi? El adamının vurması doğaldır da yakınının vurması beklenmez. Kardeşler seçiminiz değildir oysa, mecburiyetimizdir, dostlarsa seçimimiz. Kimin budalalığıdır yanlış seçimler? Bu bizi, ihanetin kendi seçimimiz olduğuna mı götürür, suçlu biz miyiz, aslında? Öyle ya, adam gibi dost seçsek, ihaneti yaşamayız. İyi de bize omuz verenler de onlar, başımızı göğsüne gömüp dinlendiğimiz de... Sonra kör bıçaklarla gırtlağımız kesenler de. Of ki of! Yoruldum ada. Kim bilir saat kaçtı ki kente dönüyoruz. Önceden bizi yatıya davet edenler vardı, yol arkadaşımın, iyi arkadaştır, dedikleri. Bu nedenle, Salih Hocanın davetine gitmiyoruz. Ayrılıyoruz. "İyi arkadaşlardan" hiçbirine rastlamadan turluyoruz sokaklarda, hepsi yer yarılmış yerin dibine girmişler. Burada yıllarca öğretmenlik yapmış yol arkadaşım: 'Bura ada' diyor, kafayı takmayacaksın. Sözleri içindeki zehri akıtmıyor, denize tükürüyor. Yıllarca bu köy boyutlarındaki yerde öğretmenlik yap, bir gece yarısı sokaklarda kal ve kimse yatıya çağırmasın seni, küsme. Kendine ya da onlara. Çatlar ulan bu yürek, diyemiyorum. Belli etmediğim bir hüzünle düşünüyorum; istersen tak. Küsme hakkın mı var? Sonunda yaşlı bir noterin evine yığılıyoruz. Adamcağız hiç yüz ekşitmeden yatak seriyor bize. Bende 'saat yedi takıntısı'. Akşamdan uykusuzum, şimdi uyuyacağım ve iki saat sonra kalkacağım. Öldürseler kalkamam. 'Siz yatın' diyorum. 'Ben bir şeyler yazacağım." Arka odaya kapanıyorum, yazarlığımın en güzel öyküsünü yazacağım, niyetim o. Saat yediye gelirken bir paket sigarayı bitirmiş, defterime de bir yığın gemi resmi, yüze yakın değişik karakterde harflerle 'saat yedide gemi de ol' diye yazmıştım. Öykü mü? Başlayamamıştım bile. Nedense iri harflerle; 'dünya güzel, ama ahali yaramaz' diye yazmıştım bir tek. Zamanında sahildeyiz. Çay içtiğimiz kahvenin önünden biri ebruli sarı, diğeri mor iki gül çalıyorum. Salih Hoca, vefalı çıkıyor, belediye başkanıyla birlik iskeledeler. Başkanın varlığı duygulandırıyor beni, uğurlamak için gelmiş adam, çıkarıp kitaplarımdan imzalıyorum. Ben imzalarken başkanın adamı da arabama 'ayak bastı' parası yazıyor. Başkan beni uğurlamaya gelmemiş, para toplamaya gelmiş. Salih Hoca basıyor kahkahayı: "Yahu başkan, Deli Dumrul gibi; geçenden geçmeyenden..." "Yapacak iş çok, başka gelirimiz de yok,"diyor başkan. Umarım, Marmara Adası bu zorunlu katkımı unutmaz. Unutsa da sorun değil, ben kurtuldum ya... Gemide bir anlık çılgınca bir istek duyuyorum; iki yandan akıp giden ıssız adalardan birinde olmayı arzuluyorum. Robinson gibi. Onca yıl olmasa da birkaç gün... Kaptana çıkıp beni oraya indirmesini söylemeyi bile kuruyorum. Yarın işte olmalıyım ama. Bir gün onu da yaparım. Arabaya uyumak için geçiyorum. Son kez gerilerde kalan adaya bakıyorum. Altın Postu şimdi izlesem sever miydim? Bir adada sürekli yaşayamayacağımı düşünüyorum. Doğal koşullar değil, bu korkunç sınırlama beni çıldırtırdı. Buna katlanabilmek, uzun bir eğitimle ya da genlere yerleşik bir özellikle mümkün ancak. Kimi insanlar acı bibere bana mısın demez, onun gibi. Ada buydu işte; ya hapishaneniz ya sığınma yeriniz. Çöl ortasında da yaratabilirdiniz onu. Ben gene de sıkıntılı, dertli, yoğun uğraş istese de karayı yeğlerim. Kavga, yaşamın özünde vardı, ama nedensiz sınırlama, ancak cezaydı. Gözlerimi kapatırken yarattığım adayı yok ettim. Siz kıyamıyorsanız, bir süre daha saklayın. Küsme hakkınızın kalktığını duyumsadığınız anda yıkın, darmadağın edin. Çünkü, küsemeyen insan, artık dişiyle tırnağıyla saldırmanın ve ihanetin eşiğindedir bilin? Hiçbir şeyden değil ama ondan korkun; çünkü iHANET en çok size düşmandır; acziyetin ve yenilginin, yedeği olmayan onurunuza ellerinizle ve ateşle çaktığınız damgasıdır, asla çıkmaz... -Marmara Adasından Bir Görünüm.- * Altın Postu bilir misiniz? 1960'larda ülkemizde de gösterilmiş bir film bu. Senaryosunu Rodoslu ozan Apollonius'un İsa'dan önce üçüncü yüzyılda yazdığı altı bin dizeden oluşan Argonautika adlı destansı yapıtından, mitolojik öyküden alan bir film. BİLGİ EDİNMEK İSTERSENİZ BURAYA TIKLAYIN * AZÇOK OKUNANLAR Ağustos 2024'te 400 ziyaretçi, iki yorum,18 beğeni ile (maviADA 5.SAYI-2007) -Haberci Gazetesi- 1998-
- Ruh Atölyesi Kadınlarımız
ŞENOL YAZICI * KADINLAR her toplumun insan yaratma, yetiştirme, ruh oldurma atölyeleri... BİZ NEYSEK, ne kadarsak; ne kadar insan, ne kadar kahraman, ne kadar alçak, ne kadar soylu, ne kadar soysuzsak hep onların eseri aslında... “Bir başka deyişle, cinsiyetimiz farklı da olsa gerçekte ruhumuz analarımızın ilmik ilmik ördüğü kadardır” diye yazmıştım, Özgecan kardeşin öldürülmesi üzerine sosyal sitelerde yazılan bayan yorumlarından sonra... Biz neysek onların eseriyiz aslında. Bir başka deyişle , cinsiyetimiz farklı da olsa gerçekte ruhumuz kadınlarımız kadardır. O zaman son olaylarda canilere öngördükleri cezalardaki dudak uçurtan yaratıcılığa ne dersiniz? * Zavallı Özgecan Aslan, insanı kanını donduracak hunharca bir cinayetle öldürüldü... Ailesi duydukları büyük acıya karşın bağrına taş basıp sağduyulu açıklamalar yapmaya çalıştı. Türkiye ayağa kalktı. Geç bile kalınmıştı. Sözde yükseltilmeye çalışılan kadın yönünden pozitif bir ayrımcılık varmış gibi duruyordu ama uygulamada ya da sonuçta öyle miydi? Devlet korumasındayken öldürülen kadınları, katillerine kravat taktı diye öngörülen cezai yatırımlarının gülünçlüğünü düşünüyorum da , bir tiyatro gibi... Vahşeti duyan sosyal ağları kullanan hemen herkes, her kesimden insan bir yorum bir öneri getiriyor. İdam geri gelsin, diyenlerden tutun da bu tiplerin hadım edilmesine değin farklı çözüm ve düşüncelerin seslendirildiği bir ulusal mahkeme jürisi oluşmuştu sanki... Kuşkusuz bu duyarlılık çoktandır olması gerekendi. Katile ve ona yadım edenlere en ağır ceza verilmeliydi ama öngörülecek cezalardaki vahşet şaşırtıcı. Adaletin yerini bulması caydırıcı olması önemli ama kontrolsüz bir kesip doğrama hali ne? Tepkilerin, hazırlığı yapılan güvenlik yasalarına malzeme olacağı kaygısı ortamı haramilere bırakıp ülkeyi terk etmeye neden olamaz. Önceki örnekleri yaşandığında sessiz kalan toplumun şimdiki isyanına, niye şimdi, sorusu komplo teorisi gibi kalır; bardağı taşıran hep son bir damladır. Ayrıca her sosyal patlama birilerinin işine yarar, birilerini zayıflatır. Tepkilerin arasında en ilginci, en dikkat çekici olan da kadınların seslendirdiği katillerin cezalandırmalarına dair önerilerdi. Sosyal ağlarda düşüncelerini paylaşanlar çoğu kez, eğitimli, çağdaş, okumuş yazmış kadınlar... Dikkat çekici olan kadınların önerdiği çözümlerin çoğunun yasayla, adaletle ilgisi olmayan korku filminin senaryocusunu yaya bırakacak cinsten olması. İdamın ya da bir tür ölüm cezasının onlara az geleceğini, bir anda kurtulacaklarını, onun yerine işkence tarihine geçecek yöntemlerle çoğu "organ" odaklı ezmekten, doğramaya, içine kızgın şiş, sokmaya, kazık çakmaya, defalarca tecavüze... değin öneriler yığınla... Sanki bunlar kan görmekten korkan, şiddetten nefret eden zarif, kibar hanımlar değil de her biri kan içinde yüzen kasap, cellat... Acının en derin hissedildiği, paylaşıldıkça çoğaldığı böyle bir anda doğal gibi gözüken bu ruh hali, azıcık düşününce dehşete kapılmaya yetiyor... Ne korkunç bir deha, ne büyük bir yaratıcı güç ve nasıl da gemlenmiş işkence etme yeteneği?.. Kabul etmeli, kadınların baskılanmış birer potansiyel cellada dönmelerinde biz erkek yüzlü toplumun büyük katkısı vardır, vardır ama bu kadar da olur mu, insan dediğin hiç dış etkilere direnip doğasını yaşatmaz mı? Yaşatıp biz erkekleri utandırmaz mı? KADINLAR insan yetiştirme ve ruh oldurma atölyelerimizse ve en niteliklileri böyle düşünüp uygulamaya hazırsa o adamların çokluğuna niye şaşırıyoruz.? Kim yetiştirdi onları, kim ninnilerinin yanına ülkülerini yerleştirdi fısıltıyla. Nereden öğrendiklerini hala merak ediyor muyuz? AK Parti Balıkesir Milletvekili T. B., sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarla yine olay oldu. T. B., "Cumhuriyetin Osmanlı imparatorluğunun reklam arası” olduğu şeklindeki tweetinden sonra tartışmalı bir paylaşımda daha bulundu. AK Parti’den yeniden aday adayı olan T. B., “BAŞKAN RTE” adlı Twitter kullanıcısının “Bizans dostu kahpe İsmet İnönü” başlıklı tweetini paylaştı. Tweetin devamında yer alan akıl almaz tarihi çarpıtmalara, iddialara hiç değinmiyorum, benim şaşkınlığım bir hanımın bu sözleri içeren bir teweti onaylamak, alkışlamak anlamına gelen paylaşması... Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda büyük rolü olan Kazım Karabekir'i doğmatik, gensel ya da bilinçli bir nedenle sevmeyebilirsiniz; hatta onun değerini, önemini, Cumhuriyetin kuruluşundaki büyük katkılarını inkar da edebilirsiniz, vicdanınız yetiyorsa... Ama ona yukarıdaki gibi küfürlerle seslenebilir misiniz? Kurtuluş Savaşının "Galip Hoca"sı Bayar'ı ellili yıllara bakarak aykırı görebilir, TEK PARTİLİ bastonuna bakarak nefret de edebilirsiniz, sizin bileceğiniz, ama "kahpe" der misiniz? Siz erkekler küfrü, hakareti seversiniz; kutsal saydığınız anaları, bacıları maçlarda ya da küçük bir tartışmada ne ilgisi var diye düşünmeden işe karıştırıp bütün bayramlarını (!) kutlarsınız, inkar etmeyin; ama bir kavga ve şuursuzluk modunda bile olsanız sizin siyasi anlayışınıza ters de olsa bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının, bir kurtuluş gazisinin, bir yaşlı adamın ya da ölmüş birinin ardından böyle der misiniz? Eleştirmek elbette hakkınız; şunu yapsaydı, şunu yapmasaydı demek de... Ama bir Kurtuluş Savaşı albayına, bir cumhuriyet generaline, cumhuriyet kurucusuna, bir eski başbakan, cumhurbaşkanı, bir siyaset adamımıza, en önemlisi ölmüş bir büyüğümüze eğitimli, çağdaş görünümlü bir vekil hanım böyle diyebiliyorsa ya da diyene katılıyorsa... Saldırıya uğramamış, dara düşmemiş, yani şuurunu kaybetmemiş, sadece bilgisayar başında internette gezinen bir bayan bunu nasıl onaylayıp paylaşıyor, diye düşünmek sizi çıldırtabilir, iyisi mi yormayın kendinizi... Benim aklım almıyor, bir bayan bunu nasıl doğru bulur? Kişi İsmet İnönü değil de sıradan biri bile olsa ağza nasıl alınır? Ne oluyor kadınlarımız? "KAHPE" sözcüğünün anlamını mı bilmiyor? Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyetin kuruluşunu hadi kitaplarda okumadı, filmlerde filan da mı görmedi , İnönü nereye düşer haritada bulamaz mı? Bizans nerde kaldı, İnönü ne zaman yaşadı, bilmiyor olabilir mi? Milli Parklara İngilizler istemedi diye değil, yasalar izin vermediğinden inşaat yapılamayacağını bilmiyor mu yani? Yok hanımlar, söylenecek söz yok! Bu hanımın yıktığını milyonunuz bir araya gelse onaramaz sanki... Siz gerçekten bu muydunuz? Yok, günahını tümden size yıkmayalım... Bu kadar olumsuzluk örneği erkek davranışlarının sorumlusu elbette tek başına analar olamazdı. ANALAR sorumludurlar, çünkü sözünün geçtiği, gücünün yettiği aile bireylerinde en azından çocuğunda olumsuz davranışlar biçimlenirken onlara müdahale etmeyip erkek egemen toplumun alkışçısı oldukları için... Etkendiler; çünkü daha güzel bir dünya için, kızlarının daha iyi bir gelecekte yaşamaları için erkek çocuklarına sevgiyi, iyiliği, sorumluluğu, daha güzel insan olmayı öğretmedikleri için... Ama tek sorumlu değildiler. Onlara şekil veren, çerçeveler çizip dayatan, biz erkekler payımıza düşenin ne kadarını yapıyor ya da yapabiliyorduk ki onlardan bunu bekliyorduk. Onları kendi vicdan ve akıllarına bırakmayıp bizim anlayışımıza payanda olmalarını, destek ve onay vermelerini isteyen de biz değil miydik? Onları galiba annelerle elele verip biz ürettik... Biz gerçekten BU MUYDUK? Susalım ve utanalım!!! Hepimiz sorumluyuz!
- Erdek, Argonotlar ve Kyzikos
Jason ve Ötekiler * AYCAN AYTORE * - Hayatını kendin kontrol et, doyumsuz ol, sınırlarına kadar yaşa ve imkansızı iste... nin 2300 yıl önce yazılmış destansı öyküsüydü ARGONOTLAR. İsa'dan önce yazılmış özgün bir destan... Argonaut’lar macerasının tamamını, ünlü bir mythos yazarı olan İ.Ö 3. yüzyılda yaşamış Rodoslu Apollonios anlatır. Aşağıdaki film afişi 1963 yılı yapımı olan, ülkemizde de oynayan JASON ve ARGONOTLAR'a ait; Daha doğrusu sinemada oynayan adıyla ALTIN POST'un... - Yaşamımda sinemada ilk izlediğim ve anlamadan yıllarca etkisi altında kaldığım filmdi aynı zamanda. Henüz okula başlamamıştım, o kadar küçüktüm. Babamla dayım bir nedenle beni gezmeye çıkarmışlar, sonra da sinemaya gitmeye karar vermişler ama beni eve götürmekten erinmişler, yanlarında götürmüşler. Nasılsa orada uyurum diye düşünmüşler herhalde. Ne var ki ilk kez karşılaştığım sinemadan ve başlayan filmden öylesine etkilendim ki gecenin geç saatlerine değin filmi pür dikkat izlemiştim. Kimi sahnelerini, örneğin BOSFOR'un (bügünkü İstanbul boğazları) kayaların birbirinden ayrılarak açılışını, topraktan çıkan iskelet savaşçıları net olarak anımsarım. Tabi o ve ondan sonraki çok gece uyuyamadım, filmi düşünürken... Film aklımdan hiç çıkmadı. Bende de o marazlı huy, tat aldığım ama doyamadığım bir anı yeniden yaşama isteği olunca o filmi bulmak için çok uğraştım, sonunda buldum da... Sevdim mi? Aynı tat değildi, fakat şimdi başka şeyler bularak hoşlandım. Örneğin bir mesajı olduğunu farkettim: Film altın bir postun peşine düşen güçlü kahramanların hikayesiydi. Bolca savaş, deniz, canlanan iskeletler, tanrılar, tanrıçalar gibi mitolojik, fantastik özellikler içeren aksiyon dolu bir filmdi. İzler, eğlenir geçerdiniz gibiydi ama bir tez üzerine kurulu olduğunu kısa sürede fark ediyordunuz: Aslında o ; Hayatını kendin kontrol et, doyumsuz ol, sınırlarına kadar yaşa ve imkansızı iste... nin 2300 yıl önce yazılmış destansı öyküsüydü. Tezi de olan gerçek bir destan. * Altın Post, Yunan mitolojisinde zenginliği, gücü ve iktidarı sembolize eden postun adıdır. Başlarında Jason'un bulunduğu bir ekip Argo adı verilen gemilerine binerek bu postu ele geçirmek için Kolkhis (Günümüzde Gürcistan) ülkesine Karadeniz'i boydan boya kat edip giderler ve türlü maceralar yaşarlar, uzun bir mücadele sonucunda postu almayı başarırlar. Yunanistan'dan yola çıkıp Çanakkale'den Marmara'ya giren Argonotlar, o zamanlar gelişkin bir şehir devleti olan günümüzdeki Kapıdağı yarımadasında yer alan Kyzikos'a da uğrarlar. -Argonatlar Kyzikos önünde- BİR GRAVÜR Kapıdağ'ı, o devir karayla bağlantısı olmayan bir adadır. Bugünkü Tatlısu ile Düzler arasındaki dar kıstak sonradan toprakla dolacaktır. Kentlilerce iyi karşılanıp yolcu edilen gemi, fırtınaya yakalanıp yeniden şehrin önlerine düşünce halk, bu kez düşman zannedip saldırır. Çıkan savaşta Argonatların lideri Jason kentin kralını öldürür. Böylece kentin adı ölen kralın adı Kyzikos olur. “Adı "hızlı" anlamına gelen argo gemisi Karadeniz'in Kolkhis ülkesinde "altın post'u aramaya giden kahramanlar için yapılmış elli beş kürekli bir gemidir. Yapan ustanın adı da Argos’tur. ” Gemide yer alan argonotlar sadece gözüpek savaşçılar değil, aynı zamanda özel yetenekli kişilerdir. Jason, Argos (gemi ustası), Tiphys (dümenci), Orpheus (ozan), İdmon (bilici), Amphiaraos (bilici), Mopsos (bilici), Herkül... Öyküye göre Jason henüz küçük bir çocukken kral babası, amcası tarafından öldürülür. Jason büyüyüp genç bir adam olduğunda krallığı amcasından geri almak ister. Bunun için ise uzak bir diyarda bulunan altın postu ele geçirmesi gerekmektedir. Zeus’a kurban edilen koçun altından olan postu bugünkü adıyla Gürcistan'da Ares’e adanmış bir korulukta saklanmaktadır. Yunan mitolojisinde, Güneş tanrısı Helious’un oğlu olan Kolkhis kralı Aiet’nin (Aietes) “Altın Post”a sahip olduğu anlatılır. Yunanistan’da Jason (İason)’un başkanlığında kahramanlar bir araya gelirler ve “Altın Post”u ele geçirmek için Kolkhis'e gitmeye karar verirler. Argonotlar, “Argo” adlı bir gemi yaparlar ve yola çıkarlar. Uzun ve zor bir yolculuktan sonra Aiet’in güçlü ve zengin krallığına varırlar. Kral, Yunanlı kahramanları saygıyla karşılar ve gelmelerinin nedenini öğrenir. Aiet, Jason’un şartlarını yerine getirmesi halinde “Altın Post”u Yunanlılara vermeye karar verir. İason önce ateş püskürten öküzlere boyun eğdirecek, başlarına boyunduruk geçirecek ve büyük bir tarlayı sürecektir. Sonra İason’un ejderhayı öldürmesi ve onun dişlerini toprağa ekmesi gerekir. Bu dişlerden savaşçılar çıkmaktadır. İason’un bu savaşçılarla savaşması ve onları yenmesi gerekir. Yunanlılar ancak bundan sonra “Altın Post”u alabileceklerdir. Kralın kızı Medea, ilk görüşte Jason’a âşık olmuş ve ona yardım etmeye karar vermiştir. Medea bir büyücüdür. Onun yardımıyla Jason kralın şartlarını kolayca yerine getirir ve Aiet’den “Altın Post”u ister. Kral, Yunanlılara kimin yardım ettiğini hemen anlar ve “Altın Post”u vermeyeceğini açıklar. Bunun üzerine Jason, postu ele geçirmeye karar verir. Ne var ki Medea’nın yardımı olmadan bunu gerçekleştirmesi olanaksızdır. Kralın kızı, postu bekleyen korkunç ejderhayı uyutur ve Yunanlılar “Altın Post”u ele geçirir. Hızla gemilerine binerler ve ülkeleri Yunanistan’a doğru yola çıkarlar. Medea da İason’la birlikte gider. Aiet, postun götürüldüğünü ve kızının kaçtığını öğrenir öğrenmez, hemen ordusunu toplar ve Yunanlıların peşine salar, ama askerler “Altın Post”u geri almayı başaramazlar. Mitolojide “altın post” Phriksos ile Helle’yi sırtında Yunanistan’dan Karadeniz’e taşımış olan kanatlı koçun postudur. Babaları kral olan çocukları üvey anneleri kurban etmeye karar verir. Tam bu sırada gökten inen altın postlu koç çocukları Kafkaslara kaçırır. Argonath ayrıca “Yüzüklerin Efendisi” isimli eserde de Anduin nehri üzerindeki devasa İsildur ve Anarion heykelleridir. Gondor'un kuzey sınırını oluşturur. Argonath, "iki asil taş" demektir. Argonot adı nadir görülen garip canlılara da verilir. “Altın post” onur ve saygınlık ifade eden bir simgedir. Kendini arayış, kahramanın yolculuğu farklı mitolojik hikayelerde işlenir. Hikayenin şekli, yüzeysel anlatımı bir masala benzese de, her dinleyici de farklı çıkarımlar oluşturur. "Hiç bitmeyen bir yolculuk" ana temadır. Onurlu, erdemli, adil, cesur, dürüst, sadece kendini düşünmeyen örnek kahramanlar sınırları zorlayan yolculuklarını yapar ve maceralarını yaratıp kendi ejderlerini kendileri kontrol ederler. Önce kendi kendilerine egemen olmayı öğrenip, kitleleri peşlerine takarlar. * Film mitolojik bir destandı, gerçekte olması mümkün olmayan olay ve insanları tarihi gerçeklerle harmanlayıp insanı motive eden bir tezle taçlandırıp inandırıcı yapıyordu. Bu masalın bir gerçek yanı vardı. Hem de çok yakındaydı. * Jason'un öldürdüğü kralın adını taşıyan şehir; Kyzikos Erdek'teydi ve yolumun üstü... DÜZLER mevkiine girişte KAPIDAĞI YARIMADASInın ADA olduğu zamanda, tam kıstasında, herhalde o zaman deniz olan yerdeyim. Belki de efsane gemi ARGO tam buraya demirlemişti. Kimbilir belki izlerini de bulurdum. Az ilerde sarı blr levha antik şehri işaret ediyordu. Bir zamanların görkemli yerleşim yeri KYZİKOS, bugünkü Erdek'in güneydoğu kesiminde Düzler mevkiinde yer alıyor. Anadolu'ya özel bir önem veren Roma imparatoru Hadrianus'un adını taşıyan görkemli bir tapınakla ödüllendirdiği antik şehir buradaydı. KYZİKOS'ta Argonotlara dair bir işaret yoktu, çünkü ortada Kyzikos yoktu. Parçalanmış mermerlerle bir taş tarlasına dönen arazide bir kazı yapıldığı belliydi ama ortada sağlam tek bir eser görünmüyordu. Kazı nazik bir iştir, ama görünen burada kazıyı dozerlerle kepçelerle Türk işi yapmışlardı. Erdekliler tarihi de kültürü de seviyorlar. O kadar ki tarihi kentin mermer kalıntılarını bahçe ve ev duvarlarında, herhalde daha yakın olsun, samimiyetimiz hissedilsin diye kullanıyorlar. Hem de bunu yüzyıllardır yapıyorlar ki Evliya Çelebi bile anlatır . Antik kent günümüze, insan ve doğa tahribatına uğramış olarak gelebilmiş, bir de bu kazı katliamını yaşamış. Yine de görkemli yapılarının ve uygarlıklarının geri kalanları toprak derinliğinde hala varlığını koruyordur diye umut ediyorsun. Görünen hep orda kalsalar daha da iyi olacak gibi. Çünkü toprağın üstüne de ancak böyle çıkabiliyorlar, niyeyse... İşte ciltler dolusu kitap, binlerce yıllık anı, onca söylence ... ve işte KYZİKOS. İnsanın içi bozuluyor. Manzara korkunçtu. Binlerce yıl önce, o kıt koşullarda ARTEKA'nın karşısındaki Marmara adasının Saraylar köyünde çıkarılmış, bin bir emekle tanrısal bir göz ve yetenekle kanaviçe işler gibi kusursuz işlenmiş, deniz yoluyla buraya taşınmış görkemli mermerlerin o nakış nakış desenlerine bakıp şimdi düşürüldükleri hale bakıp söyleyecek bir şey bulamıyorum. Herhalde dinamitle kazı yapmış olmalılar. Sözün bittiği yer galiba bu, taşlar, taş ocağından çıkarılmış değil, antik şehrin ehliyetli ellerce yapılan kazısındaki eğitim zayiatları... Gerçi "kazanımları" çevrede göremiyorsunuz ama herhalde Balıkesir'e ya da bir müzeye kaldırmışlardır diye umut ediyorsunuz. Yok, gerçeği korkuttu, filmleri, kitapları yeğlerim. Kitaplara göre; Kyzikos’un Thessalia’dan göç ederek buraya gelen Dolionlar tarafından kurulmuş Kent, ismini Argonautlar efsanesinden esinlenmeyle belki kurucu Kral Kyzikos’tan almaktadır. Bilinen tarihi ise İ.Ö.8. yüzyılda İonia’nın önemli kentlerinden biri olan Milet’in burada bir koloni kurmasıyla başlar ve izleyen dönemlerde kent gittikçe önem kazanır, güçlenip büyür. M.Ö.6. yüzyıl da bölgenin Priapos, Arteka ve Prokonnesos gibi kentleriyle birlikte Lidyalılar tarafından vergiye bağlanan kent, Pers Kralı Kyros’un Lidya’yı yenmesi üzerine Daskyleiondaki satraplığa bağlanır. Yüzyılın sonlarına kadar bu konumu devam ettiren kentin, İ.Ö.5.yüzyıl başlarında başlayan İon isyanıyla birlikte dokuz kez el değiştiren uzun bir dönemi başlar. Ancak akılcı politikasıyla her defasında yakılıp yıkılmaktan kurtulan Kyzikos, İ.Ö 364’de II. Attika-Delos Deniz Birliği’ne katılır, kısa bir süre sonra da Atina’ya karşı bağımsızlığını ilan ederek en parlak çağlarından birini yaşar (İ.Ö.362). Siyasal ve ticari alanda da etkinliğini arttıran Kyzikos, bu dönemde bölge deniz ticaretini eline geçirir, parası, diğer para birimleri için bir değer ölçüsü durumuna gelir. İ.Ö.334’de Büyük İskender’in Anadolu’ya girişinde kendisine dostça davranan Kyzikos’lular, bunun karşılığında yönetimsel serbesti ve yapılanma etkinliklerine katılmayla ödüllendirilirler, kenti karaya bağlayan iki de köprü yaptırır onlara İskender. Hellenistik dönem’de her açıdan parlak bir dönem yaşayan Kyzikos, bir kültür, sanat ve ticaret merkezi olur. Kyzikos’un bu dönemi, İ.Ö. 85’de Roma egemenliğini tanımak zorunda kalmasıyla birlikte sarsılmış görünmektedir. Roma yönetimince zaman zaman ödüllendirilip cezalandırılan Kyzikos, İ.Ö.73’de Pontus Kralı VI .Mithridates kuşatmasına karşı kahramanca direnmesi üzerine Romalıların övgülerini kazanır, çevresindeki yakın kentler kendilerine bağlanır ve ‘’Hürken’’ unvanı verilerek bağımsızlık hakkı elde eder. Arada bir Roma ile ilişkileri çıkmaza girmekle beraber, Romalılar zamanında kentin asıl önemini Hadrian döneminde kazandığı gözlemlenir. İ.S.123’de yaşayan depremden bir yıl sonra kenti ziyaret eden İmparator Hadrian, yeniden yapılanma için büyük yardımlarda bulunur, kendi adına yapılan ünlü Hadrian Tapınağına parasal olanaklar sağlar. Dönemin birçok büyük kentinin almak için yarıştığı imparator kült merkezi anlamına gelen Neokoria unvanı ve ayrıcalıkları ile ödüllendirilir. Sadık bir bağlaşık olma özelliğini sürdüren Kyzikos’a İ.S 2. yüzyılda meydana gelen karışıklıklar sırasında yine Roma tarafını tutması üzerine bu kez imparator Septimius Severus tarafından ikinci kez Neokoria unvanı verilir. İ.S.297’de Kyzikos otuz üç kenti içine alan Hellespontos eyalet merkezi olur, İ.S.324’e dek devam eden bu dönemi, Byzantion’un başkent oluşuyla birlikte sona erer. İmparator Justinianus döneminde İ.S.543’deki depremde kent büyük zarar görür ve bu olay sonucunda Kyzikos halkının kısmen ARTEKA'ya bugünkü Erdek’e göç ettiği bilinmektedir. İ.S.741 ve 1064 yıllarındaki büyük depremlerle ciddi hasarlar görür ve Kyzikos kendi kaderine terk edilir. Kyzikos’ta 1988-1997 yılları arasında kazılar yapıldı. Sonra ara verildi. 2006 yılında yeniden başlandı. Bu dev şehrin ancak küçük bir bölümü kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkarılabilmiştir. Düzler Mahallesinin sağ tarafındaki zeytin bahçelerinin olduğu geniş sit alanında Kyzikos antik kenti ve Hadrianus tapınağı kalıntıları açıkta görülebilir. Orada bulamadıklarınızı da Erdek' ve Bandırma müzelerinde belki... Daha da ararsanız yöredeki kimi binalarda duvar olarak kullanılmış halde bulabilirsiniz. Argonatlar da kimmiş? * İLK YER ALIŞI 2018 * ÇOK OKUNANLAR; gezi yazısı, özgün , yaratıcı yazın. 2024 Ağustos Ayına göre; maviADA SAYFASINDA ZİYARETÇİ SAYISI 165 , 10 Beğeni, yorum yok. İNTERNET Raporlarında Türkiye ve Dünya genelinden gelen ziyaretçi sayısı 163 Toplam 330
- Kadın
FUAT ÖZGEN * -Tüm kadınların "Dünya Kadınlar Günü" kutlu olsun.- Emekçi olmayan kadın var mı? Kadın demek, emek demek İş kadını, ev kadını Dışarda, içerde, işte, evde Hep üretendir Anne kadın Doğuran, doyuran, eğitendir Abla kadın Elden tutan, koruyan, kollayandır Evlat kadın Halden anlayandır Eş kadın Yuvayı kuran, ayakta tutandır Nine kadın Bilgeliği barındırandır Sanatçı kadın Yaşamı renklendirendir Emeksiz kadın yoktur Varsa emek verilmeyendir Kadın, kadın, kadın... Dünyaya güzel bakıştır Bu bakış, dünyayla yarıştır
- Anadolu Kadını Ağır İşçidir
NİYAZİ UYAR * 1897 Yılında ABD’de dokuma işçisi kadınların, insanca yaşam için, eşit ücret için başlattıkları günün adıdır 8 Mart. Ve 16 Mart 1977 Yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edilerek, “Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanır. Kutlu olsun! Evet, ne dedik başlıkta, “Türk kadını ağır işçidir. Akılla, bilimle açıklanabilecek bir durum değildir bu! İnsanın doğasına aykırıdır. Yaratılıştan gelen farklılık, insan neslinin devamı içindir: Biri erkek, biri dişi! Bunu insani olmayan bir durumla, yani güç kuvvetle erkek egemenliğine taşımak, acizliktir, ilkelliktir. Anam derdi ki: Devede de boy var, fakat onu “gücük”bir eşek çekip gidiyor!” Oldu mu dersiniz, oldu oldu! Türk tarihinde kadının çok kutsal bir görevi vardır. Kadın anadır, kadın ecedir, Hatundur; o da erkek gibi ata biner, silah kullanır. Hakan, ava ya da savaşa gittiğinde obanın yöneticisi Hatun’dur! Dede Korkut öykülerinde kadının yüceltildiğini, devlet yönetiminde yer aldığını, her daim Hakan’la birlikte olduğunu görürüz. Mesela Dirse Han’ın toy dönüşü eşine söyledikleri, kıymetlidir. Der ki: “Beri gelsene başım bahtı, evim tahtı,” Yani diyor ki, sen başıma gelen güzelliksin, evimin tahtısın! Türk kültüründe, Hakan kadar, “Hatun,” da söz sahibidir. Evliliklerde tek eşlilik esas alınmıştır. Hangi zamandan bahsediyoruz, 8. Yüzyıl’dan önce, bugün yirmi birinci yüzyıldayız. Peki sonra, peki sonra demeden, şunu söylemeden geçmeyelim. Mesela Moğol İmparatoru Cengiz Han, boşanmada kadına üstünlük sağlamıştır, o dönemde kadına tecavüzün cezası idamdır… Şimdi gelelim “peki,” sonrasının cevabına. Türkler Talas Savaşı’ndan sonra kitleler halinde İslamiyet’i kabul etmişler. Kabul ettikten bir zaman sonra, kadının giyimi, kuşamı, davranışı tartışılmaya başlanmış. Ne gariptir bu tartışmayı hep erkekler yapmış, kadını kara peçe içine yine erkekler sokmuş, peki neden? Onun gül yüzü, ay kaşları, ışıl ışıl parlayan gözleri görülmesin diye! Neden, neden? Tarihimizde kadınların yüzünün kapatılması, çarşafa sokulması 15. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu döneminde yayımlanan bir fermanla başlamış. Müslüman kadının, peçesiz, çarşafsız gezmesi yasaklanmıştır. Tarihsel süreçte, erkeğin ne kadar yeri varsa, onun da o kadar, yeri vardır. Milli Kurtuluş Savaşı için, milli direnişin başlatılması çalışmalarının yapıldığı günlerde Sivas valisi, Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşide, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek vermek için Sivaslı kadınlarla, “Sivaslı Kadınlar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni” 28 Kasım 1919 da kurarak, Mustafa Kemal’e bağlılıklarını bildirmiştir. Mustafa Kemal de Sivaslı kadınları selamlayarak mutluluğunu ifade etmiştir. Bundan sonra, Kayseri, Kastamonu, Burdur, Yozgat, Konya, Bolu’da kadın cemiyetleri kurularak Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek vermişlerdir. Herkesin bildiği defalarca da ifade edildi. Kurtuluş Savaşı sırasında KADINLAR cepheye cephane taşımışlardır. Mesela şu kadınlarımızın Kurtuluş Savaşı’ndaki yararlılıklarını yadsıyabilir miyiz? Satı Kadın, Gördesli Makbule, Kara Fatma, Halide Edip, Şerife Bacı, Halime Çavuş, Tayyar Rahmiye… Milli Mücadelede ilk kadın mitinginin Kastamonu’da yapıldığını araştırmam sonucunda öğrendim. 10 Aralık 1919. İşte kadınlarımız böyledir, Anadolu kadını böyledir. Onların tarihimizde belirleyici bir rolü olmuştur. Bu durumu çok iyi bilen büyük kurtarıcı, Cumhuriyet Türkiye’sinde kadınlarımızı eşit yurttaş, eşit birey statüsüne çıkararak onları hak ettiği yere taşımıştır. Bakın bu konuda ne diyor? “Türk toplumsal hayatında, kadınlar daima ilmen, irfanen, fiilen erkeklerden zerre kadar geri kalmamıştır!” Bundan hareketle, Türk kadınına 1930 yılında seçimlerde görev alabilme hakkı verilmiş, 1934 yılında seçme ve seçilme hakkı yasal bir zemine oturmuştur. Mesela bu hak: Fransa 1944 Filipinler 1945 Meksika 1946 Japonya 1945 Çin 1947 İsviçre 1971 de verilmiştir. Ne yücesin Aziz Atatürk! Bu tarihsel bilgileri şöyle bir tarafa bırakıp geldiğimiz nokta ile ilgili birkaç paragraf bir şeyler diyelim. Yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde kadın cinayetleri artan ve giderek “vahşet” haline gelen kadın cinayetleri, Cumhuriyet Türkiye’si için çok acı, çok feci bir durumdur. Ancak ne var ki, “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelmediğini” gösteren Mustafa Kemal’e, Cumhuriyete, en çok kadınların sahip çıkması gerekirken, kimi kadınların ona en aşağılık galiz küfürler etmesini ben bir türlü içime sindiremiyorum... Kadınlarımız, Anadolu’da ağır işçidir, ağır ameledir. O, doğurandır, sofranın aşıdır, evin temizliğidir; evin, hayatın BEREKETİDİR. Ben köyde doğdum köy kültürünü, yaşadığım kent kültürü ile birleştirip sentezledim. Kadının birey olduğunu, ana olduğunu, “anamın bir kadın olduğunu, hep aklımda tutup” insani vasfı göz ardı etmeden hareket ettim. Benim köyümde kadınlar, ağır işçidir, onlar, sabah evde HANE HALKINDAN HİÇ KİMSE yataktan kalkmadan kalkar, tarlaya götürülecekleri hazırlar. O tarlada çalışır, evin temizliğini yapar, bulaşığını, çamaşırını yıkar. Yetti mi, hayır, hayvanlarla da uğraşır; kalan zamanda da çocuklarının dertleri ile dertlenir. Çocuğu babasının kucağında gören benim köylüm: “Erkek eşeğin sıpası mı olur?” 1980’li yıllarda Bursa’nın Yenişehir ilçesinin bir köyünde adı Mecidiye mi, Mecitli mi neydi şimdi hatırlamıyorum. O KÖYDE KADINLARIN HARMAN MAKİNESİYLE HARMAN SÜRDÜĞÜNÜ GÖRDÜM. BU SIRAADA ERKEKLER KÖY KAHVESİNDE KAĞIT OYUNUYORLARDI. Nasıl ama? Yazımızın sonuna doğru geldik, konuyu bir iki paragrafla bitirelim. Ne demiş Aziz Atatürk? “EY KAHRAMAN TÜRK KADINI SEN YERDE SÜRÜNMEYE DEĞİL, OMUZLAR ÜSTÜNDE GÖKLERE YÜKSELMEYE LAYIKSIN!" Sen Türk kadını, hangi dilden, dinden, ırktan olursan ol; kula kul olmaya bakma! Aziz Atatürk’ün, Cumhuriyetin, kıymetini bil. Onun erdemini öğrenmek için, Arap yarımadasında, İslam coğrafyasında hem cinslerin nasıl yaşıyor bir bak! Bugün 8 Mart, başta ebediyete göçen anamın, sevgili eşimin, güzel kızımın, Kekliğimin, çok kıymetli kadın arkadaşlarımın ve sayıları birkaç bini bulan kız öğrencilerimin… velhasıl bütün kadınların 8 Mart Kadınlar günü kutlu olsun!
- Amenna
HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL * Yaşayanlar bir gün ölür elbette Ağaçlarla, balıklarla Kuşlarla ben amenna Ağlayanlar bir gün güler elbette Uyanmakla, anlamakla Bilmekle ben amenna Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette Direnmekle, kurtulmakla Barışla ben amenna Öyle bir yerdeyim ki Ne karanfil, ne kurbağa Öyle bir yerdeyim ki Bir yanım mavi yosun Dalgalanır sularda Bir yanım çocuk parkı çığlık çığlığa Öyle bir yerdeyim ki Anam gider Allah Allah Dölüm düşmüş sokağa Dostum dostum güzel dostum Bu ne beter çizgidir bu Bu ne çıldırtan denge Yaprak döker bir yanımız Bir yanımız bahar bahçe *04.11.2016
- Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun
Kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmak yolunda verdiği savaşın başlangıcı, 8 Mart 1857 yılında Amerika'nın New York kentinde tekstil sektöründe çalışan yüzlerce kadının düşük ücretlerini, uzun çalışma saatlerini ve insanlık dışı çalışma koşullarını protesto etmek için grevler yapması olarak kabul edilmektedir. 1857 yılındaki KADINLARIN direnişi sırasında çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can vermiş, bu olaylardan 52 yıl sonra (1910), Danimarka'nın Kopenhag kentinde düzenlenen II. Sosyalist Enternasyonal toplantısında Clara Zetkin’in önerisiyle, 1857’de başlayan, kadın haklarının kazanılması ve kadınların birlikteliği mücadelesinin her yıl “Kadın Günü” olarak kutlanması kararlaştırılmıştır. 1917'de Sovyet Rusya'da kadınlar oy hakkı kazandıktan sonra 8 Mart orada ulusal bayram oldu. Kadınlar Günü, 1967'de feminist hareket tarafından benimsenene dek ağırlıklı olarak sosyalist hareketler ve komünist ülkeler tarafından kutlandı. 1975'te Birleşmiş Milletler tarafından kutlanmaya başlandı. Günümüzde Dünya Kadınlar Günü bazı ülkelerde resmi tatildir. Bazı ülkelerde protesto günüdür, bazılarında ise kadınlığı kutlayan bir gündür. Bazılarında da Sevgililer Günü ile karıştırılır. Dünya Emekçi Kadınları ile İlgili Arşivimizi Görmek İçin RESME Tıklayın
- Bozkırın Gelinleri
YUSUF ERBAY * - Emekçi Kadınlarımıza - Hüzünden kopup gelir mutsuz gelinlerin gülüşü. Beyaz bir kırbaçtır ve kanlı izler bırakarak gökyüzünde, Kazanan erkeklerin yanağında patlar. Yerini sevmeyen çiçekler gibi solgun gelinler, Her sabahı umutla bekler, her akşamı korkuyla karşılar. Ana olarak doğduğunu unutur, yaratıcı “rahmi” taşıdığını unutur, Unutur yeryüzü mabedinin gerçek sahibi olduğunu. Sesleri yalnızca ağıt olup çıkar gün yüzüne. Gurbete gidene, askere gidene, geç gelene, hiç gelmeyene. Bozkırda çilenin tarifidir gelinler. Tarlanın tozunda, bahçenin çamurunda, pınarın başında. Çocuk yaşta ana, genç yaşta dul, kırkında ihtiyar. Evlattır tutundukları tek dal, evlattır varlık sebebi. Evlattır ana, evlattır yar. Ömür boyu yansın diye evlatların meşalesi, Gözlerini süsleyen göksel ışık sönüp gider. Bozkırda hüznün tarifidir, hayatın başka tarifini bilmeyen gelinler. Ömürden alacaklı giderler.
- Yine Kadınlar mı Hatırlatacak?
FADİME Y. KAROĞLU * Her yıl 8 Mart geldiğinde, kadınlar sokaklara çıkar, sosyal medyada seslerini yükseltir, işyerlerinde ve meydanlarda haklarını hatırlatır. Bu gün, kadın emeğinin, mücadelesinin ve eşitlik taleplerinin sembolüdür. Ama bir noktada hep aynı soru akla gelir: Neden bu mücadeleyi hatırlatmak ve sahiplenmek yine kadınlara düşüyor? Neden erkekler, içinde yaşadıkları bu düzenin adaletsizliklerine karşı aynı bilinçle harekete geçmiyor? Eril düzen, kadınları yalnızca mücadele etmek zorunda bırakmakla kalmaz, aynı zamanda onlara bu mücadelenin sorumluluğunu da yükler. Kadınlar haklarını savunmak için örgütlenirken, erkekler çoğu zaman bu meseleye dışarıdan bakan, “destekleyen” ya da tamamen görmezden gelen bir konumda kalır. Oysa toplumsal cinsiyet eşitsizliği yalnızca kadınların meselesi değildir; erkeklerin kurduğu ve sürdürdüğü bir sistemin sonucudur. Bu yüzden 8 Mart, yalnızca kadınların değil, herkesin hesaplaşması gereken bir gündür. Erkeklerin, bu düzenden aldıkları ayrıcalıkları sorgulaması, kendilerine sunulan imtiyazları fark etmesi ve bunları dönüştürmek için çaba göstermesi gerekir. Kadınlar, eşitlik için savaşmaya devam edecek elbette; ancak erkekler de artık bu savaşın sorumluluğunu paylaşmalı. Yoksa 8 Mart’lar, hep kadınların kendi haklarını savunduğu, erkeklerin ise uzaktan izlediği bir gün olmaya devam edecek. Eşitlik, hatırlatmaya muhtaç olmamalı. Haklar, ancak herkes sahip çıktığında gerçekten kazanılır. İşte bu yüzden, 8 Mart’ı yalnızca kadınların değil, herkesin hatırlaması ve sahiplenmesi gerekir.
- Şiir ve Roman Yarışması
Manisa Belediyesi EDEBİYATIN iki ayrı alanında YARIŞMA düzenliyor. Her ikisi de değerbilirlikle Manisa'nin yetiştirdiği iki ünlü yazar için verilen ödüller şöyle: Yusuf ATILGAN'ın adına ROMAN YARIŞMASI 2. İLHAN BERK adına düzenlenen ŞİİR yarışması * maviADA NIN DEĞERLENDİRMESİ Birçok belediyenin işin içine girmesiyle daha bir güvenilir olduğunu düşündüğümüz bu yarışmalar elbette sevindirici. Siyasetin bu alana bulaşması risk gibi görünse de bu ülkede yeni bir şey değil sonuçta. Olumsuz yanları olur mu, bunu zaman gösterecek. BİZİM DİKKATİMİZİ ÇEKEN ilk yarışmada 6. ŞİİR yarışmasındaysa 7. MADDE... "Birinciliğe uygun eser bulunmazsa, başvuruda bulunmamış 2024 -2025'te yayınlanmış başka bir kitabı ödüllendirebilir" cümlesinden siz ne anlıyorsunuz? Ümit edelim yeni bir şaibe kapısı açılmaz. * EKLEYEN: MEHMET ŞAMİLOF
- Yarışma ve Ödüller
BÜTÜN ÖDÜLLÜ YARIŞMALARI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN Nasıl diyordu Tomris Uyar: 'Mum ışığında yazmaya çalışıyorum. Ne mi? Neyi mi? Bir şey, herhangi bir şey. Yazarak ısınmak, yazarak direnmek olsun da.' Evet direnmek... Yazarlık yetenek, çalışma olduğu kadar bir direnme işidir. Eğer yazar olarak yola çıkıyorsanız, işin başında, ne kadar yetenekli olursanız olun, adınızı kabul ettirinceye kadar çok sıkıntı çekeceğinizi biliyorsunuzdur. Hele hayatınızı ona bağlamışsanız... Sabırla, gayretle uzun yıllar bekleyip de bir yere varamayan çok yazar olmasının yanında mucizeler hariç sadece kalemiyle hayatını kazanan çok yazar yok. Peki çaresi yok mu bunun? Var aslında: Prestijli bir ödül farkındalık yaratmanın en güzel ve meşru yolu sayılabilir. Bir yarışmaya girip onlarca örneği arasında dereceye giren bir kitap takdir edersiniz ki birkaç adım önde başlayacaktır. Ülkemizde de her şey gibi ödülün de cılkını çıkardılar; enflasyonu olması bir yana ne dümenler döndüğünü duymayan mı kaldı, diyeceksiniz biliyorum. Bunda haklı olabilirsiniz, JÜRİYİ başlangıçta ilan etmeleri tek başına ciddi bir handikap. Sonuçta neden o kitap da benimki değil diye sorma şansınız yok. Dilediğine verilebilir diye düşünmek mümkün. Ne var ki yaşamak bir umut işidir aslında, enseyi o kadar karartmayın; her devir kötüler vardı, bu dönemde biraz daha artmış olsa da düzgün yarışmalar da var. ...ve başka şansınız da yoksa... maviADA bu konuda da üstüne düşeni yapacak, yayın dünyasında çeyrek yüzyılı bulan bilgi ve görgüsüyle sizi nitelikli yarışmalara yönlendirmeye çalışacak. * maviADA YARIŞMALARINI GÖRMEK İÇİN TIKLAYIN
- TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ
; RESİMLİ ÇOCUK KİTABI YARIŞMASI * 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI'NI KAZANAN YAZARA 35.000, İKİNCİSİNE 30.000. ÜÇÜNCÜSÜNE 25.000 LİRA ÖDENECEK, SON BAŞVURU TARİHİ.01 KASIM 2025)... -Yarışma tüm yazar ve çizerlere açıktır, uyruğu ve öğrenim durumu ne olursa olsun 18 yaşın üzerinde olan ve şartname koşullarına uyan herkes katılabilir. -Yarışmaya Tudem Yayın Grubu çalışanları, seçici kurul üyeleri ve birinci dereceden yakınları katılamaz. -Katılımcılar, şartname koşullarını kabul etmiş sayılır. 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI ARANAN ESER NİTERLİKLERİ AŞAĞIDAKİ ŞEKİLDEDİR; -Yarışma dili, Türkçedir. -Yarışma, 3-6 yaş grubuna yönelik olarak resimli kitap dalında açılmıştır. -Yarışmaya gönderilen dosya, tamamen veya kısmen yayımlanmamış olmalı ve başka bir yayınevi ile yayımlanmak üzere bağlayıcı sözleşmeye tabi olmamalıdır. -Cinsiyetçi, ırkçı vb. ayrımcılığa yönelik unsurlar ve nefret söylemi içeren dosyalar elenecektir. -Başvuru yapacak dosyalar, daha önce herhangi bir yarışmadan ödül almamış olmalıdır. -Başvuru dosyası, daha önce Tudem Yayın Grubu’na yayımlanma talebiyle gönderilmemiş olmalıdır. -Yarışmaya gönderilen dosya özgün olmalı, herhangi bir eseri çağrıştırmamalı. Bir eserden, kopya bulundurmamalıdır. Özgün olmadığı seçici kurulca belirlenen dosyalar, değerlendirme dışı bırakılacaktır. -Özgün olmadığı, ödüllendirme aşamasından sonra belirlenen dosyaların yazarı ve çizeri, aldığı ödülü %25 fazlasıyla iade etmeyi bu şartnamedeki taahhütnameyi imzalamakla kabul etmiş sayılır. -Özgün olmadığı belirlenen eser sahibi, üçüncü kişilerce açılacak her türlü davanın muhatabı sayılacaktır. -Ödül almadığı hâlde yayımlanan bir eserin özgün olmadığı belirlenirse yazarı ve çizeri, Tudem Yayın Grubu’nun uğramış olduğu zararı tazminle yükümlüdür. -Yarışmaya katılacak dosya, aşağıdaki biçimsel özellikleri taşımalıdır; -Dosyalarda, ebat ve biçim sınırlaması yoktur. -Dosyaların iç sayfaları, ön ve arka kapak çalışması tamamlanmış olmalıdır. -Dosyalar, en az 16 sayfa olmalıdır. -Çizerler, yarışmaya kendi hikâyeleriyle başvurabilir veya bir yazar ile çalışabilirler. -Çizerler, diledikleri tekniği kullanarak çalışabilir. -Yarışmaya, resimli öykü ve sessiz kitap gibi farklı çalışmalarla başvuru yapılabilir. -Dosya 6 (altı) kopya olarak çoğaltılacak ve her kopyası dosyalanacak, ayrıca bir taşınır belleğe (USB) kaydedilecektir. -Katılımcılar, yarışmaya gönderdikleri eserin her kopyasına ve bir adet taşınır belleğe (USB), belirlediği bir rumuz vereceklerdir. Rumuz 5 (beş) karakteri geçmeyecek şekilde, anlamlı veya anlam taşımayan sayı ve harflerden oluşmalıdır. -23.Tudem Edebiyat Ödülleri Resimli Kitap Yarışması Eser Teslimi Eserlerin kopyalarında, taşınır bellek (USB) kaydında ve zarfların üzerinde katılımcıların kimliğine ilişkin C bölümü 10. madde h bendinde sözü edilen rumuz dışında hiçbir yazı veya işaret bulunmayacaktır. Katılımcıların isimleri, kesinlikle dosyanın kopyalarında yer almayacaktır. -Yarışmaya katılanlar şartnamede verilen kimlik formu ve taahhütnameyi eksiksiz doldurur, imzalar. Kimlik formu ve taahhütname, taşınır bellek (USB) kaydı ile kısa özgeçmiş bir zarfın içine koyularak kapatılır. Zarfın üzerine, sadece rumuz eserin adı belirtilmelidir. -Yarışmaya gönderilen eserin birden fazla yazarı ve çizeri varsa her yazar ve çizer, D bölümü 2. maddede belirtilen kimlik formu ve taahhütnameyi ayrı ayrı doldurup imzalar ve kısa özgeçmişlerini ekler. -Eser çoğaltılmış ve dosyalanmış 6 (altı) kopya, bir adet taşınır bellek (USB) kaydı ve D bölümü 2. maddede belirtilen zarf ile birlikte teslim edilir. -Eser, 1 Kasım 2025 saat 17.00’ye kadar Tudem Eğitim Hizmetleri San.Tic. AŞ 1476/1 Sok. No.10/51 Alsancak-Konak-İZMİR adresine iadeli taahhütlü posta veya kargo ile gönderilecektir. Elden teslim kesinlikle kabul edilmeyecektir, bu tarihten sonra gelecek eser değerlendirmeye alınmayacaktır. Kargo ve postadaki gecikmeler, dikkate alınmayacaktır. -İnternet yoluyla yapılacak gönderiler, kabul edilmeyecektir. 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI ESERLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ; -Yarışmaya gönderilen eserler, şartnameye uygunluk açısından ön seçici kurul tarafından kontrol edilir. Eser kopyalarının ya da zarfların üzerinde katılımcıların kimliği ile ilgili herhangi bir bilgi olursa, eser değerlendirmeye girmeden elenecektir. Ön seçici kurulun değerlendirmesi sonucunda, uygun görülen eserler seçici kurula gönderilir. -Seçici kurul tarafından her eser 100 (yüz) üzerinden puanlanır, gizli olarak verilen puanlar Mart 2026’nın son haftası içinde yapılacak toplantıda değerlendirilmek üzere görüşülür. Eşit puan almış eserler, yeniden değerlendirilip bir sıralama yapılır. -Seçici kurul, ödüle değer eser bulamazsa ödül verilmez. -Değerlendirme işlemleri, 1 Nisan 2026 tarihine kadar sonuçlandırılacaktır. 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI SONUÇLARININ AÇIKLANMASI; -Yarışma sonuçları, Nisan 2026’da duyurulacaktır. -Ödüller başvuran esere verilir, eserin birden fazla yaratıcısı varsa ödül eşit olarak bölünür. 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI ÖDÜLLERİ; Birincilik ödülü 35.000 TL., İkincilik ödülü 30.000 TL., Üçüncülük ödülü 25.000 TL. 23.TUDEM EDEBİYAT ÖDÜLLERİ RESİMLİ KİTAP YARIŞMASI SEÇİCİ KURUL ÜYELERİ; Seçici Kurul-Asuman Portakal-Cem Kızıltuğ-Elif Yonat Toğay-Ilgım Veryeri Alaca-Nuri Kurucu.
- Cevat Şakir Kabaağaçlı & Halikarnas Balıkçısı
Nurten B. AKSOY * 17 Nisan 1890 tarihinde, Osmanlı’nın son köklü ailelerinden Kabaağaçlızade Şakir ailesine mensup olan babasının görev yaptığı Girit’te dünyaya gelir. Babası Girit ve Atina’da elçilik, valilik görevlerinde bulunan Mehmet Şakir Paşa, annesi ise Giritli Sâre İsmet Hanım’dır. II. Abdülhamit devri sadrazamlarından olan amcası Cevat Şakir Paşa’nın iki evliliğinden de çocuğu olmadığından ve doğacak çocuğu kendi çocuğu gibi benimsediğinden, kendisine amcasının ismi verilir. Cevat Şakir, altı çocuklu ailenin en büyük çocuğudur. Kendisi gibi diğer kardeşleri de sanatta çok yeteneklidirler. Kardeşlerinden Fahrelnisa Zeyd resim alanında, Aliye gravür alanında üne kavuşur; Hakkiye’nin kızı Füreya Koral, ilk Türk kadın seramikçi olurken, Fahrelnisa’nın çocukları Nejad Devrim ressam; Şirin Devrim ise tiyatrocu olur. Cevat Şakir, çocukluk hayatının ilk yıllarını babası Şakir Paşa’nın elçi olarak bulunduğu Atina’da geçirir. İlköğrenimini Büyükada’da, orta ve liseyi 1907’de Robert Kolej’de tamamlar. İngilizceden tercüme olan ilk yazısı aynı yıl İkdam Gazetesi’nde yayımlanır. Lise öğreniminden sonra İngiltere’de denizcilik öğrenimi yapmak ister ama ailesinin ısrarı ile Oxford Üniversitesi’nde tarih öğrenimi görür. 1913’te İtalyan bir hanımla evlenerek bir müddet İtalya’da kalır ve burada resim öğrenimi görür. İstanbul’a döndüğünde gazete ve dergilerde yazılarını yayınlamaya başlar. Bir müddet sonra (1914 yılında) maddi sıkıntı içine girdiğinden, Afyon’a giderek babası Mehmet Şakir Paşa’nın Kabaağaçlı Çiftliği’ne yerleşir. Burada bir süre yaşayan Cevat Şakir, çiftlikte babasıyla yaşadığı bir tartışma anında silahla babasını vurarak öldürür. Bu olaydan sonra cinayet iddiasıyla yargılanarak 15 yıl kürek cezasına çarptırılır. Cezasının yedi yılını çektikten sonra, baş gösteren verem hastalığı nedeniyle tahliye edilir. 1925 yılına kadar geçimini haftalık dergilerde tercümeler, yazılar yayınlayarak, resim ve yeni tarz tezhipler yaparak, karikatür çizerek ve renkli dergi kapakları hazırlayarak temin eder. Türk basınında kapakçılığın gelişmesinde katkısı vardır. Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili olarak Hüseyin Kenan takma adıyla kaleme aldığı 13 Nisan 1925 tarihli “Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler” başlıklı öyküsünden ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. “Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmak” tan suçlu bulunur. Mahkeme başkanı Ali Çetinkaya tarafından idama mahkûm edilmek istenirse de, Kılıç Ali Bey’in önerisiyle kalebentlikle Bodrum’a sürülür ve üç yıllık sürgünlüğünün yarısını Bodrum’da tamamlar. Cezasının son yarısını İstanbul’da tamamladıktan sonra, doğal güzelliklerine hayran kalarak çok sevdiği ve halkıyla kaynaştığı Bodrum’dan uzak kalamaz ve Bodrum’a yeniden dönüp yaklaşık yirmi beş yıl kalır burada. Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnas’ı mahlas olarak benimseyen Cevat Şakir, Bodrum’da balıkçılık dahil çeşitli işlerde çalışır. Edebiyat sahasına giren eserlerinin büyük kısmını da Bodrum’da yazar. İkinci evliliğini dayısının kızı Hamdiye, üçüncü evliliğini Hatice Hanım’la yapan Cevat Şakir’in üç evliliğinden beş çocuğu olur. Çocukları ortaöğrenim çağına gelince, o yıllarda bu kasabada ortaokul bulunmaması sebebiyle ailesi ile İzmir’e taşınır. Yaşamını yazarlık ve turist rehberliği yaparak sürdürür, rehberlik kurslarında da dersler verir. 13 Ekim 1973’te İzmir’de kemik kanserinden vefat eder. Vasiyeti üzerine Bodrum’a gömülür. Kabri Bodrum Gümbetteki Türbe Tepesi’nde manevi oğlu Şadan Gökovalı ile seçtiği yerdedir ve burada bir de adına Halikarnas Balıkçısı Müzesi kurulmuştur. Cevat Şakir özellikle 1926’dan sonra deniz hikâyeleriyle tanınır. Konularını Ege ve Akdeniz Bölgesi kıyıları ve açıklarında gelişen, denize bağlı olaylardan çıkarır. İçinde yaşadığı, en küçük ayrıntılarına kadar bildiği hür ve asi denizi, kaderleri denizin elinde olan balıkçıları, dalgıçları, sünger avcılarını ve gemileri zengin bir terim ve mitoloji hazinesinden ilham alarak, denize karşı sonsuz bir hayranlıkla şiirli, yer yer aksayan, ama sürükleyip götüren bir anlatımla hikâye ve romana geçirir. Yazı ve düşünceleriyle Azra Erhat gibi döneminin önemli aydınlarını etkilemiş bir kişi olarak, çeşitli dillerden yüz kadar da kitap çevirmiş olan ve kendi eserlerinin sonraki baskıları yapılagelen Halikarnas Balıkçısı’na Kültür Bakanlığı tarafından 1971 yılında Devlet Kültür Armağanı verilir. Cevat Şakir Bodrum’da yaşadığı dönemde arkadaşları ile ilk Mavi Yolculuk fikrini ve uygulamasını gerçekleştirir. Bu Mavi Yolculuklarda yanlarına aldıkları şeyler: Peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve rakıdır. Mavi yolculukta gazete okumaz radyo dinlemezlerdi. Amaç dünyadan kaçmak ve medeniyetten uzak olarak kafayı dinlemekti. Haftalarca denizde kalınır sadece acil ihtiyaçları temin etmek için karaya çıkılırdı. Oysa ki bugün yapılan mavi yolculuklarda her türlü lüks mevcuttur. Bu yolculuklar yazarın edebî eserlerini de büyük oranda etkilemiştir. Ölüm yıldönümünde Halikarnas Balıkçısı’nı saygıyla anarken onun Bodrum için yazdığı şiiriyle noktalıyoruz yazımızı. Bodrum’da Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin, Sanma ki sen Geldiğin gibi gideceksin Senden öncekiler de Böyleydiler Akıllarını hep Bodrum’da Bırakıp gittiler… Okumak isterseniz diye eserlerinden bazılarını da şuraya not edelim: Ege Kıyılarından, Mavi Zamanlar, Aganta Burina Burinata, Mavi Sürgün, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri….
- Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat
Azra Erhat Anlatıyor: 1957 yılının ilk aylarıydı… Habire çalışıyordum. Homeros ve İlyada’yı Türk okuruna anlatayım diye. Çevirimizi Hasan Ali Yücel istiyordu. Bu akşam Füreyya, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve ben Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Tepebaşı’nda bir lokantaya yemeğe gittik. Halikarnas Balıkçısı'nı biliyordum elbet… Ama ne yalan söyleyeyim, bana epey yabancı gelmişti o koca adam. Karşısında tuhaf bir çekingenlik duyuyor, onunla konuşabilmek şöyle dursun, ona varlığımı bile duyuramayacağımdan emin, büzülmüş oturuyor, hiç lafa karışmıyordum. Birden, Sabahattin benim İlyada’yı çevirdiğimi attı ortaya. Bir şey demeye kalmadı, Balıkçı bana şöyle bir baktı ve Homeros ve İlyada üstüne bir nutuk çekmeye başladı. Önce dinledim, ama açıldıkça açıldı. Hiçbir yerden duymadığım, okumadığım öyle aykırı şeyler söylemeye başladı ki burnuma biber sokulmuş gibi oldum. Neler neler uydurup, savuruyordu… Yok İlyada, Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İyonyalı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, Yunan bunu kıskanmış. Efendim tam 60 metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kısaltmış, kimi yerleri değiştirmiş ve İlyada’nın şurasına burasına sonradan uydurma parçalar eklemiş. (Antik) Atina zorbası Peisistratos bir komisyon toplayarak yaptırmış bu işi ve böylece koca İlyada’yı altüst edip mahvetmişler. Yani elimizdeki İlyada metni bu mahvedilen metindir, çevirmeye değmez, demeye getiriyordu. Benim akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı, bilgilerimi topa tutmuş, hepsini bir sırça saray gibi yıkmaya çalışıyordu. Hem nereden geliyordu bu bilgiler, bu olmayacak savlar? Niye bu şiddet, ne oluyorduk? Kılıcını çekmiş tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri ve ben de onlardandım ve alınıyordum. Eh dayanılır mı? Öfkeyle karşı koymaya uğraştım ama ne mümkün. Balıkçı fitili almış gidiyordu. Beceriksizce ileri sürdüğüm fikirlere kulak bile vermiyordu. Ben saçmaladığından emindim, yani bu tutuma öyle içerlemiştim ki açıkça hakaret edecektim neredeyse. Kendimden geçmişim… Çok ağır sözler de söyledim herhalde ki öbür arkadaşlar rahatsız oldular. Sabahattin Eyüboğlu ve Fikret Adil konuyu değiştirdi. Ancak ben gecenin sonuna dek tir tir titredim sinirimden. Gece bitince kalktık. Tam ayrılıyorduk, derken Balıkçı gülerek elimi sıktı. "Ben bunları yazar gönderirim " dedi. Ne yazıp ne göndereceğini düşünmedim bile. Bu denli bilim dışı bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden. Sonradan Halikarnas Balıkçısı’nı yıpratmak için bir sürü dedikodu yaptığımı da anımsarım o geceki konuşma üzerine. Derken zaman geçti, unuttum her şeyi. Bir akşamüstü eve geldim. Apartman kapısından içeri girdim ki yerde bir şey g ördüm, ama nasıl bir şey! Kundaktaki bir bebek gibi geldi bana. Eğildim baktım, büyükçe bir paket. Üzerinde kocaman harflerle adım yazılı, çevresi pullarla donatılmış. Express, özel ulak yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış. Hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde. Evde paltomu bile çıkartmadan koştum, makasla kestim paketin iplerini. Açtım baktım ki tomar tomar yazı… El yazısı... Renk renk kurşun kalemle yazılmış sayfalar dolusu yazı. Deli olacaktım 180 sayfa…” 9 Şubat 1957 tarihinden sonra "merhaba" diye yazıyor, sonra da hemen İlyada bahsine giriyordu. Kendi söylediklerini kurşun kalemle yazmış, alıntılarını İngiliz bilim adamları tarafından yazılanlarını kırmızı ve İngilizce, Fransız bilim adamlarınca yazılanları yeşil kalemle Fransızca yazmıştı. Yani İlyada konusunda sadece kendi görüşlerini değil, birçok batılı bilim adamının da savlarını iletiyordu bana. Şaşkına dönmüştüm. O yazdıklarını, o gün ya da ondan sonraki günlerde nasıl okudum bilemiyorum… Yazılanların içeriğinden çok, özü etkilemişti beni. Demek yanılmıştım. Safsata ve palavra sandığım Balıkçı’nın lokantadaki o sözleri, demek derin bir bilgi ürünüymüş. Öyle bir bilgi ve araştırma sonucu ki cılız değil, hiç kalıyordu benim bunca uğraşlarım, çabalarım. Utandım, çok utandım ama utancım olumludur benim. Hemen kararımı verdim. Evet, aldanmıştım. Aldandığımı bildirmek ve hatamın karşılığını ödemek boynumun borcuydu ama nasıl? Bana verilene eşdeğer bir özveriyle, çalıştığım yerden izin aldım ve Balıkçı’ya bir telgraf çekerek yanına geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşırmış olmalı. Halikarnas Balıkçısı İzmir’de kaldığım iki gün boyunca beni gezmeye götürdü. O ilk defa gördüğüm antik yapıtları, tarihi eserleri, konuşuyor, anlatıyordu. Ege’yi ve düşlerimde dahi göremeyeceğim bir sürü canlı ve büyüleyici yerlere götürüp, gösterip anlatıyordu. Balıkçı, o aşındırdığı toprakların üzerine sapasağlam basıyor, bir heykel gibi dikiliyor. Başı, saçları ve dev sesi doğanın devinimine karışarak dalga dalga yükseliyordu. Uzak geçmişle geleceği bir renk cümbüşü içinde tarıyor, tarıyordu... Ben ise, aklıkla, mavilik içinde kendimden geçmiş yüzüyor gibiydim. Yaşamaya yeniden uyanmış gibiydim. Boyutlarını sezinleyemediğim bir merak, bir heyecan sarıyordu içimi. *** Halikarnas Balıkçısı ölümüne değin 15 yıl boyunca Azra Erhat’a bilim, kültür, aşk ve sevgiyle dopdolu ne kadar mektup yazdı? Azra Erhat, Balıkçı’nın ölümünden sonra bunları saymak istemiş, sayamamış. "Bazı mektuplar dört okul defteri kadardı" diyor Azra Ana. Binlerce, gönüllerce… Mektuplaştığı yıllarda Azra Erhat, büyük bir sandık almıştı Kapalıçarşı’dan, fakat bir yılda doluvermişti sandık. "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir yazar, böyle bir tür meydana getirememiştir. Alçak gönüllü, insan ayartıcısı, koca Balıkçı… İnsan sevgisini de, doğa sevgisini de ondan öğrendim ben. Ağabeyimin son demlerine kadar Halikarnas Balıkçısı, gereken ilaçları sağlamak için neler neler yapmıştır anlatamam. O büyük adamın, yalnız dostlarına değil, kim olursa olsun, acı çeken, derde düşen insana destek olmak için göze almadığı hiçbir şey yoktu. Kendisi için hiçbir şey istemezdi…” Bu çizgide, Koca Balıkçı’nın tatlı, acı bir anısını anlatayım. İzmir Hatay’daki evinin istimlak edilmesi lazım gelmiş. Zamanın İzmir Belediye Başkanı Dr. Selahattin Akçiçek, "Balıkçı değerli bir yazarımızdır, fazla geliri de yoktur. Onun istimlakine fazlaca para verelim”" demiş. Bunu duyan Balıkçı kızmış, durur mu? Gitmiş belediyeyi basmış ve başkana, "Siz ne hakla bana fazla para veriyorsunuz" diye bağırıvermiş. Son Bin Fenin Alimi olmasını konuşmayalım. O’nun doğa aşkını konuşalım, bir iki satırcık. O İzmir’den Antalya’ya kadar, başta Bodrum ve Marmaris olmak üzere binlerce ağaç yetiştirdi. Ama nasıl? Kimseden bir lira almadan. Ona “Alikarnıaç” dedikleri yıllarda, balıkçılık yaptı, balık tutup sattı. Kontraplaklar üzerine yaptığı yağlıboya resimleri Bodrum meydanda 5 liradan sattı. Bu paralar ile yurt dışından ağaç ve çiçek tohumları getirtti. Ağaçlarına gübre bulmak için de kimseye minnet etmedi. Sırtına bir küfe aldı, eline de bir kürek… Yollar, sokaklar boyu kilometrelerce yürüyerek, yerlerden koyun, keçi, öküz, deve dışkısı topladı, ağaçları için… İzmir Kültürpark’taki palmiyeleri ve tüm ağaçları yine o dikmiş ve yetiştirmiştir. *** Azra’dan Balıkçı’ya 7 Haziran 1957 … "O mektubun beni altüst etti. Yapma böyle Balıkçı. Sonra nasıl toplarım kendimi ben? Sonra neler oluyor sana, erken doğmuş olmak, aşıksın diye gülünç olmaklar da ne demek? Bunları beni eğlendirmek, güldürmek için mi yazıyorsun? Bak sana söyleyeyim, bizim sevgimizin yalnız güzel, pırıl pırıl tarafı var. Dünyada böyle bir şey binde bir olur, o da senin ve benim gibi seçkin insanlarda ve ancak çok yaşadıktan, çok çektikten sonra olabilir. O kör düğümler, al kanlar ne? Balıkçım, seninle benim aramda yaş maş diye bir mesele olur mu? Yahu bunları çoktan aşmış insanlar değil miyiz biz? Öyle olunca da duygularımızın fışkırmasını durdurur muyuz? Öpmek ve ne geliyorsa içimizden onu yapar, onu yazarız. Dünyaya ilan ederiz ve bu güzeldir, anlamayan aptaldır… Aptallarla vakit geçiremeyiz biz. Bana yazdığın o en güzel cümleleri inkar etmen, af dilemen, beni öyle yaraladı ki sorma gitsin. Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun, ’la personne’ diyosun. Hayranım olmaya kalkışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, kendi vücudunun bir parçası saysana. Ne diye ayırıyorsun beni senden… Ellerini öperken ben, bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken hep ellerine bakıyorum. Hem söyledim sana, ellerini çok beğendiğimi. ’Sensuellement’ öpüyorum onları. Burada olsan da öpeceğim, ne yapayım öpmek istiyorsa canım. Ben senin gibi arzumu gülünç olmak korkusuyla gizleyecek değilim… Her arzumu iftihar ede ede açığa vururum. Nasıl kızıyorum sana bunları yazarken Balıkçı. Gene dudağım tik yapmaya başladı. Ne olur, eskisi gibi birbirimize her duyduğumuzu içimizden geldiği gibi yazalım. *** Merhaba Azra, Merhaba, Buradaki adam, “Yazılarınızı hemen yarın getirmeye başlayınız” dedi. “Yok olmaz!” dedim. "Ben aşığım, ilk önce (aşkıma mektup; sonra da yazıları yazar getiririm." Azra rica ederim, boktan bir ‘honnetete’ yaparak yazmama mani olma. Böyle alev gibi harlarken sana doğru, üzerime soğuk soğuk sular dökme. Şu ömrümün sonunda iki paralık keyfim var. Seni seviyorum, bırak aklıma geleni o halimle anlatayım yahu. (Haldun Sevel'den alıntılanmıştır.)
- Boş Sayfa
FADİME Y. KAROĞLU * Boş bir sayfanın ilk satırlarıydı, gerisi gelmeyen düşünceler yumağı, hayalin derinlerinde biriken. Dökülseydi, sıra sıra, inci gibi dizilseydi kelimeler, her biri bin anlam yüklü, değseydi bir yüreğe, bir hayata. Kalsaydı asırlar boyu, okusaydı biri, çözseydi hem kendini hem manayı. Bilinmeze yol alan ruhlar gibi, hep var olan hiçliğin izini sürerek, senden önce ve senden sonra...
- Ada Umuttur
* Şenol YAZICI Herkesin bir ADA'sı olmalı... Ne, neresi... hiç önemli değildir; Servet-i Fununcular gibi Yeni Zellanda da olabilir, Manisa'da bir çiftlik de... ya da bir dergi; maviADA gibi... Ömürleri o hayalle geçti. Onlar da gidemediler.... Zaten as'lolan gitmek değil... Gönül gözünüzde bir ADA olması önemli... Her ADA gerçekte ütopik ideal ülkedir; ya kaçış için ya da huzur için... ADA sizi yaşama çivileyen, ayakta tutan umuttur da ... Eliniz, gücünüz, aklınız yetmiyorsa, kendinizi düşlerinizin kollarına bırakın, odanızın bir köşesinde oldurmaya başlayın... Tek yapacağınız sabır... Tık yok mu? Hiç umutsuzluğa düşmeyin... Bir gün o kuru duvarların yeşillendiğini, odanın ortasından mavi bir suyun akmaya başladığını göreceksiniz... Odanız da mı yok, kalbinizde oldurun; daha ileri gidin... Hala şansınız varsa bir çocuk yapın, adını ADA koyun... Yok mu şansınız? Oğlunuza kızınıza moral olun, bu sevimsiz dünyaya başka bir nehir açacak ADA'yı doğursunlar... Kuşkusuz bir gün o da size benzeyecek, o da yenilecek... Ne var ki o zamana değin O, sizi ayakta tutan en büyük sihriniz olacaktır. Sonrası mı? O denli karamsar olmayın, insanlığın güzel zamanları vardır, bakarsınız denk gelir. Hem de başardım sanarak.... ADA UMUTTUR... Asla TESLİM olmayacağınız, hiç yenilmiyeceğiniz UMUDUNUZU oldurun... Demedi demeyin; yarın üzülürsünüz. Bir ömür harcadığınız, bin bir emek verdiğiniz şu hayatta sadece size ait ve kayıtsız şartsız hükmünüzün geçtiği bir ADA size çok mu? As'lolan yatınız katınız, bilmem neyiniz olması değil; AS'LOLAN BİR ADANIZ OLMASIDIR... Çünkü o, sizin hayal kurma özgürlüğünüzdür. * "Altın Postu" izlediniz mi? Argonautika 'yı yani? Öyküsünü aldığı Rodoslu Apollonius'un İsa'dan önce üçüncü yüzyılda yazdığı altı bin dizeden oluşan destansı yapıtını, Akhalı gemicilerin olağanüstü maceralarını okumadınız mı? Öyleyse, talihsiz kuşaktansınız demektir. Talihsizliğiniz hep sığ suların balığı olacağınızdan... Önlem almaz, kendi derinliğinizi, uçurumlarınızı, dağlarınızı ve ADAnızı; yani kendi maceranızı yaratamazsanız, bir süre sonra ne filminiz, ne kitabınız ne de aşkınız kalacak sözü edilmeye değer. Kırkınızda iki ay öncesinin bilgisayar modeli gibi çağını yitirip çiçek saksısı bile olamayabilirsiniz. İnsanın en azından bir adası olmalı. O da mı yok? Üzülmeyin benim de yoktu... En ciddi eksikliğimin, o olduğunu bulmam uzun sürmüştü. Sonunda yaratmaya karar vermiştim. Satın alamayacağıma göre... Var mısınız bir ADA yaratmaya? - Hiç yaşayanınız var mı? ADA NASIL BİR DENEYİMDİR? GERÇEK BIR ADA HİKAYESİ OKUMAK İSTERSENİZ LÜTFEN TIKLAYIN
- Bağımsız Türkiyeyi Kadınlar Yarattı
ZEKİ SARIHAN * “Kurtuluş Savaşı’nı kadınlar kazandı” demek hiç de abartılı bir ifade değildir. Bunu, daha savaş sırasında birçok yazar ve siyaset adamı, komutan teslim etmiştir. Kurtuluş Savaşı’na başlarken Türkiye’de kadınlar hak ve özgürlükleri bakımından ne durumdaydılar? 1919 ilkbaharında İstanbul’da kadınlar hakkında gözlemlerde bulunan bir Fransız kadının Fransa’daki bir gazetede yayımlanan ve Türk basını tarafından iktibas edilen bir yazısında “Artık bin bir gece memleketinden uzak bulunuyoruz” denilerek onun İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda gördükleri aktarılmaktadır: Bu okulda Avrupa’daki gibi bir eğitim uygulanmaktadır. Türk kızları çok yeteneklidir. Çarşaflarının altına giydikleriyle modayı da izlemektedirler. Çok iyi el işlere yapmakta, keman çalmaktadırlar. Çok evlilik de hemen hemen kalkmıştır. “Türk kadınları, yüksek fikri seviyeleriyle kadınlar arasında gerçek bir devrim yapmıştır. Türk kadınları artık asırlarca yaşadıkları hayattan çıkmışlardır.” Yazara göre Hasta Adam’ın doğrulması muhtemeldir. Bu konuda kadınlar arasındaki inkılâp ve tekâmül büyük bir etki yapacaktır. 30 Ekim 1918’de başlayan Mütareke döneminde İstanbul basınında kadınlar için sayfalar açılmış, İkinci Meşrutiyet döneminde patlayan kadın özgürlüğünün sürmesi ve gelişmesi için yayınlar yapılmıştır. Yakup Kadri 1921 tarihli bir yazısında, kadınların on yıl öncesine göre şu işleri yaptığını anlatmaktadır: “Yüzlerini açmak, sokağa manto ile çıkmak, yalnız başlarına istedikleri yere gitmek, erkeklerle birlikte tiyatrolara gidebilmek, memleket işlerine karışmak, hayır derneklerinde çalışmak, dairelerde memurluk, ticarethanelerde kâtiplik, satıcılık yapabilmek, yüz bin kişilik siyasi mitinglerde konuşabilmek.” Fransız L’Humanite yazarlarından Magdelena Marks da Türkiye’den gönderdiği mektuplarından birinde “Türk kadınlığının hürriyeti, savaşın başladığı tarihten başlamıştır. Çok evlilik, harem artık yok. İktisat, geleneği alt üst etti. Kızlar artık üniversiteye, devlet memurluğuna girebiliyor” diye yazmıştır. Mütareke döneminde Türk gazeteleri dünya kadın hareketi hakkında haberler vermekte, Türk kadınlığının özgürlüğü için bu yayınlardan dersler çıkarılmaktadır. KADINLARIN GÖRÜLMEDİK ÖZVERİSİ Kurtuluş Savaşı, Türk kadınlığı için o zamana kadar görülmedik bir özveri, örgütlenme, hizmet dönemi olmuştur. Çünkü artık düşman, anayurdun ta içlerine girmiş bulunuyordu. Bu durum, eşkıyanın talan için bir evin içine girmesinden farksızdır ve kadının yalnız evi, yuvası, eşi, oğlu, kızının hayatı değil, kendi ırzı da saldırı altındaydı. Tehlikenin gelişini öncelikle İstanbul’un aydın kadınları fark ettiler. Kadınlar içinde tepkilerini ortaya koyma imkânına onlar sahiptiler. “Kadıköylü Kadınlar” imzasıyla gazetelere gönderilen ve 18 Kasım 1918’de Akşam gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Millî haklarımızı muhafaza edecek hükümet ve erkek yoksa biz varız” denilmiştir. Osmanlı Hanımlar Derneği, 24 Mart 1919’da Batı başkentlerindeki kadın derneklerine bir muhtıra göndererek onların analık duygularına hitap etmiş, Türkiye temsilcilerinin de Paris Barış Konferansı’nda dinlenilmesini istemiştir. Daha İzmir’in işgalinden 38 gün önce 7 Nisan 1919 tarihli Memleket gazetesinde “Türk kızı da millî mücadeleye atılmalıdır” başlıklı bir yazının yayımlanması, erkeklerin de kadınlardan beklentilerini ve onlarla omuz omuza mücadele etmeye niyetli olduklarını göstermektedir. “Türk kızı, Türk genci, haydi vazife başına! Vazife başı, vatan sinesi, halkın sahasıdır. Türklerin kız ve erkek çocukları el ele, kalp kalbe vereceklerdir. Halka koşmazsak, temelimiz yıkılmış, işimiz bitmiş demektir.” Düşmanın Bursa’ya kadar gelmesi üzerine Bolu kadınları, Büyük Millet Meclisi’ne bir dilekçe yazarak ırz ve namuslarını kendilerinin koruyabilmesi için silah verilmesini istemişlerdir. İzmir’in işgali üzerine, İstanbul’a çekilen protesto telgrafları içinde Ayşe, Fatma imzalı olanlar da vardır. Üsküdar kadınları, Doğancılar’da toplanarak İngiltere ve Fransa temsilcilerine çektikleri telgrafta, işgale razı olmayacaklarını belirtmişlerdir. Bursa kadınları da Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyetine çektikleri telgrafta, ölmeye hazır olduklarını anlatmışlardır. Erzurum Kadınları da Murat Paşa Camii’nde toplanarak İzmir, Antalya, Maraş gibi yerlerin işgal edilmesi ve buralarda yapılan vahşete göz yumulmasının önüne geçilmezse hakkın savunulması için başka araçlara başvuracaklarını anlatmışlardır. Edirne’de binlerce kadın Sultan Selim Camii’nde toplanarak İtilaf Devletlerinden İzmir için adalet istemiştir. İzmir’in işgali üzerine İstanbul üniversitesinde yapılan toplantıda, Kız Üniversitesi’nin temsilcisi, direnişte erkeklerle birlikte olacaklarını ilan etmiştir. YÜZLERİNİ AÇIP MİTİNG KÜRSÜLERİNE ÇIKTILAR Şimdi sıra kadınların miting kürsülerine çıkmasına gelmiştir. Bu Türkiye tarihinde ilk kez olmaktadır. Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Sultanahmet mitinglerinde Halide Edip, Meliha Hanım, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım, Münevver Saime, Şükûfe Nihal coşkun konuşmalar yapmışlar, vatanın bağımsızlığının ve birliğinin yok edilemeyeceğini haykırmışlardır. Kastamonu kadınları da Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesinde toplanmışlar, Zekiye Hanım kadınlara “Gerekirse öleceğiz!” diye seslenmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da daha önce kurulmuş kadın derneklerine yenileri katılmış, Anadolu’da da kadın dernekleri kurulmuştur. Vatan savunması, örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Biçki ve Dikiş Yurdu Hanımları Cemiyeti, Türk Çalıştırma Cemiyeti, Türk Kadınlar Cemiyeti, Şehit Ailelerine Yardım Birliği, İstihlakı Millî Kadınlar Cemiyeti İstanbul’da çalışan kadın örgütleridir. Anadolu’da Alaşehir Türk Kadınlar Cemiyeti, Kasaba İslam Kadınları Cemiyeti’nin adı geçmekteyse de en güçlü ve yaygın kadın örgütü Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti’dir. 26 Kasım 1919 günü kurulan bu dernek; Amasya, Konya, Kayseri, Viranşehir, Erzincan, Yozgat, Niğde, Pınarhisar, Burdur, Kangal, Aydın, Balıkesir’de şubeler açmıştır. Anadolu’da çalışan diğer kadın örgütleri Kastamonu Hanımları Çalıştırma Cemiyeti, Asker Kardeşlerimize Muavenet Cemiyeti, Antalya Muaveneti İçtimaiye Cemiyeti Hayriyesi’dir. Ülkenin yarısının diğeri üzerine göçmen olduğu bir dönemde Hilali Ahmer kadınlarının gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da yaptığı hizmetler ise unutulamaz. Yardım toplamada ve yardım yapmada Anadolu kadınları birbirleriyle yarışmışlar, hastaların yaralarını sarmışlar, hatta onların topladıkları malzemeyle Kastamonu’da bir hastane açılmıştır. VATANA ADANMIŞ VÜCUTLAR Kurtuluş Savaşı kadınlarının gördükleri en meşakkatli iş, kötü hava koşullarına rağmen Samsun, İnebolu gibi limanlara yığılan savaş malzemesini kağnılarla cepheye taşımalarıdır. Sayıları 20 bin olduğu belirtilen kadınların o günlerde ve daha sonra yazılan birçok yazıda, bu konudaki kahramanlıklarının sayısız örneği verilmiştir. Ali Fuat Cebesoy, kadınların bu işi yapmalarını “Soylu ve yüce bir manzara” diye tanımlamaktadır. Mustafa Necati, bu kadınları tarihteki ünlü Kartacalı Kadınlara benzetmektedir. Kastamonu’nun Seydiler Köyünden Şerife Bacı’nın şiddetli bir soğukta Kastamonu yakınlarında kağnıdaki çocuğunun üzerine kapanıp donmuş olarak bulunması, kağnı kollarında yaşananların bir örneğidir. Fransız muhabir Schliklen, bu kadınlar için “Vatana adanmış vücutlar” diye yazmıştır. Türkiye kadınları silah kuşanarak cephede görev almıştır. Aydın yöresinde, Çukurova’da ve Güneydoğu’da çete savaşlarından başlayarak siperlerde çarpışan, orduya asker toplayan, üsteğmen rütbesine kadar yükselen kadınlar Vardır. Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Binbaşı Emire Ayşe, Ayşe Çavuş, Çete Ayşe, Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gül Hanım, Gördesli Makbule, Ayşe Kadın, Adile Hanım, Asker Saime, Türk Jandark’ı Küçük Nezahat bunların en tanınmışlarıdır. Türk devrimi, daha savaş sırasında kadınların yurt savunmasındaki bu hizmetlerini takdir etmiş, kadınlara şükranlarını sunmuştur. Birçok kadına İstiklal Madalyası verilmiştir. Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa, Sakarya zaferini kadınların, esas olarak da köylü kadınlarının eseri olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal Paşa bu savaşta en çok takdir edilmesi gerekenlerin Anadolu kadınları olduğunu belirtmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden anıtlardaki kadın figürleri milletin kahramanlıklarını unutmadığını göstermektedir. Dünya Kadınlar Günü’nde biz de onları ve günümüzde onların izinden giderek devrimi bir halk iktidarıyla taçlandırırken, kadın devrimini de tamamlamak isteyenleri selamlıyoruz. Kaynak: Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, Uyusal Eğitim Derneği Yayını, Ankara, 2010.
- Bana Sevdiğin Müziği Söyle...
ZEKİ SARIHAN * Müslim Gürses’in ölümü, Arabesk müzik konusunda bazı görüşlerin yayımlanmasına” vesile oldu. Eskiden de yazılmamış değildi. “Bana sevdiğin müzik türünü söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” dense yeridir. Buradaki “Kim” sözcüğünü “hangi kültün bireyi” hatta “hangi sınıfa ait olduğun” biçiminde anlamak da mümkündür. Gerçekten de başka birçok konuda olduğu gibi müzik de bir sınıfın damgasını taşır. Dil de öyle değil mi? Arapça-Farsça-Türkçe karışımı bir dil kullanıyorsanız feodal sınıfın yönetici, mektepli takımından olurdunuz. Şehirli halkın, özellikle İstanbulluların ise kendilerine özgü bir konuşma dili vardı. Yalın, temiz bir Türkçe konuşuyorsanız herkes sizin köylü olduğunuzu anlar. Şivenizden hangi bölgeden olduğunuzu bile çıkarabilir. Türkü’nün köylü müziği olduğunda hiç kuşku yoktur. Türk Sanat Müziği ise saray müziğidir. Geniş kitlelerin duygularını yansıtmaktan uzaktır. Çok sesli klasik Batı müziği ise Batı burjuvazisinin ve onun gibi eğitilmiş entelektüel tabakanın duygularını dile getirir. Burjuvazinin ortaya çıktığı bir dönemin ürünüdür. Dini müzik, okul müziği, pop müzik, meyhane müziği gibi bazı tabakalara özgü müzik türleri de var. ARABESK HANGİ TÜR İNSANIN MÜZİĞİDİR? Arabeske gelince: Bu, bir dönemin yarattığı insan tipinin duygularını okşayan bir müziktir. 1950 sonrası, yorganını sırtlayıp köylerden kentlerin yolunu tutan, kentlerin çevrelerinde her türlü güvenceden yoksun olduğu için kendini yalnız hisseden insanlar, nüfusun önemli bir bölümünü oluşturunca bunlar kendi müziklerini yarattılar. Adına Arap müziğinin Türkçe sözlü versiyonu anlamına “Arabesk” denildi. 1950’lerden başlayarak yeni zenginlerin gazinoları doldurduğu dönemin müzik tarzlarından biri de Zeki Müren müziğidir. Bir milletin içindeki sınıflaşma ve hatta tabakalama sayısı kadar müzik türü oluştu. Dolayısıyla “Bana sevdiğin müzik türünü söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü hiç de boş bir lakırdı değildir. Çünkü dâhil olunan sınıf, birçok davranışı ve görüntüyü de yanında getirir. Yaşadığınız konut tipi nasıl sizin hangi sınıfa dâhil oldunuz konusunda önemli bir ip ucu veriyorsa, giyim kuşamınız da az çok bu konuda bir işaret sayılıyorsa, kullandığınız dil ve hoşlandığınız müzik de sınıfınızı ele verir. Yukarıda saymadığımız bir başka müzik türü daha var. Bence onun en önde gelen temsilcisi Ruhi su idi. Onun plakları 1960’tan sonra aydınların devrimleştiği bir dönemde ortaya çıktı ve tam da halk kültürüne bağlı devrimcilerin ses bayrağı oldu. 1 Mayıs marşının, Enternasyonal’in ağızlardan düşmediği yıllardı. Köyden çıkmış arkadaşların rakı masalarında ince ruhlu görünmek için klasik Türk müziği dedikleri şarkılara sarılmaları bir hoşlanma duygusundan çok bir sınıf değiştirme çabası idi. Kentli kültüre özenti idi. Bir de benim gibi Türkünün yanına bir de Ruhi Su müziğini ekleyen ve duygularını ancak bu ikisiyle ifade edebilen kuşak var. Çok sesli klasik Batı müziğinin üstün bir sanat eseri olduğunu, evrendeki çokluğu uyum içinde dile getirdiğini teorik olarak bilsek ve dinlemekten zaman zaman hoşlansak da bu konuda eğitimimizin eksik olduğunu kabul etmek gerekir. Mozart’ı seslendiren bir orkestra, fıkrada dile getirildiği gibi bir şehrin halkına zulüm gibi gelebilir. KEMALETTİN TUĞCU ARABESKİ İlginçtir, Arabeskin yaygınlaştığı dönemin çocuk edebiyatının en çok okunan yazarı Kemalettin Tuğcu idi. Öğrencileri Kemalettin Tuğcu kitaplarından kurtarmak için epey uğraşmışımdır. Onun yerine Türk ve dünya edebiyatının seçkin çocuk kitaplarını okumalıydılar. Bir zamanlar bu türün örnekleri de epey yaygındı. Günümüzde galiba kişiliğini bunlarla geliştirip zenginleştiren çocuk ve bunları çocuklarla buluşturan öğretmen de kalmadı. Okuma ihtiyacımızı artık telefonlarımızdaki kısa mesajlar karşılıyor! Hey gidi devrim yılları! Devrim umuduyla yaşadığımız, devrime ulaşmak için birlikte türküler, marşlar söylediğimiz yıllar! Bir o coşkun ruh haline bakın, bir de arabeskin dünyası kararmış, çırpınıp duran, sızlanan, başkaldırmış gibi görünen ama yenilgi acısını dile getirmekten başka işlevi olmayan ruhuna bakın. Müslim “Baba”nın cenazesindeki kalabalığa, hakkındaki övgülerin, minnet duygularının yüksekliğine bakılırsa, arabeskin günümüzde hayat pahalılığı ve keskin sınıf ayrılıklarının yarattığı umutsuz sızlanmalara uygun düştüğünü anlayabiliriz. Toplumun hangi müzikten anladığını, seçimlerle iktidara getirdiği siyasi kadrolardan da anlamak mümkündür. “Bana partini söyle, senin hangi tür müzikten hoşlandığını söyleyeyim” de denebilir. Kültürün çeşitli toplum kesimleri arasında geçişkenliğin bulunması doğaldır. Sonuçta ayni siyasi sınırlar içinde yaşıyoruz ve çeşitli kültürel ögeler hepimizi etkilemektedir. Bu durum her sınıfın bir müziği bulunduğu gerçeğini değiştirmez. “ Ölürsem kabrime gelme ” diyen arabeskin ölü ruhu ile “ Huma kuşu yükseklerden seslenir/Yar koynunda bir çift suna belenir/ Sen ağlama kirpiklerin ıslanır” diyerek gönlümüzü havalandıran, aşk ve yaşam dolu ezgiyi karşılaştırınız. Ülkemizde en yaygın müzik türü hangisidir? sorusunun yanıtı sanırım hâlâ Türküdür. O Bedri Rahmi’nin “Köy Türküleri şiirinde yazdığı gibi “Ana sütü kadar temiz”dir. Türkiye halkı esas olarak bu arı, duru pınardan beslenmektedir. Onu modern müzik formlarıyla ve aletleriyle zenginleştirmek kültür politikamızın esasını oluşturmalıdır.
- Nasıl Bir Zamana Düştük
Niyazi UYAR * Hep derim ya, “Nasıl bir zamana denk geldik böyle?” İnsanların çapsızlığı, omurgasızlığı, dönekliği… Yolda belde, okulda, kahvede, gündelik yaşamda, hemen her yerde insan davranışlarını gözleyerek ulaştım bu neticeye. “Nasıl bir zamana düştük?” İşte bu veciz sözüme istinaden, söz ve müziği Mahzuni’ye ait Musa Eroğlu’nun seslendirdiği “Öyle bir zamana düştük türküsünü dinlerim, tekrar tekrar... Hakkaten ya, nasıl bir zamana düştük böyle? Daha dün Atatürk ve Atatürkçülükten nemalananların savrulup gitmesi- bana güvenilmez, sinsi gelmişti zaten- içimi acıtır. Sonra CHP içinde siyaset yapanlar, bugünlerde yandaş kanallarda CHP’ye, demokrat insanlara saldırmalarının açıklaması, akılsızlığın dışa vurumudur. Bunların yandaş kanallarda sabah akşam CHP’ye ve demokratlara saldırmaları...İşte bunun bir bedeli, bir mükafatı var. Bakmayı bilen, azıcık dikkatle yazılan hikayeyi kolaycıcık anlayabilir. İşte ben bu durumu anlıyor ve görüyorum, ben bunun bilincindeyim. Ne demişti böylerine dair Aşık Mahzuni Şerif “Zevzek” adlı türküsünde: Hele bak şu aynaya, yüzün yüze benzer mi? Ta sabahtan uyumuş, gözün göze benzer mi? Vay o boyun devrilsin, özün bize benzer mi? Adam olamadın gitti, zevzek Beni bilemedin gitti, zevzek Hakkaten ya “nasıl bir zamana düştük böyle? Ben demokratım diyen biri, kesinlikle emeğin yanındadır, yoksullardan, emekçilerden yanadır, her daim onların haklarını savunur; fakat hakkını savundukları karşı cephede, karşı yamaçlarda onların karşısındadır, bu durum bambaşka sosyolojik bir vaka. Sinan Cemgil öldürüldüğünde babası Adnan Cemgil, onu ihbar eden köylülere ne demişti? “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi Odtü’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum!” Köylüler, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını ihbar etmişti. Ta o yıllardan beri değişen hiçbir şey olmadığı gibi daha da geri gitmemiz gerçekten çok acı! Yoksulların, emekçilerin dayandığı, hayata bağlandığı tek nokta kendi ekonomik menfaatleri olacağına, ne yazık ki din oluyor. Aslında kimse onların ne dinlerine ne diyanetlerine bir şey dediği yok. Dinden maddi menfaat elde eden şarlatanlar, yoksul insanların evlerinin içlerine kadar girerek akıllarını başlarından alıp ruhlaştırıyor. Oysa yaptıkları sömürünün, din sömürüsünün dik alasıdır. Tarikat liderlerinin limuzinlere bindiği bir başka İslam ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Bu din bezirganları bu ülkenin insanına kendi dillerinde ibadet etmelerini istemiyor. Başka hiçbir İslam ülkesi yoktur ki kendi dilinde ibadet edemesin. Hakkaten ya “ “Nasıl bir zamana düştük böyle?” 1945’lerde toprak reformu diyen, topraksız köylüye toprak diyen CHP içindeki toprak ağaları Adnan Menderes liderliğinde yeni bir parti kurup kendine toprak verecek, iş güç sahibi yapacak CHP'yi iktidardan indirip Demokrat Parti’yi iktidar yapmadı mı? Meclis’te mutlak çoğunluğu ele geçiren Demokrat Parti, bu güç zehirlenmesiyle baskının, kanunsuzluğun en katmerli örneklerini sergilemedi mi? Demokrat Parti’nin iktidar olduğu ilk yıllarda ABD’nin Marshall yardımı ile köy çocuklarına süt tozundan yapılmış süt dağıtılması, köylüye un, şeker, yağ dağıtılması… sefalet içindeki köylüyü, halkı kendine bağlayıp dinsel motifleri yoğun bir şekilde kullanmış, CHP bir daha doğru dürüst iktidar yüzü görmemiştir. 1923 de kurulan genç Cumhuriyetin CHP’nin kuruluş yıllarında yarattığı olağanüstü kalkınma modeli ile dünyada eşi benzeri olmayan bir kalkınma hamlesini hayata geçirdiği unutulu gitmiştir. O yıllarda yapılan müthiş çalışmalarla gerek ekonomik alanda gerek sosyal alanda çok ciddi devrimler hayata geçirilmiştir. Fakat ne acıdır ki, bugün yirmi birinci yüzyıl Türkiye’sinde mahkeme koridorlarında “şeriat, hilafet,” sloganları atılabilmekte, yurdum insanını birey katarına çıkaran kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetin altı oyulmaktadır… Hakkaten ya, “Nasıl bir zamana denk geldik böyle?” Avrupa birliği yalanına d e m o k r a s i martavalına inanan, d e m o k r a s i n i n en ilerisinin geleceğini zannedenler, aslında ölü gözünden yaş beklemekten bir farkı olmayan tam demokrasi ve ileri demokrasi(!) trenine binmişlerdi. Şimdi bu yetmez ama evetçilere soralım, siz gerçekten yaptıklarınızdan pişman mısınız, değil misiniz, siz hakikaten aynada yüzünüze bakabiliyor musunuz?
- Sevelim Sevilelim
NURTEN B. AKSOY * "Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan" yazardı çocukluğumuzda, iki minare arasına kurulan mahyalarda. Çocuktuk ama ramazanın gelmesine çok sevinirdik o yıllarda, çünkü ramazan gerçek sevginin ve paylaşımın yaşandığı güzel günlerdi. O zamanlar ne bugünkü gibi süslü, gösterişli ramazan sofraları kurulurdu sokaklarda; ne de kim oruçlu, kim değil diye sorgulayan bakışlarla karşılaşırdık. Ramazan öncesi bir telaştır alırdı herkesi, o aya özgü alışverişler yapılır, iftara daha yoksul tanıdıklardan kimlerin çağrılacağı düşünülür, daha duyarlı, daha saygılı olmaya çalışılırdı galiba. Ben tutucu olmayan ama hayli inançlı bir aile ortamında yetiştim. Büyükler ramazanın gerektirdiği tüm ibadetlerini huşû içinde yaparken bize hiç karışmazlar ya da baskı yapmazlardı. Oysa ramazan biz çocuklar için mutluluk günleriydi. O, gece ramazan davulunun sesiyle uykulu uykulu kalkılan sahurlar, hep birlikte yenilen mütevazı yemekler ve inanarak açılan eller, edilen dualar... O günlerden aklımda kalan en güzel anılar. Kimse bizi oruç tutmaya zorlamazdı ama biz özenirdik o küçücük halimizle. Bize kıyamayan büyüklerimiz ise "merdivenli oruç" tutmamıza izin verirlerdi, yani sadece sabah ve öğle yemeklerini yer, arada ağzımıza hiçbir şey koymazdık ta ki iftar vakti gelip ezan okunana kadar. Akşamüstleri ise en büyük zevkimiz, açlıktan sararmış yüzlerimizle gidip pide kuyruğuna girmekti. Metrelerce uzayan kuyrukta bir yandan söyleşir, bir yandan çıkacak pideleri beklerdik. O sıcacık pideleri, ucundan koparıp kemirmeden eve getirmek ise ayrı bir marifetti. İftar saati iyice yaklaştığında ailece otururduk sofranın başına, gözlerimiz kapalı dualar ederdik, belki de nefsimize hakim olabilmek için. O rengarenk iftarlıklar, sıcacık çorbalar ve kısıtlı maaşlarla hazırlanmış bereketli sofralar anılarımda tüm görkemiyle hâlâ yaşamakta. "Ah, nerede o eski günler, eski bayramlar" diyen büyüklerimize buruk bir gülümsemeyle bakar "ne varmış canım bu eskilerde, ne bitmez bir özlemmiş bu böyle" diyerek sitem ederdik içimizden. O günlerden bu günlere köprülerin altından çok sular geçti ve artık ben de o eskiye özlem duyulan yaşlara geldim. Bunu çevreme, çoluk çocuğuma dillendirmeyi sevmesem de geçmişi özlüyorum, hem de çok özlüyorum. Çocukluğumun o riyasız, içten, sımsıcak insanlarını özlüyorum. Gösterişten uzak, bir başına ibadetlerin yapıldığı, mütevazı sofralarda oruçların açıldığı ramazan günlerini özlüyorum... Hele maddi ve manevi büyük bir yoksulluğun acılarını yaşadığımız, paylaşmaya ve sevmeye en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde geçmişi. eski ramazanları, eski bayramları, eski insanlarımı çok ama çok özlüyorum... Yine de hayırlı ramazanlar...
