
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- Aşkın Yasaklı Tarihi
Şenol YAZICI * "Edebiyat bazen meçhul bir adrese gönderilen bir betik, bazen bir S.O.S yazan bir aşk mektubu, bazen yıldızlara atılan bir kementtir," diyor Cemil Meriç, Attila İlhan'a yazdığı bir mektubunda. “Fakat daima çoğalmak, bir yalnızlıktan kurtulma arzusu… ” Yani aşk... Yasaklı yanına gelince, engel aşkın doğasında zaten var. Yazının olmadığı devirde de kuşkusuz sözlü olarak etkili ve güzel söz söyleme sanatı olan edebiyat vardı. Ama sanki yazı ona sınıf, ülke, ilgilisine de rütbe kazandırdı, adını da o koydu. Olasılıkla, insanın gözünün hiç doymadığı mal varlıklarının muhasebe kayıtlarını tutmak için keşfedilen simgeler yazıya dönüşünce insanlığın bir baş belası ortaya çıkacaktı, kimsenin haberi yok. Hele bir alfabe bulunsun… Zaten aşkın prangalı hale gelmesi de ondan sonradır. Sözün yazıya, yazının düz anlatıdan öte, katmanlı anlamlar yüklendiği döneme geçmesinden sonra… O nedenle nitelikli olunca asla hedefini şaşırmayan bir betik olan yazı vazgeçilmezidir edebiyatın. Ötekilerse, aşkın sözde kural koyucusu yazar, ulaşılmaya çalışılan sevgili rolüne zorla oturtulmuş; kimi tek bir insan, kimi bir ülke, kimi dünya olabilen kökten naz sevgili olur, sayılabilir en başta. Bu gizemi kolayca anlaşılmayan, garip, ama ciddi bir güçtür. Edebiyatın yasaklarını başlatan, egemen güçleri erinçsiz eden de bu olsa gerek. O yüzden sancılı toplumlarda edebiyatçının başına düşer ilk yıldırımlar. Bu yazarlık zor iş, der Çetin Altan, A. İlhan’a yazdığı mektubunda. “Herkesin ısınmasını hoşlanmasını istediğin bir ateşte yanan odun gibisin.” Yazar ve okur, altı bin yıl önceki ilk papirüs ve parşömenlere yazılan çivi yazısı örneklerinden bugüne uzanan yolda, sürekli bir kavuşma uğraşındadır. Yazılanların bazısı, çağları aşarak bu onura erse de çoğu zamanın içinde erir, yok olur. Arada bir de o kavuşma ertelenebilir. Bu, türlü nedenlerden olabileceği gibi bazen toplum düzeni, bazen genel ahlak, bazen de siyasi erk ya da egemen güç yazılanı sevmez, yasaklar. Ne var ki, bazen yasak sevdayı kışkırtır, çoğaltır, engellere karşın başarır kimi, binlerce yıl Homeros gibi, Montaigne gibi, Pir Sultan gibi sonsuz genç yaşar. Oysa her şey ne kadar basit gözüküyor. Birilerinin yazara garezi olduğunu düşünüyorsunuz. Birkaç öznel satır, dünyanın ocağına nasıl incir diker ki? GULİVER’İN CÜCELERİ Guliver’in Gezileri komik bir macera romanı değil midir, ilk bakışta? Sosyolojik açıdan baksanız 18. yüzyılının İngiltere’sinin alaycı bir dille incelemesi, çocuk edebiyatı bakımından devler cüceler, konuşan atlarla işlenen bir fabl, gezi örneği olarak düşünürsek düşsel bir geziyi anlatan ilk örneklerden, klasikler yönünden batı edebiyatının değerlerinden biridir. Yazarı Jonathan Swift'in yazarken öngöremediği türlü adlandırmaları ve yakıştırmaları üstlenerek çıkan kitap, yaşadığı dönem İngiltere’sinin yazarları ve bilim adamları dahil, her unsuruna saldırmakla suçlanıp bir süre sansüre uğrasa da sonraki zamanlarda yeni tanımlamalarla güçlenip sosyal hicvin başyapıtı olacaktır. BÜLBÜLÜN ÇİLESİ DİLİ BELASI Birisi evinde oturup düşlerini, fantezilerini yazıya geçirmişse başkasına ne? Nesimi, Hallacı Mansur, Nazım Hikmet kendi pencerelerinden Tanrı’yı, insanı, Anadolu’yu ve emekçiyi öyle görüyorsa kime ne? Ama birileri tarihin her çağında derin ilgi duyar yazarın düşündüğüne, yazdığına. İlgiyle de kalmaz, dediğinden dolayı kiminin diri diri yüzer derisini, kimini dara çeker, kimini de mapus damlarında çürütür, yetmez doğduğu topraklarda ölme hakkını alır elinden. Neden sonra da itibarını iade eder. Hemingway, Jack Landon gibileri saymazsak, fiziksel güç olarak ürkütücü bir örnek olmayan yazarın, toplu tüfekli, egemen iktidarı nasıl dehşete düşürdüğü anlaşılması zor ve geniş bir konudur. YAZAR NE YAZAR, OKUR NE ANLAR Yazarın kitabını yazarken bunları, egemen güçleri ve o belirsiz sevgiliyi, yani okurunu düşündüğü de bir sanrı olmalı. Yaratıcı güç, çoğu kez başladıktan sonra kendi yatağını oluşturup akan söz dinlemez bir nehirdir. Okunmak beklentisi kitap bittikten sonra ortaya çıkacaktır. Bazen yazar hiç istemese de okur, bir nedenle kitapla karşılaşacak, yazarın hiç düşünmediği bir biçimde okuyup yorumlayacaktır, büyük olasılıkla. Bu farklı yorumlama kitabın niteliği artıkça çoğalacak gizemli bir durumdur. Ne düşünülerek yazarsanız yazın, her okur sizi başka okuyacak, ona yeni bir başlık bulacak, içini dolduracak, kat kat anlamlar yükleyecek ya da eksiltecektir. Sizin yazdığınız eline geçtiğinde o, onu kendi bilgisiyle, özlem ve umutlarıyla, inanç ve kurnazlıkla, yani insan olarak neyse donanımı onunla, benzetmeler ve ilişkiler kurarak metnin sözcük ve dilini kullanıp yeniden yazacaktır. İyi yazabilmek iyi düşünmekle mümkündür demiş Pascal. Ama iyi okur olmak için konulmuş bir kural yok. Okur, aşkın bildiğini okuyan, özgür yanıdır. Ona bir şey dayatılması olanaksız, işine geldiğince metni okuyacak, yazarın kimliğini ve yazılanı da dilediğince tanımlayacaktır. ÜTOPİK AŞK ÜLKESİ Böyle olmasaydı, Robinson Cruseou, ıssız adada bir başına ve çaresiz kaldığında İncil’de kendine ait umut ve direnç aşılayan bölümü nasıl bulurdu ya da antik devrin şairi Vergilus’un dizeleri nasıl yüzyıllarca kâhinlik, bilicilik olarak alınırdı? Günümüzün akıl ve bilimi önceleyen ciddi gazeteleri Nostradamus’un 16.yüzyılda yazdıklarından, yüzyılımızın geleceğini okumaya nasıl çalışırdı? Bunda yazarın ya da okurun bir düzenbazlığını aramak gerekmiyor aslında. Bu iyi yazanın tek bir dize ile farklı zamanlara, değişik durum ve insanlara yanıt verebilme yeteneğiyle ilgili bir sonuçtur. Aslında edebiyatın gizemli gücü de aşkı da yasağı da buradan beslenir. Eğretilemeyle, ad aktarmasıyla çok katmanlı bir anlam üreten yazar, amaçladığı ülkesine, yani çoklu aşkına doğru sonsuz bir yolculuğa çıkar. Bu yolun uzunluğu, ulaşma yetkinlikleriyle bağlantılı kısalabilirken, yazarın katmanlı anlam üretmesiyle de çok ilişkilidir. Çoklu katmanlar farklı insanların hislerini yansıtırken kendi yayılımını yapıp ütopik aşk ülkesinin sınırlarını durmadan genişletmeye çalışır. Yukarıda sözünü ettiğimiz yazarların ve kitapların, Tolstoy’un, Hemingway’ın ya da Zola’nın zaman geçtikçe eskimek ve azalmak yerine, yenilenmeleri ve artan okurları, büyüyen ülkeleri gibi… KİTAP DÜŞMANI MUKTEDİRLER İşte bu an kırılma anıdır. Çoğu kez kitaptan hoşlanır gibi duran, kimi ona destek de olan iktidar, kitap, okurunu sınırları çizili düşünceden öteye taşımaya başladığı anda hoşnutsuzluğunu belli eder. Okurla yazar arasındaki derin aşkı budamaya, engellemeye, yönlendirmeye, denetim altına almaya çalışır. Bir kez o yazıyı, düzeninin düşmanı olarak algılamasın, yok etmeye artık kararlıdır. Kendini tehlikede görürse, yazara orantısız güçlerle saldırır. Çelişkilerle dolu bir süreç başlar. Öfkesi geçtikten sonra da oturup o şiiri kendisi övebilir, dilinden düşürmeyebilir, şairini büyük diye ilan edebilir. Aslında anlamla giydirilmiş doğru söze karşı baskı ya da atom bombasıyla hiçbir şey yapılamadığı deneylerle bilinse de, bunu hiç bir öfkeli egemen anımsamaz. Bu aşkı yasaklayanlar tümden haksız mıdırlar? Yukarıda sözünü ettiğimiz masum çocuk kitabı Guliver’in Gezileri’nin yazarı, kitap boyunca dönemin İngiltere’sini, yönetimini, aydınını, insanını, yani elle tutulur nesi varsa onu hicveder. Onun gözünde insanlık kara bir tablodur. O zamanlar İngiltere'de kraliyeti eleştirmek yasak olduğu için Swift bu masal ülkelerini tasarlamıştır. Bu ülkelerde yaşananlar İngiltere'de olanları sembolize ederken, kişiler de isim verilmese de zamanında yaşamış kişileri vurgulamaktadır. Cüceler, devler, havada uçan bir toprak parçasında yaşayan yönetici kısmının yerde yaşayan halka olan uzaklığı, salatalıktan güneş enerjisi elde etmeye çalışan bilim adamları, evleri, çatıdan başlayıp yapmak isteyen mimarlar, yumurtanın büyük kısmından mı, yoksa küçük kısmından mı kırılması konusunda savaşan halklar, hepsi o zamanlarda yaşanan olaylara göndermelerdir. Birçok insan bu romanı çocuk masalı olarak görse de ilgisi yoktur. Yazar, döneminde devlet işlerini, insanları, sosyal yaşamı, bilim adamlarının saçmalıklarını, kitaplarında anlaşılmaz bir dil kullanan yazarları, kısacası birçok şeyi alaya alıp anlatmıştır. Yazarın tepkisinin dışavurumudur bu. Böylesine saldırıya uğrayan İngiltere yönetimini tümden haksız bulmak biraz zor, değil mi? YAZARIN SİLAHI KALEM Yazarın derdinin ne olduğunu anlamak zor gözükse de doğasını anlarsanız her şey basitleşecektir. Yazar, düzene kökten muhaliftir. Bir yönüyle ilahi kusurcu denilebilir ona. Yaşadığı evreni kirletip yaşanmaz kılan, çocuklarının geleceğini yok eden, iki ekmeğim fazla olsun diyerek milyonların açlığına göz yuman, insan öldürmenin sanatını ve ticaretini yapan, kendi doğrusundan başka hiçbir düşüncenin yaşamasına izin vermeyen, ancak arada bir, rastlantısal güzel şeyler üreten… Bu katı dünyaya başkaldırmaktadır yazdığıyla. Nasıl ki çaresiz kalan insan dişiyle tırnağıyla savaşır, o da sözüyle, diliyle, yaratıcı gücüyle daha iyi bir dünya için bu can çekişen rezilliğin tam kalbine ve aklına saldırır. Herkes üç kuruşunu saklamak için bankalar, kasalar icat ederken, o bilgi ve becerisini tüm insanlıkla paylaşmak için yollara sergi açar sanki. Yazarın olmaz olmazıdır; has yazarın gözünde insan değerlidir. Her insan, hak etmese de gerçeği görme hak ve yeteneğine sahiptir. Şimdi yaygın medya olanakları var , ama çağlar boyunca sıradan insanı görür, bilir yapan da kitaptır. Dağ başındaki çobanla kentli burjuvayı eşit yaptığı gibi… Belki aşkı yaratan da budur; yasaklara neden olan da kitabın içerdiği, okuyan herkesin elde edebileceği bilgi… Bilgi en büyük güçtür. “TANRI’NIN ADIYLA OKU…” Güzel örnekler de bulmak mümkün zamanın tozlu raflarında. Okumayı, bilgiyi, kitabı yükselten, yazma cesaretimizi artıran örnekler… Bir kutsal kitap; Kuran, “Oku” diye başlamaz mı? “Tanrının adıyla oku.” Söylenceyi bilirsiniz, Efsane Harun Reşit’in oğlu halife Mümin gece düşünde Aristo’yu görür. Kendisininkine denk bir tahtta oturan filozof, ona tüm Yunan düşünürlerinin kitaplarını Arapçaya çevirtmesini söyleyecektir. Bağdat Akademisi uzun yıllar çalışıp Aristo ve diğer düşünürlerin kitaplarını Arapçaya çevirir. İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt gibi büyük İslam düşünürlerine bunun katkısı olduğu doğru, ama daha önemlisi, sonradan antik Yunan’ı yeniden keşfe kalkan Batı, Helenceyi bilmeyince kolaya kaçacak, bu İslam çevirilerini kaynak yaparak tanıyacaktır o devrin filozoflarını. Bir yandan Aristo’yu öğrenirken bir yandan Arap-İslam felsefesiyle de tanışacaktır. İSKENDER NİYE BÜYÜK İskenderiye Kitaplığını gören olmasa da duymayan mı var? Otuzlu yaşların başındaki Büyük İskender; Aristo’yu çok iyi bilen, Homeros’u elinden hiç düşürmeyen bu ilk çağ hükümdarı, fethettiği Mısır’da kurduğu kente arkaik tarihin en büyük kitaplığını da yaptırıp armağan ederken İsa’nın doğumuna üç yüzyıl vardır. Binli yılların Kahire’sindeki Fâtimi Kütüphanesinde, İspanya Kurtuba’daki Emevi kitaplığında bir milyona yakın kitap bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz çağlar, otuzuna kadar yaşayanın uzun ömürlü sayıldığı, Babil’in pişmiş topraktan yapılma kulelerinden başka çok katlı binanın olmadığı zamanlardır. Yiyecek kuru ekmeği, barınacak mağarayı bile bulmakta sıkıntı çeken, bıçak sırtı bir yerden yaşama tutunmaya çalışan insanoğlu, başta hükümdarları, kitabı tutkuyla sevmekte, onları görkemince saklayabilmek için anıtsal yapılar yapmaktadır. Halkının okuması, aydınlanması ve bilgilenmesi için 2000 yıl önce kütüphane yapan, Tanrı’nın gölgesi bir mutlak yönetici… Kötü örnekleri anımsayınca, ne biçim hükümdar bu, diye düşünmez misiniz? BİLİMSEL VAHŞET Hele içeriğinde çok değerli el yazmalarının da bulunduğu Psitratüs koleksiyonu ve İskenderiye Kitaplığını büyük Sezar’ın yaktırdığını, önce Sezar’ın ve ardından yerini alan Romalı Antonyüs’ün sevgilisi olan Kleopatra tarafından yeniden yaptırılan aynı kitaplığın, bu kez Hıristiyan kilisesince, zararlı düşünce akımlarını durdurabilmek için tekrar yok ettirildiğini anımsayınca... Ondan iki bin yıl sonra, uygarlığın altın çağı denilebilecek, ama insanlığın en eksik çağı sayılabilecek 20. yüzyılda, 1933’te kötülüğün kökünü kazımak için Faşist Alman iktidarın ateşe verdiği yirmi bin kitabı düşününce hele… Kuşkusuz edebiyatın yasaklı tarihi bunlarla başlamaz. Kitaba ve yazara denk bir çağdan, çok öncelerden başlayacaktır. İ.Ö. 411’de Patogor’un kitapları yakılır. Yasaklı aşkın başlangıcı mı? İlk yazıcılardan o güne 2000 yıl geçtiğini düşünürsek, sadece bilenen tarihi bu. İsa ve annesi Meryem’in okumakla ilgileri, devrin koşullarını düşünürsek çok derin gözükmese de bilgelik ve seçkinlik simgesi kitap, Meryem ve Çocuk İsa tablolarında örtülü bir Vandalizm’le yer alacaktır. Resimlerin çoğunda çocuk İsa’nın, Musa’nın Eski Ahit’ini yırtıp yerine Yeni Ahit’i yerleştirmesi işlenir. Bu da kitabın kitaba açtığı savaş olsa gerek. Yeni Ahit, yani İncil de ulaşma gayretindeyken, başlangıcında ne kadar çok baskı görür, âşıkları aslanlara parçalattırılır, çarmıhlara gerilir. Üç yüz yıl sonra iktidarı ele geçiren Hıristiyanlık aynı yöntemleri kat kat fazlasıyla pagan inanışlara ve doğa dinlerine, hatta öteki kitaplı dinlere uygulamaktan geri kalmayacaktır. Çin İmparatoru Tsin Che Hoang, Çin tarihinin birçok değerli eserini ortadan kaldırırken bilginin insanlığa kötülük getirdiğine inanmaktadır içtenlikle. Cengiz Han, "yenenlerin güvenliği, ancak yenilenlerin yok edilmesiyle sağlanır" düşüncesiyle fethettiği yerlerdeki tüm canlıları kılıçtan geçirmekle yetinmeyecek, Harzem Eski Ürgenç'te on büyük kitaplığı da yaktıracaktır. 19. yüzyılın sonu, 20.yüzyılın başında Amerika‘da aşkı engelleme, diğer deyişle sansür uygulamalarının ilki, kötülükleri engelleme derneğini kuran biri tarafından başlatılır. “Cennetteki babamız Adem okuma yazma bile bilmiyordu, ama madem ki icat oldu, bu kötü alışkanlığın kontrol edilmesi gerekir, okuyacaksanız İncil okuyun” diyen o kişi insanları tutuklatır, binlerce kitabı yaktırır, matbaaları kapattırır. Liste uzun, manzara korkunç. Başlangıçtan bugüne yakılan kitap sayısı milyonları geçiyor. Matbaa biraz daha geç kalsa insanlığın kültür mirası diye bir şeyi olmayacaktı. Ancak çok örnekli kitap basımı bu kıyımı etkisizleştirdi. Böylece, kopyaları olan sakıncalı kitapların büyük bölümü kurtuldu. KİTAPLAR ÇOK MU MASUM Bu böyledir de kitaplar çok mu masum? Ortodoks düzen ve etiğin penceresinden bakarsanız, her kitap inanılmaz tehlikeli gözükebilir. Kumran Yazmaları, Hıristiyanlığın ortaya çıktığı çağın yüz yıl öncesinden yüz yıl sonrasına değin yazılıp saklanan, iki bin yıl sonra 1946’da Ölüdeniz’in kıyısında mağaralarda bulunan, ama Vatikan’ca senelerce Hıristiyanlık üzerinde kuşku tohumları yarattığı için dünyadan gizlenen, İsrail’inse 'Musa’nın intikamı' gibi dünyaya duyurduğu parşömen el yazmalarıdır. Türlü yorumlar yapılıyor bu konuda, bizim üzerinde duracağımız yön; gizlemesinler de ne yapsınlardı? İsa’nın zamanında oturup kaleme alınmış bir kitap yüzünden en az iki bin yıllık inanç düzeni kaosa mı dönsün? Don Kişot’un yaşlanan aklını başından alan, köy aristokratı doktorun eşi Madam Bovary’i yoldan çıkaran kitapları masum saymak oldukça zor görünüyor değil mi? Ya da Bukovski’yi 657’ye tabi memur gözüyle okuyunca? Böyle yaklaşınca onları yakmak gerektiğini düşünebilirsiniz. Hele, Don Kişot’ta sürünün parçası olan bireyin tek başına özgürleşmeye çalışırken rotasını şaşırmasını görmüyor; yalnızlaşan ve paylaşacağı olmayan kadının tek alkışının karşı cinsin ilgisinde kaldığını hissettiğinde yaşadığı açmaza da aldırmıyor, gündelik sıradan bir konuşmasındaki küfür yüklemesiyle Bukovski’yi bile utandıracak insanımızdan, on yıllarca organ boylarıyla uğraşma düzeyinde kalan toplumumuzun suç sıralamasında en temel etki olan cinsellik anlayışından rahatsız olmuyor, ama bunların yansıtılmasından huzursuz oluyorsanız tepkiniz doğal. Bu sorunları çözmek zor kuşkusuz, o kitapları okumak zorunda mısın diye sormaya gerek yok, en iyisi yakmak onları. Yumurtalarla uğraşacak yerde tavukla uğraşmak, kesmek tavuğu doğru gözüküyor böyle bakınca… Sivas Madımak’ta olanlar da bu mantığın ürünü olsa gerek. Mantıktaki bozukluğa dikkat çekmeye gerek var mı, görünüyor zaten. O sorunu yaratan yazar değil, sorunu yaratan biziz, yani toplum… Yazar, yansıtan bir ayna sadece. Tarihe bir bakın. Salman Ruşdi için verilen fetvanın benzerleri, çağlar içinde kitaplı kitapsız çok düşünür ve yazar için verilmiştir. YAKMAK MIDIR EN KOLAY ÇÖZÜM Biz yasaklı tarihimizde yolculuğu sürdürelim. Çağlar içinde, dünyanın her yerinde kitaplar sık sık yakılır. Roma İmparatorluğu sağlam bir çözüm yolu bulacak, fethettiği yerlerin ahlakını bozan edebiyatçıları sürgün edecektir. Onlar geçmişte kaldı, şükür demeyin, Şili’de iktidara gelen cunta lideri General Pinochet ve adamları 1981’de Don Kişot’u yaktırır. 1600’lü yılların başında İspanya’da yazılan bu kitabın bireysel özgürlüğe davetiye, geleneksel otoriteye başkaldırı olduğunu ve anarşiyi yarattığını savunacaklardır. Ama edebiyatın yasaklı tarihinde biri var ki hepsini unutturur. Darbeler sırasında bizde yakılan, ama kayda geçmeyenleri saymıyorum, Almanların 1933’de devlet töreniyle meydanlarda, kötülüğün kökünü kazımak için yaktığı 20 bin kitap, uygar batının cinneti olsa gerek. Edebiyat bazen güldürecek yasaklar da yaşar. Hitler, Karl May’ın serüven kitaplarına bayıldığını, ay ışığında büyüteçle okuduğunu anlatır, Yazar; gene Hitler tarafından sevilmek gibi bir talihsizliğe uğrayan, bu yüzden müziği protesto edilip dinlenmeyen Wagner gibi, seçimi olmayan bir aşığın dolaylı gazabına uğrar. İsrail de hala yasaklıdır bu iki isim. Nasıl olmuşsa, Hitler’in gene çok beğendiği, kendi fevkinde bir şey yapıp mahvolanı severim, diyen Nietzsche, herhalde deliliğin avantajıyla bu kara listenin dışında kalmıştır. AŞK YASAKSIZ OLMAZ Tersi de oluyor bazen. Atatürk, Diyarbakırlı Ziya Gökalp’ı okuyup sevmeseydi, genç cumhuriyetin bu ilk büyük Türkçü düşünürünü, şimdi biz bilir miydik, diye düşünüyorum? Ya da yetmişli yılların ünlü filmi Arkadaş’ta Yılmaz Güney, Melike Demirağ’ın dilinden Ahmet Arif’i işaret etmeseydi, tek kitapla ülkenin en ünlü şairi olması ne kadar zaman alırdı? Yani hep yasaklayanlar değil, aşka yardım edenler de var. 19. yüzyıla kadar kölelerin okuması yasaktı. Diktatörlerin, bugün de olduğu gibi, yüzyıllardır iyi bildiği gibi en kolay yönetilen topluluklar okuryazarlığı olmayan, cahil toplumlardır. O nedenle en büyük düşman olarak kitap olarak görülecektir onca zaman. Eğer ille de okunacaksa yöneten erkin işaret ettikleri yeterli olmalıdır, düşüncesi egemendir. Voltaire alaycı bildirisinde, “toplumların koruyucusu ve gardiyanı olan bilgisizliği yayınız” diye boşuna demez. O nedenle edebiyat tarihinde de baskı ve sansür hiç vazgeçilmeyen baş silah olacak, kolay alev almasından olsa gerek bu aşkın üstünde meşaleler yanacaktır papirüs devrinden günümüze kadar. Merak ediyorum, halkını bilgisizliğe, cahilliğe, karanlığa mahkum edip iktidar sürdürmek isteyenlerin, kitap yaktıranların ya da gömdürenlerin hakkında da bir gün soruşturma açılır mı, bu büyük insanlık suçundan dolayı? OLSA DA ADI AŞK OLMAZ Günümüz Türkiye’sinde hiçbir şey geçmişteki gibi değil, yasaklanan internet sitelerini saymazsak. Gene de bizde her şey güllük gülistanlık, yazar okur aşkının arasına giren tek etken dağıtım şirketleri ve tekelleşen, devleşen yayın kuruluşları, yenilere şans tanımıyor… diyeceğim, diyemiyorum düşününce. Daha dünün edebiyatçılarının hapislerden, sürgünlerden, işkencelerden, ölümlerden sesi geliyor. Ülkesinden kaçmak zorunda bırakılan Nazım Hikmet’i, Istranca dağlarında devrinin yönetiminin hiçbir zaman aklanamayacağı bir biçimde öldürülen Sabahattin Ali’yi, yakın zamanda Madımak’ta yakılanları anımsıyorum… Hangi birini sayacaksın. Ama biri var ki ürperiyorum. On beş yaşında bir çocukken kız arkadaşına okuduğu bir Nazım Hikmet şiiri yüzünden okulundan, arkadaşlarından, akan yaşamından edilerek derin travmalar yaşatılan, ülkenin en büyük şairlerinden, yazarlarından biri olmaya mecbur edilen, gene de seksenine kadar da sesine küslüğünü yüklemeden bilgece sözler etmeyi başaran biri: Attila İlhan. Onu büyük, ölümsüz ve bu yasaklı aşkın ustası yapanlara kızsak mı, teşekkür mü etsek?.. Acımak sanki daha bir uygun düşüyor. Yasaksız aşk olmaz zaten. Olsa da adı aşk olmaz. * 2017 ÇOK OKUNANLAR maviADA sayfalarında 200 ziyaretçi, 25 Beğeni, 3 Yorum, İnternet raporlarında ise 300 ziyaretçi...
- Babalar Ömrün En Büyük Travmasıdır
Şenol YAZICI * Ortaokuldayım. Meydan Parkı şehrin ortasında bir vaha... Simitçi çok olurdu. Babam havasındaysa simit bile alırdı. Ne zaman simit yesem başım dönerdi, öyle keyifli. Dökülen susamları gazete kağıdının üstünden parmağımla tek tek toplar, tadının tek bir zerresini ziyan etmeden dişlerimin arasında, minicik bir susam değil de koca bir Gümüşhane elmasıymış gibi ısıra ısıra yerdim. Parkın köşesinde bütün sinemalarda oynayan filmlerin afişleri vardı. Babam hep orda otururdu. O, büyük adamlarla hiç ilgimi çekmeyen, bitmeyen muhabbetler yaparken afişleri izler, her yeni asılan filmle bir başka düş dünyasına dalardım. Çay söyledi, ama simitçilere hiç bakmadı babam, anlamadığım terimlerle sağlığından söz ediyordu amcama, kalbiyle ilgili... O anda gördüm afişi; Kara0ğlan... Döşemecide, yorgancıda, fırıncıda çalışan arkadaşlarıma işten çıkınca sinemaların önünde rastlardım. Bayılırdım. Deli oluyordum sinemaya, ama sinema paraydı, zamandı... Bense öğrenci... Kimbilir imrendiğim arkadaşlarımın özgürlüklerine ben ne zaman sahip olacaktım? Bir çizgi romanını okuyabilmiştim Karaoğlan'ın. Bildiğim çizgi romanlardan, Tommiks'ten, Teksas'tan farklıydı ama çok hoşuma gitmişti. O filme gitmeliydim. Ama nasıl? Sinema 1,25 kuruştu, benimse harçlığım belli... Defter, kalem, elişi kağıdı... Tabi derslerden fırsat bulursam... Babam beni gösterip "...Bu yılı da atlatabilseydim," dedi. Dört nala Karaoğlan'la birlikte Orta Asya bozkırlarında at koşturan ben, o zaman ortama döndüm. Durumun ciddiyetini kavrayacak olgunluğum yok ama mal bulmuş mağribi gibi durumdan yararlanacak zekam var. " Osman'ın bir boyacı sandığı var," dedim. Ne alaka der gibi baktılar bana. "Her hafta da sinemaya gidiyor, eve ekmek, portakal da getiriyor." "Eee!" Babamın karardığını fark ettim mi ne, gitgide cılızlaşan, soluklaşan bir sesle o keskin virajı aldım: "Hastasın ya baba... Okulu bırakır, bakarım sana." Talimliydim, babamın karşısında ilk yalanım, ilk virajım değildi ya bu. Amcam başımı okşadı. "Bakar bu karaoğlan..." Kendi yalanımdan etkilenmiş, gözlerim dolmuştu; ama babamdan ses çıkmadı. Akşam evde yemek yerken hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yemekten sonra odaya girdi, beni de çağırdı. "Ben seni okutmak için ... sense boyacı sandığı ha..." dedi. Çıktığımda babamdan nefret ediyordum, cezalandırıldığım için değil, adam aklımı okuyordu. Bir daha boyacı sandığını ağzıma almadım. Babam dağ gibi adam... Birden eridi, zayıfladı. Sonra hastane... çok yattı. Doktor yapacaktı benden. Büyüklerim kulağımı büktüler; ne olur ne olmaz, kısa yoldan meslek sahibi olmak en güzeliydi. Tek başıma gidip başvurdum, birçok okulun sınavına girdim. Sağlık Meslek Lisesi, Orman Okulu, Ziraat Mektebi... Kazandım hepsini ardı ardına. Bir yanım şaşırmış, kıvançlı, bir yanım hala kuşkulu; herhalde babam gidip konuştu okullarla, tembihledi... Sonunda inanmayı seçtim. Kendimi ilk kez aynada görüyordum. O güne değin her başarım babamın desteğiyle oluyormuş gibi gelirdi. Oysa burnu akan çocukta bir sihir vardı, nerdeyse ben de inanacaktım. O zamanlar, yirmi yıldır moda olan cahil ferasetinden değil okumuş adam bilgeliğinden övgüyle söz edilirdi. İlköğretmen okulunu yeğledim. Okula başlayalı bir yıl olmuştu. Yatılı okul zormuş derler, hiç de değil. Kaloriferli sıcacık binalarda kalıyor, eğitim görüyorduk. Günde üç öğün yemeğimiz çıkıyor, her sonbahar iç çamaşırına değin giysilerimiz veriliyordu. Dersler hiç de zor gelmiyordu. Ömrümde bir arada görmediğim kadar çok kitabı olan kütüphanesinde dünyayı okuyordum. Boş saatlerimiz de vardı, artık harçlığımı daha özenli kullanıyor, haftanın önemli filmlerine bile gidiyordum. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Umut doluydum, yerimi bulmuştum geliyordu bana. Artık bundan ötesi düzlüktü. Sadece rahatça okumayacaktım, saygın bir mesleğim de olacaktı bitince. Böylece diğer kardeşlerimi okutan beni de okutmak için uğraşan, ama ciddî olarak zorlandığını benim bile sezdiğim babamın yükü de azalacaktı. Babamın da sağlığı düzelmişti. Hatta bana projeler yapıyor, yeniden doktor olmamı gündeme getiriyor, izinli gittiğim hafta sonları uzun seanslar boyu beynimi yıkıyordu. Bense ilk kez hayır diyordum. Eski giysilerle, hep bir şeylerimin eksik olduğu öğrencilikten artık bıkmıştım. Yatılı bir okulda okumamın gücüne yaslanıp yüzüne de söyledim, "Ben üniversite okumayacağım," dedim, küstük. Bana bağırıp çağırmadı ama küstük. Birkaç hafta sonu eve gitmedim. Sonra bir gün babamı kapıda nöbetçi kulübesinde buldum. O gün akşama değin dolaştık, birlikte yemek yedik. O disiplin, planlama ustası, hedefe ulaşma azmiyle hem kendini, hem beni yarış atı yapan adam gitmiş, yumuşak başlı, güven ve erinç dağıtan biri gelmişti yerine. Ne üniversiteden, ne doktorluktan söz ettik. İlk kez ondan ayrılmak zor geldi bana, ilk kez insanın babası olması ne güzel, diye düşünmüştüm. Hatta bir ara " tamam baba okuyacağım, " demek bile geçti içimden, ne var ki ondaki bu olağanüstü değişime çok ihtimal veremiyordum. Kendini kandırma, bu geçici bir hal... diyordum bazen. Haftasına varmadı, okul müdürü beni çağırdı. Baban hasta dedi, seni istiyor. O anda içime doğdu: Babam öldü... Başka beni niye çağıracaktı? Kıyametimiz kopmuştu ama farkında değildik. Bu ilkti, sonraki hayatımda, ne zaman boyumdan büyük işlere uzansam, zorda kalsam, ah arkam desem... her seferinde dünyayı tutan çatırtılarla devriliyordu o koca dağ, kimbilir daha ne kadar ölecekti benim için, sonsuz... Cenazesinde bile inanamamıştım. Bu, babamın biz, iki küçük çocuğuna pek yapmadığı bir şakaydı. Bana kalsa kendi çapımda yaptığım her şey benim eserimdi, öyle düşündüm çok zaman. Ben seçilmiş bir çocuktum, girdiğim bütün sınavları kazandım, hiç bütünlemeye kalmadım, bulaştığım her şeyi başardım... diye sanıyordum. Aklıma bile gelmiyordu, okumak nedir ve ne işe yarar... diye bile düşünemeyecek, ağır kitaplar ve o devir düzeneğinin getirdiği hep disiplin ve asık yüzlü okula tahammül bile edemeyecek bir çocukken güneşi nerden bilirdim ki? Boyacı sandığı yaptıracak; para kazanacak, sinemaya da gidecek, rahat edecek olan sümüklü çocuk hiç aklıma gelmez, Oysa şimdi biliyorum ki, bütün bunlar babamın eseriydi gerçekte... Sevgili babam bizden bir şey yaratmak için kendini tüketti. Bizden, üç erkek çocuktan örneği az rastlanır bir proje geliştirdi, bizi iyi kurdu ve yönetti... O olanaksızlıklarda, daha önemlisi okuyanın kâfirleştiğine inanıldığı bir dönem, yaygın yoksulluğun kanıksandığı bir çağ ve coğrafya da üç erkek çocuğunu tek kuruş sabit geliri olmadan kente indirip okutmayı başardı. Bizim kaytarmalarımıza, sapmalarımıza doğru zamanda teşhis koyarak müdahale etti. Bizim kendimizi keşfetmemiz, olan cılız içsel gücümüzden bir şey üretmek, dahası kurbağadan fil yaratmak için ömrünü tüketti. Biz ne kadar fil olduk, o ayrı ve uzun bir hikâyedir. Bana kalsa babamın inandığı uğruna kendini mahveden, idealine kilitli ürkütücü ama adam haline, çırpınmasına ve gayretine karşın, kimseye muhtaç olmadan yaşamak dışında, hiçbir şey olamadık. Olmak neyse işte... Anımsadığım babamın ölümünden sonra mezun olup bir karanlık köyde ilkokul müdürüyken, çocuklarını okula göndermeyen, bana sorunlar üreten köylüye kızıp, ben daha ötesine lâyığım, diyerek bırakıp, hiç güvencesiz üniversiteye gitmiştim, hem de 12 saatlik Sıvas'ın dağyolllarını yürüme aşarak... Belli, babamın donanımı ve aklı yoktu bende ama idealler için kendini mahvetme özelliği vardı. Bence mahvolarak, başkalarına göre kendimi oldurarak çıktım, halkımın dar görüşlülüğünün, devletin karanlık güçlerinin ve siyasî hesaplaşmaların gençleri, dahası tüm halkı birbirine kırdırdığı 12 Eylül Ankara'sındaki üniversitemden ya da benim cehennemimden... Sağ ol baba... Tohumu çatlatacak bir güç gerek, bir travma; seni öldürmeyen her engel sana çok şey katar; çocuğundan bir şey yaratmaya çalışan her baba ister istemez ciddi engeller oluşturur çocuk dünyasında... Sanırım babaların talihi bu; olsan da suçlanırsın, olmasan da... Sen benim değerini çok geç anladığım en güzel travmamsın. İyi ki vardın, iyi ki babamdın. * 19.06.2023
- 14 Mart Tıp Bayramı Kutlu Olsun
Prof. Dr. İbrahim Ortaş * İnsan Derman Sağlayan Hekimlerin 14 Mart Tıp Bayramı kutlu Olsun . Bugün 14 Mart Tıp Bayramı. Bütün sağlık çalışanları ve doktorlarımızın 14 Mart Tıp Bayramı'nı tüm içtenliğimle kutlarım. Sağlık gibi önemi büyük olan ve etik/deontolojik değerlerin mutlaka ön planda tutulması gereken bu mesleği icra eden insanlar, yaşadığımız Covid-19 pandemisi ve deprem gibi zorlu süreçlerde gösterdikleri üstün çaba, fedakârlık ve başkaları için kendi canlarını hiçe sayan tutumlarıyla her türlü takdirin ötesindedir. Genelde dünyada tıp fakültelerinden mezun olan hekimler Hipokrat yemini ederek mesleklerine başlarlar. Bu bir salt yemin değil, hekimlerin mesleki sorumluluklarını hatırlamaları ve insanlığa hizmet etme bilinciyle hareket etmelerini zihinde tutulması açısından büyük önem taşır. Yemini, tıp mesleğini icra eden hekimlerin mesleklerini uygularken uymaları gereken etik ilkeleri ve ahlaki değerleri içeren antik Yunan döneminde yazılmış çok önemli bir insan hakkı savunucusu bir ilkedir Hipokrat Yemen’inin Temel İlkeleri: Başta hastaya zarar vermemek, mesleğin doğası gereği hasta hakları ve hastanın bilgilerini saklamak, hastalar arasında ayrım yapmamak, hekimler, ırk, din, cinsiyet, sosyal statü gibi faktörlere bakmaksızın tüm hastalara eşit şekilde hizmet etmeyi gerektir. Mesleki Bilgiyi Kötüye Kullanmamak ve de Hocalara ve Meslektaşlara Saygı duymak gibi bir etik ile ortaya koymaktadır. Hipokrat Yeminin önemi aslında yaşanan savaşlar, iç çatışmalar ve çıkar ilişkilerinin had safhada oluğu günümüzde daha çok önemsenmektedir. Günümüzde yaşanan birçok etken Hipokrat yeminin özellikle de hasta hakları, bilimsel gelişmeler ve evrensel insani değerler ekseninde hastaya hasta ve insan olarak yaklaşmayı ön1eriyor. Hipokrat yemini çok önemsediğim bir inşadan yana olan bir felsefi ilke olarak görürüm. Yalnız doktorlar söylenmiş değil, aynı zamanda tüm insanlara ciddi bir ders olarak insan sağlığı üzerinden hiçbir çıkar ve ayrımcılığı reddetmeyi ve ilke sahibi olmamızı öneriyor. Hekimler yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal iyileşme sürecinde de hepimizin yaşamına dokunan iyileşmemiz ve hayata tutunmamızın umudunu ve en büyük iyileştirici ilacıdırlar. Hekimlik, yalnızca bir meslek değil, aynı zamanda bir sanat ve insanlığa hizmet etme aracıdır. Onun için hekimlik/tabiplik/ doktorluk bir derman veren zanaat olarak da görülürdü. Mesleğe Saygı Önemli Tıp ve hekimlik ulvi bir meslektir. Konuya önem veren devlet yetkililere mesleği hep önde tutmuşlardır. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk'ün Beni Türk hekimlerine emanet edin." ifadesi ile tıp camiası için büyük bir onur kaynağıdır. Bu düşünce ile hekimlere duyduğu güveni ve saygısını ifade etmiştir. Diğer yanında da hekim ve sağlık çalışanlarının bilgi, beceri ve insanlığa hizmet konusundaki üstün niteliklerini vurgulamış olması mesleğe ve hekimler verdiği en önemli değer niteliğindedir. Önceliği yaşam ve can sağlığına veren, hiçbir renk, cinsiyet, din, dil veya görüş farkı gözetmeksizin, çıkar gözetmeden insanlığa hizmet eden bu cefakâr meslek mensuplarının gününü bir kez daha yürekten kutluyorum. Derin bir içtenlikle, insanların gönlünde her zaman ayrı bir yeri ve değeri olan sağlık emekçilerine bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. İyi ki varsınız! 14 Mart 2025, Adana
- İstanbul
FADİME Y. KAROĞLU * İstanbul, ah İstanbul! Adın, nice olayın ve güzelliğin yankısı, Beni içine almazsın, ben de sana karışamam, Hep uzaktan izlerim Boğaz’ı, Bir yabancı gibi geçerim sokaklarından. Oysa seni bilmeyen var mı? Galata’nın taşlarına sinmiş eski ayak sesleri, Bir zamanlar kuleye tüneyen kuşlar, Şimdi gökdelenlerin camlarında kayboluyor. Seksen iki milyonun kalbinde tek bir ad, Ama her yürek başka bir İstanbul taşır. Kimi bir martı çığlığında bulur seni, Kimi eski bir sokakta, taş duvarlarda… Ben, İstanbul’un kıyısında bir yolcu, Sana varamadan, Hep uzaktan bakarım.
- Bahar Geliyor
Fuat ÖZGEN * Bugün hava güzel Tam bahara özel Yönüm çocuk parkına Varmak istiyorum olanın farkına Duvarın üstünde Bahar bakışlı bir kedi Bütün hayvanlar gibi Gözlerime bakıyor Niyetimi anlayınca Sevdiriyor kendini Sonucu bildikleri halde Erken açmışlar çiçeklerini Erik ağaçları İstiyorlar baharın gelmesini Burnuna bahar havası kaçmış Sevinen, sevindiren köpekler Parkı dört dönüyorlar Ve kuşlar Bir o dalda Bir bu dalda Cıvıl cıvıl Şen şakrak Baş rolde insan, çiçekler Kıpır kıpır Yediveren tomurcuklar Çocuklar Bugün hava güzel Doğaya gizli bir el değmiş Bahar geliyor
- Dört Aşk Şarkısı
Bertolt Brecht * -I- Senden ayrılıp sonra Kavuşunca bu büyük güne Gördüm, görmeye başlayınca Herkesi neşe içinde. Ve o akşam vaktinden beri Bilirsin ya, hangisi Dudaklarım daha bir güzel Ve ayaklarım daha bir çevik şimdi. Daha yeşil ağaçlar dallar ve çimen, Duyumsayınca böyle Ve su daha hoş serin Üstüme dökününce. -II- Bana neşe verince sen Düşünüyorum da bazen: Şimdi ölebilirim diyorum işte Ve hep mutlu kalırım böylece Ta sonsuza dek. Sen yaşlanınca sonra Ve hatırlarsan beni Görünürüm yine bugünkü gibi Ve bir sevgilin olur senin de Hala gencecik biri. -III- Yedi gülü var dalın Altısını yel alır Biri kalır geriye O da bana adanır. Yedi kez çağırırım seni Altısında gelme kal Ama yedincisinde söz ver Tek bir sözcükle gel. -IV- Bir dal verdi sevdiğim Üstünde sarı yapraklar. Yıl desen,geçer gider Sevdaysa yeni başlar. Bertolt Brecht
- Mustafa Bey’in Kızı
NİYAZİ UYAR* Mustafa Bey, dar gününde herkesin yardımına koşan bir beydir. Beylik, Beyoğlu Bey gibi çok güzel yakışmıştır. Onun beyliği ne Reşo Ağa'ya ne Kabak Mustu’ya, ne Abdi Ağa’ya ne de Ali Sefa’ya benzer... O insandır, insan... Mustafa Bey, ne aşiret sahibi ne de ucu bucağı olmayan bilinmeyen toprak sahibidir. O yaşadığı köyün, etraf köylerin sattıklarını alır, aldıklarını aşağıya götürüp oranın tüccarlarına satarak geçimini idame ettirirdi. Bugüne kadar hiçbir köylüyü acıtmadığı gibi, öküzü olmayana öküz, düğün parası olmayana düğün parası vererek kara gün dostu olmuştur. Onun ağzından kapçıklı sigara hiç eksik olmaz, keyfi yerinde olsun olmasın, ıslıkla bir türkü tutturur, öylece yürür gider. Kahveye geldi mi oyun oynayanlar, oyunlarını bırakır, yerlerinden kalkar, Bey yerine oturuncaya kadar oturmazlardı yerlerine. Bey’in oturduğu yer her daim aynı yerdir. Bey yerine oturmadan kahveci dolaba kaldırdığı minderi bir koşu alıp oturacağı yere koymuş; ne içersin ağa demeden orta şekerli bol köpüklü kahvesini pişirip getirir. Kahvede ondan başka kimse kahve içmezdi. Kahve içmek Bey’e şirk koşmaktır sanki ona sebep kahvenin tadını bilmezdi köylüler. Bey’in soğuk kış günlerinde üstüne atıverdiği balık sırtı desenli kaşe paltosunu Kahveci İrbam Çavuş, bir seferinde paltoyu asmak için yeltendiğinde “zararı yok Çavuş, üstümde dursun, böyle iyi,” deyip Pençe-i Aba Dostu Marangoz Nurullah Emminin kızıl çamdan yaptığı kanepenin köşesindeki yerine oturmuş, tömbeki tütünle doldurduğu piposunu muhtar çakmağı ile yakmış, ilk dumanı gözlerini kapatmış aheste aheste salmıştır ağzından dışarı. Mustafa Bey’in kulakları kepçedir, kepçe kulakların memeleri hem yumuşak hem uzundur. Seyrelmeye yüz tutan beyaz kıvırcık saçlarını fırsat buldukça horoz fotoğraflı aynaya bakarak beyaz kemik tarak ile tarar. Mustafa Bey'in dört çocuğu vardır ve hepsi de kızdır. O, şehir, meclis gördüğünden kızlarını okutmak için çok çaba sarf etmiş, kendi gibi uzun boylu, kıvırcık saçlı, yumuşak tabiatlı karısı Gülşen Hanım, “Gız kısmı da okur mu canım, hem okusalar, kimin yanında nede galcakla, bi başlana şerde nasıl ducakla gubetlede vaz geç bu sevdadan?” Kızlar, annelerinin dizinin dibinde oturup beğenen birileri çıksın deyip beklemeye başla, ilkokulu bitiirir bitirmez. Köylük yerde kim talip olurdu ki bey kızlarına, hem talip olsalar, kızlar tarla takka işi bilmezlerki! Yalnızca, dört numaralı Firdevs, “ben okuyacağım, ben ablalarım gibi, kim beni istemeye gelecek diye bekleyemem. Ben evleneceğimi erkeği kendim seçeceğim, ablalarım gibi sizin işaret ettiğinizle evlenmeyeceğim!” Mustafa Bey, şaşkındır, büyük kızlarından görmediği baş kaldırıyı Firdevs’ten görmüştür. Karısı Gülşen Hanım’a, “Bu gız beni mi sınıyo hatun, gençliğimde gonuşacadı böle gaşımda... ah ah!” Gülşen Hanım, “Sen bubasın, anayışlı olcan, ona uyup gocaman gızı mı incitcen? Sakın yanış bir şey yapem deme, hayat boyu unutamaz bunu! Bubamın, düğünüme on beş gün gala attığı tokatı hiç unutameyon; onu hiçbi zaman affetmedim!” Ortaokulu yakın bir nahiyede ablasının yanında okumuştur. Ablası, nahiyenin eşraflarından birinin oğlu ile görücü usulü evlenmiştir. Ortaokuldan sonra da ilçeye giden Firdevs nahiyede olduğu gibi lse okurken de öteki ablasının yanında kalmıştır. El, el üstünde olur ama; ev ev üstünde olmaz. Olsa da tat tuz olmaz. Firdevs kâh mutlu kâh tafralı, bayın çoyun liseyi bitirir. Onun lise okuduğu yıllar, öğrencilerin memleket meseleleri ile kafa yordukları yıllardır. Bir kısım gençler kafa yorarken, bazıları aşk meşk meseleleri ile ilgilenir aynen Firdevs gibi. O köy ilkokulunda okurken, ah bir erkek arkadaşım olsa,” ne güzel olur düşüncesiyle rüyaya yatıp kalkarken, ortaokul yıllarında gönlünden geçen istek hakikat olmamış, lise yıllarına kadar. İlçede lise okurken, 6 Fen/ C Şubesinden Hüseyin ile çıkmaya başlamıştır. İlk günler ders çıkışlarında, sonra pastanelerde, parklarda… Firdevs, Hüseyin ile görüşmeye başlamadan, kendi ile aynı sınıfı paylaşan Ali’ye, “Teneffüslerde birlikte gezip dolaşsak ya, sonrada birlikte çarşıda falan dolaşırız,” demiş, fakat Ali’den bir ışık alamayınca maço erkek Hüseyin de almıştır soluğu. Hüseyin'in cüsseli vücudu, kaslı kolları, emreden, yöneten üslubu çekici gelmiş, haftasına varmadan görüşüp buluşmaları sıklaşmıştır. Maço Hüseyin ne sevmeyi ne aşık olmayı bilecek biridir. Fakat Firdevs için kurtarıcı gibi gelmiştir. Hüseyin ile ilçenin çam ağaçları ile kaplı en büyük parkında sarmaş dolaş oturularken, roman gençlerden biri, “Alo, alo hemşeri, az ileride aile var,” ikazıyla kendilerine gelmişler. Liseyi bitirir bitirmez, Hüseyin ile Mustafa Bey’in, Gülşen Hanım’ın, ablalarının bundan koca olmaz, gel vaz geç bu sevdadan şeklindeki uyarılarına itibar etmez Hüseyin'le birleştirir hayatını. Hüseyin daha ilk geceden göstermiştir maçoluğunu, acıtmıştır canını… Firdevs’in yeşile çalan gözlerinden yaş hiç eksik olmamıştır bundan sonra. Kıvır kıvır sarıya çalan saçlarına üç yıla varmaz aklar düşmüştür. Akşam olsun istemez, hele gece olsun hiç istemez. Hüseyin hayvani ihtiraslarıyla sokak itinin dişisinin üstüne çıkar gibi çullanırdı üstüne. Hemen her gün tecavüze maruz kalan Firdevs delirmek üzeredir. Allah’ın her günü koca olarak seçtiği adamın hayavani ihtirasları. Hüseyin ve arkadaşlarının inancı odur ki, “Kadınlar erkeğin sertini, affetmez olanından hoşlanırmış!” Firdevs’in bir altmışlık boyunun her gün milim milim küçüldüğünü düşünürken, beyaza dönen saçları tel tel dökülmeye başlamıştır. O ince naif sesi, dereden soğuk su içmiş kurt sesi gibi kalınlaşmaya çatallaşmaya başlamıştır. Gün gün büyüyen sıkıntıları zaman içinde adeta işkenceye dönmüştür. Bir vakitler tası tarağı toplayıp ilçeye göç eden Mustafa Bey’in, Gülşen Hanım’ın yanına, “baba evi şemsiyedir evlatlara,” ifadesinin bir daha hakikat olmasını Firdevs de kanıtlamış olur. Firdevs bir şemsiye baba evine geri dönerken, karnındaki ile birlikte Altay’ı da alıp gitmiştir baba evine. Kocası Hüseyin'i doğru dürüst tanıyamayan Firdevs arkasından gelip özür dileyeceğini zanneder; fakat boşuna. Hüseyin'in kibri, yere düşen burnunu almayacak bir kibirdir. Aradan on gün geçer, yirmi gün geçer, bir ay geçer; Hüseyin ne arar ne sorar. Firdevs’in işi gücü yoktur, liseden sonra okumadığından Hüseyin'in eline bakımlıdır. Kıskançlığından üniversite okumasına, bir işte çalışmasına izin vermemiştir. Bilir ki, çalışan kadın ekonomik özgürlüğü ile dik duracak, eğilmeyecektir karşısında. Firdevs’e sebep Mustafa Bey’in evinde tatsızlıklar her gün yaşanırken, Firdevs’in Hüseyin tercihi ısıtılır ısıtılır önüne konur her gün. Baba evini bir şemsiyedir düşüncesi ile geri geldiği evde herkesin tadını tuzunu kaçırmıştır. Mustafa Bey gibi hayırsever bir insanı yere baktırmıştır ya Firdevs, buna sebep en çok ablası Nebahat Hanım, fırsat buldukça, yur yıkar. Bir şemsiyedir baba evi; lakin telli duvağı ile taş merdivenlerinden babasının beline bağladığı kırmızı bekaret kuşağıyla inip gittiği ev değildir artık. Sofraya tok oturur, aç kalkar, yediği içtiği sinmez, sanki yediklerini sayıyorlarmış gibi gelir. Kaç gecedir uyku durak bilmez. Seyrantepe Caminin müezzini sabah ezanını okurken oğlu Altay’ı sessizce uyarır, Mustafa Bey ile Gülşen uyanmadan bir hırsız sessizliği ile çıkıp giderler oğlu ile birlikte. Eve kendi kendine dönen Firdevs için cevahiri taşa çalmaktır bu. Baba evinin şemsiyesinde huzur bulamayan Firdevs, koca evinde yaşadıklarının katmerlisini yaşayacağını bilerek döner. Bundan sonra Hüseyin, Gök Münevver’in tabiri ile “dakgacık,” izin vermez. Hele onun çarşıda bir erkekle konuştuğunu bir duysun Hüseyin, başına gelecekleri Allah bilir. İkinci çocuğu da erkek olan Firdevs çok mutlu olmuştur. Ablaları kız doğurmuşken, o iki çocuğunu da erkek doğurmuştur. Hüseyin erkek olmasına sebep arkadaşları ile şehir dışında gazinoda vur patlasın, çal oynasın çılgınlar gibi eğlenirler, erkek olan Hüseyin'in çocuğunun aşkına. Aradan bir zaman geçer, çocuk doktoruna giderek oğulları Tunç’un gelişimine bir bakalım derler. İzmir’de tavsiye üzerine ünlü bir çocuk doktoruna giderler. Doktor Memet Yazıcı, tahliller sonucu çocuğun çok sağlıklı olmayacağını söyleyince çok üzülürler… Günler aylar, yıllar böyle geçip giderken, Firdevs oğlu Tunç’la şehrin en prestijli caddesinde yürürken Sınıf arkadaşı Ali’yle karşılaşır. Görünce sevinip hal hatır soracağına kızarır. Aslında bir merhaba demeyi iki laf etmeyi ne çok istemektedir… Yapamaz, hiçbir şey diyemeden yürür gider. “Merhaba, nasılsın,” diyecek olsa yanında bir muhafız gibi onunla birlikte olan oğlu Tunç, her akşam Hüseyin'e günün özetini verir çünkü. Öteki günler, öteki günler şehrin prestijli caddesinde oğlu Tunç ile aynı saatlerde yürüyüşe çıkan Firdevs, bir daha da Ali ile karşılaşamaz; buna sebep korkaklığına lanetler yağdırır. … Belediye anons merkezi, günlük duyurularla birlikte vefat haberlerini de buradan duyurur. Anlı şanlı Mustafa Bey ile Gülşen Hanım’ın “tekne kazıntısı Firdevs’in ölüm ilanı anons edilir. “Gülşen Hanım’la, Mustafa Bey’in kızı, Altay’la, Tunç’un annesi, Hüseyin Karanfil’in biricik eşi vefat etmiştir. Cenazesi, Cumhuriyet Caminden öğle namazına müteakip kılınarak, Karaağaç mezarlığına defnedilecektir. Allah rahmet eylesin. Firdevs Hanım, dubleks evin çatısındaki pergolanın merteğine asarak yaşamına son vermiştir. Savcılık olaya el koymuş, gerekli tahkikatları yapmış, fakat dişe dokunur bir şey bulamadığı için dosyayı kapatmıştır…
- Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz, Şiiri Üzerine...
Murat Seven * Değişen dünya bozuyor. En yüksek dağa çıkıp, İsrafil’in borusu gibi bir sesle; “ben sizden değilim,” diye haykırası geliyor insanın. “Bunun için miydi kavga,” diyesi... Nesnelerin, paranın, naylon ilişkilerin sarıp sarmaladığı bir hayat. Posta kutunuzu açtığınızda insan sesi taşıyan mektuplar yok artık. Tüketime çağrının yapmacık sesi ya da faturalar dökülüyor önümüze. Plastik gülüşlerle selamlıyoruz birbirimizi. Küçük küçük çıkar kapılarını göğsümüze iğnelediğimiz rozetlerle açmaya çalışıyoruz, kurnazca. Onun için sevda tutmuyor, delik deşik yüreğimiz. Günler bir devenin hörgücünde yağmursuz ve çiçeksiz sapsarı akıp giderken, şair; "Cam bilyeleriyle oynayıp duran çocuklar gibi Işıyarak sözcüklerle İyiliğin ipeğinden İpincecik bir dünya " yaratmaya çalışıyor: "Yumuşak, sevecen, geniş..." Bir serap onunkisi. Kaktüsün parlak, ama kısa ömürlü çiçeği gibi gelip geçici. "İbresi çarşılarda pervane" olan "ezik heves, görgüsüz para, özenti ve şımarıklığın biçimlendirdiği" kimliksiz mihrapsız halk, şairin iyilik ipeğinden dokuduğu dünyayı fark etmeden, başkalarının kendilerine biçtiği hayatı yaşıyor kabaca. Fark edilmeme hüzünlendiriyor şairi. Sonra Erbaş'ın gücenik sesi: "Gözleri yüreğinin dalında bir çift günebakan Ayrılık sularıyla beslenen bir çocuktan başka Kimseler gelişimi fark etmedi." Kullandığı imgelerle yürekleri hafif hafif ırgalayan Şükrü Erbaş'ın meltemsi şiiri, "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? " de ansızın poyraza döner. …Ve yitip gider şiirin büyüsü, ipek yırtılır. Hayatın kaba topukları, çirkin yüzü görünür. Artık şairin karşısında onlar vardır. Yeniliklere kapalı, duyarsız, yalancı, kaba, çıkarcı, pis... Onlar; "Aptal, kaba ve kurnazdırlar İnanarak ve kolayca yalan söylerler, Dışarıda ezildikçe içeride zulüm kesilirler Gazete okumaz ve haksızlığa Ancak kendileri uğrarsa karşı çıkarlar Otobüslerde ayaklarını çıkarırlar Ayak ve ağız kokuları içinde kurulup koltuklara ... Kibardırlar lokantada yemek yemeği bilecek kadar Ama sokağa çıkar çıkmaz sümküre sümküre Yollara tükürürler ... Birbirlerinin evlerine ancak Ölümlerde ve düğünlerde giderler Yaz gecelerinde yıldızlara bakarak Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur" Şükrü Erbaş, kararlıdır bu şiirinde kimi şair ve politikacılar gibi halk dalkavukluğu yapmamaya... Kentte yaşasa da, modern yapılarda otursa da, kibar kibar konuşsa da aslında ruhunda kocaman bir köy gezdiren toplumumuzu tuttuğu aynaya döndürmektir amacı. Dizelerinde gerçeği dolaştırır. Şiirin tamamında "onlar" vardır. Eylemler çoğunlukla üçüncü çoğul sahsa göre çekimlenir. Her bölümün başında tekrarlanan Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz? Dizesinin aksine, şiirin sonunda "Köylüleri Söyleyin Nasıl Kurtaralım?" dizesi bir kez söylenir. Bu dizenin büyük harflerle yazılması kurtarmanın, öldürmekten daha önemli olduğunu vurgular gibidir. Şükrü Erbaş, burada hep yargılayan, eleştiren, ama bir şeyleri değiştirme konusunda çaba göstermeyen aydını da alaysılar. Durbaş’ın bu şiiri, TC Edebiyatı yaşadıkça yaşayacak, onda kendi isyanını, kendi sitemini bulan birisi mutlaka olacak, bak bu ne güzel anlatmış meramımı diyecekler de… Tıpkı Yakup Kadri’nin Yaban’ı gibi, Tıpkı Gorki’nin Ana’sı gibi doğru yere, doğru zamanda dikilmiş bir ağaç o, bin yıllara uzanan. Ama sonuca yönelik bir saptama olduğu görmezlikten gelinecek. Köylüyü öyle yapan utansın, diyen de çıkmayacak. Öfkesi ve gerçekleri dile getirme çabası Erbaş'ın şiirini, şiirsel büyü yönünden sakatlar. Toplumu kurtarmanın köylülük zihniyetini öldürmekten geçeceğine inanan şair ,"...gece sokaklarına sabahın resmini çizen..." çarşılar ortasında "... bir güz kederiyle iplik iplik ağlayan çocuğun mezarını da kazar bir bakıma. Bu şiirin altına, insandan yana her uğradığım düş kırıklığında imzamı atsam da, siyaset sanatı zorluyor, diye düşünmeden edemedim… * Kimse / SİZ dergisi, 2002 Kasım
- EFSANE YEMEK KEŞKEK
Niyazi UYAR* Keşkek , kaynatılan yarma buğday ve etin birlikte dövülerek iyice özdeşleşmesiyle elde edilen geleneksel bir lezzettir. Yöresine göre türlü adlar alır, Bayburt’ta “ Herse “, Ağrı’da “ Hellise ” adıyla bilinir. Batı Anadolu , Trakya , Doğu Anadolu , Karadeniz ve Orta Anadolu’da yapılan keşkek, yörelere göre farklılıklar gösterir. Bazı bölgelerde kuzu eti , bazı bölgelerde dana eti , bazı bölgelerde de tavuk etinden yapılmaktadır. Kalori bakımından zengindir. Buğdaydan yapılan bir yemek olduğu için de yedikten sonra uzun süre tokluk hissetmenize sebep olan keşkeğin yapılışı ise bir o kadar zahmetlidir. Keşkek , isteğe bağlı olarak her zaman tüketilebileceği gibi çoğu yörenin geleneksel düğün , sünnet ve bayram yemeğidir. MALZEMESİ KİŞİYE ve YÖREYE GÖRE DEĞİŞSE DE Temel malzemeleri; *Yarma buğday *Kırmızı dana eti . Anadolu'nun yörelere göre farklılık gösteren, genellikle düğün ve bayramlarda yapılan, temel olarak yarma buğday ve etten oluşan geleneksel bir düğün, bayram, tören gibi kalabalık yemeğidir. Bazı yörelerde ayrıntıda değişiklikler olsa da, Adapazarı'nda olduğu gibi kırmızı dana etinin yerini tavuk eti, buğdayın yanında nohut ve benzeri yer alsa da ana malzemeleri bunlardır. 2011 yılında Endonezya 'nın Bali kentinde düzenlenen 6. oturum sonucunda UNESCO tarafından Türkiye'nin Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesine dahil edildi. [1] Ayrıca Merzifon Belediyesi Türk Patent ve Marka Kurumu'na yaptığı coğrafi tescil kaydı ile, 2015 yılında " coğrafi işaret belgesi" almıştır. Bu belge ile kendi yörelerindeki yemeğin adı Me rzifon keşkeği olarak tescil edilmiştir. HAZIRLANIŞI: Öncelikle keşkek, günümüz koşullarında hem maliyeti, hem de hazırlanışı bakımından zor bir yemektir. Kalabalık yemeklerde, örneğin düğünden bir gün önce ıslatılan buğday, düğün günü sabahtan büyük kazanlar içinde kaynatılmaya başlanır. Kaynatılan buğdaylar ve etler büyük kazanlar içine alınıp tokmaklar yardımıyla kazanın içine vurarak malzemenin iyice erimesi sağlanır. Bu işleme keşkek dövmek denilir. Geleneksel olarak düğün aşçıları tarafından hep birlikte imece usulü ile yapılır. Yorucu bir iş olan keşkek dövme işlemi sonucu etler ve buğday eriyerek özdeşleşir. Et, tahıllarla iç içe geçmiş, neredeyse tamamen yemeğin içinde erimiş durumdadır. Ne kadar uzun süre ve kuvvetle dövülürse o kadar iyi olduğu söylenir. Çok iyi dövülmüş keşkeğe "sakız gibi keşkek" benzetmesi yapılır. Lifleri iyi ayrılmış etin buğday özüyle birleştiği, bulamaç gibi değil ama kaşıkla tabaktan çekince uzayan bir keşkek, gerçekten de sakız gibi uzar. Günümüzde sırf keşkek dövmek için tasarlanmış keşkek mikserleriyle dövülüyor olsa da geleneksel yöntemlerle dövüleni her zaman daha makbul sayılır. Bu yüzden köylerde genellikle geleneksel olarak tokmaklarla dövülmeye devam etmektedir. Güveç , tencere veya büyük kazanlarda odun ateşinde pişirilir. Yine yöreye göre değişmekle birlikte kırmızı biber , salça , soğan ve yağdan oluşan bir sosla servis yapılır. Genellikle dana etiyle yapılır ama tavuk etiyle de yapılabilir. Yöresine göre keşkek, yanında haşlanmış tavuk, salçalı nohut yemeği, pirinç pilavı, bulgur pilavı ve ayran ile servis edilir. Genellikle kemikli dana etinden yapılan keşkeğin üzerine, kırmızı biber ve tereyağından hazırlanmış sos dökülür. Bazı yörelerde etsiz pişirilir ve üzerine tereyağı sosu dökülür. Sinop Ayancık ve çevresinde kurutulmuş kırık mısır ve barbunyadan yapılan farklı bir keşkek türü de pişirilir. Kastamonu, Çanakkale ve Bafra'da yaygındır. Trakya’da Silistre köylerinde keşkeğe tavuk eti ile birlikte kuzu eti ve süt ilave edilir. * "SENİN KEŞKEĞİ NE ZAMAN YİYECEĞİZ" Evlenme zamanı gelen delikanlıya, “senin keşkeği ne zaman yiyeceğiz ya,” derler, bizim yörede. Bu efsane yemek benim çocukluk yıllarımdan beri, en sevdiğim yemeklerin başında gelir. Tabi ki keşkeğin kıvamında olması, olmasa olmazımdır. Az önce keşkek ile ilgili düşüncelerine kıymet verdiğim kişilerle de son bir telefon görüşmeleri yaptım. Ahmet Ali Yıldız Öğretmen, keşkeğin esaslısı için yaptığı benzetmeyi anlatmadan geçemeyeceğim. Bir sıvacı ustasının duvara çarptığı harcın damlasının yere düşmemesi gibidir keşkeğin kıvamı. Keşkek, günlük olarak pişirilecek sıradan yemeklerden değildir. O özel günlerin, düğünlerin, hayırların, bayramların en asil yemeğidir. Onsuz ne düğün olur ne hayır ne de özel gün. “Hanım canım keşkek istiyor,” deyip şanına uygun olarak pişirilecek bir yemek değildir. Buğdayın, yarmanın yemek için hazırlanması saatler alır, çünkü! Düğünlerin olmazsa olmaz yemeğidir dedik ya, benim doğup büyüdüğüm köyde düğünler üç dört gün sürerdi eskiden. Mesela, birinci gün ahali akşam yemeğine çağrılır. “Akşama birintiye bekliyoruz,” derler. İlk günün adı: Birinti. İkinci gün keşkeklik buğdayın davul zurna eşliğinde dibek taşında ağaç tokmaklarla dövülmesi, dibek dövmektir. Dibek dövülürken, davulun ritmi ile aşka gelen delikanlılar tokmakları arada dibek taşına vurarak kırar. Hele bir de onu perde gerisinden izleyen sevdiceği kız varsa… eh o zaman ne tokmak dayanır ne keşkeklik buğday! Söz aramızda benim de vardır, tokmağı dibek taşına vurup kırdığım. İşte bugünün adı da dibek’tir. Üçüncü gün kızın çeyizi at, katır sırtında oğlan evine, gelin evine götürülür. Bugünün adı da döşek, son günün adı da gelin’dir. Bu geleneği “keşkek” ile ilgili yazıma sıkıştırdım ki, hem senin “keşkeği ne zaman yiyeceğiz, sözünün düğün manasına geldiğini söylemek, hem de kültür aktarımına vesile olmaktır. Keşkek ile ilgili yaptığım araştırma ve okumalarda iki efsaneyi yazmam farz oldu. Bu iki efsane kısaca şöyle: Hazreti Muhammet Veda Haccı dönüşü, Hazreti Ali’den Hrisi, yani keşkek pişirmesini ister. Hazreti Ali hrisiyi pişirir. Yemek o kadar bereketlidir ki, 120 bin kişiyi doyurur. Bir başka rivayet, Yavuz İran Seferi dönüşünde ordusunu dinlendirmek, kışı geçirmek ve doğup büyüdüğü yere Amasya’ya uğramak ister. Yavuz’un geleceğini öğrenen yol üstünde olan bir köylü kadın, padişahı sofrasına konuk etmek ister, fakat kadın yoksuldur. Ne pişirecek ne yedirecektir padişaha? Ambara bakar, yarma ve nohuttan başka bir şey yoktur. Birde komşuların bir iki gün önce verdikleri kuzu kaburgası. Kadın çömleğin içine kuzu kaburgasını, üstüne bir tas yarma, bir tas nohut, su ve tuz ilave edip fırına koyar. Yemek kaynadıkça suyu eksilir, suyu eksildikçe su ilave eder, su eksildikçe ilave eder. Böyle böyle bir zaman geçer. Kaynadıkça, buğdaylar, nohutlar, etler erir, muhteşem bir yemek çıkar ortaya… Nihayet beklenen misafir görünmüştür. Bin bir güçlükle Padişaha ulaşır kadın. Pişirdiği yemekten padişah ikram etmek istediğini söyler komutanlara. Yemek tadıcıları yemeği görüp tadar, “keşke et olsaydı,” derler. Kadın kepçe ile yemeği karıştırıp etleri yukarı çıkarır. Tadıcılar yemeği tattıktan sonra Padişah’a sunar, Padişah yemeği çok beğenmiştir. Aşçıbaşına talimat vererek, “bu yemekten yap ve askerlere yedir, der. İşte tadıcıların “ keşke” et olsaydı ifadesindeki “keşke” sözcüğü yemeğin adının doğumuna vesile olmuştu r. Keşkeğin sözcük anlamı Farsça “Keşk,” sözcüğünden gelir. Bu efsane yemek Anadolu yemeğidir. Nevruz ve Hıdırellez gibi Anadolu’da kutlanan bayramların ana yemeğidir. Özellikle Antakya’daki Nusayrilerin ve Denizli Çalçakırlıların Hıdırellez’de hala keşkek pişirmeye devam ettiği söylenmektedir. Hrisi Anadolu Hristiyanları arasında da yaygın bir yemek ritüelidir. Antakya, Mersin, İskenderun çevresinde yasayan Rum-Arap Ortodokslar ve Ermeniler gerek sevdiklerini yad etmek için gerekse Meryem Ana Yortusunda keşkek pişirirler. Bölgedeki Musevi vatandaşların da bir özel gün yemeği olarak yapılmasa da keşkeği içselleştirdikleri bilinmektedir. Birçok kültürde olduğu gibi önce etler kanının iyice akana kadar bembeyaz olana kadar yıkanır, buğday geceden ıslalatılır ve sabaha karşı buğday ile ağır ateşte pişirilmeye başlanır ve son olarak ailenin kolu kuvvetli fertleri tarafından sakız kıvamına gelene kadar dövülür. Keşkek veya hrisinin baş tacı edildiği en göze çarpan etkinlik ise Ermeni köyü̈ olarak da anılagelen Antakya’nın Samandağ̆ ilçesinin Vakıflı Köyü’nde yapılır. Meryem Ana yortusu öncesi tutulan 15 günlük orucun bitimine ve geleneksel bağbozumuna denk gelen üç gün süren, dünyanın birçok yerinden köye akın eden Ermeniler ile beraber büyük bir şenliğe dönüşen etkinliğin son günü̈nden önce meydanda kurulan kazanlarda ağır ağır pişirilmiş̧ olan hrisi ikramıyla biter. Keşkek, Anadolu coğrafyasının çok büyük bir bölümünde pişirilen efsane bir yemektir: Hatay, Mersin, Sivas, Bolu, Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Balıkesir, Manisa, Uşak, Afyon, Amasya, Aydın… Bazı yörelerin keşkekleri, Türk Patent Kurumu tarafından tescillenmiştir. Mesela, Merzifon keşkeği, Şuhut keşkeği, Amasya keşkeği, Çarşamba keşkeği… gibi. Keşkek ile anlatılacak o kadar çok şey var ki, mesela bazı yörelerde et olarak yalnızca dana gerdan kullanırlarken, bazı yörelerde kuzu eti, tavuk eti de kullanılır, yine bazı yörelerde süt ilavesi yapılır . Buraya bir parantez açmak lazım diye düşünüyorum. Manisa’nın Demirci ilçesinin keşkeği hakikaten efsane bir tada sahiptir ne yazık ki, adını duyuramamıştır. Özellikle Demirci’de yönetici olanlar, Demirci’yi yönetenler bu konuda bence üzerlerine düşen vazifeyi eksik yapmışlar. Yurdun değişik yerleri kendi yöreleri adına patent kurumuna tescil yaptırırken… Demircili sayın yöneticiler, bu konuda bir açıklama yapmalılar diye düşünüyorum. Düğün veya diğer önemli günler için yapılacak keşkek yemeği için, Keşkeklik buğday iyice, hatta defalarca yıkanır, sonra kazana koyulup kaynatılır. Kaynatılan buğday, sabaha kadar kazanda bekletilir. Başka bir tencerede et haşlanır, et öncelikle iyice yıkanıp kanından bir güzel arındırılır. Bu ara Demirci’ye bağlı İcikler Kasabasında keşkek etsiz de pişirilir. Başka bir kazanın içine sıvı yağ, yöresine göre et sıvı yağ veya nebati yağ koyulur. Sonra üstüne et, onun üstüne buğday, tuz, su uyarına göre haşlanan etin suyundan da ilave edilir. Keşkek yemeği pişirilirken, bu malzemeler kadar ateşin derecesi de çok önemlidir. Eğer ateş yoğun olursa, kazanın dibi tutar ki, keşkek yanıksı olur. Sıra ateşin üstünden alınan keşkek kazanındaki keşkeğin dövülmesindedir sıra. Bunun için ahşap kepçeler lazım olur ve kazanın içinde dövülmeye başlanır Bu dövme işi kesinlikle mikserle yapılmaz. Keşkek ne kadar çok dövülürse, lezzeti o kadar çok olur. Keşkek yemeğinin ruhu emektir, sevgidir. Emek olmayınca, içine sevgi katılmayınca, en kaliteli malzemelerden yapılsa bile, asla keşkeğin lezzeti olmaz. Eh bir de onu soslarla zenginleştirirseniz, hani derler ya, yemede yanında yat; aynen öyle olur. Sosu için, tereyağının içine, kırmızı pul biber veya biber salçası, domates salçası ilave edilir. Sonra bakın siz lezzete. Afiyet bal olsun, ağrı acı görmeyin; ağız tadınız daim olsun! PEKİ, düğününüz yok, kocadanyı kesecek haliniz de yok ama da canınız keşkek çekiyorsa o zaman ne olacak? Onun için de İzmir yöresinde bir kadının evde pişirdiği keşkeğin tarifini aşağıya bıraktım. Hoşça kalın, dostça kalın! Evde yapılacak keşkek tarifi: Malzemeler 2 çay bardağı buğday 50 gr tereyağ(içine) 750 gr et suyu 200 gr kuşbaşı et 1 tatlı kaşığı tuz 100 gr tereyağ (En üstüne ) toz kırmızıbiber Yapılışı: Önce etleri 1 lt kadar suda pişirin. Akşamdan ıslattığınız buğdayları et suyunda, tuzunu da ekleyip kısık ateşte etlerle beraber 1 veya 1,5 saat pişirin. Özlenmesi gerektiği için bu kadar kaynatılıyor. Arada karıştırın ki dibini tutmasın. İyice özlenince ocağı söndürün ve servis tabağına alın. Üzerine tereyağını kızdırıp toz kırmızı biber koyup karıştırın ve keşkeğin üzerine gezdirin. Etli Keşkeğimiz hazır. *
- Gezmek, Görmek, İncelemek ve Yazmak
Hasan GÜLERYÜZ * Gezginler (seyyahlar), keşfetmek, bilgi toplamak, görevliyse, görev amaçlarına uygun çalışmalar yapmak, gözlemlerini, görüşmelerini ve incelemelerini günlükler halinde yazar, raporlaştırır bağlı olduğu kuruma ya da devlete sunarlar. İbni Batuta, Marko Polo, Kristof Kolomp, İbni Fazlan, Evliya Çelebi, Macellan bu anlamda büyük keşifçi ve gezginlerdi. O kadar öyle ki, bunları “Dünyayı Keşfeden Çocuklar” olarak da adlandırabiliriz. İsterseniz ilginç bir gezgin ve inceleme grubunun öyküsüyle başlayalım düşsel ve düşünsel yolculuğumuza. Bilginin Arkeolojisi Bilgi, dizginlenmesi zor, iyi yönetilmese başa bela olan bir enerjidir. İnsanlığın kurduğu uygarlık eninde sonunda doğadan öğrendiklerine dayalı bir akıl düzenidir. Bu uygarlık düzeninin teolojiden felsefeye, fizikten biyolojiye, matematikten müziğe, etikten estetiğe bağlanan köprüleri vardır. Bilgi aynı zamanda bir egemenlik göstergesidir. Fiziğin, matematiğin, ekonominin, teknolojinin üst düzey uygulamalı bilgisi egemenlik tahtına işaret eder. Arke, ilk ana maddeye verilen addı. Arkeoloji, yazı öncesi belgeleri, tarihsel değerleri sanatsal açından inceleme çalışmalarıydı. Arkeolog, bu çalışmaları yapabilecek donanıma sahip insanların unvanıydı. Kitaplarla da tarih öncesine, ilkçağlara yapılan yolculuğu bilginin arkeoloji çalışması olarak adlandırmak mümkündür. Ne zaman eski kitaplara bulaştığımı tam olarak bilmiyorum. Hatırladığım ilk sahafım, ince, uzun boylu bir adamdı. Siyah şapkası başından eksik olmazdı. Kitapla ilgili sorulardan hoşlanmaz, kapağında ne olduğu yazıyor “Okusana!”, dudaklarını kıpırdatarak sessizce “Salak!”, der ve kitabın fiyatında esnemezdi. Elbette o bir kitap dehası, delisi, dahası zihin arkeoloğu değildi. Pazarlığa durdun mu, asabiliği bir kat daha artar, elinden kitabı alır daha yükseğe koyardı. Ve şimşekten, gök gürültüsünden, dalgaların sesinden, yağmurun ıslatmasıyla çelikleşmiş, Karadeniz inatçılığı tutar ve cehaletini gizlemek için sert bir sesle, “Bu kitap satılık değil!” diye kestirip atardı. Bu uyuz adam, Trabzon Tabakhane Camisinin yanındaki taşlara eski kitapları dizer, yan tarafına da çorap, mendil, cep aynası ve tarak satardı. Yandaki Bayburtlu taş ustaları, cami için yıllardır bıkmadan usanmadan “Tik tik! Tak! Tak! Tak!” sesleriyle sokağı inletir, bilmediğimiz gizli bir beste çalarak, murçla köşe taşı yontarlardı. İşte, adı Fuat olan bu uyuz adamın sergideki eski kitaplarını fırsat buldukça karıştırırdım. Murç sesleri adamla olan konuşmaların anlaşılmasını bazen engellerdi. Bu adamı ince taktiklerle sinirlendirmekten büyük bir keyif alırdım. Bazen kitap fiyatında anlaşamaz, adamı elde tutmak için yanındaki malzemelerden alırdım. Kitap pazarlığında kızan adam, ayna ya da tarak alacağım sırada sesini yumuşatır, aynayı ya da tarağı Lafonten’in tilkisi gibi över, arkasındaki resmi gösterir, “Bak Ayhan Işık, İşte İstanbulsporlu Cemil! Minür Nurettin, Safiye Ayla” diye gösterir ve nazikçe verir, parasını alırdı. Aldığı parayı deri cüzdanına keyifle koyarken mutlu bir sesle şarkı söyler, “Güle güle delikanlı! Kapımız her zaman sana açık!” derdi. Ekimin son cumartesi günü yine kente inmiştim. Maça gidecek, Ganita’da tavla oynayacak, yeni tanıştığım sarışın bir hemşireyle buluşacaktım. Asabi kitapçı yerindeydi. Gidişli dönüşlü o dar yolda yürüyenler onunla karşılaşması, göz göze gelmesi kaçınılmazdı. Duvara yeni kitaplar dizmişti ve çalımından geçilmiyordu. Durdum, kitaplara göz atmaya başladım. Adımı bilmese de beni tanıyordu. “Hau yukarılarda yeni kitaplar var!” diyerek bana kendi hesabınca “Hoş geldin!” diyor, usta bir tezgâhtar gibi ilişki kurmak istiyordu. Duvardaki kitapları karıştırdım. Aldığım kitapları sanat tablosu gibi dikkatlice aynı yere koyardım. Koymasam ne olacağını, adamın nasıl fırtınalar estireceğini biliyordum. Eski püskü bir kitabı elime aldım. Ötesine berisine bakmaya başladım. Ön kapağına, arka kapağına baktım. Bernardin De Saint Pierre, Hintli Kulübesi ve altında çeviri: Ali Kamil Akyüz ve büyük harflerle Hilmi Kitapevi 1946, İstanbul yazıyordu. Kitabın arkasını çevirdim üste M.Ö ve fiyatı 50 kuruş, Fransız Edebiyatından tercümeler… Geçmiş zaman: Kitabı iki ya da üç liraya almış olmalıyım. Kitabın özgün adı Chanmiere İndienne’ydi ve benden çok büyüktü. ‘İki asırlık bu kitap kütüphanemin sahaf bölümünde kırk yıldan beri tutukludur.’ Üzgünüm ki, benden başka da ne göreni, ne seveni, ne okşayanı ne de okuyanı oldu! Onun ilk aşkı yazarı, ikinci aşkı yayınlayan, bir diğeri de makineleri kullanarak kitaplaştıran, Türkçeye çeviren ve aşkı da benim. Aklıma gelmişken, burada yazarların, kitap tutkunlarının kitapları eve, çatı katına alıp hapsetmeleri, kimseye açmamalarını, dahası açamamalarını eleştiriyorum. Bunu hastalık düzeyinde bir cimrilik ve okuma hasetliği olarak sayıyorum. Ne yapılması gerektiğini elbette bilmiyorum. Bazen kendi kendime: “Hop Hop! Aslanım! Bu özel alana ve özel sırlara uzanma işi. Para versen sanki insanlar okuyacaklar, kuyruğa gireceklerini mi sanıyorsun? Unutma, mabedin kapısı herkese açık değildir!” sesini duyuyor ve susuyorum! İçten içe bunu düşünüyorum. Fransız yazarın (1737-1814) yaşam öyküsü bir hayli ilginçti. Dünyanın aydınlanmacı büyük düşünürlerinden Jean Jeak Rousso ile arkadaşlık etmişti. Bernardin ayrıca Pol ve Virjini kitabının da yazarıydı. Pol ve Virjini, bu bölümü yazdıktan sonra 1969 baskılısını alıp okudum. Hintli Kulübesi kitabı Fransa’da 1790 yılında basılmıştı. İki yüz yirmi üç yaşındaki kitabın çeviri diline dokunmadığım girişi şöyle başlıyordu: İki Yüz Elli Yıllık Kitabın Sırlarından Aşağı yukarı otuz sene evvel, Londra’da İngiliz âlimlerinden mürekkep bir heyet teşekkül etmişti. Maksatları dünyanın her tarafına dağılarak topladıkları ilim ve marifet nuruyla insanları aydınlatmak ve onların daha mesut olmalarına çalışmaktı. Heyetin masrafları keza İngiliz olmak üzere tacirlerden, lortlardan, piskoposlardan, üniversitelerden, kral ailesinden mürekkep bir iane sandığı tarafından temin olunuyordu. Âlimlerin sayısı yirmiydi. Londra krallık kurumu bunların her birine, hallolacak meselelere havi, birer kitap vermişti. Meselelerin sayısı bin beş yüzdü. Bu seyyar âlimler, yanlarına aldıkları meselelerin hallinden başka, seyahatleri esnasında ellerine geçecek eski Tevrat, İncil nüshaları ve her nevi nadir el yazması eserleri satın almakla mükelleftiler. Satın alınamayanların hiç olmazsa aynen kopyalarını çıkarmak için hiçbir fedakârlıktan geri kalmayacaklardı. ……… İlimde doktor payesini ihraz etmiş olan bu âlimlerin içinde İbrani, Arap ve Hint lisanını bilen en alimi şarkı Hindistan’a… Bütün ilimlerin ve sanatların beşiği mesabesinde bulunan bu uzak diyara gönderildi. Bu ekip önce Flemeng’e çıkmak suretiyle Amsterdam Havrasını, Dordretht’in ruhaniler meclisini ziyaret etti. Sorbonu, Paris Ulusal Akademisini gördü. İtalya’da birçok akademiler, müzeler, kütüphaneler ve bu meyanda Floransa müzesini, Venedik’te Sen Mark Kütüphanesini ve Roma’da Vatikan Sarayını gezdi. İspanya Selamank Müzesini gezmede Engizasyon’a çarptırılırız diye tereddüt ettiler. Doğrudan doğruya Türkiye’ye geçmeye karar verdiler. İstanbul’da bir “Efendinin!” yardımıyla Ayasofya Kütüphanesindeki bütün kitapları elden geçirmeğe muvaffak oldular. İstanbul’dan sonra Mısır’a gittiler. Kıptilere misafir oldular. Suriye’ye geçtiler, Lübnan dağlarında Maronilerin, Karmel dağı keşişlerinin yanında kaldılar. Oradan Arabistan Sana’ya derken Acemistan’da İsfahan’a sonra daha ötelere, Kandahar, Delhi’ye üç yıl sonra Ganj nehri sahillerine ve Hindistan’ın Atina’sı mesafesinde bulunan Benares’e ulaştılar. Kitabın girişinde gezinin amacı, bütçesi ve yapılacak işlerin programı bugün için bile önemini korumaktadır. Batıda bilim, araştırma inceleme anlayışına, müzelerin neden bu kadar zengin, neden bu kadar önemli olduğunun ilişkin bir anlayış sergiliyor bize. Kitapların kenarlarına düşülen notlar, çizilen satırlar, sayfalar arasına konan yazılı kâğıtlar, mektuplar, yazılan isimler, telefon numaraları, özel notları önemlidir. Kitap olduktan sonraki ‘Okumanın Gizli Tarihi’ yeni bir araştırma merakı oluşturuyor insanda. Kaynaklar: 1. Bernardin De Saint Pierre, Hintli Kulübesi, altında çeviri: Ali Kamil Akyüz, Hilmi Kitapevi 1946, İstanbul 2. Hasan Güleryüz. (2019). Yeşil Şaman ve Papağan, Pegem yayınları, Ankara.
- Günaydın Bahar
Zeliha AYDOĞMUŞ * Toprak soyunurken çamurundan ve beyazından yalnız bir ağacın kahkahasını duyarsın yalnız bir güneşin bulutun ve rüzgarın cemrelerin kalp atışı sayarsın bunu baharın ilk ağzı en çok pembenin ışığı basma kalıp sözleri çiğneyip büyütürken diller kendini sorarken bulursun kalabalık gölgesi uzayan o sahilden Hypatia'yı geç sorarsın gül ve dikenlerin ta evvelinden sabahlara atılmış tohum sayarsın bunu bir an kabusların göz kapağının ağırlaştığı gecenin ayağının kırıldığı o an günaydın günaydın bahar
- Turhan Selçuk
Turhan Selçuk (30 Temmuz 1922, [1] Milas - 11 Mart 2010, İstanbul), Türk karikatürist . Sade çizgi ve yazısız karikatürleriyle tanınmıştır. 1953'ten itibaren baş karikatüristi olduğu Milliyet gazetesinde 1959 yılında yayınlamaya başladığı Abdülcanbaz serisinin Türk karikatür tarihinde önemli yeri vardır. Türkiye'de Semih Balcıoğlu ve Ferit Öngören ile beraber Karikatürcüler Derneği 'nin kurucularındandır. Yaşamı 1922'de Milas'ta ailenin üçüncü oğlu olarak doğdu. Babası Mehmet Kasım Selçuk, annesi Hikmet Selçuk'tur. Şark cephesinde savaşmış, Uşak cephesinde İstiklal Savaşı ’na katılmış bir subay olan babasının görevi sebebiyle çocukluğunda Türkiye'nin birçok değişik yerinde bulundu. 1941 yılında Adana Erkek Lisesi'nden mezun oldu. Bu çocuğu frenlemek icap ediyor, hem de her zaman... Ama o kadar zeki ve çalışkan ki, onu affetmeye hep meyilim vardır. Sınıfının birincisidir, tarihi çok iyi bilir, su gibi. Kendine güveni tamdır. Boyuna ‘Ben bilirim, ben yaparım’ diyor. Babası veya ben kulaklarını çekiştirdiğimiz zaman kızar, ‘Kaçarım, bir daha gelmem, böyle mi çocuk yola getirilir?’ diyor. - Annesinin 1932'de yazdığı günlüğünden - 1942 yılında İstanbul'a giderek Diş Tababet Mektebi'nde başladı ancak bu okuldaki eğitimini yarıda bıraktı. 1948'de İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi'ne kaydoldu ancak bu okuldaki eğitimini de tamamlamadı. İlk karikatürleri 1941'de Adana'da yayınlanan Türk Sözü gazetesi ile İstanbul'da yayınlanan Kırmızı ve Beyaz , Şut spor dergilerinde yayınlandı. İlk olarak 1943'te Akbaba 'da düzenli olarak karikatür yayımlayan sanatçı, 1945 yılında bir süre Tasvir gazetesinde karikatürcü ve ressam olarak çalıştı; 1948-1949 yıllarında Refik Halit Karay 'ın çıkardığı Aydede 'de çalıştı. 1949 yılında Yeni İstanbul gazetesinde baş çizer oldu ve karikatürleri birinci sayfada yayımlandı. Bu yıllarda Saul Steinberg 'in yazısız karikatür anlayışına yönelmeye başladı. Aynı gazetede karikatürün tarihsel sürecini irdeleyen ve grafik mizah anlayışını savunan yazılar kaleme aldı. İlk sergisini 1951 yılında açtı. Kardeşi İlhan Selçuk 'la birlikte 41 Buçuk (1952) adlı dergiyi 15 sayı çıkardı; ardından Karikatür (1953) adlı dergiyi çıkardı. Yeni Gazete , Akşam gazetelerinin ardından 1953 yılında Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Aynı yıl ilk karikatür albümünü "Karikatür" adıyla yayımladı. 1954 yılı sonunda Milliyet gazetesinin baş karikatüristi oldu. Bu dönemde çizgi tarzını geometrik formlara dönüştürdü. 1954-1961 arasında Akis için de karikatürler çizdi. Kardeşi İlhan Selçuk ile Dolmuş (1956) mizah dergisini dönemin yeni yazısız karikatür anlayışıyla çıkardı. 1960'larda İtalyan mizah dergisi Il Travaso 'nun kadrosuna dahil oldu. 1961'de haftalık politika dergisi Yön `de çizmeye başladı; 1962'de Turhan 62 , 1964'te ise Hiyeroglif , 1969'da Hal ve Gidiş Sıfır karikatür derlemelerini yayımladı. Zannederim ki Turhan şöhretini en çok hak etmiş tek beynelmilel kıymetimizdir. Nasıl da sessiz, nasıl da sakin, nasıl da rahat ve iddiasız görünüşlüdür. Aşamadıkları duvarları aşmış gibi görünmek için küstahlık zırhına bürünen ve boyuna namus lafı ederek piyasaya işporta malı yaveler sokan şamatacı cüceler yanında; onun sessizliği devliğinin alâmetifarikasıdır. Türkiye ötesi bir işi, Türkiye’nin içinde yapmanın zorluğunu takdir edersiniz. Turhan bu zorluğu dize getirmiş insandır. - ÇETİN ALTAN'ın TURHAN SELÇUK için yaptığı bir değerlendirme- Cumhuriyet gazetelerinde, Devrim , Toplum dergilerinde çizdi. 1957'de Milliyet gazetesinde çizmeye başladığı Abdülcanbaz dizisi ile tanınan sanatçının bu karakteri tiyatro ve sinemada da canlandırıldı. Ayrıca Abdülcanbaz 1991 yılında PTT tarafından bir posta pulu üzerinde resmedildi. Türkiye ve Avrupa'da birçok müzede karikatürleri sergilenen sanatçının "İnsan Hakları" konulu karikatür sergisi Avrupa Konseyi 'nin önerisiyle ilk kez Strazburg ’da açıldı ve dünyanın birçok ülkesinde sergilendi (1992-1997). "Barış ve Kitap" konulu karikatürü 1992'de Avrupa Konseyi'nin başlattığı kitap okuma kampanyasının afiş ve logolarında kullanıldı. Çizer Turhan Selçuk, en son Cumhuriyet gazetesinde çizmekteydi. Acıbadem Maslak Hastanesi'nde karın içindeki aort damarının yırtılması nedeniyle ameliyat oldu. Bu ameliyat sonrasında yoğun bakıma kaldırılan Selçuk, 11 Mart 2010 tarihinde İstanbul'da öldü. Milas Belediyesi tarafından Turhan Selçuk anısına, "Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması" adı altında her yıl düzenli olarak ödüller verilmektedir.
- Şiir Yarışması
Bayburt Belediyesi Türk Dünyası Dede Korkut Şiir Yarışması - 2025 * Bayburt Belediyesi olarak 18 yaş ve üzeri tüm şairlere açık, "serbest" temalı şiir yarışması düzenliyoruz. Aruz, hece veya serbest vezin gibi herhangi bir şiir türü sınırlaması bulunmayan yarışmaya Türk Dünyasından da şairler katılım yapabilecektir. Şiir yarışmamız ödüllü olup, başvurular online olarak yapılacaktır. Bilgi Al
- Bizim Kadınlarımız
Can D ÜNDAR * 8 Mart 2011 · * Bizim kuşak erkeklerinin genelde problemli bir ilişkisi oldu kadınlarla... Bir ara kuşaktık. Babalarımız kadınsız ortamlarda büyümüş, eşlerini ilk kez gerdek gecesi çıplak görmüştü. Oğullarımız ise ilkokulda cinsel eğitim dersiyle büyüyecekti. "Babalarımızdan ileri, oğullarımızdan geri"ydik; her kuşak gibi... Ama zor bir ergenlik geçirdik. Boğaziçi'nde o ağaçtan bu ağaca kovalamaca oynayan âşıklar gitmiş, okul çıkışı film afişlerinde anadan üryan kevaşeler tahrik edici pozlarla bizi karanlık salonlara davet eder hale gelmişti. O salonların perdesinde inleyen kadınların cüretkârlığıyla mahalledeki kızların taassubu arasındaki uçurumda büyüdük. Perdedekine ısınamadan, ısındığımıza dokunamadan... * Sonra gün geldi "bacı" oldu çevremizdeki kadınlar... Onlar kadın değil siperde yan yana saf tuttuğumuz, omuz omuza halaya durduğumuz "yoldaşlar"dı. "Onca yoksulluk varken" gönül işleriyle uğraşmayı kendimize yediremedik. Sarp ihtilal yollarında sevdayla yitirilecek vakit yoktu. O yolda el ele gezenlere, aşk acısı çekenlere, bacılara göz dikenlere iyi gözle bakılmazdı. Vuslatı devrim ertesine erteleye erteleye tamamladık ergenliğimizi... Siperler çöküp halaylar sustuğunda, "yarin yanağından gayri" her konuda birikim sahibiydik. * "Büyük suskunluk"un ardından "bacılar"ımız yeniden ortaya çıktığında "kadın olmak" diye bir meseleleri vardı. Artık siyasetin değil, kadınlığın diliyle konuşuyorlardı. Pos bıyıklı eski yoldaşları maçolukla suçluyorlardı; "eril bir dil"den, "erkek iktidarı meselesinden" dem vuruyorlardı. Bazı "ilişki guruları", "Bizim de cinselliğimiz var" diye haykırıyor, yatakları, odaları, evleri ayırmayı öneriyorlardı. Daha birleştirememiştik ki... Bu yeni dili öğrenmeye koyulduk: "İşadamı", "bilim adamı" demek ayıptı; "iş insanı" "bilim insanı" demeye alışmalıydık. Bir ömür verdiğimiz adab-ı muaşeret bilgimiz sıfırlanmıştı: Palto tutsak, kapı açsak, yol versek, hesap ödesek kızıyorlardı. Bize kibarlık diye öğretilen şeyler bir anda eşitliği tahrip eden davranış kalıpları haline gelmişti. Pısırıklaştık. * Bu şaşkınlık döneminin ardından "yeni ortama uyma" seferberliği başladı: Pos bıyıklar kesildi. Şınav seanslarında göbekler eritildi. "Aşk Hikâyesi" filminin oğlanı gibi fitilli kadife ceket altına kot pantol giyildi. Fakat heyhat! Çilemiz bitmemişti. Bacıların bir kısmı türbana bürünüp "hacı" oluvermişti. Bir kısmı ise iş hayatına dalıp kariyer hırsına kapılmıştı. Bu ikinciler çoğu kez iki soyadlı oluyordu: biri babadan, öbürü kocadan... Her alanda rakiptik artık... "maçoluk"ta bile... Bebek bezi bağlayabilen pısırık erkekler gözden düşmüştü. Karizmatik, iktidar sahibi, maço erkek tarih sahnesine dönmüştü. Kesik bıyıklarımız ve yırtık adab-ı muaşeret kitaplarımızla ortada kalmıştık. * Maçta fanatik, işte karizmatik, ilişkide antipatik kadınlar çıkmıştı ortaya... İlişki kuramaz, kursak tutunamaz olmuştuk. Vuslata eremeden boşanma çağını karşımızda bulmuştuk. Gönlünce kadın bulamayınca ameliyatla kadın olanlar ya da erkeklere bıyık buranlar çıktı aramızdan... Annesi gibi iffetli kadın arayanlar, cepte Viagra Rus avına çıkanlar, "Hadi eller havaya" alemlere dalanlar, internet sitelerinde eş bakanlar, aczini şiddet kullanarak bastıranlar, sığınağı erkek erkeğe ortamlarda bulanlar... Her değişim dalgasında geri ve her daim acemiydik kadın konusunda... Galiba da hep öyle kalacaktık. Üzerimizde hakkı olan tüm kadınların Kadınlar Günü kutlu olsun
- Adım Adım İstanbul
Nurten B. AKSOY * İstanbul ne gezmekle ne de anlatmakla biter, ama biz yine de ufak ufak her hafta birer köşesinden gezip anlatalım diyoruz bu şehr-i İstanbul’u… Bu haftaki rotamız Tarihi Yarım Ada ‘da, Eminönü ‘nden başlayıp Sultanahmet ‘te bitecek bir küçük yolculuk. Aslında gezeceğimiz bu mekanlar pek çoğumuzun bildiği belki de her gün geçip gittiği yerler, ama biz biraz da geçmişe yolculuk yapalım ve Eminönü Gülhane hattı gezilirken özellikle görülmesi gerektiğine inandığımız yerleri bir hatırlatalım istedik. Eminönü Meydanı Tarihi Yarımada’nın Haliç kıyısından başlayarak Sarayburnu’na kadar uzanan sahil kısmı Eminönü meydanı diye bilinir. Her ne kadar günümüzde 'meydan'ı kalmasa, yoğun bir insan ve araç trafiğine boğulmuş olsa da 60'lı yıllarda İstanbul’un her semtine giden otobüslerin toplandığı, koca bir meydan vardı burada. Osmanlı döneminde Deniz Gümrüğü ve Gümrük Eminliğinin burada bulunması sebebiyle Eminönü adını almış bu semte ulaşmak için Anadolu yakasından gelecekseniz en güzel yol tabii ki vapur, ama Avrupa yakasındaysanız başta tramvay olmak üzere her türlü taşıtla -özel aracınızla gelmemeniz tavsiyemizdir- gelebilirsiniz. Güvercinlerin hala saltanat sürdüğü Yeni Cami Galata Kulesi ve Köprüsünü arkanıza alıp Eminönü’ne doğru baktığınızda sol tarafta görkemli görüntüsüyle ilk olarak Yeni Cami karşılar sizi. Yeni Cami ya da Valide Sultan Camii , İstanbul’da 1597 yılında Sultan III. Murat ‘ın eşi Safiye Sultan ‘ın emriyle temeli atılan ve ancak 1663’te zamanın padişahı IV. Mehmet ‘in annesi Hatice Turhan Sultan ‘ın büyük çabaları ve bağışlarıyla tamamlanıp tam altmış altı yıl sonra ibadete açılabilmiş bir camidir. Günümüzde kalabalıklar nedeniyle sayıları hayli azalsa da güvercinler hala turistlerin ayaklarının arasında dolaşmaya devam etmekteler. Tarihi Mısır Çarşısı Yeni Cami’nin hemen arkasında baharat kokuları ve mahşeri kalabalığıyla karşılar sizi Mısır Çarşısı. Yabancı ve yerli turistlerin büyük ilgisini çeken bu tarihi çarşı, 1660 yılında Valide Turhan Sultan tarafından Hassa baş mimarı Kâzım Ağa ‘ya yaptırılmıştır. Önceleri Yeni Çarşı ya da Vâlide Çarşısı olarak anılan ve rivayete göre Mısır’dan alınan vergilerle inşâ edilen çarşı, 18. yüzyıldan sonra bugün bilinen adıyla anılmaya başlanmıştır. 1691 ve 1940’ta iki büyük yangın tehlikesi atlatmış olan çarşıda, her çeşit baharatın yanı sıra şarküteri ürünleri, kuru yemiş ve hediyelik eşyalar satılmaktadır. Çiçek Pazarı Bugün artık iyice küçülen ve dar bir sokağa sıkışan Çiçek Pazarı 70’li ve 80’li yıllarda İstanbul’un, özellikle çiçek meraklıları tarafından en çok gezilen yerlerindendi. Her türde çiçek, tohum ve bitkinin satıldığı rengarenk bu çarşının görüntüsü bile insanın içini ferahlatmaya yeterdi bir zamanlar. Günümüzde İstanbul’un duvarlarına varana kadar çiçeğe boğulması yüzünden bu çarşının gözden düştüğünü sanmaktayız (!) Büyük Postane Çiçeklere veda edip Sirkeci’ye doğru yol alırken görkemli bir binayla karşılaşırsınız. Akıllı cep telefonlarının olmadığı altmışlı, yetmişli yıllarda özellikle telgraf çekmek için gidilen, ya da merdivenlerinde saatlerce oturup bağlanacak telefonların beklendiği Büyük Postane binasının yapımına; Posta ve Telgraf Nezareti ‘nin kullanması amacıyla 1905 yılında başlandı. 1909 yılında inşaatı tamamlanan binanın adı 1930’larda “Yeni Postane”, sonradan “Büyük Postane” oldu. Dört katlı ve 3200 metrekarelik bina, mimar Vedat Tek ‘in ilk eseridir. Sirkeci Garı Sirkeci semti deyince ilk aklımıza gelen, şimdilerde eskisi gibi bir uçtan bir uca giden trenleri ( Marmaray’ ı saymazsak) olmadığı için Haydarpaşa Garı gibi boynu bükük duran Sirkeci Garı’dır. 1888 yılında padişah II. Abdülhamit devrinde temeli atılan bina 1890 yılında tamamlanmış. Binanın yapımında granit taşlar ve Marsilya ‘dan getirilen mermerler kullanılmıştır ve ön tarafında iki saat kulesi bulunmaktadır. Garın içinde bulunan Gar Lokantası 1950’li ve 1960’lı yıllarda tanınmış yazar, gazeteci ve diğer şahısların buluşma noktası olmuş, aynı zamanda Paris’ten kalkan Şark Ekspresi uzun yıllar bu istasyona yolcu indirmiş ve buradan yolcu almıştır. Bâb-ı Âli Yokuşu Sirkeci Garı’nın önünden yukarı doğru Vilayet binasına yöneldiğimiz yokuşun adıdır Bâb-ı Âli. Osmanlı Dönemi ‘nde sadrazamların oturması için yapılan Sadaret Binası , ise günümüzde Vilayet binası olarak kullanılmaktadır. Bir zamanların basın merkezi olan Bâb-ı Âli’nin çevresinde Türk basınının yoğunlaşmaya başlaması, Osmanlı Dönemi’ne dayanır. Osmanlı Hükümeti’nin Sadaret Binasında çalışması, yeni ortaya çıkan Türk basınının, haber kaynağına yakınlığı açısından, bu binanın çevresine toplanmasına neden olmuştu. Sirkeci’den başlayıp Bâb-ı Âli binasının önünden geçerek giden Cağaloğlu yokuşunun iki yanındaki ve yan sokaklarındaki matbaa ve gazete binalarını kapsayan yerin adı bu nedenle Bâb-ı Âli olarak anılmağa başlamıştı. Bugün semt aynı adla anılsa da gazete binaları ve matbaaların yerinde artık yeller esmektedir. Meserret Kıraathanesi – Vilayet Lokantası Seksenli yıllara kadar o bölgenin en gözde mekanlarından olan Meserret Kıraathanesi ve Vilayet Lokantası ne yazık ki zamana yenilmiş, yerinde yeller esen iki güzel mekan. Bir zamanlar yazarların, gazetecilerin ve edebiyatçıların uğrak yerleri olan bu mekanlarda neler neler yaşanmış, ne toplantılar yapılmış... Altemur Kılıç‘ın anılarından: “Bizim zamanımızda Meserret Kıraathanesi ve Oteli çok ünlü idi, Yakup Cemil ve arkadaşları 1913’te “Bâb-ı Âli baskınını burada planlamışlar mesela, sonraları biz gazeteciler – muhabirler, akşamları bu kıraathaneye gider, haber alışverişi yapar, ara sıra birbirimize oyunlar oynar, toy stajyerlere asparagas haberler yuttururduk…” Vilayet Lokantası ise yine devrin bürokrat, politikacı ve gazetecilerini ağırlamış, yemeklerinin güzelliği ile ünlü bir mekandı. Nallı Mescit Bâb-ı Âli yokuşundan ayrılmadan önce Vilayet binasının gölgesine sığınmış, restore edilmeden önce çok da fark edilmeyen bir minik mescitten bahsetmek istiyoruz. 15. Yüzyıl'da İmam Ali Efendi tarafından yaptırılan ve minaresinin kaidesinde nal resimleri olduğu için Nallı Mescit diye bilinen bu minik, şirin mescit bir gelin gibi pırıl pırıl olmuş, allanıp pullanmış, ama yanında 2013 yılı Cumhuriyet Bayramında anlı şanlı açılışı yapılan, denizin altından İstanbul’un iki yakasını bir araya getiren meşhur Marmaray ‘ımızın çirkin mi çirkin istasyonu arz-ı endam ediyor… Bu zarif mescidin yanındaki bu çirkin taş yığını karşısında içimizden “ lâ havle ” çekerek ve yıllar içinde kabalaşan mimari zevkimize hayıflanarak ayrılıyoruz. Yanıp Yıkılan Milli Eğitim Binası Cağaloğlu’na doğru yol alıyoruz, yolun sol tarafında önü iskeleyle kaplanmış bir tarihi bina çıkıyor karşımıza. Yıllar boyu binlerce öğretmenin anılarında yer etmiş olan ve geçtiğimiz yıllarda bir anda içindeki belgelerle anılarla yanıp viraneye dönen ve sonra sözüm ona restore edilen Milli Eğitim İl Müdürlüğü binasını görüyoruz. 1860’ta Rıfat Paşa tarafından yaptırılan konak, 1865’teki yangında hasar görünce, paşanın oğlu Rauf Paşa tarafından yeniden betonarme olarak inşa edilmiş. Devletin yönetim merkezine yakın olması nedeniyle diğer paşa konakları gibi Rauf Paşa Konağı da Nafia Nezareti ‘ne (Bayındırlık Bakanlığı) tahsis edilmiş. Yıllarca İttihat-Terakki Kulübü ‘ne ve zaman içinde çeşitli kurumlara hizmet vermiş olan bina 1983’te Milli Eğitim Bakanlığı’na tahsis edilmiş. Şimdilerde bu tarihi konak restore edilerek otel yapılarak, yeniden hayata döndürülmeye çalışılıyor. Eski Basın Merkezi Cağaloğlu 1990’ların ortasına kadar Türk basınının merkezi olarak bilinen bu semt, birçok büyük gazetenin bu semtten taşınmasına rağmen, hâlâ o günlerin etkisiyle, kentin kültür merkezi olma özelliğini az da olsa sürdürmektedir. Semtin ismi de kendisi kadar ilginç; Evliya Çelebi ‘nin belirttiğine göre, Osmanlı Dönemi’nde Ekabir Sarayları’ nın bulunduğu bir semtmiş burası. Bunda semtin saraya yakın oluşunun önemli payı varmış tabii ki. 16. yüzyılın son çeyreğinde sadrazamlık yapan Çiğalazade Sinan Paşa ‘nın sarayının ve yaptırdığı hamamın bu bölgede bulunması semtin “Çiğalaoğlu” adını almasına sebep olmuş. Çiğalaoğlu adı daha sonra halkın ağzında “Cağaloğlu”na dönmüş. İran Konsolosluğu Bu semtte tarih kokan birbirinden ilginç pek çok mekan var, tabi bunların hepsini bir çırpıda anlatmak mümkün değil; ama en göz önünde olanları anlatmaya çalışıyoruz. İran Konsolosluk Binası’nın en önemli özelliği Tarihi Yarımadadaki tek konsolosluk binası olmasıdır. Çünkü Osmanlılar Müslüman olmayan ülkelerin Tarihi Yarımada’da elçilik açmalarına asla izin vermemiş. Gayrimüslim ülkelerin bütün konsoloslukları bu nedenle Beyoğlu ‘ndadır. Osmanlı Dönemi’nde başkent İstanbul olduğu için elçilik düzeyindeki bu binalar, cumhuriyetten sonra başkent Ankara’ya taşınınca konsolosluk olmuş. Yüksek ve kalın duvarlarla çevrilmiş bu tarihi bina İstanbul’un hafızasında önünde yapılan eylemler ve içinde bir muhalif gazetecinin yakılarak öldürülmesiyle yer etmiştir. İstanbul Erkek ve Kız Liseleri Cağaloğlu’ndan ayrılmadan önce ülkemize pek çok güzel ve başarılı insan yetiştirmiş iki güzide eğitim kurumunu da dilimiz döndüğünce anlatalım istedik. Bunlardan birincisi İstanbul Erkek Lisesi ; 1884 yılında kurulan okul, Osmanlı Dönemi’nde Batılı tarzda eğitim veren ilk eğitim kurumlarındandır. 1933 yılından günümüze Cağaloğlundaki eski Düyûn-ı Umumiye (Osmanlı Devleti Genel Borçlar Kurumu) binasında eğitim ve öğretim hizmetlerini sürdüren İstanbul Lisesi, konumu itibarıyla eşsiz bir Boğaz ve Haliç manzarasına sahiptir. İstanbul Kız Lisesi ise 1850 yılında Sultan II.Mahmut ‘un eşi ve Sultan Abdülmecit ‘in Validesi Bezmiâlem Valide Sultan tarafından kurulmuş Türkiye’nin ilk sivil lisesidir. Türkiye’nin ilk kız lisesi unvanıyla yıllarca İstanbul Kız Lisesi olarak öğretimini sürdüren okul günümüzde Cağaloğlu Anadolu Lisesi adıyla anılmaktadır. Hanedan Soyunun Ebedi Mekanı II. Mahmud Türbesi İstanbul Kız Lisesi’nin önünden geçip tam köşeye geldiğimizde Osmanlı Hanedanı ‘ndan pek çok kişinin mezarlarının bulunduğu türbeyle karşılaşıyoruz. II. Mahmud’un 1839 yılında vefat etmesinden sonra yerine geçen oğlu Abdülmecit’in, kız kardeşi Esma Sultan tarafından bağışlanan araziye yaptırdığı beyaz mermerlerle kaplı ve basamaklarla çıkılan bu türbenin tavanında asılı olan kristal avize Birleşik Krallık Kraliçesi I. Victoria tarafından gönderilmiştir. Ayrıca kapının iki yanındaki altın yaldızlı duvar saatleri de Fransa İmparatoru III. Napolyon ’un hediyesidir. Türbenin avlusunda hanedan soyundan başka, pek çok ünlünün mezarları da bulunmaktadır. Dünya’nın Merkezi Milyon Taşı Türbeyi ziyaret ettikten sonra yönümüzü Sultanahmet’e doğru çevirip yolumuza devam ediyoruz. Sultanahmet Meydanı ‘nda gezmeyi bir başka güne bırakıp Yerebatan Sarnıcı’nın köşesine sıkışmış Milyon taşının önüne geliyoruz. Million Taşı; Bizans İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Roma yollarının başlangıç noktası sayılan ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan, sıfır noktasını gösteren yermiş. Taşın çevresinde, dünya başkentlerinin bu noktaya kilometre olarak uzaklıklarının gösterildiği bir de zemin levhası var. Bir efsaneye göre, Milyon Taşı'ndan ileri hiçbir düşman askeri geçemez, geçmeye çalışırsa da gökten inen bir melek tarafından ikiye bölünürmüş. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmet ordusuyla İstanbul'a girerken bu efsanenin gerçeklemesini bekleyen Romalıların hayal kırıklığına uğradığı da günümüze ulaşan efsaneler arasında yer .. Ancak şimdilerde Milyon Taşı ve çevresi de restorasyon furyasından nasibini almış durumda. Sütun Ormanı Yerebatan Sarayı ya da Sarnıcı Milyon Taşını da gördükten sonra Gülhane Parkı’na doğru inerken yine yolun sol tarafında önünde uzun kuyruklar olan, turistlerin görmeden gitmediği Yerebatan Sarayı’na uğruyoruz. Ayasofya’nın tam karşı köşesinde bulunan Yerebatan Sarnıcı, günümüzde müze olmanın yanında ulusal ve uluslararası birçok etkinliğe ev sahipliği yapmaktadır. Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunlar nedeniyle halk arasında “Yerebatan Sarayı” olarak isimlendirilmiştir. Sarnıcın bulunduğu yerde daha önce bir Bazilika bulunduğundan, Bazilika Sarnıcı olarak da anılmakta ve günümüzde kimi sanat etkinliklerine de evsahipliği yapmaktadır. Şehrin İçinde Huzur Veren Bir Mekan: Gülhane Parkı Yolculuğumuzun son durağı, biraz nefeslenip demli bir çay içeceğimiz Gülhane Parkı. Nazım ‘ın şiirinde “ Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda ” dediği, asırlık çınarları ve rengarenk çiçekleriyle, Sarayburnu ‘na tepeden bakan çay bahçeleriyle tam bir huzur ortamı burası. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı’nın gül bahçesi olduğu için bu isimle anılan koruda, Türk tarihinde demokratikleşmenin ilk somut adımı olan Tanzimat Fermanı , 3 Kasım 1839’da Padişah Abdülmecit dönemi Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. Bu nedenle Tanzimat Fermanına Gülhane Hatt-ı Hümayunu da denir. Bu güzel parkta bir bardak sıcak çayla yorgunluğumuzu attıktan sonra, bugünlük gezimizi sonlandırmanın zamanı geldi, bir başka zamanda ve mekanda tekrar buluşmak dileğiyle…
- Ayşe Kilimci
Ayşe KİLİMCİ * maviADA Dergisinde 2006-2009 yıllarında yazdı. Bursa TUYAP'ta derginin bir etkinliğinde de yer aldı. YAZILARINI GÖRMEK İÇİN RESME TIKLAYINIZ.
- Meydandan Geçen Kızlar
SALAH BİRSEL * Beşi onu bir gelirdi kızların Vücutları dimdik saçları darmadağın Dağılmasını beklemezlerdi kalabalığın Allık pudra düzgün hem de bir yığın Beşi onu bir gelirdi kızların Ayrı bir tavırla geçerlerdi önünden karpuzların Koşarak durarak gülerek Kimi zaman atak kimi zaman ürkek Akıllarında tek düşünce erkek Beşi onu bir gelirdi kızların Onlar aşığıydı delicesine sazların Düşmezdi dillerinden hiç Bimen Şen merhum Öylesine çalım öylesine kurum Ağızlarında horoz şekeri ve latilokum Beşi onu bir gelirdi kızların
- Ben Bir Futbolcuyum Altı Okka
SALAH BİRSEL * Bende yaşayanlar, yaşadıklarım, yaşattıklarımdır. Tonikasını yitirmemiş anılarla düşer kalkarım. Özlediğim birini enseleyince de hemen kale vuruşlarımı kullanırım. Kendime de altı yönden aferin çekerim. Sizin anlayacağınız, benim kovaladığım futbol topları iyi resim verir. Tam aut olacakken birden geriye döner herkese kılıç savurur. Anılarım bana göz aydınlığı sunmak için çokluk ellerinden geleni yapar. İşe yaramayan, boğazıma sarılan kişilerin ve de olayların gıcırını büker. Diyeceğim Salâh Beyin kendini şaşırıp ne işleyeceğini bilemez bir duruma düşmesinden korkarlar. Ah ah ben hay haylar, vay vaylar içinde ömür tükettim. Benim gönülzadelerim hep şapkalı elifle dolaşmışlardır. Bir renkleri kanarya sarısı ise, bir renkleri yeşil papağandır. Onlara dokununca kendimi de bulmuş olurum. Yani tirfiriyimdir, parlak kırmızıyımdır artık. Belki de kehribar sarısı kesilmişimdir. Lebbeyk, ben sadece gönülzadelerimi yaşatırım. Akşamları allanır, fırınlanmış beyaza dönerim. Baldudak sevgilimin de yanı başımda olmasına dikkat ederim. Öfke atına binerken, sevinirken, geceleyin yatakta düş görürken sahnemi yine o doldurur. Özendiğim renklerden biri de portakaldır. Yani barışa, insan sevgisine dörtnal koşarım. Durun, durun krem, bej, fildişi gibi ışıklı renkleri de gönülzadelerimi de yanımdan ayırmam. Açık sarıya yönelmek istediğimde de turnagözünü kollarım. Sıkıntı zamanlarımda da, inanmayacaksınız, maviye ve mora çelme takarım . Çünkü beni ancak onlar oyalar, onlar durgunlaştırır. Gök rengine göz kırpan tirşeye de hayır demem . Samur kaşlı resimleri de gündemden hiç indirmem. Bunlar ince tüylü, çok yumuşak anılardır. Kaşları kumral, gür ve kıpır kıpırdır. O zaman davulumu boynum asar, iki elimle onlara alkış tutarım. Ama hırtlambo ve farfaracı toplara, resimlere hiçbir yüz vermem Onlarla kendime şut çektiğim de olur. Evet ben kalantor bir futbolcuyum . Ocak 1997 * SALAH BİRSEL: * 1919'da Balıkesir'in Bandırma ilçesinde doğdu. 10 Mart 1999 yılında İstanbul'da yaşamını yitirdi. Ortaöğrenimi İzmir'de Saint Joseph Fransız Okulu ve İzmir Erkek Lisesi'nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. 2 yıl sonra aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne geçti, 1948'de mezun oldu. 1943-1949 arasında İstanbul Nişantaşı Ortaokulu'nda Fransızca öğretmenliği, 1953-1956 arasında iş müfettişliği, 1956-1960 arasında Edebiyat Fakültesi Kütüphane Müdürlüğü, 1960-1973 arasında Türk Dil Kurumu Yayın Kolu Başkanlığı yaptı. Özgün, alaycı, yeni deyim ve tamlamalarla zenginleştirdiği DENEMELER ve ŞİİRLER yazdı.
- Öcalan’ın Çağrısı Üzerine: BAHARA BİR ŞEY DİYEN VAR MI?
ZEKİ SARIHAN * İmralı’da ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasını çekmekte olan PKK’nın kurucusu Abdullah Öcalan’ın merak edilen çağrısı, üç görüşme sonunda biçimlenerek Kürtçe ve Türkçe olarak 28 Şubat günü DEM heyeti tarafından kamuoyuna okundu. Böylece Türkiye’nin yüz yıllık bir geçmişi olan ve 1984’te silahlı mücadele biçimine bürünen “Kürt sorunu”nda yeni bir aşamaya geçildi. Yeni dönemin adına “Demokratik dönem” deniliyor. Yani Kürtler, bundan sonra isteklerine kavuşmak için şiddet kullanmayacaklar, Öcalan’ın mesajında yolları ayrıntılanmamış da olsa, siyasi örgütlenmeler, gösteriler, basın-yayın ve görüşmeler yoluyla faaliyette bulunacaklar. Öteki siyasi partiler, sendikalar, sivil toplum örgütlerinin yaptığı gibi… SOSYALİZMİN SONU! Öcalan, bildirisinde PKK’nın hangi ideolojik temeller üzerinde kurulduğunu açıklarken bu temelin bütün dünyada emperyalizme ve kapitalizme karşı en ciddi karşı koyma akımı olan sosyalizm olduğunu fakat reel sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte sosyalizm mücadelesinin sona erdiğini, böylece PKK’nın altından önemli bir ideolojik dayanağın çöktüğünü açıklıyor. PKK’nın açılımı da Türkçesiyle Kürdistan İşçi Partisi , Kürtçesi ile Partiya Kerkeren Kürdistane’ dir. Sosyalizm döneminin sona erdiği ve PKK’nın milliyetçi bir partiye dönüştüğü, bildirideki en önemli itiraftır. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra birkaçı dışında nerdeyse bütün ülkelerdeki sosyalizm birkaç ay içinde çökmüş, bu durum Türk sosyalistleri arasında da büyük bir hayal kırıklığına ve sosyalist örgütlenmelerde PKK’nın yaptığı gibi çözülmelere, dağılmalara ve kendini feshetmeye yol açmıştı. PKK, İkinci Dünya Savaşı sonunda bütün ülkelerde alevlenen, Türkiye’ye ise emekçilerini, aydınlarını ve gençliğini 1960’lı yıllarda ayağa kaldıran sosyalist hareketin Kürt kitleleri içindeki etkisiyle vücut bulmuştu. Abdullah Öcalan’ın Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi Türk devrimcileriyle aynı atmosferde ve aynı yıllarda yetiştiğini hatırlamak, bu gerçeği teslim etmek için yeter. TÜRK DEVRİMCİLERİ DAHA ÖNCE BIRAKMIŞLARDI Sözü edilen o dönemin Türk devrimcileri de silahlı mücadeleye girişmemiş değillerdi. Filistin kamplarında eğitim alanlar, Nurhak Dağlarında üs kurmayı deneyenler, şehir gerillacılığına başvuranlar oldu. Fakat, Türkiye, Çin kadar geniş ve ulaşılmaz topraklara sahip değildi ve devlet mekanizması, bu örgütlerden daha güçlü idi. Gene de devletin Kürt silahlı güçlerini etkisiz hâle getirmesinin zaman alması, Doğu ve Güneydoğu’da Kürt nüfusun çoğunlukta ve coğrafyanın ulaşılması güç bir yapıda olmasıdır. Günümüzdeki savaş teknolojisiyle en sarp araziye ulaşmanın mümkün olduğunu Türk Silahlı kuvvetlerinin Kuzey Irak’ın ulaşılmaz sanılan mağaralarına bile yaptığı silahlı müdahalelerle kanıtlanmıştır. Dolayısıyla PKK Türkiye’de zaten yenilmişti ve bildiri bunu itiraf ediyor. Bazı milliyetçi çevreler “Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur” deseler de Kürt kitleleri yerinde olduğu sürece böyle bir sorunun devam edeceği açıktı. Nitekim şimdi pek çok çevre bu sorunu tamamen çözmek için neler yapılabileceği konusunda tahmin yürütüyor. Hükümetin Öcalan’la yaptığı açık olan pazarlıkla bu istekler konusunda bildiriye genel bir “demokrasi” kavramından başka bir ifade konulmamıştır. ALMADAN VERMEK ALLAH’A MAHSUS PKK’nın silah bırakması ve kendini feshetmesi karşılığında devlet Kürtlere ne verecektir? Devlet açıkça hiçbir vaatte bulunmuyor. Ancak aylar öncesinden yapılan gizli görüşmelerle işin kotarıldığı anlaşılıyor. Herkes bazı tahminlerde bulunmakla yetiniyor. Devletin Kürt sorununu sona erdirmek için yapabilecekleri konusunda şunlar akla geliyor: Kürt partilerin sürekli yasaklanması tehdidinden vazgeçilerek onlara meşru siyaset alanını açık tutmak; şiddete başvurmamış sanıklar hakkında genel bir af çıkarmak, Kürt diline saygınlık kazandırmak ve onu öğretim konusu yapmak, Öz Türkçesi ile değiştirilen yer adlarını iade etmek vb. Kürt varlığını anayasada tescil etmek henüz beklenmiyor. MİLLİYETÇİLİK DİRENİYOR Öcalan’ın çağrısı karşısında Kürt ve Türk çevrelerinin geniş bir nefes aldığı görülüyor. Gerçekten bundan sonra Kürt ve Türk köylerine bu çarpışmalarda hayatını kaybedenlerin cenazelerinin gelmeyecek olması, az bir kazanım değildir. Silah bırakma ve örgütü feshetme karşısında Kürt milliyetçiler arasında hoşnutsuzluk var mıdır bunu bilmiyoruz. Fakat Türk milliyetçi yapılanmalardan açık ve örtülü itirazlar basına yansıyor. Süreci başlatmış görünen MHP dışında, milliyetçi kimliği ile tanınan hemen bütün partiler gelişmelerden rahatsızdır ve süreci sabote edeceklerini açıkça ilan edenler de vardır. Bunu neden yapıyorlar? Çünkü, devlet Kürtleri muhatap almaktadır. Milliyetçilere göre bu çok tehlikelidir ve Türkiye’nin Sevr Anlaşması’yla yapılmak istendiği gibi bölünmesine neden olabilir. Bu bir emperyalist projedir ve dışarıdan dayatılmaktadır. Bu çevreler, yukarıda anlattığım Kürtlerin silah bırakma karşılığında elde edecekleri muhtemel kazanımlara da şiddetle karşıdırlar. Çünkü Türk milliyetçiliği yıllardır Kürtlerin ülkeyi böleceği varsayımından güç almakta ve bundan meşruiyet kazanmaktaydı. Bunlardan başka geleneksel Atatürkçü çevreleri barındıran örgüt ve yayınlar da aynı gerekçelerle gelişmelerden huzursuzdur. Süreç hakkında olumsuz tutum alan çevrelerin bir gerekçesi de bu gelişmelerden AKP’nin yararlanacağıdır. Tayyip Erdoğan’ın Kürtleri memnun ederek anayasa değişikliğinde onların oyunu da alıp ömür boyu kendini cumhurbaşkanı seçtirme ihtimalidir. Gerçekte bunun olmaması Kürtlerin ferasetine bağlıdır. Kürtler, Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” ahdine mi sadık kalacaklar, yoksa bazı düzenlemeler karşılığında buna razı mı olacaklardır bilmiyoruz. YEMEYENİN MALINI YİYİVERİRLER! “Yemeyenin malını yiyiverirler” atasözü, elindeki serveti yemesini bilmeyen adama ders vermek için söylenir. Birileri gelir bu serveti istediği gibi harcar. Atasözü yüz yılı aşkın bir süredir olumlu seyretmeyen Türk-Kürt ilişkileri için de geçerlidir. Kürtler, Türkiye devletinin bir zenginliği idi. Yüzyıllık cumhuriyet, bunu hesaba katmamış, Kürtlerin hakları konusunda pek cimri davranmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın siyasi ve askerî liderleri bu hakları düşünmüştü, 1921 Anayasası’na da işlemişlerdi. Orada sözü verilen vaatler gerçekleşmiş olsaydı, bugün her Türk köyünde bir er veya erbaş, her Kürt köyünde de bunun birkaç katı Kürt gencinin mezarı bulunmayacak; iki halkın arasına bugünkü soğukluk girmeyecekti. Maddi kayıpların ise haddi hesabı yoktur. Bu iç savaşta harcanan trilyonlarca lira, refah düzeyimizi yükseltecekti. ŞEHİT AİLELERİNİ SİPER ETME TAKTİĞİ Yüz yıldır yaşananlar Kürtler ve Türkler arasında çok farklı algılanmaktadır. “Barışma” programının gerçekleşmesi uğruna Kürt tarafı acılarını içlerine gömmüş görünüyor. Devleti ellerinde tuttuğu için baskın olan Türk tarafını yatıştırmak amacıyla “şehit ailelerinin duygularını incitmeyecek” bir çözümden yana olduğunu söyleyenler var. Bu söylem, önce milliyetçi oylara da talip CHP tarafından dile getirildi. Aslında başka evlatların ölmemesi için barışı en çok savunması gereken bu savaşta yakınlarını kaybetmiş alilelerdir. BAHARA BİR ŞEY DİYEN VAR MI? Ülkemizde bugünkü saflaşmada genel olarak, CHP’nin başını çektiği laik bir devleti savunanların diğer yanda AKP’nin arkasında sıralanmış muhafazakârların bulunduğunu gösteriyor. Bunlardan ilki milliyetçi, ikincisi ise milliyetçiliği fazla dert etmeyen (hatta onu ayaklar altına aldığını ilan etmiş) bu açıdan liberal eğilim gösteriyor. Hangisinin ardında saf tutacağız? Nasrettin Hoca’ya sormuşlar: “Hocam, kışın soğuğundan, yazın sıcağından şikâyetçisin. Seni memnun etmek de mümkün değil.” Hoca: Bahardan şikâyet eden var mı?” yanıtını vermiş. Siyasette bahar, antiemperyalist, aydınlanmacı, halkçı, demokrat bir dizendir. Türkiye halkı baharını Türk’ü ve Kürt’üyle kendisi getirecek. Bu nedenle süreç, milletin gözü önünde ve örgütlü güçleriyle katılacakları bir yöntemle yürütülmelidir. KİTAPÇI İSMAİL’İN ÇÖZÜM ÖNERİSİ Bana ara sıra Fatsa’dan telefon eden Kitapçı İsmail’e önceki gün bu konuda ne düşündüğünü sordum. Yazmamı isteyerek şu öneride bulundu: “Bana göre bu sorun Türk ve Kürtler arasında evlilikler yoluyla çözülebilir. Türk erkekleri Kürt kızlarıyla, Kürt erkekleri Türk kızlarıyla evlenirse bu sorun çözülür” dedi. Soruna katkı sunmak isteyen gençlere duyurulur… Ne kadar baskılansa da gerçeklerin bir gün kendini kanıtlama gibi bir güçleri vardır. Bakınız Kasım 2014’te basılan Kürt sorunuyla ilgili 50 yazımın toplandığı “KART KURT KÜRT” kitabı.
- Şenol YAZICI ile Günümüz Dergiciliği ve maviADA üzerine SÖYLEŞİ
YAZININ BÜTÜNÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN ŞENOL YAZICI Edebiyatın değişik alanlarında 10 kitabı olan, edebiyat eğitimi gören Şenol Yazıcı 2002'den bu yana 6 yıldır maviADA dergisinin yayın yönetmeni. 2008 itibarıyla ülkenin en prestijli imece dergilerin önde gelenlerinden biri olan maviADA yayın yönetmeniyle DERGİLERİ ve sorunlarını konuştuk. H.YILMAZ "... Günümüz Türkiye’sinde değişik dönemlerde 200 kadar dergi ve fanzinin çıktığı, dergi enflasyonu olduğu biliniyor. Bunca yıldır yayın hayatını sürdüren maviAda zoru başardı mı? Şenol YAZICI: Dergiler yazanın vazgeçilmezidir, okurun da beslenme kaynağı. O zaman 70 milyonluk bir ülke için 200 dergi bir enflasyon değil, bence gerekenden bile az, ama azlığı belirleyen okur sıkıntısı, o işte sorun... Yeterince nitelikli dergi olmadığı söylenebilir o ayrı. Çünkü bu işi bilenler değil, benim gibi işin içine kazaen düşmüş olanlar, romantik idealistler, en çok da hevesli ama arzu ettiği yere gelememiş şairler... yapmaya çalışıyor. O yüzden ülke bir dergi mezarlığı. Bu bambaşka bir alan, yayıncılık yazmak değil. Her niyetlenen dergi yapamaz, iyi niyet, heves yetmez, altyapı ister. Para, ekonomik güç, edebiyatın mutfağından gelmek, işin başında çekim merkezi olacak birilerinin olması, yayıncılıktan da anlamak ya da anlayanların bulunması, hatta bir iki tüccar becerilinin de olması gerekiyor… Bunca insan, emek ve harcamayla neden dergi yapsın, diye de düşünülebilir tabi." * Söyleşinin devamı için RESME TIKLAYIN
