
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- Sus Artık!
Yusuf ERBAY * Ey bildiğinden fazlasını konuşan kişi, Sus artık! Sus ki, susmanın tadına varasın. Tükettiğin nefesin zararı hem sana hem banadır. Boş lafla dolduramazsın heybeni. Uçup giden zamandan başka kazancın olmaz. İşe yaramaz sözlerin can kulağımı yaralar. Ey bildiğinden azını konuşan suskun, Yetmez mi derinlerin sarhoşluğu, yetmez mi bencilliğin. Susamış bunca can varken âlemde, Yetmez mi kendi âlemindeki mestliğin. Seyredip durduğunu tarifle ki görmeyene, Bir ümit fışkırsın toprağımızda yeniden. Seyredip durduğunu çiz ki önündeki tabloya, Bilmeyene yol göstersin renklerin. Ey bildiği kadarını konuşan İnsan, neredesin? Seni beklemekle tükendi neredeyse ömrümüz. İn artık dağından, karış aramıza. Çık mağarandan, tebliğ et bize umduğumuzu. Suyumuza kanalım, yolumuza düşelim. Gerçeği duymayan son âdemi bulana kadar, durup dinlenmeyi haram kıl bize!
- maviADA 2 Bahar Ödülleri
maviADA * maviADA Eylül 2025'te duyurmuştu, her altı ayda bir dergimize yeni katılan arkadaşlar arasından, dergide en az beş yazısı yayınlanması koşuluyla İlki Mart ayında BAHARda , ötekisi Eylülde SONBAHARda olmak üzere 2 ödül verilecekti. AMAÇ: YETENEKLİ kalemlere hak ettiği farkındalığı sunmak Motivasyon ve sinerji yaratmak maviADA'ya yeni kalemler kazandırmak KOŞULLAR: maviADA'da son altı ayda en az beş yazısıyla yer alan yazarlar arasından; Yazılarındaki poetik düzgünlük İlgi çekicilik; yazılarındaki ziyaretçi, beğeni, yorum sayısı Dile özen, Türkçeye uygunluk Dergiye sosyal uyum başarısı Devamlılık; maviADA'ya yazmakta süreklilik Altı ayda dergiye kazandırdıkları ... gibi özelliklere bakılarak maviADA YÖNETİMde yer alan JURİ Şenol Yazıcı - Koordinatör Aycan Aytore Niyazi Uyar Nurten Bengi Aksoy Fadime Y. Karoğlu Zeliha Aydoğmuş ...tan oluşan jürinin oylarıyla en az bir kişi 3 te 2 = yani 4 oyla seçilecektir. DİĞER KOŞULLAR: maviADA ilan edilen jurideki hiç kimse ya da yakını ödüllendirilmez. 4 oy alan yazara ödül verilir. hiç kimseye aynı ödül ikinci kez verilmez. bu duyuru maviADA'nın WEB sayfasında yayınlandıktan sonra en çok 15 gün içinde sonuç aynı biçimde ilan edilir. *Bu seçimde kişinin aday olunmayacak, adaylık eklenmeyecek, 6 aylık süreçte var olan en az beş yazısıyla maviADA'da yer almış YAZARLAR arasından seçim yapılacaktır. ÖDÜL: maviADA Yazarlarından imzalı en az bir kitap
- Nevruz
Şenol YAZICI * -Şiir: Şenol Yazıcı, Uyarlama: maviADA Seslendirme: Şenol Yazıcı- An, o andır; Buz çözüldü çözülecek, Nevruza iki adım var. Düşer göğün mavisine bir ışık, Açılır kör gözü yalnızlığın... Öyle bir kimsesizlik başlar ki bedeninde, Yanarsın ürpererek... Gözlerin... Kundakta cami avlusuna terk edilmiş sokak çocuğu, bir yavru kedi; bir keskin ustura... ve aç... Yol çeker gibi bakar. Uzar sessizlik... Ev, dört duvar, Üstüne gelir, sığmaz olursun. Bildik öyküler anlatmaz seni, Gün batmadan kurşuna dizilmek ister gibisin. Yerde Sümerbank halı, her ilmikte bir roman, Sende hayaller dünya kadar... Gavurun yazığı gelir... İçim gider: Hanımelleri akar, Akar tahta cumbalarından, Şimdi Mayıs, Çingeneler Zamanı; Havada el değmemiş bir cigan, Sarı güle keser ellerin. Yüreğini yüklenmiş bir ses, kan revan; Kendine iyi bak, demelerdedir. Zaman, güllerin katmerlendiği gün; yani bahar... İçin gider. Bu hal, hal değildir bilirim, Çarpacak duvarlar arar gibisin. En dağın doruğunda, tanrıya azıcık var, Rüzgar essin göğüslerinden Ve toprak yalasın sırtını... Dilersin. Bize, sonsuz baharlar gerek, Sen bir dağ ateşisin, bense deniz Eşkıya kesmiş yolu, dağlarım hala kar. Yanarız titreyerek... Uzaklarda o türkü, Bir eski gramofonda, “Hiç kimsenin, yağmurun bile, Böyle küçük elleri yoktur.” çalar. Şenol Yazıcı
- Baharın Kanatları Kırık
Fadime Y.KAROĞLU * Börtü böcek, toprak uyandı, Rüzgâr taşıdı mor menekşe kokusunu. Badem dallarında fısıltılar, Güneş, avuç içi kadar sıcacık… Ama... Bir çığlık düştü göğün mavisine, Sustu serçeler, titredi toprak. Gözyaşıyla yeşeren filizler, Kanla boyandı bu sabah. Bahar, incecik bir dal gibi kırıldı, Güller diken oldu aniden. Bir çocuğun düşen uçurtması gibi, Düştü umutlar gökyüzünden. Haykırsam, Dağlara, rüzgâra, yağmura… Duyar mı sağır duvarlar? Duyar mı çocuk çığlıklarını?
- VAR-YOK
Fuat ÖZGEN * Varla yok arasında yaşıyorum Yoktan var, vardan yok Yapamayacağımı bile bile Var'ı başa aldım Yok yoksun kaldı Yok'u yokladım Bir var çıkmadı Var'ı yok'a aktardım İki var olmadı Var mı sevimli Yok mu çirkin Sonuç ortada kaldı Vara yoğa konuşup Durmadım ama Varamadım bir sona
- Titrek Hamsi Hücresi
Yaratıcı sanat örneği bir örgüt: Titrek Hamsi Hücresi Zülfü Livaneli 2008'lerde maviADA'da yazmaya başlamıştı. O zamanlar mı duymuştum emin değilim. Trabzon Öğretmen Okulunda benim de öğretmenim olan Mustafa Beşgen'in adının geçtiği bir anısını anlatmıştı. 12 Eylül öncesinde her aklına estiğinde derin devletin asker eliyle gidişata müdahale ettiği, yüzlerce, binlerce aydının, gencin tutuklanıp hapse atıldığı günlerde resim öğretmeni Mustafa Beşgen gözaltına alınır. Ki o dönem de gözaltı şaka değildir. Aynı davadan genç Livaneli ve çok sayıda Trabzon yöresinden insan örgüt kurmak suçlamasıyla tutuklanır. Kendi deneyimlerimden bilirim; siyasi nedenlerle hapse düşenlere karakol sorgulamalarında ilk hangi örgüte üye olduğu sorulur, ilgisi yoksa bir örgüt bulunur, kişi dahil edilirdi. Ne var ki bu, bir polis buluşu bir ada da benzemiyordu. Tehlikeli örgütün adı tam bir yaratıcı sanat örneği matrak bir addı: Titrek Hamsi Örgütü. Beşgen resim öğretmenidir ama Livaneli o yıllarda saz çalmaya hevesli bir gençtir henüz. Sanat dünyasında bir adı yoktur daha. Halk müziğinden Protest müziğe geçmesine ve onu yaygın şöhrete taşıyacak "Karlı Kayın Ormanında" kasetini yapmasına daha 7-8 yıl vardır. Kafa' mıydı, OT' muydu bilemiyorum, ama sonraları Zülfü Livaneli'nin yazdığı bu Titrek Hamsi Derneği ne edebi magazin dergilerinin birinde rastlayacaktım. Tam unutmuştum ki, maviADA'ya yazan Mehmet Şamilof'un sayfasında aralarında Behice Boran'ın da olduğu bir grubun siyah beyaz bir resminin altında Titrek Hamsi Derneği adına denk gelince bu mizahi, ama biraz da asparagas duran anının gerçekte daha derin boyutları olabileceğini düşündüm. Kaldırdığı her taşın altında ya altın ya yılan mutlaka bir şey vardır hissini de veren takma adıyla Şamilof 'tan yardım isteyince aşağıdaki yazı ortaya çıktı. Kitaplara bile konu olmuş, kendisi şaka gibi ama Trabzon yöresinin çok aydınını hapse, sıkıntılara sokmuş Titrek Hamsi Derneğinin bizdeki hikayesi bu kadar. İyi okumalar. * Şenol Yazıcı "Titrek Hamsi Hücresi", gerçekte mizahi bir adlandırmadır. 12 Mart darbesinden sonra Trabzon'da gözaltına alınan bir grup ilerici-solcunun yargılanmaları sırasında yaşanmış bir öyküdür. Bu davanın sanıkları arasında olan Ömer Faruk Ciravoğlu, daha sonra bu adla bir kitap yayımlamıştır (Pencere Yayınları, 2004). Bu davanın bir başka sanığı Zülfü Livaneli de "Sevdalım Hayat" adlı anı kitabında bu konuya değinmiştir. Ekte size iki yazı gönderiyorum. Yazılardan biri, davanın sanıklarından öğretmen Şefik Asan'a aittir. Öteki yazı ise benimdir ve Trabzon'da çıkan Kıyı dergisinde yayımlanmıştır. Bu yazı esas olarak bir halkbilimciyi anlatmak için kaleme alınmıştır. Konuyu dağıtmak istemediğimden, ben size bu uzun yazının yalnızca "Titrek Hamsi Örgütü"yle ilgili bölümünü gönderiyorum." * Atilla AŞUT * Titrek Hamsi Hücresi adı nereden geliyor? ŞEFİK ASAN * Yakın tarih anekdotları 12 Mart 1971, İkinci Askeri Darbe dönemi… Tüm yurtta, gazeteciler, öğretim üyeleri, öğrenciler, aydınlar, yurtseverler gözaltına alınıyor… Tabii Trabzon da payına düşeni alıyor… ve ekim ayı başında gözaltına alınıyoruz. Götürüldüğümüz yer Boztepe’deki asker garnizon binası. Ama orası buna göre hazırlanmış değil. Birkaç gün içinde toplam 68 kişi olduk. Büyük bir er yatakhanesi boşaltılarak oraya konuluyoruz. KTÜ öğretim üyeleri, benim gibi öğretmenler, üniversite öğrencileri ve çeşitli mesleklerden aydınlar… Ama hiç birimiz neden gözaltına alındığımızı bilmiyoruz. Aramızdaki en flaş isim Akçaabat Savcısı (aslında sorgu yargıcıdır, ama savcı olarak tanındı hep) Ali Faik Cihan’dır. Birkaç yıl önce Sosyalist Türkiye adlı bir kitabı çıkmış ve suç sayılarak yargılanmıştır. Onunla ilintili olarak toplandığımızı sanıyoruz, ama çoğumuz birbirimizi orada, Boztepe’de tanıdık. Bir sabah Maçka’dan bir grup arkadaş getirildi. Aralarındaki en heyecanlı isim öğretmen Numan Yavuz’du. Öfkeliydi: “Yahu arkadaşlar,” dedi. “Sabaha karşı sahur yemeğini yiyemeden aldılar beni. Şimdi ben oruca devam mı edeceğim, yoksa bozayım mı?” Bazılarımız kahkahayı basınca Numan Hoca sinirlendi. O, gülenlere sataşma fırsatı bulamadan yanımda oturan şair Dr. İlhan Demiraslan bombayı patlattı: “Arkadaş,” dedi, “sanırım hücrenin dinci kanadından.” Numan Hoca haklı olarak isyan etti: “Ben hücre mücre bilmem, kimseyi tanımam. Ne hücresi be?” “Eh, bu da normal, “dedi Doktor bıyık altından gülümseyerek. “Hücre elemanları üç kişiden fazla kişiyi bilmez, tanımaz.” Numan Hoca daha çok kızdı: “Ne hücresi be? Hangi hücreden söz ediyorsunuz siz?” “Titrek Hamsi Hücresi!” dedi doktor. Ve tabii, hepimiz kahkahayı bastık. Çünkü Doktor’un yaptığı esprinin kaynağını anlamıştık. Çevresinde yer aldığımız iddia edilerek toplatıldığımız Ali Faik Cihan, heyecanlanıp konuşurken kafası oynar, elleri titrerdi. Hayır, Parkinson hastası falan değildi. Ama böyleydi işte. Ali Faik Cihan Rize Fındıklılı, espritüel, sempatik, sevimli bir Laz’dı. Dr. İlhan Demiraslan’ın yakıştırmasına en çok o gülmüştü. Ve o andan itibaren Titrek Hamsi Hücresi adı hep şaka olarak kullanıldı aramızda. Ankara’ya götürüldüğümüzde bunu gazeteci Mustafa Ekmekçi de duymuş ve köşesinde yazmıştı. İsim basına da yansıyınca kalıcı hale geldi ve tuttu. Daha sonra beraat etmiş olsak da Titrek Hamsi Hücresi adı böylece tarihe mal olmuş oldu. Sonuçta Karadenizli değil miydik?.. “İşte size hücre!” dedik bir bakıma… Şimdi aramızda olmayan Ali Faik Cihan’ı saygı ile analım burada. Ve yine, oldukça erken aramızdan ayrılan şair Dr. İlhan Demiraslan’ı da aşağıdaki şu kısa şiiriyle yine saygıyla hatırlayalım: Paramız yok ki Karımız olsun, Geceleri şeytan girer rüyama, Sağ olsun. (Gazete İstanbul, 22 Mart 2017) Bu yazı burada yayınlanmıştır. * KAYNAK: Mehmet ŞAMİLOF
- Yitik Uyku
Niyazi UYAR * Şafağın nar içi kızıllığına epeyce vakit vardı daha. Sitenin arkasında bahçıvanın derme çatma bir kulübesi, kulübeye yapışık bir de kümes. Kümeste renk renk tavuklar ve her gün sabahı çağıran bir horoz. Horoz ilk ötüm ötmemişti daha, Sonra ikinci ötüm ve sabah oldu diyen son ötüm. Gecenin sessizliği her bir yeri esir almış, bir kurşun atsanız gümbürtüsü göğü inletecek... İşte öyle bir vakitteyim. İnsanlar uykularının en derindedir belki de. Bazıları da benim gibi yitirdikleri uykularını arıyordur belki de… Sandalyemden usulca kalkarak pencereye yöneldim. Ses çıkarmamak için parmaklarımın ucuna basıyordum. Perdeyi araladım, sokak lambalarının ışıkları canlıydı daha. "Sabaha çok var" dedim. Saatime baktım, durmuş. "Saat kaça gelmiş olabilir," merakımı yenmenin yolu oturma odasında asılı olan saate bakmak. Hiç üşenmeden yan odaya doğru yürümeye başladım. Ayağım kapının eşiğine takıldı, sendeledim fakat düşmedim. "demek ayakta iyi kalabiliyorum "dedim kendi kendime. Vazgeçtim saatin kaç olduğunun yanıtını aramaktan. Sanki çetelesini tutacağım her gece, bir önceki gecenin tekrarı değil mi nasıl olsa. Hiç ses çıkarmadan odadan odaya gezinmeye başladım. Bir taraftan da çekiniyordum alt kat komşu rahatsız etmekten, çünkü yarın işe gidecekler! Sayısını unuttuğum geceler hep böyle yitirdiğim uykumu aramakla geçiyor. Çok geceler eşkıya kurşunlarıyla delik deşik olmuş gibi, deliksiz, dinlendiren bir uykuyu ne çok özlemiştim. Her gece koyun keçi saymak, sayı saymak fayda etmiyordu. Uykusuzluk dayanılacak gibi değildi, müthiş zonkluyordu beynim, çatlayacaktı sanki… "Sesimi duymaktan korkmuş olabilir mi, yoksa mektuplarım postada mı kayboluyor? Yoksa..." "Yarın hiç çekinmeden aramalıyım. Aman boş ver canım sende…" İkna ettim kendimi. "Ama ya tayini başka bir yere çıkmış olamaz mı, yoksa? 17 Ağustos Depremi'yle evi yıkıl..." Olmaz... Olmamalı… Aman Allah’ım nerden çıktı böyle saçma sapan bir düşünce? Soğuk soğuk terlemeye başladım. Mutfak balkonuna yöneldim, kapıyı açık bırakmıştım akşamdan, sıcağı sevmiyordum çünkü. Tabureye bakındım, balkonun ta öte ucundaydı, gidip almak istemedi canım, pencerenin önünde duran şilteye takıldı gözüm. Şöyle bir silkeleyip oturdum üstüne. Dağların karını eriten yoldaşlığımız eriyip gitmiş miydi? Güzel başlamıştı, yürekli başlamıştı. Kurşun renkli, kurşun yüklü havalarda dost olmuştuk çünkü. Anlaşmıştık yarınların şüphe yüklü bakışları kavga dolu günleri yok edemeyecekti onu. " Bir aramalı, bir sormalı"... Fakat... Bir köpeğin uluması dağıttı düşüncelerimi. Öteden bir başka köpeğin felaketi çağrıştıran tiksinti veren uluması… Sonra öteki köpekler... Horozlar da başka bir sesle ötmeye başlamışlardı şimdi. Karşı apartmanın penceresinden biri başını çıkarıp kontrol etmeye başladı havayı. Sonra muhtemelen eşi olmalı, başını onun omzuna koyup o da izlemeye başladı. Başka başka dairelerden de başlar uzanmaya başladı pencerelerden, balkonlardan. Bir müddet sokağı ve havayı kokladılar, ben bir süre onları izledim. Sonra, sonra demine döndüm tekrar. Dağların karını eriten dostluğu aramaya koyuldum yine. Kimsenin olmadığı zamanda aslan mı kesiliyordu yoksa tavşan yüreği miydi yoksa? “Dostluk yalanla yoldaş mı olmuştu” Dostluk yalana yoldaş olabilir mi, dostluk yalana yenilir mi? İşte orada takılıp kaldım. İmkanı yok başka bir şey düşünemiyordum artık. Dostluk yalanla yoldaş olmuş, inandım… O anda yatağımı özledim, işte tam o anda deliksiz bir uykuyu ne çok özledim. Koşar adım ayrıldım oradan. Parmaklarımın ucuna basmıyordum artık. Başkalarını ‘rahatsız ederim,’ korkusunu unutmuştum. Ayaklarımın tabanlarını, vuruyordum yere. Üstüm başımdakilere aldırmadan sokuldum yatağıma…
- 64. Yaşımın Birinci Gününde Asya Yolculuğundan Yeni Döndüm
HASAN GÜLERYÜZ * Kalandarın karlı bir gününde doğdum, Ebem Havva, adımı Üveys* koydu, Adımın anlamını bilmeden, anlamadan, İlkokulu azgın bir kurt olarak bitirdim! Kardeşim doğdu, adını ‘Hasan’ koydum, Döndü dolaştı bu ad benim oldu: Şaştım. İlkokul diplomamda adım Hasan** kondu! Dilimle köksüz adlarla oynadım, coştum! Adımın ve yazımın saklı izini bulmak için, Aralık’ta Orta Asya yolcuğuna çıktım. Fergana, Kaşgar, Buhara, Kuça, Karaşar’ı Anav’ı, Talas Savaşı’nın yapıldığı yerleri gezdim, Seyhan, Ceyhan’ı selamladım, yüzümü yıkadım. Aral’ın gemilerini sordum: Kumu gösterdiler! İbni Fazlan’ın kapısını çaldım; Kur’an’a sordum. Fazlan, yağma; Kur’an, sustu: “Dilinle oku, anla!” Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nı gösterdi, Dede Korkut, atını nalladı, kopuzunu akortladı, Dilini, beynini tutsaklıktan kurtar, türkü söyle, dedi. Akdeniz’i, Ege’yi, Azak, Çini Maçini, Sami’yi bilen, İpekyolu ‘İpekçilerine!’ savaşın nedenlerini sordum: At, et, köle, kız kızan, altın, ipek, gümüş ve koyun dediler! Talas’ta Türkün bir yarısı Çin, bir diğer yarısı Arap dedi! Çin’le Arap, Türkün başı, koşan atı ve ipeği için vuruştu! Yedi yüz elli birin Temmuz’unda beş gün, beş gece, Azgın bir şekilde sürdü savaş ve kan kustu Talas. Çin yenildi, geri çekildi, bir daha Talas demedi. Gezdim, gördüm, dinledim, konuştum, okudum ve sustum: Adımın, yazımın izini, gök türkülerimin sesini buldum. Bin iki yüz yıllık kanlı satrancın oyun kurucularını gördüm. Günışığı arkadaşlarıma yaşımın 64.yıl bohçasını sundum… Ankara/Çakırlar 14.01.2018 *Üveys(Veysel)Arapça kurt, ** iyilik, sanat seven.
- ÇANAKKALE ZAFERİNİN 110.YILI
Deniz Savaşları: 19 Şubat 1915 – 18 Mart 1915 Kara Savaşları: 25 Nisan 1915 – 9 Ocak 1916 * Çanakkale Savaşı veya Çanakkale Muharebeleri, I. Dünya Savaşı sırasında 1915'te Gelibolu Yarımadası'nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebeleridir. Savaş Osmanlının zaferiyle sonuçlanmıştır. ATATÜRK, yarbay rütbesiyle katıldığı bu savaşta Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırı'nda giriştiği toplu taarruzlarla savaşın gidişatını değiştiren büyük kahramanlıklar gösterir. İtilaf Devletleri; Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u alarak İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü ele geçirmek, Rusya ile güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, başkent İstanbul'u zapt etmek suretiyle Almanya'nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri'ni zayıflatma amaçları ile ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı'nı seçmişlerdir. Anzak saldırıları başarısız olmuş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kara ve deniz savaşı sonucunda iki taraf da çok ağır kayıplar vermiştir. - Alman komutan emirlerine uymayan Albay Fevzi Beyi görevden alır. Yerine Mustafa Kemal atanır. Mustafa Kemal, müttefiklerin üstün savaş gücüne karşı direnmeyi değil, saldırmayı seçmiş ve askerlerine "Size ölmeyi emrediyorum" diyerek 9 Ağustos 2015'de Anafartalar Taarruzunu başlatır, düşmanın ilerleyişi durdurulur. Conkbayırı taaruzuyla da ANZAKLARI söker, atar. - Osmanlı İmparatorluğu , Almanya'nın Rusya'ya savaş ilan ettiği 1 Ağustos 1914'ün hemen ertesi günü, Almanya ile bir ittifak antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşma, imparatorluğun kesin olarak Almanya'nın ana gücünü oluşturduğu İttifak Devletleri safında fiilen savaşa gireceği anlamına gelmektedir. Enver Paşa , fiilen savaşa girmeyi, seferberliğin tamamlanmamış olması ve Çanakkale Boğazı savunmasının tamamlanmaması gibi gerekçelerle ertelemeye çalışmıştır. Ancak Almanya, bir an önce savaşa fiilen girilmesi için baskılarını sürdürmüştür. Bu baskılar, Akdeniz'de Britanya donanması önünden çekilen Goeben ve Breslau savaş gemilerinin İstanbul'a gelmesiyle bir oldu bittiye getirilmişti. Daha sonra Osmanlı Donanması'na bağlı bir grup gemiyle Karadeniz'e açılan bu gemiler 27 Ekim 1914 tarihinde Rus limanlarını bombalayınca Rusya, Osmanlı İmparatorluğu 'na savaş ilan etmiştir. Birleşik Krallık Savaş Konseyi sekreteri Maurice Hankey , Winston Churchill 'in de desteğiyle, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı'nın donanmayla geçilerek İstanbul'un işgalini öngören bir planı savaş konseyine sunmuştur. Plan, çeşitli evrelerden geçerek uygulamaya kondu ve Birleşik Krallık ve Fransa gemilerinden oluşan bir donanmanın Boğaz'a geniş çaplı saldırıları 1915 Şubat ayında başlatıldı. Özellikle 19 Şubat 1915 ve 25 Şubat 1915 bombardımanları sonucu Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Çobanlı giriş tabyalarının geri hatta çekilmesi emrini uygulatmıştır. En güçlü saldırı ise 18 Mart 1915 günü uygulamaya konuldu. Ancak Birleşik Donanma ağır kayıplara uğradı ve deniz harekâtından vazgeçmek zorunda kalındı. Deniz harekâtıyla İstanbul'a ulaşılamayacağı anlaşılınca bir kara harekâtıyla Çanakkale Boğazı'ndaki Osmanlı sahil topçu bataryalarını ele geçirmek planı gündeme getirilmiştir. Bu plan çerçevesinde hazırlanan Britanya ve Fransa kuvvetleri 25 Nisan 1915 şafağında Gelibolu Yarımadası 'nın güneyinde beş noktada karaya çıkarılmıştır. Britanya ve Fransa çıkarma kuvvetleri her ne kadar Seddülbahir ve Arıburnu sahillerinde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da Osmanlı kuvvetlerinin inatçı savunmaları ve zaman zaman giriştikleri karşı taarruzlar sonucunda Gelibolu Yarımadası'nı işgalde başarılı olamadılar. Bunun üzerine sahildeki kuvvetler takviye edilmek için Arıburnu 'nun kuzeyinde Suvla Koyu 'na 6 Ağustos 1915 tarihinde yeni kuvvetlerle bir üçüncü çıkarma yapılmıştır. Ancak 9 Ağustos'ta Kurmay Albay Mustafa Kemal 'in Birinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen karşı taarruzunda İngiliz Komutanlığı ihtiyat tümenini ateş hattına sürerek sahilde tutunmayı başarabilmiştir. Mustafa Kemal ertesi gün Kocaçimentepe - Conk Bayırı hattında yeni bir karşı taarruz gerçekleştirmişti, bu hattaki Anzak birliklerini de geri atmıştır. Britanya ve Anzak kuvvetlerinin İkinci Anafartalar Muharebesi olarak bilinen genel taarruzları ise Osmanlı savunmasını aşamamıştır. Tüm bu gelişmeler sonrasında İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye etmiştir.
- Dünya Harikası Ayasofya'nın Efsanelerle Dolu Hikayesi
Nurten B. AKSOY * Bu yazımızda İstanbul’un hem alın yazısına hem de siluetine kazınmış, her gün yüzlerce insanın ziyaret ettiği muhteşem bir anıtı tarihi ve bazı efsaneleriyle anlatalım istedik. Dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alan; hem mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü hem de işlevselliği yönünden toplumun sosyal hayatında da önemli bir yer teşkil eden Ayasofya’yı yani… Kutsal Bilgelik Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilen ve “Kutsal Bilgelik” anlamına gelen Ayasofya, V. yüzyıldan itibaren Bizans İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi sıfatıyla katedral işlevi görmüş. Üçüncü Ayasofya Daha önce aynı yerde yapılan ve çeşitli etkenlerle yıkılan iki kiliseden sonra günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletoslu (Milet) İsidoros ile Trallesli (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşaat, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmış. En Güzel Mimari Parçalarla Süslenmiş İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, kendine bağlı tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiş. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Efes, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye'deki antik şehir kalıntılarından getirilmiş. Altın ve gümüşten mozaikler Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmişti. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştı. Yağmalanan Ayasofya İstanbul IV. Haçlı Seferi sırasında, 1204-1261 yılları arasında Latinler tarafından işgal edilince gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmış ve oldukça harap bir duruma gelmişti. 1261 yılında Doğu Roma İmparatorluğu kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya da yeniden elden geçirilip tamir edilmişti. İstanbul’un Fethi ve Cami Olan Ayasofya Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Kilise olan Ayasofya, 1453’te camiye dönüştürüldüğünde Osmanlı sultanı Fatih Sultan Mehmet’in gösterdiği büyük hoşgörüyle mozaiklerinden insan figürleri içerenler tahrip edilmemiş, içermeyenler ise olduğu gibi bırakılmıştır, yalnızca ince bir sıvayla kaplanmış ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler bu sayede doğal ve yapay tahribattan kurtulabilmiştir. Mimar Sinan‘ın Minareleri Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmüştür. Camiden Müzeye Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’te müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. Bir Baş Yapıt Yüz yıllar boyunca ayakta duran bu yapı, sanat tarihi ve mimarlık dünyasının baş yapıtları arasında yer almış ve büyük kubbesiyle Bizans mimarisinin bir simgesi olmuştur. Ayasofya’yı diğer katedrallerden ayıran farklı özellikleri vardır. *** Ayasofya’nın Gizemli Efsaneleri Dünya’nın en eski katedrali olan Ayasofya, yapıldığı dönemden itibaren yaklaşık bin yıl boyunca (1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali’nin inşaatı tamamlanana dek) dünyanın en büyük katedrali ünvanına sahip olmuştur. Günümüzde yüz ölçümü bakımından dördüncü sırada yer almaktadır ve yine dünyanın en hızlı inşa edilen katedralidir. Kubbesi “eski katedral” kubbeleri arasında çapı bakımından dördüncü büyük kubbe sayılmaktadır. Devin İzi Ayasofya’nın inşaatı o devir için imkansız gibi görünen bir sürede, yani beş yılda tamamlanmış. Rivayete göre bu iş, inşaatta çalışan binlerce işçinin yanı sıra manevi işçilerle; yani cinler, devler ve perilerle başarılmış. Süleyman Peygamberin emriyle işte bu devler, periler, cinler yüce bir saray yapılması için Elbürz ve Kaf dağlarından çeşit çeşit ve renkli mermer sütunlar kesip getirmişler. İşte Ayasofya’nın sütunları da bunlarla yapılmış. Devlerden biri de “benim de burada izim kalsın” diye mermere vurarak orada elinin izini bırakmış. O iz hâlâ Ayasofya'daki o mermerde durur. Meryem’in Gözyaşı Ayasofya’nın yapımı sırasında İmparator Justinianos inşaatı kontrol etmek için sık sık Ayasofya’ya gelirmiş. Kontrol için yine bir gün Ayasofya’da dolaşırken çok şiddetli bir baş ağrısına tutulmuş. Bu sırada bir direğe başını dayamış ve baş ağrısı tamamen geçmiş. İmparator, dikkatlice sütuna baktığında, sütunda ufak bir delik olduğunu ve bu delikten bir yaşın süzüldüğünü görmüş. Bu yaşın, Meryem Ana’nın gözyaşı olduğunu ve kendisini iyileştirmesi için Tanrı tarafından gönderildiğini düşünmüş. Halk, bu mucizeden haberdar olunca sütun kutsal kabul edilmiş. Bundan sonra hastalıklarının iyileşmesini isteyenler Ayasofya’ya gelmeye başlamışlar. Bu sütundaki deliğe parmaklarını sokarak, parmaklarını ıslatan suyu hasta olan bölgelerine sürerlermiş. Çünkü bu suyun Hazreti Meryem’in gözyaşları olduğuna ve böylece hastalıklarının iyileşeceğine inanırlarmış. Nuh’un Gemisi’nin Parçalarından Yapılan Kapı Yine efsaneye göre, Tufan’dan beri Hz. Nuh’un gemisi, Cudi Dağı üzerinde durmaktaymış. İstanbul’un kurucusu Kral Vezendon’un zamanında kızı Ayasofya, ilk bina yapılırken Hz. Hızır’ın işaretiyle Nuh Peygamber’in gemisinin tahtalarını getirtip Ayasofya’nın kutlu orta kapısını bu tahtalarla yaptırmış. Evliya Çelebi’ye göre kapının üzerinde hâlâ gemi çivilerinin yerleri dururmuş. Kubbedeki Kemikler Ayasofya’nın kubbesi yapılırken zamanın keşişleri imparatora, “Eğer bu kubbenin depremden zarar görmeden, kıyamete kadar ayakta kalmasını istiyorsan, tuğlaların arasına geçmiş peygamberlere ait kemikleri koymalısın.” demişler. Keşişlerin bu tavsiyesini tutan imparator da Arap ülkelerinden, geçmiş peygamberlerin kemiklerini bulup getirtmiş ve kubbeye koydurmuş. Aya Sofya İmparator Justinianos, bir gün Ayasofya’nın inşaat sahasındayken, bu mabede ne isim vereceğini düşünüyormuş. O anda oradan geçmekte olan bir kişi inşaata bakmış ve “Ayasofya” diye bağırmış. İmparator bunu duyunca çok etkilenmiş ve mabedin ismi böylece Ayasofya olmuş. Binanın adındaki “Sofya” kelimesi eski Yunancada “bilgelik” anlamındaki “sophos” sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla “Aya Sofya” adı “Kutsal Bilgelik” ya da “İlahi Bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır. Kutlu Saat Ayasofya’nın yapımına başlanmadan önce zamanın müneccimleri, uğurlu bir saat gözetmişler. Gözetilen uğurlu vakit geldiğinde inşaat sahasında İmparator Justinianos, Mimar Agnadiyos ve başlarında 455 yaşındaki Martikos adlı keşişin de bulunduğu din adamları, mabedin uğurlu olması için dua etmişler. Ayrıca bu yaşlı keşiş, Ayasofya’nın kıyamete kadar ayakta kalabilmesi için bir tılsım yapmış ve böylece Ayasofya’nın inşasına kutlu bir saatte, tılsımlarla başlanmış. “Ey Süleyman Yendim Seni!” Ayasofya’nın inşası bittiğinde imparator, gümüş tekerlekli altından bir arabaya binip mabede gelmiş. Bina o kadar görkemli ve muhteşemmiş ki mihrabın karşısında durup, “Ey Süleyman, yendim seni!” diye haykırmış Justinianos. Çünkü, o güne kadar gelmiş geçmiş en zengin hükümdar olan Süleyman Peygamber bile böyle görkemli bir bina yaptırmamıştır. Aslında Ayasofya ile ilgili anlatılan daha pek çok efsane var, ama biz bu kadarıyla yetinelim bugünlük, siz de gidip kalan efsaneleri yerinde inceleyin bizce. 🙂
- ÇANAKKALE
BÜLENT ECEVİT * Söyle Arkadaşım' dedi Anadolulu Mehmet yanıbaşındaki Anzak erine 'nereden kopup gelmişsin, neden çökmüş bu mahzunluk üzerine? ' 'DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN' dedi gencecik Anzak 'Öyle yazmışlar mezar taşıma. doğduğum yerler öylesine uzak, örtündüğüm topraksa gurbet bana.' 'Dert edinme arkadaşım' dedi Mehmet 'değil mi ki bizlerle birleşti kaderin, değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet, sende artık bizdensin, sende bencileyin bir Mehmet' Çanakkale'de toprağının üstü cennet altı mezar kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. 'ya sen dedi Mehmet oyun çağındaki İngiliz erine, 'yaşın ne senin kardeş böylesine erken buralarda işin ne? ' 'yaşım sonsuza dek on beş' dedi ufak tefek İngiliz eri. 'köyümde askercilik oynar coştururdum trampetimle bizimkileri derken kendimi cephede buldum oyun muydu, gerçek miydi anlamadan, bir sahici kurşunla vuruldum. Sustu boynumdaki trampet, son verildi böylece oyundan bozma işime Gelibolu'da bana da bir mezar kazıldı mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ' yazıldı. Öyküm de künyem de bundan ibaret.' Yağmur yağıyordu usul usul toprağa gözyaşları düşerek üstüne sanki damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa sahibini yitiren bir trampet... 'ya sizler' dedi Mehmet dünyanın dört kıtasından mezarlar dolusu erlere, 'hangi rüzgar savurdu sizleri bu bilmediğiniz yerlere' kimi İngiliz'di, kimi İskoç kimi Fransız'dı, kimi Senegalli kimi Hintli kimi Nepalli kimi Avustralya'dan kimi yeni Zelanda'dan Anzak gemiler dolusu asker her biri niye geldiğinden habersiz Gelibolu'nun oya gibi koylarından sızarak tırmanmışlardı dağa bayıra siper siper yara gibi yarılan toprak mezar olmuştu savaş ardından onlara. Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ kiminin de mezar taşında on altı, on yedi, on sekiz yaşında EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı. Çanakkale topraklarında, her birinin erken biten yaşam öyküsü eski yazıtlar gibi taşlara böyle kazılı. 'Anlamaz mıyım' dedi 'halinizden kardeşler' adına yazılı taşı bile olmayan asker Anadolulu Mehmet 'ben de yüzyıllarca yaban ellerde neyin uğruna bilmeden can vermişim kendi yurdum uğruna can vermenin tadına ilk kez Çanakkale'de ermişim. Uğrunda can verdikçe vatandı ancak ekip biçtiğim padişah mülkü toprak değil mi ki sizler alamasanız bile bu topraklar almış sizi, sizleri basmış bağrına sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale. Çanakkale'de toprağının üstü cennet altı mezar kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. Bir garip savaştı Çanakkale savaşı kızıştıkça kızgınlığı dindiren ara verildikçe ateşe düşmanı kardeşe döndüren bir savaştı. Kıyasıya bir savaştı ama saygı üreten bir savaş yaklaştıkça birbirine karşılıklı siperler gönüller de yakınlaştı düştükçe vuruşanlar toprağa dostlar gibi kaynaştı. Savaş bitti. Ölenler kaldı sağlar gitti köylü köyüne döndü evli evine kır çiçekleri geldiler akın akın çekilen askerlerin yerine yaban gülleri, dağ laleleri, papatyalar, kilim kilim yayıldılar toprağa. Siper siper toprağın savaş yaralarını örttüler koyunlar koruganları yuva yaptı kendine kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine. Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle silah yerine saban tutan elleriyle geri aldı savaş alanlarını doğa can geldi toprağa silindikçe kan izleri. Yeryüzünde cennet oldu öylece o cehennem savaş yeri şimdi Çanakkale Gelibolu bahçe bahçe, ülke ülke mezar dolu. Üstü cennet altı mezar Çanakkale toprağının kavga bitmiş mezarlarda kaynaş olmuş yiten canlar. Huzur içinde uyusun vuruştukları toprakta kavgadan kinden uzakta yanyana dostça yatanlar. / BÜLENT ECEVİT Gazeteci, şair, yazar, siyasetçi ve Türkiye Cumhuriyeti eski başbakanlarındandır. 28 Mayıs 1925 tarihinde İstanbul'da doğdu. 1944 yılında İstanbul Robert Koleji'ni bitirdi. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü'ne girdi, aynı zamanda Basın-Yayın Genel Müdürlüğü'nde İngilizce çevirmeni olarak çalışmaya başladı. 1946'da Rahşan Ecevit'le evlendi, aynı yıl öğrenimini yarıda bırakarak Londra Basın Ataşeliği'nde görev aldı. Aynı zamanda, Londra Üniversitesi'nde Sanskrit, Bengalce, Sanat Tarihi bölümlerine devam etti. 1950 yılında Türkiye'ye dönünce Ulus gazetesinde ve Ulus'un kapatıldığı yıllarda Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde sanat eleştirmeni, çevirmen ve siyasal fıkra yazarı ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 1954 sonu ile 1955 başlarında ABD'de Kuzey Carolina'da yayınlanan Winston Salem Journal gazetesinde konuk gazeteci olarak çalıştı. Harvard Üniversitesi'nde sekiz ay sosyal psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. 1950'lerde Forum dergisinin yazı işleri kadrosunda yer aldı, 1965'de Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazdı. 1972'de aylık yayımlanan 'Özgür İnsan', 1981'de haftalık yayımlanan 'Arayış', 1988'de aylık yayımlanan 'Güvercin' dergilerini çıkarttı. Ecevit, edebiyat dünyasına 'Hep Bu Topraktan' dergisindeki şiirleriyle girdi. T.S.Eliot, Ezra Pound ve Tagore'dan çeviriler yaptı. 5 Kasım 2006 tarihinde Ankara'da vefat etti. Eserleri. Bir Şeyler Olacak Yarın (Tüm şiirleri) Doğan Kitapçılık (2005) El Ele Büyüttük Sevgiyi (1997) Işığı Taştan Oydum (1978) Şiirler (1976)
- Masalını Çaldıran Kadın
ZUHAL BAŞPINAR * Masalını çaldıran gūzel kadın... İnsan içinin dışa yansımasından ibarettir Dansa kaldır ruhunu ,gūzel yaşa... Kendini sev ki keşkelerin artmasın... Yaşını, görūntūnū boşver, ruhun genç kalsın yeter...! Bir şarkın olsun, bir kitabın ,bu öykü senin... Bir alanın olsun kaçmak için, kahveni almayı unutma... Sınırların olsun aşamasınlar, hayır demeyi öğren.. Kırılmaktan korkma! İyi bir kalp kendini hemen onarır... Kendine hakettiğin. yaşamı ver ,kimse sana onu hediye etmez.. Zaman almakla meşhurdur verdiklerinle ortada kalma.. İçindeki çocuğa izin ver yaşamı ertelemesin Yaşam bir mevsimdir,kar da yağar ,fırtına da kopar ama çiçekleri hep açar.. Şunu da hiç unutma senden başka yok. Emekçi kadınlar gūnū bugūn,emegine sahip çık ... Benim ūlkemde 'Gūneşi kadınlar doğurur" ve senin bir gūlūşūn dūnyaya bedel ...//ZUHAL
- Benim Kadınlarım
NİNEM, ANNEM, HALAM,TEYZEM... * Hasan GÜLERYÜZ * Dünyanın yüzde ellisi kadın. Baba babalığını bilmediği zamanlarda kadın tanrıydı. Bilen, koruyan, bağışlayan yol gösteren, doğuran, meydana getiren, süt veren, kayıpları bilen, ayağa kaldıran ve en yücesi dil öğretendi. Anneydi ve dil anneydi… Ve Çatalhöyük’te kadın Tanrıydı. Çatalhöyük Dünya kadın uygarlığının ve ortaklaşa yaşayışın modeliydi. Kadın, bu büyük tahtından indirildi. Kadın Sümer’den beri geri kaldı, köle olarak kullanıldı. Selçuklu ve Osmanlıda kadın ehramın altındaydı. Kadın yoktu. erkek mi, kul ve köleydi! Duygu Asena "Kadının Adı Yok" diye romanlaştırdı ve filmi yapıldı. Her yerde olmasa da diyebiliriz ki Türk toplumunda kadın Cumhuriyetle doğdu. Önce aklı, bilimi sanatı, dili önceleyen eğitim aldı. Öğretmen, doktor, ebe, hemşire, avukat, savcı, şoför, bakan muhtar belediye başkanı oldu. Ancak yine de geç kaldı! Hepsine saygılar sunuyorum. Gelelim asıl konuya; benim kadınlarıma , yani beni olduran kadınlara. Benden beni yaratan usta heykeltraşlara... Şenol Yazıcı der ya ; "Aslında biz, biz değiliz, emanetleri taşıyoruz; Biz kadınların eseriyiz." Kalbimle katılırım, direk ya da dolaylı etkilerle, eğitimle ya da ters eğitimle, yaşadıklarından bize yansıttıklarıyla kadınlar bize şekil verir. Yakınım olan kadınlar; annem, ninem, halam, teyzem, eşim ... benim eğitmenlerim. Biliyorum, yaşadıklarım sizin de öykünüzdür. Aile çevredeki iki halam, Cumhuriyetle neredeyse yaşıttı, okulumuz Kilisenin yanında Rumların okuluydu ve 1927 yıllarında açıldı, 1930’da yandı. On sekiz yıl yanan okul yapılmadı. Sanıyorum, Cumhuriyete karşı gizliden gizliye bir direnç de vardı. Belki denebilir ki, II. Dünya Savaşı yılları devlet o nedenle köyü yalnız bıraktı? Köylüler de Torul'dan gelenlerle 1929 sel felaketi yaşayan Çaykara'dan gelenlerin oluşuyordu. Uzun bir zaman anlaşamadılar. Hır gür içinde geçti zamanları. Gürgenağaç (Yanakandoz) Köyünün 1930-1948 arası dönem okul çağı kızları ümmi kaldı. Erkekler beş kilometre uzaklıktaki Hamsiköy (Zeftil) İlkokulu'na gitti. Kızların hiç biri gidemedi. O nedenle iki halam, annem ve dokuz teyzemin yedisi ümmi, ikisi ilkokula gidebildi. Teyzelerimin en küçüğü Sabire sınıf arkadaşımdı. Bir araya geldiğimizde konuşuruz o yılları. Kaynanam, okumayı çok istiyordu. Masamın üstündeki kitaplar açar karıştırır, “Kim bülür bu kitapta ne yazıya? Ah keşke ben de okusaydım,” diyerek iç geçirirdi. İçim yanardı; ama, nehri geriye akıtamazsın ki! Annemi on altı yaşında tanıdım! Temmuz ayında yanına vardığımda Samsun’da tarlasının tütün işçisiydi. Zeytin kurardı. Zengin bahçesi vardı. İneğinden sağdığı sütü, bahçeden kopardığı, pırasa, maydanoz, kırdığı lahanaları, yumurtaları sepetine koyar 3,5 km yolu yürür Samsun’a götürür satar evin ihtiyacını karşılardı. Annemin eşi Celal(1890-1986) İstiklal Gazisi dedemden sekiz yaş büyüktü. Soci’de tütün işçisiydi. Rus 1917 İhtilali’nden sonra bir arkadaşıyla Samsun’a geldi. Bir Çerkez’in yanında çalışmaya başladı. Kızı Asiye ile evlendi. Mustafa Kemal’e öküz ve atlarıyla yardım ettiği için ona geniş topraklar verilmişti. İşçi çalıştırıyordu. İşçileri atla gezip denetliyordu. Beş kızı vardı. Eşi Asiye “Celal biz gidersek bu ocak çöker. Bir erkek oğlumuz olmalı,” diyordu. Eşini evlendirmeye çıktı. Annemi buldular. Ben küçük bebek. Elbette fikrimi sormadılar Annem babamdan 1954’lerde ayrılmıştı. Babam on yedi, annem on dokuz yaşındaydı. Resmi nikah gibi kaydı kuydu yoktu. Bunu ta Samsun’dan duydular. Dedeme, anneanneme, büyük teyzeme, teyzemin kayınpederine birer Cumhuriyet altını vererek annemi satın aldılar! Önce Trabzon’da sana elbise yaptıracağız diye alıp taa Samsun’a götürdüler. Annem büyük bir kabus yaşadığını sabahlara kadar anlatırdı bana… Bir yıl yar olmamıştı o yaşlı adama! Anlatırken iki gözü iki çeşme ağlar, iki ellini yumruk yapar yere vurur, “Eğer o dünya varsa, orada hakkımı fitil fitil alacağım, ….. hepsinin mezarına …” derdi. Eşi doksan altısında öldü' Elli beşinde dul kalan annem, eşi ölen dünürüyle, yani kızının kayınpederiyle evlendi. Onun da sigortası, emekliliği ve geliri yok, geniş arazileri vardı. Yaz tatillerinde yanına uğrardım. “ Ah oğlum! Yeniden gelinliğe başladım. Ahırda on baş mal, yirmi beş dönüm arazi. Tütün, mısır, arpa buğday ve bir de Cemal’ın köpeği koştur Elmas koştur. Hasan, kurtulayım derken daha büyük .ok yedim, ah kafam ah!” derdi. Halalarım, teyzelerim ölene kadar tarlanın, yaylanın, ahırın, mutfağın işçisiydi. Emekli olamadılar. Eşleri ölenlerinin eline emekli maaşı geçiyor. Karadeniz kadınları ve belki de Türk kadınları bu anlamda “Mutsuz Kadınlar Cumhuriyeti’dir!” Biz onlardan daha şanslıyız. Eşim Beşikdüzü Öğretmen Lisesi, İşletme fakültesi, kızım üniversite mezunudur. Bunu Cumhuriyete borçluyuz. Babam, annemden sonra iki kere daha evlendi. İkisi de ümmiydi. Babaannem Tonya Kara’ların (Karaşoğlarının) kızıydı. Ölene kadar Rumca bilmeyen silme Tonyalıydı. Değirmeni, yaylaları bana anlatırdı. Köyümüzdeki Tonyalılar ninemin akrabaları ve bizim dayılarımızdı. Hala o ilişkiler öyle gider. Anne annem, Rumcayı anadili gibi, Türkçeyi zar zor konuşurdu. Bana hep “Mavrobul” (Karağa Yavrusu) derdi. Beni her gördüğünde kızının dramını düşünür, uğursuz sayar, Rumca söylenirdi. Yıldızımız hiç barışmamıştı. Dedem onun üzerine sarışın, mavi gözlü bir kadın aldı. Anne annem Kocayı elinden kaçırmıştı. Ölene kadar yenilgi psikolojisini yaşadı. Her zaman çok öfkeliydi. Bu hırçınlık çocuklarına da yansımıştı. Sekiz km uzaklıktaki Layna Yaylası'ndan salla köye getirdik. Erkenden uğurladık onu. Mutsuz ve gözleri açık gitti. Geldik serencamın sonuna. Kadının, kendinin, dünyanın bu kabus gidişine dur diyebilmesinde önemli bir güç olacağını düşünüyorum. Sessizce, “Dünya kadınları, çalışan kadınları birleşin!” diyorum. Ancak, kadının eğitimle, bilinçle, yaşamın her alanına müdahalesiyle bu olabilir. Kadının güçlenmesi, kızların ve erkek çocukların da güçlenmesi özgürleşmesidir. Cumhuriyetle kadın doğarken, devrim dalgası kesiliyor, fırtına tersten esiyor, Cumhuriyet trenini farelere basıyor, kadın yeniden tarikatların tutsağı ediliyor ve çarşafa sokuluyor. Sokaklarda kurşunlanıyor. Tutsak edilen ve çarşafa giren, çağ dışı kalan aynı zamanda Türk erkeğidir. Bu bağlam içinde Dünya Emekçi kadınlar günü kutlu olsun!
- WAGNER
AYCAN AYTORE Yenilikçi ve özgün düşünceleriyle Dünya Müziği ne katkıda bulunan gelmiş geçmiş sanatçıların önünde gelir WAGNER. Sanat dünyasına çok şey kazandıran yazarlık yönü de olan besteci, "saf ırk" düşüncesiyle ondan 60 yıl sonra dünyada milyonlarca insanın öldürülmesinin esin kaynaklarından biri olacağını bilmiyordu. * Richard Wagner (22 Mayıs 1813, Leipzig – 13 Şubat 1883, Venedik ), Alman opera bestecisi, tiyatro direktörü, müzik teorisyeni ve yazarı. Geliştirdiği birleşik sanat eseri kavramı ( Gesamtkunstwerk ) ile müzik dünyasını etkiledi. Gerek müzik ve drama alanındaki yenilikleri, gerekse Yahudi karşıtı görüşleri nedeniyle 20. yüzyılın en çok tartışılan müzik adamlarından olmuştur. Richard Wagner , Romantik dönemin en etkili ve tartışmalı bestecilerinden biridir. Müziği, sanat görüşleri ve yenilikçi dramatik yaklaşımıyla yalnızca dönemini değil, müzik tarihinin genel seyrini de değiştirdi. Wagner, operayı yalnızca bir eğlence aracı değil, tüm sanat dallarını birleştiren bir «Gesamtkunstwerk» (bütüncül sanat eseri) olarak yeniden tanımladı. Wagner, müzikte hem teknik hem de dramatik açıdan köklü yeniliklere imza attı. Wagner, polis memuru Friedrich Wilhelm – Johanna Wagner çiftinin 9 çocuğundan en küçüğüdür. Henüz 6 aylıkken babasını kaybeden Richard Wagner'in annesi Johanna, 9 ay sonra aile dostu olan ressam, oyun yönetmeni ve yazar Ludwig Geyer ile evlendi ve aile Dresden 'e göçtü. Wagner, küçük yaştan itibaren tiyatroya ilgi duymaya başladı. Diğer kardeşleri de meslek olarak oyunculuk ve şarkıcılığı seçmişlerdi. İlk yaratıcı çalışması, 15 yaşında "Leubald and Adelaide" adlı opera metni idi. Weber 'in bir operasını ve Beethoven 'in bir senfonisini dinledikten sonra ise müzik tutkusu kendisini gösterdi. Leipzig Üniversitesi'ne devam etmeye başlayan Wagner, ayrıca bir sinagogda koro şefi olan Christian Theodor Weinlig'den 6 ay boyunca müzik dersi aldı, armoni ve kontrpuan öğrendi. 1832'de belli başlı eserlerinden ilki olan "Do Major Senfoni"'yi besteledi; eser, Leipzig ve Prag 'da seslendirildi ve ilgi gördü. 1833'ten itibaren çeşitli küçük tiyatro topluluklarında orkestra şefi olarak çalıştı; 1834'te "Die Feen (Periler" operasının müziğini ve metnini yazdı. Bu eser, o hayattayken hiç seslendirilmediyse de ikinci operası olan ve Shakespeare 'in " Kısasa Kısas " oyunundan hazırladığı "Das Liebesverbot" (Yasak Aşk) operası 1836'da Magdeburg 'da sahnelendi. 1836'da şarkıcı Minna Planer ile evlendi. Eşini evlenmeye razı etmek için 2 yıl uğraştığı halde, bu evlilik kısa zaman sonra sadakatsizlik nedeni ile bir hayal kırıklığına dönecek yine de 1866'ya kadar sürecekti. Evlendiği yıl Königsberg tiyatrosunda müzik direktörü olduysa da kısa bir süre sonra ayrılıp Riga'da benzer bir göreve başladı. Burada özellikle Beethoven eserlerini yönetti ve Rienzi operasını bestelemeye başladı. 1839'da alacaklılarından kaçarak önce Londra 'ya gitti. Sonra da Paris 'e... Berlioz ve başka sanatçılarla tanıştı. Yoksulluk içinde geçen Paris günlerinde Rienzi'yi tamamladı, Uçan Hollandalı operasının taslaklarına başladı. 1842'de Dresden Tiyatrosu Rienzi'yi sahnelemeye karar verince Paris'ten ayrılıp Dresden'e gitti. Eser, 6 saat süren çok uzun bir opera olmasına rağmen seyirciyi coşturmayı başarmıştı. Böylece Rienzi operası, Wagner'in Almanya'da adını duyurmasını sağlayan ilk eser oldu. 1843'te Uçan Hollandalı aynı kentte sahnelendi. Wagner, Dresden'de krallık orkestrası şefliğini yaptı. Romantik operası Tannhäuser 1845'te Dresden'de sahnelendiğinde geleneksel formların çok dışında bir eser olduğu için eleştirildi. Buna rağmen Franz Liszt , 3 yıl sonra Weimar 'da bu eseri sahneledi ve Wagner'i her zaman destekledi. 1848 tanışan Wagner ile Liszt , ömür boyu dost oldular. Wagner, aynı yıl Löhengrin operasını tamamladıysa da sahneleme imkânı bulamadı. Yardımına yine Liszt koştu ve eseri 1850'de Weimar'da sahneledi. Wagner'in devrimci siyasi etkinliklerinden ötürü İsviçre 'ye sürgüne gitmesi üzerine kariyerinde yeni bir dönem başladı. Sürgün yaşamı 1862'ye kadar süren Wagner, İsviçre'de " Der Ring der Nibelungen " (Nibelungen Yüzüğü) adı verilen opera dizisini yazdı. Bu eser 4 ayrı operadan oluşmaktaydı. Eserin Nibelungen yüzüğü adını almasının sebebi ise, hikâyelerin birbirinin devamı olarak yazıldığı bu 4 ayrı operanın art arda sahnelenmesi fikri idi. Bu arada varlıklı ipek tüccarı Otto Wesendonck ve eşi Mathilde ile tanıştı. Otto Wesendock, Zürih yakınlarındaki villasının bahçesindeki küçük bir köşkü Wagner ile eşi Minna'ya kiralayarak Richard Wagner ile eşi arasında doğan aşkın sürmesine farkında olmadan yardımcı oldu. Bu aşk, Wagner'e yeni eserleri için ilham verdi. Wagner böylece, operalarının en uzunu ve en zoru olan " Tristan ve İsolde "'i (1857-1859) yazdı. Eser, 1865'te Münih 'te Bavyera Kralının huzurunda sahnelendi. Wagner, tahta yeni çıkan Bavyera Kralı II. Ludwig tarafından davet edilince hemen Almanya'ya gitmişti. Kralın desteği ile ekonomik sıkıntıları sona erdikten sonra tek komik operası "Die Meistersinger von Nürnberg" Nürnberg'in Usta Şarkıcıları operasını yazıp besteledi ve bu eser de Münih 'te sahnelendi. Bu arada Bavyera Parlamentosu ülke parasının besteciye yedirildiği inancıyla sanatçıyı eleştirmekteydi. Öte yandan Franz Liszt'in ünlü orkestra yöneticisi Hans von Bulow ile evli kızı Cosima ile yaşadığı aşk çevreden tepki toplamaktaydı. 1866'da eşinden ayrılan Wagner, 1870'te Franz Liszt 'in kızı Cosima ile evlendiğinde çiftin iki çocukları vardı. Wagner, orkestra eseri " Siegfried İdyll"'i 1870'te Coşima için besteledi. 1869-1870 yıllarında Yüzük operalarının ikisi Liszt tarafından sahnelendi. Bu sırada eserin tamamının sahneleneceği bir opera binası için kaynak bulma çabaları sürüyordu. Ümitsizliğe düştüğü anda Kral II. Ludwig'in desteği ile karşılaştı. Söylentilere göre eşcinsel olan Kral, Wagner'e ve onun müziğine duyduğu büyük aşkını kanıtlamak adına binanın yapımına yardım teklifinde bulundu. Bu büyük aşktan haberdar olan Wagner bu yardımı kabul etti. Opera binası 1874'te Bayreuth 'ta birleşik sanat eseri (müzik, şiir, görsel sanatlar, dans gibi tüm sanatların operada harmanlanması) kavramına uygun olarak inşa edildi. Opera binasının inşa sürecinde Wagner kendi sanatının gereklerini göz önünde bulundurarak projenin büyük bölümüne çizimleri ile katkıda bulundu. 1876'daki ilk sanat festivalinde tamamı 18 saatlik bir eser olan Nibelungen yüzüğü sahnelendi. 1877'de Parsifal operasını yazmaya başlayan Wagner, “saf ırk” konusundaki polemik yaratan yazılarını yayınlamayı sürdürdü. Parsifal, 1882'de Bayreuth'ta sahnelendi. Wagner, 1883 kışını geçirmek için gittiği Venedik 'te kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Bayreuth 'taki villasının bahçesinde kendi adına hazırladığı mezarına gömüldü. Özel hayatıyla, müzikte yenilikçi ve başarılı yanlarıyla olduğu kadar Yahudi karşıtı "SAF IRK" düşünceleriyle de tanınan WAGNER, ölümünden 6 yıl sonra doğacak, 50 yıl sonra da Almanya'da iktidar olup dünyanın başına akıldışı bir kabus gibi çökecek Hitler'e esin perisi olacağını bilmiyordu. Adolf Hitler'in ilgi ve hayranlığını kazanan WAGNER, Yahudiler tarafından sevilmeyen ve müziği yasaklanan sanatçıların başında gelir. DERLEME: AYCAN AYTORE
- Bodrum'a Sürgün
CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI * -Babasını öldürmek suçundan 15 yıl hapse mahkum olan Kabaağaçlı ya da öteki adıyla Halikarnas Balıkçısı, hapisten çıktıktan bir süre sonra asker kaçaklarıyla ilgili yazdığı bir yazıda onları övdüğü suçlamasıyla İstiklal mahkemesinde yargılanır bu kez BODRUM'a üç yıllığına sürgün edilir. Mahkeme sonrası, Ankara-Bodrum arası yolculuğunu Mavi Sürgün adlı kitabında şöyle anlatır:- Günün birinde artık ertesi günü Bodrum'a doğru yola çıkarılacağım bildirildi. Beni bir sevinçtir aldı. Oraya nasıl gidildiğini sorup soruşturmuştum. Bir buçuk günde trenle İzmir'e gidilecekti. Haftada bir kere Bodrum'a vapur varmış. Koyunuz ki İzmir'e vardığımız zaman vapura altı gün kalmış olsun, etti mi yedi buçuk gün, iki gün de İzmir'den Bodrum'a etti dokuz buçuk gün. Ha bilemedin en uzunu on iki gün. Ama evde yapılan hesapların çarşıya nasıl uymadığını bir görün ki, Ankara'dan Bodrum'a ulaşmam üç buçuk ay sürdü. Bu itibarla Zekeriya (Sertel) daha talihliydi, birkaç gün içinde Sinop'a varmıştı. Neyse, ertesi sabah beni çağırdılar, paltomu, çantamı ve küçük şiltemi aldım. Çıkarken kapıdan döndüm ve avlu ile oradaki gezenlere, "Merhaba! Ben gidiyorum!" diye seslendim. Avluda gezmekte olan on beş yirmi mahpus, bir ağızdan bana öyle bir "Merhaba!" gürlettiler ki, sormayın gitsin. Duvarın üstündeki nöbetçi bile aşka geldi, güldü; o da "Merhaba!" dedi. Böylece Hacı Mehmet, Haymana ovasında yolculuğa çıktı. Yolculuğu başka türlü anlatamayacağım. Şu Cebeci hapishanesinden çıkınca, oradan kurtuldum diye derin bir soluk aldım. Neyse şu Hazreti Yusuf makamından selametle çıkıyorduk. Yanımda iki jandarma vardı. Yüzlerine bakınca meymenetli insanlar olduklarını anladım. Kelepçe takıp takmamak konusunda aralarında kısa bir tartışma oldu. Ben ses çıkarmadım. Nihayet yüzüme baktılar. Birisi, "Kaçmazsın ağam, değil mi?" dedi. Güldüm. "Hayır kaçmam!" dedim, kelepçe takmadılar böylece. Tin tin Ankara garına gittik. Garda İstiklal Mahkemesi'nde savcılık yapmış olan Necip Ali Bey'e rasgeldim. Bana saygıyla selam verdi. Bakışından, bana ne kadar acıdığı anlaşılıyordu. Trene girdik. Tabii üçüncü mevki idi. Ben manzarayı seyretmek üzere pencerenin yanına oturdum. Bir jandarma yanımda, bir jandarma da karşımdaydı. Kompartımanın geri kalan yerlerine köylüler oturdular, koridorlar heybe, çuval ve çıkınlarla doluydu. Çoğu köylü candan insandır, biri sigara sarmak üzere fakfon tütün tabakasını çıkardı mıydı, mutlaka yanı başlarındakine de sunarlar. Beriki ekmek peyniri dizinin üzerine açtığı mendiline koyunca yol arkadaşlarıyla birlikte yemelerini önerirlerdi. Asıl tuhafı benim niçin tutuklu gitmekte olduğumu bilmedikleri halde, her şeyi ilk önce bana ikram ediyorlardı. Bir de, niçin tutuklandığımı hiç sormuyorlardı. Öyle ya, belki hırsızdım da hırsızlıktan tevkif edildiğimi itiraf etmek istemezdim. Beni güç bir duruma sokmak istemiyorlardı. Hele Ankara'dan birkaç istasyon sonra binip, karşımdaki jandarmanın yanında boşalan yere oturan bir adamı hiç unutamayacağım. Adamın yanakları on beş günlük tıraşla örtülmüştü. Kırçıl sakallı, bir gözü kısık -belki de kördü-. Külahının içinden çıkardığı soğanı kırdı. Bir parça soğanı biraz ekmekle, utana sıkıla bana bir sunuşu vardı ki, demeyin gitsin. Aradan çok geçmeden yolda bana, zamanla bozulmuş bazı siperler gösterdiler. Onlar Sakarya Savaşında bizimkilerin savundukları siperlerdi. İçimden; hey gidi günler dedim. Buraları hep bozkırımsı yerlerdi. Vaktiyle ormanları yakmışlar, yağmur da bütün toprakları alıp götürmüş. Bütünü güneşle kavrulmuş, eti sıyrılmış, kuru kemik kalmış bir yer. Oysa 140 yaşını geçerek öldüğü söylenen Zaro Ağa, gençliğinde süvari olarak Eskişehir'den Ankara'ya giderken hep ormanlık bölgesinde yol aldıklarını söylermiş. İstasyonun birinde durduk, birkaç köylü vagonlardaki yolculara bir şeyler satmak üzere geldiler. Birisi pencereme yanaştı. Ona, buraya niye ağaç dikmediklerini sordum. Bana, "Mal ağaca dayanır kaşınır da ağaç sallanır, tutmaz" diye cevap verdi. "Mal" dediği sığır, sıpa idi. İşte kimi köylü bana soğan ikram eden gibi oluyordu; kimi de, -ama enderdi- sığır, sıpa sallar diye ağaç dikmeyen gibi oluyordu. (CEVAT ŞAKİR KABAAĞAÇLI, "Mavi Sürgün", Bilgi Yayınevi, 1990) * ALINTI
- KAR
Ahmet Muhip Dranas * Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze inceden Sesin nerde kaldı, her günkü sesin, Unutulmuş güzel şarkılar için Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan Sesin nerde kaldı? Kar içindesin! Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam! Uyandırmayın beni uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın.
- Hayat Siyasettir
ŞENOL YAZICI * Yaşamın gerçeği başka bir şey, kitabın gerçeği başka… Öyle olduğunu biliriz ama yine de hayatı bir kitabına uydurmak ve açıklamak hoşumuza gider. Bunun altında hiç ilgimiz ve sevgimiz olmasa da içten içe kitaba duyduğumuz saygının payı vardır diyerek avunuyorum. Siyaseti sözlük anlamıyla kotaramadık ya ona da sanatla bir itibar kazandırmak en büyük kaygımız. Sanat ve Siyaset ilişkisi salt bugün değil yıllarca tartışılan konu. Oysa biliriz ki siyaset her devir sanatın da belirleyici başat etmenlerinden olmuş. Aksi söylenebilir ama bence Picasso, “Guernica”yı yaparken ne kadar siyasiyse ondan yıllar önce “Avignonlu Kızlar”ı yaparken de o denli siyasidir. Sadece yansıyan siyaset doz, etki ve tür olarak başka başkadır. İNSANSAN SİYASETTEN SOYUTLANAMAZSIN Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksız. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar egemen siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezberi bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Bu yargı da kitabi bir yargı aslında. Dar alana hapsolmayı isteyen yazar sanatçı düşünemeyeceğimize göre sanatla siyasetin hiç işi olmamalı değil mi? Oysa gerçek bambaşka. Yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağ(!) oluşturması gerektiğini tarihten biliyoruz. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Saraya kafa tutan bir Divan Edebiyatı yazarı ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki güncel siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan çok devrimci bir söylemdir. Her ne kadar amacı sanat değilse de yine de temel ilkesi objektif ve tarafsız olması gereken gazetelere baksanıza... Siyasete yaslanmadan ayakta durabiliyorlar mı? SANAT ve SİYASET Bu vesikalık resim gibi ciddî ve asık yüzlü duran “Sanat ve Siyaset” konusunu düşündükçe aklıma İkinci Yeni’nin parlak şairi Cemal Süreya geliyor niyeyse. Yüzünde hınzır bir gülümseyişle, hayatı bütün badireleriyle yaşamış, yaşadığından kendini oldurmuş, özümsemiş, anlamış ve hakkını vermeye kararlı çapkın bir şair geliyordu. Elbette dizeleri de… Daha ince, daha edebi, daha örtülü, imgeyle, çağrıştırdıklarıyla daha zengin, insanın en büyük macerasını katman katman anlatan bir dizeyle geliyor: “ Önce öp sonra doğur beni,” diyordu, Süreya. Bu dizede sadece aşkı, erotizmi, arzuyu, şehveti en incesinden tanımlamayı değil, azıcık derinine düşünen bir okursanız Süreya’nın ciltler tutacak bütün macerasını bulurdunuz. Elbette yüreğimi uyandıran, büyük arzulu, ateşli, insan yanını yani erotizmini hiç inkâr etmeyen sahici bir aşkı görüyorum ilk olarak… Ne var ki bunun yanında yüzyılın başında daha çok küçükken ait olduğu kültürden, coğrafyasından, Pülümür’den koparılıp Bilecik’e göçe zorlanan Sunni bir kültürde var olmaya çalışan Alevi bir çocuğun, ateşin ortasına hiç hazırlıksız düşen yemyeşil bir filizin, zeki, çok hisseden, o günün koşullarında ender bulunan dil bilen, eğitimli, bilinçli bir şaire dönüşünü ve tüm bu süreçte hissettiği ezici kimsesizliğini ve bitmeyen bir kimse arayışını da çok derin hissediyorum sözcüklerin gizeminde. AŞK zaten yaratılışın genlerimize kazıdığı en güçlüsünden hayvansal basit bir gereksinme olmasının yanında, ruhuna uyacak KİMSE arayışı değil midir? Biri bedensel biri ruhsal bu iki vazgeçilmez, onu evrenin en büyük, en güçlü uğruna ölümlere gidilen ve de hoş görülen, adına destanlar yazılan sevimli günahı yaratmaz mı? Bunu yapabilen, tek dizede insanın bütün öyküsünü anlatmayı başaran edebiyat değil miydi? Yani sizce bu dize de sanat vardı ama siyaset yok muydu? Bukovski’yi uyandırıp işte edebiyat bu, senin yazdığın pornografik et gerçeği değil, demeli anlayan birileri. Edebiyat bu, sanat da… İmgeyle, eğretileme mecaz ve adaktarmalarıyla ciltlerce kitabın yapamadığını, onlarca eğitmenin anlatamadığını, koca bir hayatın öğretemediğini bir dizeyle yüreği olan herkese, ama herkese tanımlama işi. Elbette siyaset vardı. Harflere, daha çok temaya yedirilmiş bir dönemi ve koca bir şairin fırtınalı, en baştan kaba siyasetin oyuncağı bir hayatın içlenmesi vardı, ama çok örtülü, ama çok nazik… "FAŞİZME GEÇİT YOK" SÖYLEMİ “Tek yol devrim!,”“ Faşizme geçit yok!..” söylemleri de elbette etkileyici. Anlamak için üstün bir zekâ ve radar gibi hisseden yüreğiniz olmasına ve oturup kafa yormanıza da gerek yok, saflarına çağıran sloganlar bunlar. Paylaştığınızsa kalkıp saflarına katılasınız gelir. Sizi yaşama direk müdahale etmeye, hayatınızın kontrolünü elinize almaya çağıran siyasettir o. “Bu mahalle solculara mezar olacak…” da bunlardan biridir ama. Tartışmayan, buyuran, aitseniz, sizin yerinize de düşünen siyasetin gerçeği böyle değil midir, karşıtlarıyla dişediş savaşmak için vardır o. Bir iktidar mücadelesi… Basitlersek pastadan pay kapma savaşı… Siyaset, eylemine taraftar kazanmak, anlayışını geniş kitlelere yaymak için sanatın kabul gören güzel kılıfını kullanmayı elbette düşünecektir. Gorki’nin devlet buyruğuyla oluşturduğu edebiyat ya da Tanzimat Döneminin gerçekte olmayan edebiyatı bu bağlamda örnek olarak düşünülebilir. Bir kuram olarak gerçekten alkışlanacak ve paylaşılacak bir doğrunun aracı olması değildir kötü olan. Taraftarsak hoşumuza gitse de Adorna’nın da, Sartre’nin dediği gibi siyasal yanlışları içeren biçimler ebedi olan sanatı bozacaktır. Özgür ve kendine özgü insan düşüncesinin ve hayal gücünün bir “büyük biraderce” yönetimi demektir sanata giydirilecek ideoloji. Bütün siyasetleri üreten insansa eğer, ancak donanımlı ve özgür düşünebilen insanın koşullarına göre sağlıklı yeni siyasetler üreteceğini biliyorsak; kuşkusuz uzun sürse de bir gün bitecek bir siyasete insanı koşullandıracak bir sanata, özgür düşünmeyi ve hayal gücünü kurban etmek… yeniden düşünülmesi gereken bir eylem değil mi? HERŞEY OLABİLEN İNSAN Ebedi olan sadece insan; Montaigne’nin dediği gibi her şey olabilen insan… Bazen faşist bazen komünist, bazen bir aristokrat, bazen bir arka mahalle dilberi, bazense yoz bir genelev fahişesi, bazen Kürt, bazen Türk, bazen Müslüman, bazen Musevi… olabilen insan bu… Tektipleştirmenin tek bir insana bile uygulanamayacağının en iyi örneği gün yirmi dört saatti birbirine uymayan bizken milyarları tektipleştirmek nasıl olacak ki? Lucas, Picasso’yu iç savaşı anlatan Guernica’yı yaptığında artık avangart olmaktan çıktı diyerek toplumcu sanatçılar arasına dahil etmişti. Bence ondan asıl otuz yıl önce yaptığı fahişe kızları anlattığı Avignonlu Kızlar tablosuyla Picasso insanın yanında savaşan bir sanatçı olarak tarihe geçmişti bile. ÜÇÜNCÜ YOL İşte edebiyat ve sanat. Elbet özetle ve elbette o denli basit değil. Çünkü bozuk bir siyasetin kurbanlarından biri de yazardır, seyirci mi kalacak hep kutsal sanat bozulmasın, diyerek. Üçüncü bir yol da olmalı; “Akın var, güneşe akın Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın…” devrimci bir tezi konu alan bir sanatsal anlatı örneği. Etkileyici değil mi? İşaret ettiği siyaset tam yüreğinizden yakalıyor, sarıyor, o lirik romantik ütopyanın bir parçası olmak istiyorsunuz. Ama bu mutlaka odur, diyemezsiniz, mahkemeye verilseniz inkâr bile edebilirsiniz, değildir diye. Sezdiriyor size. Gerisi size kalmış, siz bulun neyi işaret ettiğini, yerine ne koyacağınızı… İşte sanatsal siyaset belki bu… Kişiyi zenginleştiren, hissettiren, özgür düşünmeye itendir, siyaseti konu, tez olarak alan sanat. Vatan haini sayılarak kovulan şairimiz Nazım’ın yaptığı da bu, zararlı bulunarak derin devletçe öldürülen Sabahattin Ali’nin de yazdığı da. Kimin kime oy verdiğine bakmayın, kişisel siyasî söylediklerini ya da yakıştırılanları bırakın bir yana, bizi ilgilendiren, üzerinde durduğumuz edebi yapıtları, değil mi? Gösterin, hangisinde kaba, ham siyaset vardır. Güncel siyasete yaslanan bir sanatın bugüne ulaşması mümkün mü? Karl Heinrich Marx’ı, doktrinini isim olarak bilen, haberdar olan, belki uğrunda anlamadan ölen, ama kitabından, yazısından habersiz çok insan, Nazım’ı, Sabahattin Ali’yi ezbere bilir, aşkla okur, dün onu unutturmaya uğraşanların bugüne uzananların düşüncelerini güzelleştirmek için onun şiirinden destek almaları gibi. Onların yazdığında ayırmadan iyi insanın özlemleri, hevesleri, dünyası vardır. YAPITIN KALICI OLMASI Oysa yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağı(!) vardır. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Padişaha kafa tutan bir Divan Edebiyatı şairi ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da... SANATIN SİYASETLE ÇATIŞMASI AKLA ZİYAN BİR VARSAYIMDIR Aslında tarihine, hatta mantığına baksanız sanatın siyasetle çatışması akıldışı gibi görünüyor. Çünkü sanatın alıcısı olan egemen sınıfı yaratandır siyaset… Rafael ya da MiçhelAncelo kiliseyle çatışsaydı bugün adları anılmaz, yapıtları bir yerlerde görünmezdi bile. Picasso Burjuvanın sanat tüccarlarından onay görmeseydi ne olurdu acaba. Burjuva, resmin, heykelin tek örnek yapıtlarını ticarî olarak görmese nasıl yaşayacaklardı. Yazarlar biraz daha şanslı, çünkü yapıtları tek örnek kalmıyor, çoğaltılıyor. Yine de Zola siyasetle kitabıyla olmasa da eylemiyle çatıştı diye yaşadıklarını biliyoruz. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. İspanya iç savaşında sürgüne gönderilenlerin, ölenlerin başında yazarlar, şairler gelecektir. Yukarıda örneklediğimiz Nazım Hikmet, Sabahattin Ali bizim bilinen gerçeğimiz. Ve ne üzücü ki bunların gerçekleştiği dönemlerde belli: CHP’nin tek parti iktidarı dönemi. Milli Şef halinden, aradan geçen zamanda solun ülke temsilcisine dönen CHP geçmişi sahiplenirken bunları da sahiplendiğini bir daha düşünmeli. Belki bir özeleştiri çok işe yarar, körelen kanalları açar. BELGELİKLER BÜTÜNÜ TANZIMAT EDEBİYATI Tanzimat Edebiyatı dediğimiz aslında var olan siyasete karşı savaş açmış bir belgelikler bütünüdür, çoğu edebiyat değildir. Tarihsel, kültürel ve siyasî anlamda değerli olan bu özenti ve taklit dönemin sanatsal hiçbir değeri yoktur, diye düşünürüm. O yüzden de ders kitabında bile güçlükle okunur. Bilinç düzeyiniz arttığında ise Tanzimat denilenin batı uluslarının dayatmasıyla oluşan bir siyaset olduğunu düşününce bu edebiyat beni rahatsız bile eder. Her ne kadar padişahın yetkilerini budama, özgürlükler geliştirme anlayışı taşısa da sonuçta ortaya çıkan formül, azınlıkların türlü imtiyazları ve bölünmeye dörtnal giden bir ülkenin temel harcı olacaktır ve sanatçı bu yıkıma, bunaldığı baskıdan kurtulmak için düşmanımın düşmanı dostum diyerek destek verecektir. İşte siyaset... İlerleyen dönemlerde siyaset sanatta bu tür özgürlükleri sınırlamaya başlayınca sanatçı, kahramanlığı bırakacak, çark edecek sanatta sanat söylemi gelişecek, bugün de tartışılan konunun da bizde temeli atılacaktır. Bu arada riski alan Tevfik Fikret, muhalif bir siyaseti izlemeyi sürdürecek, edebiyata yaptığı katkılarla da kalıcı olacaktır. Hadi ötekileri, dergilerinin kapatılmasına neden olacak yazıları kaleme alan Hüseyin Cahit Yalçın dışında kalanları anımsayın bakalım. Ulusal Kurtuluş Savaşı elbette yarattığı heyecanla sanatçının da önemlisi olacak, genç Cumhuriyetin ayakta kalma mücadelesinde yanında yer alacak kalemiyle ve ödülünü de alacak, çoğu milletvekilliğine seçilecek, tez zamanda. Haklı mıdır, elbette haklıdır, yeni bir devlete sanatçı da destek vermelidir, âmâ sanatı kurban ederek değil herhalde. Sonuç olarak her çarpık davranışın tanımlamasında kolay sıfat olan “köylü”yü keşfeden, Yakup Kadri dışında kimse kalmayacaktır anımsanan. CAMİ DUVARINI KİRLETEN UNUTULMAZ Bunu sırası gelmişken işaretlemeli, siyasete bulaşmanın bir güzelliği de var, her sanatçının bildiği: Cami duvarına işeyeni kimse unutmuyor. Yani siyaset, unutulmazlık için de bir yoldur. Bu da samimi olmayan şan şöhret ya da ikbal peşinde olanlara da sevimli gelecektir her devir. Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan devrimci bir söylemdir. Topu tüfeği, yargı gücü, yürütme organları, askeri polisi olmayan yazarın bunu sözcüklerle yapması nasıl mümkün olacaktır? Belki de o yüzden siyaset ayrı bir yapılanma ve organizasyondur. Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar bir siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezber bozan, olması gerekeni hayal edip önerendir. Roman için söylenir yolda gezdirilen aynadır, elbette. Ama kalıcılık gücünü, evrenselliğini o aynaya yansıttığı görüntüye kattıkları, okura hissettikleriyle kazanır. Yoksa yaratıcı yazına hiç gereksinme olmaz, dünün vak'anüvisleri, bugünün gazeteleri, medyası bunu bizden iyi yapardı. Bence sanatçıya yakışan herhâlde insandan yana sisteme muhalif ve sorgulayan bir duruş kazanmak insana daha güzel yarınları işaret eden ütopyalar üretmektir. Bu nedenle de sanatçı kendi inandığı siyaseti de olsa, onu bir konu olarak almalı, âmâ yapıtına amaç olarak yansıtmamalı, sanatın kendi siyasetine sadık kalarak hep eleştirel yaklaşmalıdır. Çünkü İNSANın mümkündür, ama sanat yapıtının KEŞKEsi herhâlde yoktur. -maviADA Dergisi ve CEMAL SÜREYA derneği elbirliğiyle Kadıköy NOVADA AVM Cemal Süreya Konferans Salonu'nda 28 Nisan 2013'de düzenlenen"SANAT ve SİYASET" konulu panelden-- *: *
- Yason’dan Ayrılış
YUSUF ERBAY * Yalancı Yason çayırından Fenerin puslu kayalarına Başıboş çarpan dalgalarda… (ve güneşin yüzdüğü vakitte) Endişeyle beni beklerdi Altın postu çalan gemi… (Kenarında siyah deryanın Direkleri hazırolda çatılmış Halatları delik deşik hançerli…) Eskiden sevdiği deniz kızına Şarkılar söylerdi yaşlı kaptan Köpüren suların ucunda Güverteyi yeşile boyarken…. Yola çıkmayı umardım Yason’a gülerek veda edip Turuncu atkılı bir şafakta… -Ne benim gecem ne kaptanın şarkısı ne ümitlerimiz daha bitmeden çekip son nefesi yelkenlerine kayboldu parçalı sularda yeşil cehennem gemisi…
- AHMET MUHİP DIRANAS
ERSAN ERÇELİK * BİR SENTEZ ŞAİRİ: AHMET MUHİP DIRANAS ‘‘ Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir; İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı Hatırlar bir gün camı açtığını, Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu, Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı... Bütün bunlar aşkın güzelliyledir.’’ (Olvido’dan.) İKLİMLERDEN ŞARKILAR GETİREN ŞAİR Ahmet Muhip Dıranas, ünlü ‘Serenad’ adlı şiirinde şöyle der: Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak Ben aşkımla bahar getirdim sana; Tozlu yollarından geçtiğim uzak İklimden şarkılar getirdim sana. Gerçekten de Dıranas, şiir serüveni boyunca bize uzak iklimden şarkılar getirir. Bunun nedeni, ‘poetik evi’nin mimarisidir. Bu evin iki kapısı vardır. İlki batı’daki, batıya açık olan kapısıdır ki, en çok ilk şiirlerinde batıdan gelen şiir meltemlerinin etkisine rastlarız. İkinci kapı ise doğu’da olandır. Bununla birlikte bu kapıdan giren meltemler, batıdakiler kadar güçlü değildir. ‘‘Ne demek istiyorsun?’’ dediğinizi duyar gibiyim. Açıklayayım: Dıranas’ın yayımlanan ilk şiiri, ‘‘Ankara Lisesi’nden Muhip Atalay’’ adıyla Milli Mecmua’da çıkan ‘‘Bir Kadına’’ adlı şiiridir (15 Eylül 1926). Dranas o zaman daha on yedi yaşındadır ve ilk ve son şiir kitabı olan ‘Şiirler’in çıkmasına yaklaşık yarım asır vardır! Ancak daha o zamandan şiirinin yüreğini oluşturacak bir alanı keşfetmiştir: Fransız şiirini... Fransız şiiriyle tanışan Dıranas, kendi şiir iklimini yaratacak şarkıları, işte bu uzaklardan getirir. Hece kadar dizenin önemini kavrayarak, dizenin işçiliğine soyunan ilk şairlerimizden biri olur böylece... Ancak ilk şiirlerinde bilhassa Baudelaire etkisindeki Dıranas, Baudelaire şiirindeki duygusallığı almış, bunu izlenimciliğe taşımış; ancak yoğunluğu ve derinliği bazen unutmuştur! Garip şiir akımının, akına dönmesine daha yirmi yıl vardır. Hece şiirinin son kuşağına dahil edebileceğimiz Dıranas, o zamandan farklı bir yol izlemeye başlamıştır. Hececiler arasında, çağdaş Batı şiirine en yakın duran, poetik evi’nin kapılarını batıya en fazla açan şair Dıranas’tır! Ancak Nâzım Hikmet’in toplumcu şiirinin karşısında yer alan Dıranas şiiri, yer yer aşırı bireyseldir. Nâzım’ın gerçekçi şiiri karşısında, onun şiir dünyası daha çok aldatıcı bir düş dünyasının pırıltılarını taşır. Kokular, renkler, tatlar her ne kadar farklı olsa da bazen yapay kalır. Bazense fazlaca karmaşık, hatalı benzetmeleri dikkat çeker. Örneğin Yağma’da ‘Akan suda kuş gibi gemilerde’, ‘Bir sevi vaktinin bile havasında/ Yok artık o mahrem örtüsü aşkın’ gibi dizeler ya da Ben ve O’da ‘Su içmek inekler içen çeşmelerden’, ‘Yıldızlarda tanrı gülse gerek’ gibi dizeler böyledir... Hecenin kalıplarını genişleterek yeni bir sesin ardına düşen, Fransız şiirinden de etkilenen, içe dönük, maneviyatçı, bireysel şiirlerin başarılı şairi Necip Fazıl Kısakürek’le Dıranas’ın bu yönlerden akrabalığı vardır diyebiliriz... Şiirinin ilk yıllarında etkisinde kaldığı Baudelaire ise bilin bakalım kimden etkilenmiştir? Tabiî ki ABD’li Edgar Allan Poe’dan! Her tür etki ve değişik rengi kendi şiir anlayışı içinde yoğuran Fransız şiiri, aslında bir ‘sentez’dir. İşte Dıranas belki de bilmeden ABD’ye, şiir kitabı olsa da sonradan korku öyküleriyle ünlenecek olan Poe’ya kadar uzanır! Böyle bir sentezi, kendi şiirsel kimliği ile birleştirdiğinden dolayı bir anda ayrılır diğer şairlerden... Dıranas’ın hocası olan Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk yıllarla ilgili bakın neler söylüyor: ‘‘Ahmet Muhip Dıranas mısra zevkinin büyük bir yer tuttuğu sensuel ve taze bir lyrisme’le şiire başladı. Baudelaire’le Verlaine’in ışık tuttuğu bir yolda kendisine asıl şahsiyetini bulduracak iklimler aradı. Ağrı dağı için yazdığı büyük manzumede belki de asıl istediği şeye, geniş dile ve aydınlığa kavuştu. Türk şiirinde daima tesirini göreceğimiz modern resim bu şaire ilhamında yardım eder.’’ (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 116) Dıranas, Türk şiirinin evine girerken ‘‘geçiyorum mevsim gibi kapından’’ diyerek seslenir böylece!... UNUTUŞUN TUNÇ KAPISINI ZORLAYAN OLVİDO Akşam gazetesinin 21.5.1936 tarihli sayısını elimize alırsak bir yazı görürüz. Yazının bir bölümü şöyledir: ‘‘Türkçe şiirde ne hecelerin sayısını, ne de uzunluk kısalıklarını ele alarak bu dile uygun bir ahenk temin edilemez bence. Türkçede yukarıda söylediğim gibi, ahenk bakımından, kelimeler vardır. Ve şiirin mimarisi kelime denen bu çeşit çeşit taşlarla kurulmalıdır. Aruz yalnız hecenin uzunluğunu, kısalığını ele alır. Hece hesabı hecenin sayısını sayar. Yani birisi dildeki Acem ve Arap tesirlerine dayanır, öbürü ise dilin kaynağını, bilhassa bunu, göz önünde tutar. Bu bakımdan her iki vezin de tek taraflıdır. Hatta bundan dolayı bugün hece vezniyle yazan şairler, bu tek taraflılıktan kurtulmak için aruz vezninin kısa ve uzun heceye dayanan ahenk unsurundan da, hece vezni çerçevesi içinde, istifadeye mecbur kalıyorlar. Halbuki işi olduğu gibi görmek lazımdır. Şiiri basit bir melodiden, mürekkep bir armoniye yükseltmek için, gerek sayı, gerek uzunluk bakımından heceyi değil, birer vahdet halinde kelimeyi ele almak icap ediyor, bence. Bu bakımdan yapılacak denemelerin çok faydalı olacağını sanıyorum...’’ Bu açıklamaları yazan isime baktığımızda Orhan Selim’i, yani Nâzım Hikmet’i görürüz! Şimdi gazeteyi katlayıp, Dıranas’ın şiirlerine dönelim. Dıranas heceye verdiği önemi, kelime seçimiyle sentezler. Bu sentezlerin çok başarılı olduğunu Olvido, Fahriye Abla, Köpük, Selam gibi şiirlerde görürüz. Bu şiirlerin tümünde anıların, hatıraların tema olarak işlenmesi de ilgi çekicidir. Bu nedenle Dıranas bir bakıma ‘anı’ şairidir de... Afşar Timuçin’e göre: ‘‘Geçmişe göndermeler yaparken bile tarihi olmayan bir şiirdir Dıranas’ın şiiri: Bilinçli belirlemelerden çok anlık izlenimlerden örülmüştür. Tarihselliği olmadığı için ancak yarattığı hava yönünden ilgi çeker. Süslüdür, oyalayıcıdır, alıp götürmeyi bilir, bu arada içtenliksiz görünümler ortaya koysa da bizimle bağını koparmaz. Bireycidir, toplumsallığı yoktur, insanı dünyada kendi gözüyle görür ve kendi başına bırakır. İnsanı tartışmaz da savunmaz da. Uzun arayışlarla dışlaştırılmış olsa da ilginç izlenimler baskındır onda. Hemen yazılmış, kendiliğinden yazılmış, uzun şiir çabaları içinde estetikleşmiş bir bilincin ürünü gibi durmaz bu şiirler. Her şey yoğun bir ciddilikte olur geçer’’. (Yeni Şiirimizin Kısa Romanı, Bulut Yayınları, 2003) Bence ilginç izlenimleri, bireysel duyguları anlatmada başarılıdır Dıranas. Ancak bazı şiirleri de başarısızdır. Birçok şiirinde aynı sözcükler yer alır. Bir dizeyi tek sözcükle oluşturduğu ve vurguladığı şeyi yok ettiği şiirleri vardır. Ayrılık’da bir dizeyi ‘ ‘ayrılsam, ayrılsam, ayrılsam’’, Bitmez tükenmez can sıkıntısı’nda ‘‘aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...’’ şeklinde yazar. Düşünce zoruyla yazıldığını hissettiren, boş söz üreten şiirlerde vardır bu tür dizeler... Bunun nedeni bu şiirlerin parça parça yazılması, yeni hece kalıpları için zorlanması, heyecansız olmasıdır kanımca. Dıranas, hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayınlamıştır. Dize ustalığına giden bir yolun ilk ustaları diyebileceğimiz, kendinden önceki kuşaktan Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’den de etkilenmiştir. Kar, Köpük, Her Şeyin Uzaklaştığı Saat, Ayaklar gibi şiirler buna örnektir. Ancak bir Olvido örneği vardır ki, bu şiirdeki ustalık Yahya Kemal’in şiirlerinden çok daha iyi olduğu gibi, Türk şiirinin de en iyi örneklerinden birini oluşturur!... Olvido, on ikilik hece düzeniyle yazılmıştır. Şiir, Dıranas’ın bazı şiirlerinde görülen soğukluktan ve kuruluktan uzaktır. Yazımın başına koyduğum bölümü oldukça felsefidir. Şiirdeki yedi bölüm, yedili dize yapısıyla oluşturulmuştur. Anıların ve yaşlılığın akşamının karşısına; hüznü çoğaltan, ilk gençliği hatırlatan sabahı koyar. Ancak anlatılanla anlatımdaki sağlamlık ve orijinallik, onu mükemmel kılar. Dıranas bu şiirindeki yalın lirizmi, çok başarılı sözcük seçimleri, dengeli biçim ustalığıyla şiirimize yeni bir ses ve tonlama zenginliği kazandırmıştır: Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar Unutuşun o tunç kapısını zorlar Ve ruh, atılan oklarla delik deşik; İşte, doğduğun eski evdesin birden, Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven Susmuş ninnililerle gıcırdıyor beşik Ve cümle yetikler, mağluplar, mahzunlar... SENTEZCİ, ZENGİN ŞİİR ZEMİNİ ‘‘Edebiyat tarihinde pek çok şekil değişiklikleri olmuş, yeni şekil, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, zevke ait olanıdır. (...) Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır. Tarihin beğenerek andığı insanlar daima dönüm noktalarında bulunurlar. Onlar yeni bir an’aneyi yıkıp yeni bir an’ane kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey içlerinden gelen yeni bir kayıtlar sistemidir. Ancak ileriki nesillere intikal ettikten sonra an’ane olur.’’ (Garip, 1941) Dıranas, Orhan Veli’nin söylediği gibi bir dönüm noktasında değildir. Ancak Dıranas, yeniliği yıkmak ya da aşırılıkta aramamıştır. Onun şiirlerinde daha çok mısra mükemmelliği, sözcüklerin İkinci Yeni’nin temelini oluşturacak şekilde sözlük dışı kullanımı söz konusudur. Dıranas, mısra güzelliği ile kompozisyon mükemmelliğini ön plana almıştır. Şiirlerindeki temaları yalın ama hassas, zaman zaman hüzünlü bir eda ile bir oya gibi işlemiştir. Daha çok ilk şiirlerinde Baudelaire’nin sembolizminden etkilenmiş ama sonraki dönemlerde senteze başarıyla ulaşmıştır. Ataol Behramoğlu’nun da belirttiği gibi, ‘‘Dıranas, şiirindeki klasik biçim ve söyleyiş özelliklerine karşın, bazıları kendi buluşu olan sözcükleri kullanmaktan çekinmeyecek kadar deneyci denilebilecek bir dil tutumuna sahiptir.’’ (Son Yüzyıl Büyük Türk Antolojisi, Sosyal Yayıncılık, 2001). Gerçekten de bazı şiirleri büyük bir ustalıkla oluşturulmuştur. Bu şiirler, yapılarındaki kurgusal ve anlatımsal sağlamlık, zengin ve lirik sözcük seçimindeki özen, geçmiş deneylerden yararlanarak yeni bir deney ve dil oluşturmaları bakımından benzersizdir diyebiliriz. Olvido, Fahriye Abla, Serenad, Köpük, Hatıra adlı şiirlerin unutulmazlık mührünü yemesinde, Dıranas’ın sentezci, zengin şiir zemini vardır. Bakın, bu zemin hakkında ne diyor Turgut Uyar: ‘‘Ahmed Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, divan ve bütün Fransız şiiri, malzemesi ile Ahmet Muhip’e bir zemin olmuştur. Ahmet Muhip büyük bir ustalık ve incelikle, geçmişlerin deneylerinden yararlanır. Bütün bildiklerini ustaca –sezgiyle- düzene koyar ve yanılmadan yapar şiirini.’’ (Bir Şiirden, Ada Yayınları, 1983). Turgut Uyar’ın ‘‘şiirimizde bir rastlantı. Mutlu bir rastlantı’’ dediği Dıranas, bütün bu şiir alanını ‘özümseyip’ kurduğu şiir dünyasıyla, Türk şiiri içindeki zirvelerden biridir. BÜYÜK RÜZGÂRLARI SEVEN ŞAİRİN KANATLARI Dıranas, Hecenin Beş Şairi olarak anılan şairlerin başlattığı Beş Hececiler şiir akımı ile Garip şiir akımı arasında yer almıştır. Baudelaire’in şiirlerini okuyup anlamak için Fransızca öğrendiğini söyleyen şair, bu şairden başarılı çeviriler de yapmıştır. Şiirindeki temalarda insana ait bireysel konuları ince bir duyarlılıkla işleyen Dıranas, en çok dil ve üsluba ağırlık vermiştir. Arasında yer aldığı iki şiir akımını ve Doğu-Batı şiirini özümsemiş, konuşma dilinin olanaklarından yararlanarak Türkçe’ye yeni bir ses kazandırmıştır diyebiliriz. Bu konuda şunları söyler Dıranas: ‘‘Ben daima batılı olmak istedim. Ama şu ya da bu, belli bir şairin etkisi altında saymam kendimi. Birkaç parçacık belki Baudelaire. Kabul ettim. Ama bütün halinde onun dışındayım. Ama Batılıyım.Ve özümleme sözcüğü yerinde. Bununla birlikte Doğulu şiirin tarafımdan itilmiş olmadığı da gözden kaçmamalı...’’ (Milliyet Sanat dergisi, 16 Ağustos 1974). Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday’ın Garip akımından sonra unutulmaya başlayan hece şiiri ve hece şairleri arasında geçerliliğini ve önemini yitirmeyen, sonradan yüceltilen tek şair olmuştur. Zaman zaman şiiri üzerinde çok uğraştığı için ‘eserinin plastikleşmesi’ de söz konusudur. Seyrek olarak da, şiirlerinde özenle yarattığı dizelere yakışmayacak sözcük seçimleri vardır. Hatalı söz öbekleri, benzetmeler görürüz. Örneğin Serenad’ta hem ‘iklim’ hem de ‘mevsim’ sözcüğü geçer. Yağma adlı şiirinde peş peşe gelen iki dizede ‘ürker’ ve ‘kork’ sözcükleri yer alır. Fahriye Abla’da ‘tek’ ve ‘bir’ sözcükleri aynı dizede kullanılmıştır! Ancak bu yanlışlar, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirlerinde daha fazla vardır. Üstelik Dıranas, Beyatlı kadar titiz olmasına rağmen, ondan daha cesur davranarak şiirlerini hayattayken bir kitap halinde toparlamıştır! Ankara Erkek Lisesi’ndeki hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafız Çamlıbel’dir. Bu hocalardan Tanpınar, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta şöyle der: ‘‘Geçen gün Boğaz’daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime ‘yarabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim on-on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?’ Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim.’’ (Tanpınar’dan Hasan Âli Yücel’e Mektuplar, YKY, 1997)* Dıranas’ın da ‘işte ebediyet bu!’ dedirtecek şiirlerinden biri Fahriye Abla’dır. Güçlü esinini, sağlam bir dil yetkinliğini hissettiren; geçmiş zamanı anlatırken yarattığı sinematografik görüntünün ve anılardaki duyarlılığın işlenmesiyle parlayan bir şiirdir. Dıranas’ın bizi somut gerçekliğin dünyasına götürdüğü, yaşanmışı hissettirdiği ender şiirlerinden biridir Fahriye Abla: Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar Kapanırdı daha gün batmadan kapılar. Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden, Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen! Hülyasındaki geniş aydınlığı gülen Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla! Ömer Bedrettin Uşaklı, Kemalettin Kamu, ve hocaları Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi milletvekili seçilemese de, bu şiiriyle ‘şiirseverlerin vekili’ seçildiği açıktır! Büyük Olsun adlı şiirinde ‘‘Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun’’ diyen Dıranas, kendinden bir iki kuşak sonraki şairlerde bile, uzun süreli etkili olmuştur. Çünkü yarattığı şiirin kanatları uzun ve güçlüdür! Orhan Veli (Garip öncesi), Cahit Sıtkı Tarancı, Metin Altıok, Eray Canberk, Oktay Rifat, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu, Haydar Ergülen, Turgay Kantürk gibi şairlerin şiirlerinde az ya da çok Dıranas’ın etkisi, özümsenmiş olarak görülüyor diyebiliriz... Dıranas’ın yalnız Olvido adlı şiiri bile bir anıt gibi durarak, Türk şiiri içinde büyük bir rüzgâr estirmeye yetiyor bence!... Ya sizce? ÿ
- Şoray'a Aşıktım
SELİM İLERİ * Tarihler yine karmakarışık: 1970 sonrasında, ama 1975 öncesinde, Türkan Şoray için bir senaryo yazıyordum: "Damsız Evler". Bu, ısmarlanmış bir senaryoydu. Türkan Hanım filmi kendi yönetmek istiyordu. Tasarı gerçekleşmedi. O kadar çok "proje" konuşulurdu ki o günlerde... Tasarılardan biri, Ahmet Muhip Dıranas'ın ünlü "Fahriye Abla"sıydı. Türkan Hanım şiire adeta aşıktı. "Yapılamaz mı? Bir film öyküsüne dönüştürülemez mi? Ne kadar çok isterdim Fahriye Abla olmayı.." Rüçhan Bey işte yine o günlerde sevindiren haberi verdi: "Fahriye Abla" şiirinin film haklarını satın almışlardı. Rüçhan Adlı, "Türkan, senaryoyu sizin yazmanızı istiyor" dediğinde, garip ve kırık bir mutluluk duymuştum. Şimdi artık herkes biliyor: İçin için Türkan Şoray'a aşıktım. Tabii, imkansız bir aşk. Çocuksu şeyler, çocuksu duygulardı. O eve girip çıkarken, bir güveni... bana duyulmuş bir güveni sarsmışım gibi keder duyardım. Git git melankoliye varan bir karasevda. "Fahriye Abla" şairini Türkan Şoray'ın evinde tanıdım. Ekleyeyim: "Fahriye Abla" şairini bir hüzün, usanç, boğunç insanı düşlemişken, karşımdaki insan bambaşkaydı. Bana öyle gelmişti ki, yakışıklı, mağrur, şık bir salon adamı... Üstelik, hayal kırıklığım dolayısıyla hemen düşman olmuştum. Bizi tanıştırdılar. Ahmet Muhip Bey'in kim olduğumu bilmesine elbette imkan yoktu. Fakat buna da içerlemiştim. Rüçhan Bey, yazsonunda öğleden sonra, "Beyefendi, tabii, bir şiirin hikayesi olmaz; ama bize ipucu verirseniz çok yararlı olur" diye söze başlamıştı. Ahmet Muhip Bey, Freud'a şöyle bir uzanmamız gerektiğini söylemişti ki, salona Türkan Şoray girdi... Evet, mevsim, yazsonuydu. Fakat yaz büsbütün sona ermemişti. Sıcak bir öğleden sonraydı. Türkan Hanım, bütün bir yaz güzelliği içindeydi. Bize doğru yürüyor, gülümsüyordu. Şair ayağa kalktı. Türkan Şoray'ın ışıktan bir ayla kuşanmışlığını, öyle sanıyorum ki, şair de o an fark etti. Herhalde ilk kez yüz yüze geliyorlardı. Dıranas, adeta hayranlıkla seyrediyordu. O anı başka türlü tarif edemiyorum. Freud bir süre için unutuldu. "Fahriye Abla" için kurduğum kendi hikayemi düşünüyordum, şimdi havadan sudan, uzun sürmüş yazdan konuşulurken: Fahriye Abla hayli muhafazakar bir mahallede yaşıyordu. İstanbul'da mı? Belki. Herkesin yardımına koşuyor, herkese kucak açıyordu. Neyi var neyi yoksa, paylaşmaya hazırdı. Bu yalnız kadını mahalleli de sevmek istiyordu. Gel gör ki, bazı geceler... evet, bazı gecelerde, Fahriye Abla'nın bir konuğu oluyordu: Evli bir adam. Sonra önce kadınların dedikoduları başlıyordu. Kadınlar, "kapatma"nın günün birinde kendi kocalarını da baştan çıkartabileceğini için için kuruyorlar, Fahriye Abla'nın iyiliğine kara çalmayı içgüdüleriyle tercih ediyorlardı. "Vefalı komşu", bir gün hepsine, herkese kırılarak, evini, sarmaşıklarla örtülü balkonunu, mahalleyi bırakıp gidiyordu. Bir erkek çocuğu hiç unutmayacaktı onu. Gerçi şiirin kimi dizelerindeki "örtük" hikayeye ihanet etmiştim: "Gönül verdin derlerdi o delikanlıya, En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya." Ne o delikanlı, ne Erzincan'a gidiş. Aradan geçen bunca zaman sonra fark ediyorum: "Fahriye Abla"da çocukluğumun insanlarını aramışım. Benim Fahriye Ablam iki apartman ötemizde oturuyordu. Hikayenin gerisi aynı. "Adamın metresiymiş.." diyorlardı, sarışın, yeşil gözlü, ince genç kadına.. Evet, Freud her zaman bizimle: Bilinçaltının oyunbazlığına son yok. O gün, Türkan Hanım salona girdiğinde, Ahmet Muhip Bey'e işte bu öyküyü anlatacaktım. Fakat şair toparlanmış, cazibe alanından az buçuk sıyrılarak, yine Freud'a dönmüştü: "... Efendim, Freud, çocuğun süt emziren anasına aşk beslediğini bulgulamıştır. Erkek çocuk anneye, kız çocuk babaya aşıktır. Doğa böyle istemiş.. 'Fahriye Abla'ya da böyle yaklaşmak gerekir.." Ansızın hikayem savrulup gidiyordu. Hayallerim, iskambil kağıdı gibi devrildiğinden, Ahmet Muhip Dıranas'a bir kez daha düşman oluyordum. Oysa her dikkatli okur, "Fahriye Abla" şiirinin cinsellikle haşır neşirliğini elbette sezer. Zaten Dıranas da, içtenlikle dile getiriyordu: "... Erkek çocuk büyür, ergenleşir, buluğ çağı başlar. Ana aşkı artık komşu kadına yönelir. Çocuk 11-12 yaşında. Hani vardır efendim, hepimizin hayatında, genç, güzel, taşkın bir kadın.." Gel gelelim içtenlik galiba yoldan çıkıyordu. Salon sessizleşmiş, Türkan Hanım önüne bakıyor, Rüçhan Bey şaşkın. Ahmet Muhip Bey'e gelince, komşu kadını tanımlarken, apaçık Türkan Şoray'ı tasvir ediyor: ".. Bunda ayıp yoktur. Çocuk, komşu kadını akşamları pencereden gözetliyor. Gözü başka bir şeyi gördüğü yok. Gönlünde hep o iri siyah gözlü genç kadın.." Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Rüçhan Bey, o zamanlar, Türkan Şoray'ı hep bir erişilmezliğe çektiğinden, konuşmalar daima mesafeli geçer, sözler tartılır, yakın bir iletişim kurulamazdı. "Fahriye Abla" şairi kuralı çiğneyip geçmişti. Sonra bir ara saatine baktı, "Beşe geliyor. İş Bankası'nda randevum var" deyip çıktı gitti. Sanki böyle bir öğleden sonra, böyle bir konuşma geçmemiş gibi, bambaşka konulardan söz açıldı. "Fahriye Abla"nın kaderi meçhuldü. Bir iki ay sonra, "Evimizin Tek Istakozu"nda anlattığım Nahit Hanım'ın evinde Ahmet Muhip Bey'e rastladım. Ankara'dan gelmişti. "Selim Bey, ne oldu bizim şiir?" diye sordu. "Bir ses çıkmadı Türkan Hanımlardan. Siz görüştünüz mü sonra?" Cevabımı hatırlamıyorum. Bu yazıyı yazmaya başlarken, Türkan Hanım'a telefon ettim. "Evet" dedi, "Fahriye Abla" en büyük isteğimdi. Olmadı. Ama sizin düşündüğünüz sebeplerden değil. Hiç öyle şey olur mu!.. Ben Ankara'da evlerine de gitmiştim Dıranasların. Herhalde o yılların yoğunluğu, üst üste çekilen filmler, zaman bulunamadı.." Yaz sonundaki öğleden sonra, baştan sona, benim bir kıskançlık kabusum olabilir mi? (SELİM İLERİ, "Kar Yağıyor Hayatıma", EVEREST Yayınları, 2020 -İlk basım 2005-)
