
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- Yaşam: Kanatları Kırık Kuş
“yaralı ve yayan yürümektedir yaşam” Behçet Aysan Bir dalın üzerindesin. O dalda bir yaşam seninki. Tüm mevsimlerin orada. Bir birinin aynı olan. Mavi bir gök kanatlarının altındaki, her gün rengini kaybeden. Mavi bir gök, git gide hüzne ve kedere dönen. Konduğun dalın tazeliği kaybolmuş. Gökyüzünde uçan bir kuş olmayı unuttun. Her gün yeniden anlıyorsun bunu, kendine acıyarak. Üstünde yıldızları kayıp bir gök. Altında rengini kaybetmiş toprak. Sarıp duruyorsun çürümeye başlamış yaralarını. Yaşam: Kanatları kırık kuş. Senin adın bu. Çıktığın ve indiğin dal; geride kalan acılı ömrün artık. Foto: Nurten Bengi Aksoy
- mavi SİNEMA
Şimdi SİNEMA zamanı... Sizin için seçtiğimiz yenilenmiş filmleriyle maviSİNEMA ÇOK YAKIN...
- Kalandar Soğuğu
Nurten B. AKSOY * "Kırlangıç yuva yapar karaağaç kovuğunda / Bekarlar neler çeker Kalandar soğuğunda” “Kalandar” sözcüğünü ilk kez geçen yıl maviADA Dergisinde Şenol Yazıcı’nın bir öyküsünde duymuştum. Karadeniz yöresinde, özellikle Trabzon ve civarında Rumların zamanından beri kutlanan “yılbaşı eğlencelerinin” adıymış Kalandar. Araştırdığım kaynaklardan Kalandar'ın, Rumi Takvimin ilk ayı olduğunu, Kalandar'ın birinci gününün yani yılbaşının da Miladi Takvime göre Ocak ayının 14. gününe denk geldiğini öğrendim. Karadeniz Bölgesinde, özellikle Trabzon ve çevre köylerinde ayrı bir önemi olan bu gece hâlâ kutlanıyor ve adına şenlikler yapılarak yaşatılıyormuş. Geleneksel olarak bu gecede çocuklar dışarı çıkıp evleri dolaşırlar, ellerindeki poşetleri evlerin kapısına koyup zile bastıktan sonra, ev halkının poşetin içine koyacakları hediyeleri beklerken de bu güne özgü bazı maniler söylerlermiş. “Gece geldim kapınıza Selam verdim yapınıza Selamımı almazsanız Daha gelmem kapınıza… Geçtiğimiz günlerde “Kalandar Soğuğu” adlı filmin gösterime girdiğini duyduğumda bu gelenek ve okuduğum öykü geldi aklıma ilk olarak ve filmi merak ettim. Sosyal medyada yazılanlara göre, film son dönem Türk sinemasının yüz aklarından, bol ödüllü bir film. Filmin yönetmeni Mustafa Kara; 2015’te 28. Tokyo Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü alırken, katıldığı 6 film festivalinde de 12 ödül almış bu filmle. Yöresel oyuncularla yapılan filmin başarısı güzel bir rastlantı gibi duruyor ama aslında değil... 52. Uluslararası Antalya Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülen kadın başrol oyuncusu Nuray Yeşilaraz, aynı zamanda 10 yıllık bir tiyatrocu. Güzel sanatlar alanında çalışmaları bulunan, resim öğretmeni olduğunu okuduğum erkek başrol oyuncusu Haydar Şişman da Antalya'da "Uluslararası En İyi Erkek Oyuncu" ödülünün sahibi olmuş. Çocukluk ve gençlik günlerim, 70'li yıllarda sinemalarında oynayan “Parçala Behçet” türü seks furyası filmlere denk geldiğinden sinemaya gitmeyi pek de sevmem aslında. Ancak başyapıt özelliği taşıyan ya da övgüsünü çok duyduğum bazı filmlere giderim. İşte bugünlerde havanın soğuk olması ve filmle ilgili duyduğum övgüler sonucu, bir kahramanlık yaparak hem de tek başıma Suadiye'de bir sinemada oynayan Kalandar Soğuğu filmine gittim ve izlediğim bu muhteşem filmle ilgili duygu ve düşüncelerimi sizinle de paylaşmak istedim. Filmin konusu kısaca şöyle: Sisler içerisindeki Karadeniz’in Trabzon yöresindeki bir dağ köyünde, biri Down sendromlu olan iki oğlu, yaşlı annesi ve eşiyle yaşayan Mehmet, bir yandan geçimini birkaç hayvanıyla sağlamaya çalışırken, diğer yandan da büyük bir tutkuyla dağlarda maden/altın rezervi arar. Çabalarının gitgide umutsuzluğa dönüştüğü anda aldığı bir haber Mehmet’i Artvin’de yapılacak olan boğa güreşlerine sürükler... Film; Karadeniz’in tepesi dumanlı, yemyeşil dağlarındaki bir yayla köyünde geçiyor. Karadeniz’in hırçın, acımasız ama bir o kadar muhteşem doğasında dört mevsime yayılan çekimler muhteşem manzaralar sunuyor insana. O güzelliklerin içinde ürkerek kayboluyorsunuz adeta. Filmin en önemli özelliği yoksulluk ve umutsuzluğun, o güzel ama sert doğada insanın yüreğini acıtacak kadar gerçekçi anlatılması. Değerli maden bulup, ailesini rahat yaşatmak umuduyla elindeki kazma-küreğiyle yalçın dağların zirvesine tırmanan Mehmet, umudun insana neler yaptırabileceğini çok güzel canlandırmış. Bu filmdeki rolüyle 52. Antalya Film Şenliği ve 35. İstanbul Film Festivalinde En iyi erkek oyuncu ödülünü alan Haydar Şişman’ı yani Mehmet’i izlerken bir yandan öfkelendim bir yandan hüzünlendim. Umudun insanı nasıl zirvelere tırmandırdığını, umutsuzluğun ise yerle bir ettiğini yüreğimde hissettim sanki. Filmin bütün yükünü taşıyan oyuncular aslında yörenin insanları. Belki de o yörede yaşayıp yetiştikleri için son derece doğal ve bir o kadar da başarılılar. Evin seksenli yaşlarındaki büyük annesi, hasta küçük çocuğu ve abisi kendi yaşamlarını oynadılar belki de. Karadeniz kadınının çilekeş yaşamını, doğayla iç içe yaşantısını, yoksulluğunu tüm çıplaklığı ile izlerken yaşadığım şehri, koşulları düşünüp iyice hüzünlendim. O yeşil yaylaların sert doğasını ve bakir güzelliklerini Karadeniz’in küçük bir köyünde görev yaparken az çok tanıma fırsatım olmuştu. Günün herhangi bir saatinde inen sisiyle dumanlanan dağları, kışın her tarafı kaplayan o bembeyaz soğuğu, baharda rengarenk açan çiçekleriyle yaylaları bir kez daha gezdim Kalandar Soğoğu’nu izlerken. Baharda birden bire ortaya çıkıp her yeri kaplayan salyangozları satıp para kazanma umuduyla toplayan o çocukları izlerken hem irkildim hem içim acıdı Karadeniz insanının yoksulluğuna. Tek varlıkları olan hayvanlarına gözü gibi bakan, onlarla yatıp kalkan yöre insanını düşündüm, düşündüm… Film bittiğinde bir müddet yerimden kımıldayamadım, gerçek yaşama dönemedim. Allahtan bir anlamda “mutlu sonla” bitti de film, dolan gözlerimdeki yaşları saklayabildim. Bir sinema eleştirmeni şöyle anlatmış filmi: “Mustafa Kara, “Kalandar Soğuğu”nda bir ‘atmosfer sineması’na imza atarken, natüralist öğelerden besleniyor. Boğaların, ineklerin, salyangozların ve daha nice hayvanın öne atılmasından karşımıza çıkanları tutarlı bir sinema diliyle servis ediyor.” Kısacası Karadeniz'de son zamanlarda çekilen komedi filmlerinin dışında farklı türden ve son derece başarılı filmler çekilebileceğini anlatan bu filmi mutlaka izleyin derim.
- sessiz ölüm
aşkın gelgitlerinden yorgun yüreğimin kıyıları aldanmıyorum süslü sözcüklere gizlenmiş ihanete geçmişin mahzeninde demleniyor acılarım ateşli düşler sahipleniyor yaralı ve vurgun ruhumu bir serçe ürkekliğiyle yaklaşıyorum ölüme gözlerimi anılarla örterek yavaş soluyan geceyle bir geliyor canımın alıcı kuşu sevgili Foto: Nurten Bengi Aksoy
- maviFOTOLAR
maviADAlıların dünyanın ve ülkenin dört bir yöresinde çektikleri *fotoğrafları, *galerileri görmek isterseniz buraya TIKLAYIN
- Çoban Yıldızı
En gerçek yalanlarımı biriktirip renkli jelatin kağıtlarına saracağım. Handan Gökçek, Sır Dökümü Tüm canlılığını ana caddelerinde toplayan kasabaların arka sokaklarında hayat düz bir çizgi gibi akar.İşte bunlardan birinde, ana caddenin bir arkasındaki sokaktaydı otel. Sokağın en farklı rengi olan bu binaya giren çıkanlar bir hareketlilik yaratırlar ama ardından bu dar sokak yine uykulu yaşamına dönerdi. Eski bir konaktan bozma, üç katlı, on odalı, kendi halinde bir yapıydı Venüs Oteli. Adını mitolojiden mi astronomiden mi aldığı kimseyi ilgilendirmezdi. O nedenle kimse dikkat etmezdi renkleri solmuş otel tabelasının sağ alt köşesine küçücük harflerle yazılmış olan “Çoban Yıldızı” sözcüklerine. Üstelik yazının yanına küçücük bir de yıldız çizilmişti* Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzündeki en parlak cismin adı verilmiş bana. Venüs! Gerçek adımsa Çobanyıldızı. Kimse bilmez, bilenler de önemsemez. Konağın en şaşaalı günlerini gören, bilen tek bir kişi bile kalmadı sokakta. Kaç kuşak yetiştirdim… Yıldız yıldız yanardı geceleri pencereler. Eski konağı satın alıp otel yapan ilk kişi biliyordu bunu ve bu ismi bana o vermişti. Kadın otele girerken başını kaldırıp tabelaya bakmadı bile. Dalgın, düşünceli ve yorgun görünüyordu. Girişteki, tahta kolları eskimiş vişne rengi koltuklar boştu. Oturma yerleri, üzerlerinden birileri yeni kalkmış gibi çökmüştü. Güzel bir kadın, yani hala güzel... Beni o da fark etmedi; hatta Venüs yazısını bile görmedi. Ana caddedeki iki otel dururken burayı seçmesi çok garip, yalnız bir kadın olarak. Bekleyelim bakalım… Resepsiyon görevlisi yaşlı bir adamdı ve bir yandan çayını yudumluyor bir yandan da bulmaca çözüyordu kadın karşısına gelip durduğunda. Yaşlı görevli, kadın müşterilerin otele yalnız gelmesine alışkın olmadığından, kapıya doğru bir bakış attı sonra da kadına baktı. Pek seyrek görünür gerçeğim…O da, sabahları güneş doğmadan hemen önce, akşamları da güneş battıktan hemen sonra… Çoban Yıldızı... Görebilene. Çok az kalır gökyüzünde. Odaya girince valizini kapının dibine bıraktı kadın. Uykuda yürüyormuş gibi ilerleyip koyu yeşil perdeyi araladı, pencereden dışarı bakmaya başladı. Odanın bakımsız görüntüsünü umursamıyor gibiydi. Oysa pencerenin bulunduğu duvarın alt bölümünün rutubetten ıslanmış, renginin değişmiş, boyalarının yer yer dökülmüş olduğunu ilk bakışta fark etmiş, odadaki nem kokusunu girer girmez duymuştu. Bu koku çok bildikti, çok yakındı. Kadın, bu üçüncü hatta dördüncü sınıf otelde, morarmış yatak çarşafının köşesindeki kocaman deliği, bir insanın ancak elini kolunu fazla oynatmadan sığabileceği büyüklükteki – ya da küçüklükteki- banyoyu da yadırgamayacaktı büyük olasılıkla. Dün gece kendimi gördüydüm gökyüzünde, gerçeğimi… Nasıl da parlıyordum! Farklı bir yüz göreceğim belliydi bugün. Ne zaman gerçeğim bana görünse ertesi gün değişik bir şey yaşarım. Bak işte geldi, o kadın. Şimdi ne yapıyor acaba? “İstanbul’dan sonra ne kadar da ıssız bir yer. Halis yıllarını nasıl geçirdi bu kasabada, bu otelde? Onu en son görüşümde, bedeninden, giysilerinden yayılan bu kokuyu duymuştum. Nem kokusunu. Çürütmüştü onu bu ıslaklık, cezaevinin çürütemediği kadar. On yıllık cezaevi yaşamından sonra bir sekiz yıl daha. Dile kolay. Aramadığım yer kalmamıştı onu. Tam ölmüş olduğunu düşünürken… O gece…Kapıyı açtığımda dönmüş gidiyordu, seslendim, durdu önce sonra döndü. Önce dönüp sonra mı durdu yoksa? Of, ne önemi var şimdi bunların? Gözleri! Siyah bir halkanın ortasına yerleşmiş iki karaltı gibiydi gözleri! Bir zamanlar dizlerimin bağını çözen güçlü bedeninden bir yıkıntı kalmıştı geride. Uzun boyu ikiye katlanmış... Cezaevinden çıkmasını beklediğim adam, sonra da izini yitirdiğim adam, yaşamım boyunca sevdiğim tek adam! Halis!” Ah, işte çıktı. Hangi yana gideceğini bilemedi, sağa sola bakınıyor. Karşıya geçti şimdi de. Bana bakıyor sanki. Minik yıldızımı ve beni de gördü mü acaba? Pencerelere kaldırdı başını. Nasıl da hüzünlü gözleri! İkinci katın bir penceresine dikti bakışlarını şimdi de. Ah! Onun kaldığı odanın penceresi o. Halis’in… “ İçeriye zorla soktum seni. Halkaların ortasındaki gözlerin dışında her şeyinle bir yabancı olmuştun bana. Hiç konuşmadın, ben anlattım yalnızca seni bekleyişlerimi, seni arayışlarımı, bir bir yitirdiğim ümitleri… Bir kuyuya konuşur gibiydim.‘İyi olduğunu görmek istedim’ dedin, yalnızca bunu söyledin. Oturdun öylece. Sonra, sonra bir paket sigara almak için çıktın evimden ve dönmedin Halis. Birkaç saat sonra da bir trafik kazasında öldüğünü bildirdiler karakoldan; cebinden benim adresimi bulup da. Dövünüyordu sürücü. “Vallahi önüme atladı, benim suçum yok” diye. Tanıklar da doğruladılar. Seni bulamadan yitirmiştim. Nasıl yıkıldım bilsen, ikinci kez yıktın beni. Giysilerini, bu oda gibi kokan giysilerini verdiler sonra bana. Bu otelin adresinin yazılı olduğu kağıda günlerce baktım. İşte geldim Halis, neyi bulmamı istiyorsun benden? Hangi gücümle başaracağım bunu? Benim için on yıl hapis yatmış, sekiz yıl bir otele kendini kapatmış bir adamdan geriye ne kalmış olabilir ki burada?” Evet, evet, Halis’in yıllarca o pencerede beklediği kadın o olmalı. Geldi işte ama Halis çoktan terk etti buraları. Kadın şimdi de yukarıya doğru yürümeye başladı. Halis de çıktığında ilkin o yöne giderdi. Kadın iki saat sonra otele döndü. Girişte iki erkek oturmuş tavla oynuyorlardı. Karşı duvardaki rafın üzerine konmuş televizyon açıktı. İki erkek, gıcırtılı merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Kadın televizyona bakıp sigara içen yaşlı görevliye yaklaştı. Sesi televizyonun ve tavla tahtasına çarpıp geri dönen zarların gürültüsü arasında duyulmuyor. Görevli bir şeyler anlatıyordu kadına başını üzüntüyle sallayarak. Sonra tezgahın altına eğildi, biraz sonra yeniden doğrulduğunda elinde bir paket vardı. Onu kadına uzattı. Kadın paketi aldı ve teşekkür ederek odasına çıkan merdivenlere yöneldi. Görevli, kadının arkasından uzun uzun baktı ve iç geçirdi. Yine tabelaya, bana bakmadan içeri girdi. Geldiğinden daha yorgun görünüyor. Hayat ne kadar acımasız. Bir kovalamaca sanki. Halis varken o yoktu. Şimdiyse o geldi, Halis yok! Kadın odasına girdi, ceketini, ayakkabısını çıkarmadan yatağa çöktü. Elindeki paketi sımsıkı tutuyor, göğsüne bastırıyordu. Bir süre öyle kaldı, sonra paketi açtı ağır hareketlerle. Bir defter çıktı içinden. Bir de fotoğraf. Halis’in, otelin önünde çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. “Cezaevinden çıktığım ilk gün” yazıyordu altında. Kadın fotoğrafı yatağa koyarak defteri açtı. Bakalım kalacak mı? Öyle isterim ki kalmasını. O da görür belki beni, benimle konuşur. ‘ n’aber Çobanyıldızı’ bakışı atar arada, aynı Halis gibi…Birilerinin dikkatini çekebilmeyi öyle istiyorum ki. O kadın… o fark edebilir beni…Belki… Kadın titreyen elleriyle sayfaları çevirmeye başladı. Bir günlüktü bu. Halis’in cezaevinden çıktıktan sonra izini kaybettirdiği sekiz yılının belgesi. Ara ara kendi adını okuyordu sayfalarda ama öyle aşkla, özlemle değil… Bir tuhaflık vardı bunda. Sevgilisiydi Halis’in o. Halis, onun uğruna adam öldürmüştü, tek bir pişmanlık belirtisi göstermeden hapis yatmıştı. Belki, çürümüşlüğünü kendisine göstermemek için kaçmıştı… Defteri daha dikkatli okumaya devam etti. Bazı sayfalardaki yazılar güçlükle okunuyordu. Aşk tanrıçası da derler adıma mitolojide. Köpüklü dalgalardan doğmuşum. Bütün Olimpos tanrıları hatta ölümlüler bile aşıkmış bana. Belki o nedenle görülmeyi, sevilmeyi, fark edilmeyi düşlerim hep… Defteri, tek bir sözcük bile atlamadan okumaya çalışıyordu kadın. Halis’in bu küçük kasabada geçen tekdüze yaşamı ve cezaevi anıları birbirine karışıyordu bazı sayfalarda. Yazdığına göre, gündüzleri bir marangozun yanında çalışıyordu. Bu işi cezaevinde öğrenmişti. Yazdıklarından bazıları öyle önemsiz şeylerdi ki Halis’in tüm bu ayrıntıları niçin kaydettiğine şaşırmadan edemiyordu kadın. Otelin tabelasından, alt köşesindeki minik yıldızdan falan söz ediyordu bazı yerlerde. “… çoban yıldızı… o beni anlıyor…” gibi. Derken defterin sonlarına doğru günlük bitti. Tarihine baktı kadın, iki yıl öncesini gösteriyordu rakamlar. Sabırla sayfaları çevirmeye devam etti. Bir sayfada kendi adına yazılmış mektubu görünce irkildi, kalbi çarpmaya başladı. Mektup, Halis’in kendi evine gelmeden birkaç gün öncesinin tarihini taşıyordu. Ne kadar çok kaldı o odada. Uyuyor mu acaba? Öyleyse iyi. Yorgunluk atmak istiyor, birkaç gün kalacak demektir. Belki akşama çıkar. Tam üzerimde ışık yanar geceleri. Beni görme olasılığı daha yüksek o zaman. Mutlaka görür… Mektup kısaydı. Bir solukta okuyabilirdi tümünü ama nedense korkuyordu kadın, Halis’in kendi adına yazdığı satırları okumaktan. Defteri göğsüne bastırıp gözlerini kapadı. Uzun bir süre o durumda kaldı. Neden sonra yeniden açıp çekinerek okumaya başladı. “Sevim, Sevim…” diye başlıyordu mektup. “İyi Sevim… Temiz kalpli Sevim…Namuslu arkadaşım benim…” diye sürdürüyordu satırlarını Halis. “Arkadaşım” sözcüğünü okuyunca bir ok saplandı yüreğine kadının. “Sen iyi bir insandın Sevim. O cinayeti senin için işlediğime inanacak kadar iyiydin. Bunca yıl sana bir şey söyleyemediğim içinse ben de bir o kadar kötü bir adam. Beni bağışlayacağına söz ver Sevim, yalvarırım sana. Öyle oku yazdıklarımın gerisini. Bağışlayacaksın değil mi Sevim?Yalvarırım söz ver…” Kadının elleri titremeye başladı bu satırları okuduktan sonra. Halis, cinayeti kendisi için işlemediğini söylüyor, kendisini bağışlamasını istiyordu ondan! Neden! Yaşamı boyunca sevdiği tek adam, neden bağışlanmak istiyordu? “Evet Halis, her ne içinse yalvarışın, bağışlayacağım seni…” diye mırıldandı belli belirsiz ve buğulanan gözleriyle satırları seçmeye çalışarak mektubu okumayı sürdürdü. “Kız kardeşine deliler gibi aşık olduğumu bilmiyordun Sevim. Seninle yalnızca o nedenle nişanlandığımı da. Ona daha yakın olabilmek için. Evet dünyadaki tek yakının olan kardeşini ölesiye, öldüresiye seviyordum. Ayten bile bilmiyordu aşkımın derecesini. Servet denen o adam yani kocası aldatıyordu Ayten’i; hem de Ayten’in tırnağı bile olamayacak bir kadınla. Öğrenmiştim bunu. Uyardım kaç kez. Dinlemedi. Sonra bir gün takibettim onu. Hazırlıklıydım… Sonra… Gerisini biliyorsun…” Kanı çekilmiş, gözleri büyümüştü kadının. Elindeki deftere tuhaf bir nesneye bakarmış gibi bakıyordu. Evet, gerisini biliyordu. Nasıl unutabilirdi ki! Şimdi aydınlanıyordu beynindeki kör nokta. Servet o gün kendisine uğramıştı bir şey için. Arkasından da Halis çıkagelmişti. Servet’i görünce Halis’in gözü dönmüş, nişanlısını taciz ettiğini söyleyerek o güne dek Sevim’in hiç görmediği bir silahı belinden çıkartıp ikisinin de ağzını açmasına fırsat vermeden Servet’i tek kurşunla öldürmüştü. “Senin için yaptım, sana iyi gözle bakmıyordu.” demişti. “Pişman değilim.” demişti sonra ve hep… Ayten kocasının öldürülmesinden birkaç ay sonra kağıtlarını hazırlayıp Almanya’ya işçi olarak gitmişti. O günden beri ondan da haber alamamıştı. “Ayten’e aşıkmış… Onun için öldürmüş Servet’i… Ayten’e aşıkmış…Ayten biliyordu demek… Kimse bana bir şey söylemedi… Ayten de bana söylememek için gitti…Bense…Yıllardır…Yıllardır bir hayali sevmişim… Bir hayali beklemişim…Bir boşluğu, karanlığı düşlemişim..” “ Sonuçta Ayten’i de yitirdim. Bir kez geldi cezaevine o da yüzüme tükürmek, Almanya’ya gideceğini, kendisini bir daha hiç göremeyeceğimi söylemek için. Yalnızca onun için geldi. O saatten sonra da nerede olduğumun, nerede yaşadığımın bir anlamı yoktu benim için…” “………………” “Şimdi sana geliyorum; sen de bu otele geleceksin ardımdan. Korkak ve yalancı sevgilinin gerçek yüzünü daha fazla saklayamayacağım senden…bedelini de ödeyeceğim…Beni affet Sevim…” diye bitiyordu mektup. Çıkıyor. Hiç de dinlenmiş görünmüyor. Ah, elinde de valizi var. Demek ki kalmayacak. Oysa neler düşünmüştüm…Karşı kaldırıma geçti ağır ağır…O ne! Döndü, bana bakıyor. Hayır, Halis’in oda penceresine kaldırdı başını. Ağlamış… Gözleri kıpkırmızı… Şimdi bana bakıyor evet, eminim bundan. Ah, fark etti beni, beni fark etti Tanrım! Bir şeyler söylüyor. Vedalaşıyor benimle o da, Halis’in vedalaştığı gibi… Kadın karşı kaldırımda durmuş otelin tabelasına bakıyordu. Venüs yazısını okudu ilkin, sonra Çoban Yıldızı’nı gördü. Önce “Hoşça kal Venüs Oteli.” dedi, sonra da “Hoşça kal Çoban Yıldızı”*…
- Atatürk Parlayan En Büyük Yıldızımızdı
Şenol YAZICI * SANDIĞINIZ GİBİ DEĞİL Atatürk saygı ve şükran duyduğum bir komutan, modern Türkiye'yi küllerinden yaratan bir lider. Dünyaya ender gelen mucize gibi bir adam... Bütün büyük adamlara saygı duyduğum gibi ona da saygı duyuyor, takdir ediyorum. Ama sandığınız gibi değil; benim putum değil. Dahası kimse putum değil. O, ÇAĞDAŞLIĞIN VİZYONU... Atatürk çağdaşlığın vizyonu... Çağdaşlık da benim KALEM... Ne yazık ki O'nun hayallerinden daha öte bir çağdaşlık vizyonu olduramadık. O ne getirmişse, ne öngörmüşse... Nasıl ki birileri çağdaşlığa saldıracaksa ATATÜRK'ten başlıyor, benim de çağdaşlık derdim olunca savunmaya ATATÜRK'ten başlamaya mecburum. Eminim ki onu yıkabilirlerse çağdaşlığın esamisi artık okunmayacak bu ülkede. Benim de... ya sizin? Belki doğru anlaşılmışımdır şimdi. Modern Bir Türkiye Anlayışınız ne olursa olsun, temel derdiniz modern bir Türkiye ise sizin de bu paydada buluşacağınızı biliyorum. Eğer ki Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o zaman gerçekten aramızda yaşayacaksın, o zaman samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla... Stefan Zweig'in deyişiyle bazen ulusların da yıldızı parlar, Atatürk Türk ulusunun parlayan en büyük yıldızıydı. O elbette onun askeri dehasına, devlet adamlığına, yaptıklarına yani genel geçer ölçütlere bakarak bu değerlendirmeyi yapar, Ben daha öznel düşünüyorum... Neden mi? DÜŞÜNSENİZE, okuduğu kitapların sayısıyla övünen bir SPARTAKÜS olsaydı ya da sanat, dans ve müzik konusundaki bilgi ve becerisiyle de yükselen bir NAPOLYON ya da KURDUĞU ülkenin çocuklarının okuyacağı ders kitaplarını bile yazmaya çalışan bir CHE, kadınına seçme seçilme hakkını herkesten önce veren MAO, geri ve ilkel bırakılmış, buna mahkum edilmiş halkına nasıl eğlenileceğini göstermek, çağdaş eğlence anlayışını yerleştirmek için asker üniformasını çıkarıp FRAKını giyip çarşafından çıkardığı eşiyle VALS yapan GANDİ... olsaydı ya da bunların hepsini bünyesinde toplayan bir lider olsaydı tarihte, ne muhteşem olurdu... İyi de ATATÜRK hepsi, hatta daha ötesiydi... Hımm! YA İÇKİ? DİYORSUNUZ, ANLIYORUM... tüm anlatılanlardan, olan bitenden aklında kalan bir o. Savaşmakla geçen yorgun bir günün akşamında yaralı evlatlarını çevresine toplayıp da birkaç kadehin samimi ateşinde günü değerlendirmek ve yarına hazırlanmak nedir, yaşamazsan anlayamazsın, o nedenle demiyorum, ama, boğma erik rakısını ya da kenevir tohumunu ya da parklarda çocukları öldüren bonzaiyi, bir tadımla ON KİŞİYİ ÖLDÜREN sahte rakıyı ATATÜRK icat etmedi, buyurmadı da, için yararlıdır diye, kendini bozmadan nasıl içilebileceğini gösterdi belki. Eleştirmeli elbet yaptıklarını yapamadıklarını, ama İNSAF nedir bilmeli değil mi?.. Çoğumuz gibi hacı olup da tövbe etmeye ise ülke meseleleri ve erken gelen ölümün elvermediğini de samimiyetle görmeli... Geçiniz bunları geçiniz, Atatürk'ün ve elbet bizim de talihsizliğimiz, bizim gibi kendi değerleriyle övünmeyi zül gören bir ulusa nasip olmasından daha çok, egemen sınıftan, askeriyeden gelmesinde ve sonradan onu sahiplenenlerin de egemen sınıflar olması ve işlerine gelen kılıkta halka tanıtıp dayatmalarında yatar. Unutmayalım, Biz, beyaz Türklerden diye Orhan Pamuk'un Nobel almasını bile kabullenmedik, elimizden gelse kurulunu ikna eder, aldırırdık elinden Nobel’i de parasını da; ikinci Nobeli'mizi alan Mardinli fizik profesörü akıllı davranıp yoksul ve sıra halktan geldiğini ilan etmeseydi onu da sürgün ederdik dünyamızdan... O sahici ve samimiydi kuşku yok, ama demokrasilerin azizliği partilerin sırrıdır da bu, çoğunluk hangi boydaysa sen de bir şey yap, o boyda ol ,yoksa liyakatına da bakmazlar, niteliğine de... Sahi, düşündünüz mü hiç? Arkaik devirde bile tek bir peygamber aristokrat sınıftan, dönemin egemen ailelerinden çıkmamıştır, hiçbiri de kendi yöresinde peygamber olamamıştır... İnsan bu, ne garip değil mi? Biri masaya yatırıp derince muayene etmeli; biz biraz hasta mıyız? Salt bize özgü değil bu hal... Halk, ancak kendi arasından çıkan ve egemen sınıflara diz çöktüreni kahraman sayar, o da ancak ölüp gittikten sonra... O nedenle tarihin en büyük komutanlarından Napolyon deliliğin simgesidir daha çok...çünkü onu sonraki kuşaklara ve halka da anlatan bir başka egemen komutandır, ona sorarsan, tarih şahsından büyük asker görmemiştir, Napolyon kim ki? Kahramanların sosyolojisini yeniden okumalı... ama ondan önce yapabileceğimiz daha kolay bir iş var; o günün koşullarında bile dünyaya "yurtta sulh dünyada sulh" ilkesiyle örnek olmuş Atatürk’ü yeniden okuyup şu çağda nasıl olup da yurdu ve dünyayı savaş alanına çevirme, suda yangın çıkarma becerisini gösterebildiğimizi çözebilir, belki başka uluslara da bu eşsiz dehamızı ihraç edebiliriz de... Belki o zaman Atatürk’ü topluca yeniden keşfederiz... ATATÜRK'ün HALKIN KEŞFETMESİNE, HALKIN değerlisi olmasına izin vermedik ki; sahiplenerek, adına yasaklar koyarak, bütün değer ve felsefesini çapımız kadar, beynimiz kadar yorumlayıp herkese dayatarak onu bir sırça sarayda erişilmez kılıp ölüme terk ettik... * Eğer ki, Şimdiki gibi, ağam sevmiyor diyerek adını anmaktan korkmak yerine daha kötüsü olursa, bir gün gelip de suç sayılırsa adını anmak, o gün gençler, yargılanmayı, tutuklanmayı hatta öldürülmeyi göze alıp adını duvarlara Deniz gibi, Che gibi, aşk gibi yazarsa cesaretle, o zamana kadar yalan say bizi... o gün gerçekten aramızda yaşayacaksın, o gün samimiyetimize inanabilirsin. o günün özlemiyle... gururla, sevgiyle, saygıyla...
- Senin Kadar Yürekli Olmak İsterdim
Yüzyıl önce dayısının çiftliğinde karga kovalayan yetim bir çocuğun okumayı düşlemesi bile yürek ister. Öğrencisini döverek eğiten devrin hocasına, ’dayak iyi bir şey olsaydı, cennetten kovulmazdı’, diyebilmek de... Hele okulundan özlediğin anneni görmeye geldiğinde gidecek bir baba evi bile bulamazken bir ülke kurmayı hayal edebilmek ve bunu hoyratça tüketilmiş bir enkazdan yaratmak... Senin kadar yürekli olmayı isterdim. Karşılaştığımız ilk engelde bırakın büyük ülküleri, doğru yaşam çizgisinde ayakta bile duramıyor çoğumuz. İttihat ve Terakki ordusunun içinden çıktın. Özünde baskıcı yönetime, halkını hesaba katmayan düzene bir tavırdı. Güç noktası Selanik’ti. Resneli Niyazi, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili padişaha kafa tuttu, ’hürriyet kahramanı’ oldu. Az yürek değildi o da. Başlangıç iyiydi, ama zaman onları, basiretsiz, gösterişçi, ulusunun kıt kaynaklarını düşüncesizce tüketen maceracı bir noktaya taşıyacaktı. Onlarla da çatışmaktan çekinmedin. Eleştirdin, aykırı düştün. Anlamakta güçlük çekiyorum, neye güveniyordun? Baba yok, bir kız kardeşle dul bir anne… arkan yok, partin yok, çeten yok, cemaatin yok... Tek sığınağın olan orduyu elinde tutanlarla doğrular için ters düştün. Sevmediler seni. Düşüncelerinden, eleştirilerinden, belki de gördükleri yeteneklerinden hoşlanmadılar, hak ettiğin görevlerin engellendi. Oysa uyumu becerenler, asilikten hürriyet kahramanlığına, ardından sultan damatlığına bile geçmişti. Sen bana omuz ver, ben sana ülkeyi,.. diyenler son hız tırmanıyorlardı. Biri istedi diye, doksan bin Türk genci dondu, Kafkaslarda. Su gibi tükettikleri ordularımızdan sonuncusuydu. Feda olsun. Padişahı eleştirerek gelmişlerdi yönetime ama onun kadar ulusal kaygıdan yoksun ve maceraperestiler. İttihat ve Terakkinin gözü pek, ama aklı bir adım önünü görmeyen saray damadının vitrinlenmesi gerekiyordu. Ülke tükense ne olurdu ki? Sense merkezden hep uzaklarda asker kaputunu yastık yaparak hiçbir zaman bizim olmamış çölleri kurtarmaya çalışıyordun. Çanakkale’de gösterdiğin başarı yabancı ülke kayıtlarında bile var. Kurduğun ülkende görmezlikten gelmelerine, silmeye uğraşmalarına nasıl katlandın? Kırıldın mı? İnsanı kırılmaları büyük adam yapar. Yaşadığın acılar bir ulusun acılarına denk olmalıydı, başka türlü nasıl anlayabilirdin onları? İngilizler, işgal ettikleri ülkemizde kendilerini güvende hissetmediklerinden padişahın gücünü kullanmak istemişlerdi. Sultan da bunun için göndermiş seni Samsun’a. Git halkıma söyle, işgalcileri rahatsız etmesinler, diye. Senin başka amaçların vardı, çürük bir gemiyle Anadolu’ya gitmeyi göze aldın. Yönetimin gözdeleri, tükettikleri imparatorluktan batan gemiyi terk eden fareler örneği çoktan kaçmışlardı. İstanbul’da kalıp şu ölümlü dünyada güçlü ve gösterişli bir yaşamı sürdürmek varken gitmendeki kararlılığı anlamak mümkün değil. Bu gün Anadolu’ya görevli gitmekten kaçınanları düşününce şaşıyor insan. Oralarda çiftliklerin, fabrikaların mı vardı? Senin Selanik’te bile dikili ağacın yoktu bildiğimiz. Tüm yaşamında bilmediğin tek şey kendi ikbalini düşünmek, keseni doldurmaktı. Daha başlangıçta pişman oldular, gönderdiklerine. Doğudan, katli vaciptir fermanı ile birlikte ordu salındı üstüne. Dönmedin. Bir güvencen üniformanı çıkardın, sıra bir yurttaş olup sürdürdün savaşını, Anadolu bozkırında yalnız bir adam olarak... Ki bozkır nasıl da besler ihaneti ve düşmanlığı?.. Bilmediğin değil. Nasıl yılmadın? Nasıl korkmadın? Ankara, yoksul bir Anadolu kasabasıydı. Ne donanımlı ordun, ne seni anlayan arkadaşların vardı. Çoğu yurtsever, iyi niyetliydi, ama cehennemin eşiği iyi niyet taşlarıyla döşeliydi belli. İlk görüşmelerde karşı çıkanlar oldu. Cumhuriyeti kurmaya kalktığında yol arkadaşların Fuat Cebesoy, Rafet Bele, Rauf Orbay egemenliğin halka devredilmesinden duydukları kaygıları dile getirip güçlükle elde edilen ülkeyi padişaha teslim etmekten söz ederler. İyi asker olduğundan kimsenin kuşku duymadığı Kazım Karabekir, harf devriminde Arap harflerinin kutsallığından dem vurur. Padişah ve halife yanlılarına silah arkadaşlarının eklenmesi nasıl sarsmaz, ürkütmez seni? Ölümlü dünya değil mi bu? Onları karşına alacak yerde, mademki halkın iktidarı olan Cumhuriyeti sevemiyorlar, kur saltanatını, ol padişah, sür devranını… Bozkırın ortasında yapayalnız kimi zaman halka rağmen, halkın iyiliğini savunmak nasıl bir yürektir? Bırak uzlaşmayı öfkelenmiştin. Elbet Cumhuriyet ilan olunacak ama, kimi kelleler kesilecektir, diyordun; düşmanlığı görmüş, kavgayı göze almıştın. Ödün vermeyecektin. Senin artık ülke dışında kalan kentini bilenler, ulusun vekili olmak için ‘şimdiki sınırlar’ içinde kalan bir kentte oturur olmak zorunluluğundan söz ederken içlerinden gülüyorlardı, oysa şimdi ne kadar acıklı hatta komik gözüküyorlar. Nasıl direndin, kırılmanı aştın, küsmedin? Dedik ya sılan çok uzaklardaydı, artık düşman eline de geçmişti. Sen vatanında olduğunu düşünürken, birileri seni gurbette sayıyordu. Milletinin bağrındaydın ama ne bir akraban, ne arkan, ne paran vardı. İçini dökeceğin, başını omzuna koyup güvenle uyuyabileceğin bir eşin, kadının bile yoktu. Bu kadar yalnızlığı nasıl kaldırdın? Tarihin en şanslı kadınlarından biri yaptığın Latife Hanımın komutanların önünde seni küçük düşürmesine, buyruklar yağdırmasına nasıl katlandın? Bir başkası olsaydı yerinde, bırakın kadına onca hak verilmesini, kadının var olan haklarını da almaz mıydı elinden, onu karanlığına, mutfağına ve elinin hamuruna tutsak edip? Onca yürek kırılmasını kaldırıp savaştın. Batı kadınının seçilme hakkı yokken daha, sen, ona seçilme hakkı verdin. Toprak reformunun yapamadığını, ekonomi devrimini tamamlayamadığını, çok partili demokrasiye geçilemediğini söylüyorlar, o dar zamanda, önceliği olan onca iş, kanama varken mümkünmüş gibi. Bunu iddia edenlerin de, hepimizin dedeleri de ordaydı, hangisi devrimlerinde sana omuz verdi, kaçı yanında yer aldı? Sen bir avuç bilinçli kadronla toprak ağalarıyla, aşiret reisleriyle, çıkarları bozulanlarla boğuşurken neredeydi dedelerimiz? Toprak reformunu defalarca kürsüye getirdin. Köylünün, emekçinin haklarından söz ettin. Ardında silahsız, üryan, dişiyle tırnağıyla savaşan Mehmetçik dışında bilinçli, baskı gurubu oluşturacak, sana omuz verecek ne işçin, ne köylün, ne aydının vardı. Cumhuriyette meclislerden kararlar oyla çıkardı. Demokraside alınan kararlar parmak hesabı değil midir? Her devrim için kelle almaya kalksaydın, korkarım ülkede insan kalmazdı. Kimi anladığından, kimi birilerine kul olduğundan, kimi çıkarından, kimi hasedinden bir şeye karşıydı. Dört yanın duvar, dört yanın engeldi. Demokrasi senin tutkundu. Bunun için yeni partiyi kendin kurdun. En güvendiklerine görev verdiğin partinin ülküsü sana düşmanlık oldu, demokrasi değil. Onda yer alan yakın arkadaşların, sana sataştığında nasıl incindin kim bilir? Vazgeçmedin, on beş yılda ümmetten çağdaş bir devlet yarattın, tüm altyapı ve ilkeleriyle. Bunca yılda biz ne yaptık, nereye taşıdık Cumhuriyeti, ne kadar yol aldık, diye sorma, bakarsın sorumlulardan ar edenimiz çıkar. Sözde biz yürekli, erdemli insanları severiz. Spartaküs’ü, Che’yi, Hz.Ali’yi... unutmayız. Ne var ki seni niçin unutturma derdindeyiz anlayabiliyor musun? Ankara’dan duyulan düşmanın top seslerinden korkup Kayseri’ye taşınmayı önerenler, tek umudun sen olduğunu bildikleri halde, önermeye geldiklerinde verecekleri yetkileri budama derdindeydiler. Savaştığın yabancı devletler çevrendeki birçok kişiden daha çok takdir ediyorlardı seni. Nasıl yılmadın? Padişah kendi halkından korkup İngiliz gemisiyle kaçmıştı. Sen nasıl uyuyabiliyordun, çevren düşmanla doluyken? Gericiliğin ne boyutlara varabileceğini çok iyi gördün, genç Kubilay’ın başını kestiklerinde, Doğuda İngiliz kışkırtmasıyla başkaldıranlar, din elden gidiyor, diye ayağa kalktıklarında kükremiş arslana dönmüştün. İç isyanlar yeni Cumhuriyeti boğmaya uğraşıyordu. Eski yönetim artıkları, umdukları rolleri kapamayanlar, din bezirgânları, ulus düşmanları sana dost mu olacaklardı? Hepsinin yükselen sesi ortaktı: Din elden gidiyordu. Oysa senin getirdiğin laiklik, dini, sömürmeyi sermaye edinmiş tüccarların elinden alıp ehil ellere, gerçek saygınlığına teslim ediyordu. Her devrimde bir arkadaşın eksildi. Onların gönülleri olsun diye amaçlarından vazgeçmedin, uzlaşmadın. Ulusal savaşa birlikte başlayan yolcuların kimileri "kendi düşünme ve ruh yeteneklerinin kavrama sınırı bittikçe, bana direnmeye ve karşı koymaya başlamışlardır," diye anlattın. Korkmadın. Sendeki yürek bende olsaydı... Sendeki yüreğin bir damlası bizde olsaydı... Şirin gözükeceğiz, sevecekler bizi, diye ne aşağılanmalara katlandığımızı düşünüyorum. Küçük çıkarlar için kimlerle işbirliği yaptığımızı, ne taklalar attığımızı, her konuda kıvırtmalarımızla oryantalin en iyisini becerir hale geldiğimizi, bir yandan sana ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sövüp bir yandan da aynı Cumhuriyet’in bir koltuğunu kapmak için birbirimizin gırtlağını nasıl sıktığımızı gördükçe utanmaktan öte, dehşete düşüyorum insanlığımdan... Sendeki yüreğin ve ruhun birazı biz de olsaydı... Haklısın, kendi düşünme ve ruh yeteneklerimizin kavrama sınırı bittikçe sana direnmeye ve karşı koymaya başladık. Sadece nasıl bu kadar nankör, bu kadar kör ve ne kadar çokuz... ona şaşıyoruz. Şimdi, senin hiç hissetmediğin bir çaresizlikle, yarın çarmıha gerecek yeni bir kurtarıcı ararken altını çizdiğin bilimsel gerçekle huzur buluyoruz. Su geri akmaz, tarih de… Ölüm mü? İnsanın naçiz vücudu aklı, onur ve belleği hiç mi yenilmez? Yenilir elbet, ama hatt-ı müdafada yenilse de, sath-ı müdafada ölümsüzdür. *
- maviGÜNLÜK
24.sayı GÜNLÜK " ... Önümüzdeki günlerde etkinliklerimiz var, herkesi bekleriz. Kalabalık çoğu zaman gürültüdür, işlevdir önemli, bilmiyor değiliz, gönlünüz yoksa gelmeyin, ama uzaktan kalabalık, iktidardır. Siz anlarsınız. ... Nöbete kalmış fenerler gibiyiz, hep buralardayız, YAZa da bekleriz. … Ve kuşkusuz yaşam, ne DÜN ne YARIN değil, sadece ANdır, değeri bilinmeli; yazıktır, bir dahakini görmeyenlerimiz bile olacağını düşünüp BAHARa hakkını vermeyi unutmayın. Elbette can sizin, BAHARda… Bizimki laf ı güzaf... HEPSİNİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
- Aşk Doğarken
-Emir Murathan’a- durmaz hiçbir annenin sancısı renkli bir yerçekimidir elimize düşen sen ne güzel bir emirsin oğul, tanrıdan gelen dudakları ceylan sürüsü, koşturan nehir terli rüzgârları ağırlıyor saçları kıvır kıvır orada şiirin doğduğu ova yeşildir benim umudum, oğlum bir kasımpatı nasıl da kokusunu sarılmış tanrının bir melek gamzesini düşürmüş aklına bu yüzden gülümseme sokağı diyorum, geçtiğim bütün isimsiz boşluklara oğlum ve karım, iki kanatlı pencere nefes alma zamanı eski bir anının panjur desenli evlerin yıllanmış yüzü elmasa can veriyor işte oğlum ve karım rüzgârımı gıdıklıyor elleri, bir esintidir sormayın meyvesisin uzak dağlarda sonsuz bir ağacın oğul yanı başımda biten ürkek bir papatyadır senin annen kırları sürmeyi öğrendim bu yüzden yüzüme alnımı papatyalara soyundurmayı ağzını okşamayı son Nisan sabahının oğul, ilk kez annem öpmüştü beni kalbimden şimdi de aşk doğarken annen sen ne güzel bir emirsin oğul, şiire düşen. * 30 Nisan 2012 (Oğlumun doğduğu gün) * maviADA basılı DERGİLERİ 2012 / 2013 SAYILARI
- SEN…
Sen gülerken, gamzelerin oluşur. Gözlerin gözlerime değer, kalbime akar gülüşün, yeşille mor, sarı ile kırmızı karışır birbirine, güller açar, sözcükler bal kıvamında damla damla süzülür dudaklarından, sahile ulaşan dalgalar gibi savrulur saçların, sen gülerken kumsalda belirir yüzün, ve bilirsin ki, “iyi insan gülüşünü sevdiğimiz kişidir” Sen severken, anlam kazanır duruşun, bakışın bir başka güzeli yansıtır. “Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir.” Bunun için her şey sana doğru akar, suların alçağa aktığı gibi… Sen severken, umarsız olursun, ama “gerçek aşk iki yalnızlığı değiş tokuş etme çabasından başka bir şey değildir.” Onun için “sen severken kendimi kutsal deli gibi görürüm,” Ve bilirsin ki; “sevmek, bir yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve daha önemli bir şeydir.” Sen düşünürken, kuşlar bile susar, ırmaklar nehirlere nehirler çağlayanlara fısıldar hüzünlü duruşunu, sen düşünürken güzelsin, bahar sonbahara anlatır sarı saçlı halini, kuzular dağ yamaçlarında öylece kalırlar, dere tepe düz giden ne varsa mıh gibi çakılır olduğu yerde, tahammül edilemez hiçbir sese, söze ve saza, Ve bilirsin ki, “düşünceler kelimelere döküldükleri zaman ölürler” Sen uyurken, gece sessizliği sarar sarmalar tüm bedenimi, gece mavisi gözlerine, gözlerin uyku harmanına dönüşür, rüyaların en uzunu, gecelerin en kısası ile buluşur, sen uyurken, “bir tren sisleri yara yara geceyi çizer raylara, ve bilirsin ki “İnsanlar uyanıkken yalnızca bir tek dünyayı paylaşırlar. Ama uyudukları zaman her birinin kendi özel dünyası olur” Sen okurken, aldığın haz gerçek okuma ihtiyacını anlatır. Zenginler fakirlerin yanında daha çok fark ederler kendi durumlarını. Sen okurken hakikat belirir ufukta. Okumak yaşamaktır, kültürdür, bağımsızlıktır, felsefedir, güçtür. Ve bilirsin ki “İnsanoğlu… kendi kendisini okuyan bir “kitap”tır. Sen Yazarken, farklısın. İnsan düşünür, okur, ama yazamaz. Bir öncekini bir sonrakine aktarmaktır yazmak. Her hece bir damla, her kelime bir ırmak, her cümle bir nehir, her kitap ise bir deryadır. Sen yazarken insan yürür, tarih yürür, kültür yürür. Sen yazarken aşk yürür, özlem yürür, sevgi yürür. Ve bilirsin ki “yürümek için baston ne ise, düşünce için kalem de odur.” Sen bakarken, saklanır her şey, çıkmaz sokaklara dolaşır insanlar, börtü böcek ne varsa kaçışır, ruhun aynasıdır bakışlar, sen bakarken tüm kimliğin bir gölge gibi serilir yol üzerine, derinlikler anlamsız kalır yanında, sen bakarken görmenin hiç önemi kalmaz, “bakma bana, bakıyorlar çünkü bakışıyor muyuz diye, tutmalıyız kendimizi bize baktıklarında. Gel, kendimizi tutalım, ne zaman bakmazlarsa o zaman bakışalım” ve bilirsin ki; “bir aşığı en mutlu eden şey ilk bakıştır.” Sen yaşarken, gülersin, seversin, düşünürsün, uyursun, okursun, yazarsın, bakarsın ve konuşursun… bilirisin ki ;”yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” ve “yaşam bir anlamda mutlak güncelliktir.” “suyun yüzeyinde kalabilmektir” “sonsuz olmak ister insan, çünkü yaşam onun tam tersidir.” Ve bilirsin ki; “düşünmek için yaşamayız, tersine; hayatta kalabilmek için düşünürüz” ve SEN bilirsin ki “yaşam kökten yalnızlıktır” * daha fazlasını görmek için maviADA MÜZEyi görün *
- Unutmak Üzerine
“Ey unutuş! kapat artık pencereni, Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni; Çıkmaz artık sular altından o dünya. Bir duman yükselir gibidir kederden Macerası çoktan bitmiş o şeylerden. Amansız gecenle yayıl dört yanıma Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.” (Ahmet Muhip Dıranas- Olvido’dan) “Unutma Bahçesi”ndeydim günler boyunca. İnsan, bir şeyleri unutmak istediğinde başarısızlığa mahkum oluyor; anılar canlanıyor beyninin kıvrımlarında. Bilinçli bir unutma yaşantısının hiç olamayacağı, bunun olanaksızlığı gerçeği, yoluma serildi okudukça. Satırları işaretledim Latife Tekin’in ‘Unutma Bahçesi’nde birer işaret taşı gibi. Düşündüm, notlar aldım. Sayfalar arasındaki unutulmaz sözlerden biri şöyle: “ Bir şeyi hatırladığın anda diğer bütün şeyleri unutmuş olursun…Her şey aklındayken neyi anımsayacaksın?” Unutmak da anımsamak da insanın düşünce süreçleriyle ilgili gerçekler değil mi? Yıllar boyu, unutmayı istediğim birçok yaşantım oldu benim de. Ama istemekle hiçbir şey başaramadığının, hepsinin boş bir çaba olduğunun ayrımına varıyor insan. Bilgisayardaki unutma-silme sistemi beynimizde de olsaydı... Bir tuşa basar basmaz silinenler gibi, unutmak istediklerimiz de belleğimizden silinip gitseydi küçük bir dokunuşla. Fakat unutmak, istemli bir eylem değil ki… Karanlıkların içinden bilincin aydınlığına süzülenler, rahat bırakmıyor insanı. Gece uykusunda, gündüz düşüncelerinde oklarını batırıyor anılar. Belleği kanatan yaşantıların açtıkları oyuk kapanmıyor; her an duruyor orada. Sessiz, kıpırtısız bekliyor kazınanlar. Başka düşünceler, yaşantılar, yönelimler bu anıların üzerini kalın bir sis bulutuyla örtüyor. Yıllar geçtikçe göz gözü görmez oluyor. Işıklar giderek azalıyor. Bir ses, koku, görüntü ya da bir sözle şimşekler çakıyor birdenbire. Kalın sis perdesi, çağrışımların kapısından süzülen anımsama ışıklarına karşı koyamıyor. Aydınlığa kavuşunca, tüm gerçekliğini gösteriyor yaşanmışlıklar. Bir “unutma bahçesi”ne, adaya, mekana, düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme sığınınca insan; anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu düşünür. Bir yanılsamadır bu. Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin içinden anılar dökülür kucağına, “ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” la, hüzünle kalıverir öylece. Bence, unutmak ya da anımsamak için insan kendini zorlamamalı; yaşam ırmağının akışına, belleğin bilgeliğine bırakmalı yaşadıklarını. Stefan Zweig günlüklerini tutarken, “Eski günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne kadar donuklaştığını, tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.” diyor. Bunu duyumsamak ve ayrımsamak, insan için çok zorlu bir kabullenişi de beraberinde getirmiyor mu? Bellek, içinden zamanın sessizce geçtiği bir ayna gibi. Belleğe bilgeliği veren zaman, giderek sırlarını döker o aynanın. Puslanır, bulanır bir şeyler. Yıllar geçtikçe yaşlanan belleğin unutma eğilimi artar doğal olarak. En uzak anıların görünebildiği halde en yakın yaşantıların belleğin aynasına düşmediği de olur. Unutmak… Anımsamak isteyip de donuk bir aynaya bakıp kalmak… Kendi yüzünü bile görememek o aynada. Zorlu, umarsız bir insanlık durumu… Belki de bir tragedya… Unutmak eğilimi, bireysel acıların, keder yüklü anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor. Bazen düşünüyorum; kederle gölgeli anılar, bellekten silinip bilinçaltının karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu mu yankılanıyor? Kara gölgeler, insanın iç çalkantılarında yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o bilinmez denizlerin içinde? Karabasan adalarında kalmak, ürpertici ve ürkütücü; uykuda bile olsa. En düşündürücü konulardan biri de toplumsal belleğin zayıflığı.Yaşananları gözden geçirmeyen, hatalarını sürekli yineleyen bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki çalkantıları giderek çoğaltıyor. Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk, aydın yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar şiddetleniyor. Yıllar önce, kalabalıkların üzerine yağmur gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri, kaçışları, yürek yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını… Toplumsal şiddeti… Aydınların birer birer ortadan kaldırılışını… Temmuz ateşinde kül edilmek istenen sanatçıları… Ve süregelen acıları… Bugün, acımasız savaşın dumanlarında boğulan küçücük yaşamları… Yoksulluğu… açlığı… kirlenen dünyayı… Emeğin değerini… Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor bunları unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin kilit noktası burası işte. Giderek yoğunlaşıp güçlenen bu noktada, anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden anlamlandıracak yaşamın içindeki süreçleri. Unutmak / anımsamak sarmalında bambaşka bir bakışın, yepyeni bir bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya başlayacağız. Karabasan adaları kaybolup gidecek böylece. * daha fazlası için maviADA DERGİSİ MÜZE önerilir. *
- Bir Kaza Destanı
*** * maviADA BAHAR 2008 maviMÜZE'yi mutlaka görün, sizin de bir hikayeniz olabilir. *
- Her Hafta Bir Dergi
maviADA 11.SAYI 2007 BAHAR (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN) Zor bir kıştı, hep üşüdük. Zaten gündemimiz doluydu. Birbirinin gözünü oymakta dünya sıralamasında sanki birinci ülkeydik. Yetmedi, güneyimizdeki savaş, firavun ateşi gibi büyüyor. Saddam’ı da astık ama dünya barışı santim yol almadı. Küreselleşen dünyanın bizi ham edeceğinden tutun da, ısınan yerkürenin kıyameti kapıya getirdiğine dair söylemlere bir de yaklaşan seçim gerginliği… eklenince böyle oldu, demek isterdim, ama… Kötü insanlar çok mu diyorsunuz? En kara günlerde umudu yeşerten de insandı ama. Ya şimdi? Şimdi bahar. Edebiyat güzel bir yalandır demezler mi? Yalan da olsa umuda ve güzelliğe ihtiyacımız var. Güzel konuşursak, güzel olur her şey… Ama sorunlar orda… Ama hep onlar kazanıyor, demeyin gene. Belki söylenen doğrudur, bakarsın görmezsek kaybolur olumsuzluklar, bakarsın onlar utanır. Bakarsın kırmızı kar da yağar… *** Sanatta, hele lafın ebesi olan edebiyat dünyasında bir alanın piri yoktur, birkaç kişiyi saymazsak kimse kimseye elvermez, kimse kimsenin dostu da değildir. Yukarıdakilerin havuzu asla dolmaz, aşağıdan gelenlerden kimse hoşlanmaz, biri ortaya çıkar da sırça sarayını elinden alır, diye olsa gerek, yenilere vurmak adettendir. Olsun, kim korkar hain kurttan. Hiç aldırmayın. Orhan Pamuk’u düşünün… Döverken, sizi Nobel ödülü sahibi de yapabilirler. Biz öyle düşünmedik, arada düşünmediğimize pişman olmadık değil, ama inat ettik. Yanılmadığıma seviniyorum. Dost mu edindik, daha neler?.. Edebiyatın ilahi bir güç olmadığını savunuyorduk ya, az bir şey yeteneği olan, eğitimli, ama çok çalışan herkes yapardı, onu kanıtladık. Bize paylaştıkça büyüdüğümüz, güzelleştiğimiz öğretildi. Zaman zaman bu romantik kahramanlık bizi elverdiklerimize yem yapsa da, sevdik duruşumuzu. Bu da normal değil mi? Kanamadan kahraman mı olunurmuş? İlk dergi kimse-SİZ’i çıkardığımızda o güne değin edebiyatı tanrısal bir iş gören, deneyimsiz birçok arkadaşımı yazmaya yönlendirmiş, tartışmalara girerek yazılarına şiirlerine biçim vermiştim. Bir bölümü şimdi kitaplı yazar, bir kaçı ulusal çapta ödüllü… Onların da ilk işleri bizden birkaç santim büyük olduklarını savlamak olsa da, edebiyatın aristokrasisini bozduk(!). Gerek bu arkadaşlarımızın, gerekse başkalarının deneyim ve düşüncelerini bu sayımızdaki “Güneşe Dokunmak” dosyamızda bulabilirsiniz. Sanat, hele edebiyat yetenek, eğitim, en önemlisi çokça çalışma istiyor. Çok satan yazar olmaksa başka bir şey. Profesyonel pazarlama, reklam, dağıtım gerekli. Dergiler bir ölçüde bunu yapar, popüler olandan daha çok, nitelikli olanı öne çıkarmaya çalışır. İşlevimizin, var olan değerleri açığa çıkarmak, yenilere okul olmak olduğunu, medyanın, oku diye dayattığının reklamını yapmak olmadığını, düşünüyoruz. Diğer dergileri bilmeyiz, ama maviADA bunu yapacak, asla karşı olduğu edebiyat dukalığının bir parçası, çarkın dişlilerinden biri olmayacak. YARIŞMA AÇIYORUZ. Siz de mi demeyin şimdi, Eksik mi kalsaydık? İlki güz 2007’de sonuçlanacak, ayrıntıyı kapakta ve Web sayfamızda bulacağınız yarışmanın amacı, yeni değerleri açığa çıkarmak, onlara destek vermek, bir farkındalık yaratmak. Bakarsınız umut oluruz... Siz de ödül aramayın başka, yok öyle bir şey çünkü. Yorucu, ama bir o kadar zevkli altı dosyadan sonra yenisine geçiyoruz. Gelecek sayıda diğer yazıların yanında yeni bir dosyamız var. Dünyanın en gizemli, sihirli, vurucu, ama bir o kadar da yorgun bir anlatı türü konumuz; yani ŞİİR… Salt şiirlerinizi değil, Türk ve Dünya şiiri üzerine düşüncelerinizi, yorumlarınızı, şiirimizin durumunu, sorunlarını, seçkin şiirleri ve şairleri … inceleyen, irdeleyen yazılarınızı bekliyoruz. 1 Nisan 2007 Şenol Yazıcı (DERGİYİ OKUMAK İÇİN RESME TIKLAYIN)
- Taş Duvarın Önünde
Taş duvarlar yonttum Sarı bir güneş serdim avlulara Bir tay çözdüm, Savrulan yeleleri zamanda buluttu Islak otların üstünden aktı İz bıraktı, Arılar çayırlarımda Odalar dolusu seslere ne oldu Boğuk boğuk büyüyen bu çığlık Yalnızlığı kendi örsümde soğuturken Çıkıp geldin; Aynı zamandan geçtiğimizi söyledin Sen çocuktun, Ben çocuktan sonraki çocuk; Ilgın çiçekleri kokardı Mavi gökyüzünü sen de gördün, Yarılıp kanayan tepelerin ardındaki Gecelerin ayını, Bir su samuru sesini yıkadı, Ilık esti gün batımı Kum dağıldı, Sözcüğün anlamını sordum Kırık bir dalı yükleyip sesine, Yaşamak dedim; Ondan başlamalıyız, Üşüyen tenin ilk iliğini örter gibi Sarı bir düğmeyi aralık bırakıp Beklerken, Uzaklarda bir noktadan çıkıp gelecekle, Yüklüydün, Yağmurun haberini aldın Kara bir suskunluk sana yetmiyordu Biriktirdiğin türküleri salıverdin Bir çocuk uzun kara saçlarını Savura savura yitip gitti Buluttan bir gölge kaldı Taş duvarın önünde. ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *
- ten kokulu dizeler
s ten kokulu dizeler n -mani depresif söylenceler- I aşk ! uysallaştır tüylerimi kavaklar sevişirken...................*en çok kavaklar sevişirken sevişmeli II aşk.....mor fantezi : reçel düşürdüm raftan göbeğin titredi................*benimse bir yağmur sesi soğuttu terimi III eflatun bir sonyazda aşıkların pinokyo taklidi............*hangisi taklit edilemez aşklar kenti ? IV hiç bırakmayacakmış gibi tutup nef'e'simi tar'çın sürdüm önce sonra votka i ş n e ve...astım kendimi memelerine... s e s s i z c e ömrüm düştü yataktan................*çın çın çınladı zaman çıkıp giyindim soyunduğum masaldan... V topla trenlerini...sobeledim hayatı ve seni ararsan geçmişteki istasyondayım her yağmurda ve eskisi gibi....*nasıl özlemişim kendimi... VI gazoz kapaklarıyla oynayalım mı sevgili.... VII iç çamaşırlarına yazıp öyle imzaladım şiirlerimi şimdi aşk buğulu camlarda mandallı her biri*çamaşırlar en çok rüzgarla aldatır bizi... VIII terimle parfümledim kenti ve dansından eridi buz.... IX şiir aralarında ısırgan sürülür ağdalı bacaklara *çok fena! X do sesi verdi hayat raptiyeler fışkırdı düşlerimden *uyanmak için gerçeğe gözlerini kapat ve sonra tekrar aç şekil değiştirecek eşyalar ruhumuza yeni bir dünya ışınlanacak... XI düşlerim yağmura karşı bir yaz gecesinde ayartıldı... *mavi bir sonyazdı en olmazı düşlerin... XII hayat masaj yapıyor ruhuma benimse aklım deniz kokusunda *deniz basıyorum ruhumdaki tırnak izlerine önümde balıklama bir hayat damarlarımda karaya vurmuş yelkenliler oysa bilirsin denizden gitmez trenler... XIII oynat kalçalarını ve ortala hayatımı... XIV şairim hayat sarkıntılık yapıyor dizelerime *şiirlerim kötü alışkanlıktır yıldırım çeker okyanus gecelerinde XV seni uyutup şiirini yazdım öylece iş işten geçmişti kendine geldiğinde XVI sarhoşum düello yaptık hayatla...rakısına XVII ceza yedim...yüksek alkollü çıktı düşlerim *oysa ben sadece seni düşlemiştim... XVIII ba(k/s)ma...midye kabuğu bıraktım posta kutuna *ruhumda m e r d i v e n boşluğu şiirlerimde tuhaf bir karıncalanma... zamk sürülmez şiir kırıklarına... XIX üf ! le ve kurut kolay kurumuyor aşk şiirleri... *karardı oda tüm sokaklar d/inledi... XX hemen bir kurşunkalem a ç ı k s a ç ı k şiirlerime.... ve...XXI delirtici ! boş bir kadeh fotoğrafı gibi izlemek sensizliği bir de anımsamak poşetten bir gecelikle boğduğum kenti bir klarnet sesi gibi...delirtici... * ÖNEMLİ: maviADA'nın BÜTÜN SAYILARINI,YAZI ve YAZARLARINI GÖRMEK İÇİN BURAYA TIKLAYIN *
- Aramızdan Bir Kimse
/ Şenol YAZICI ile HAYAT ve SANAT üzerine * Bu söyleşi 2003'te Aysın Yavuz eşgüdümünde o dönemde DERGİDE olanların da katılımıyla bir tür derginin "sesli düşünme atölyesi" tarzında oluşmuştur. O nedenle güne uyarlanmamış, aslına sadık kalınmıştır. 2003 KimseSİZ Dergisi / ÖZETLE Şenol YAZICI Trabzon'da doğdu. İlköğrenimini Trabzon, Ankara, Sivas'ta gördü. Trabzon Öğretmen Okulunu bitirdi.(1972) Üniversite sınavını ve ardından Beden Eğitim Öğretmenliği bölümü sınavını kazandı, kısa bir süre devam etti, babasının ölümü ve ekonomik nedenlerle bıraktı. Sivas'ta İlkokul müdürlüğü yaptı. Görevli olduğu 73 seçimlerinde silahlı saldırıya uğradı. Saldırı olayı örtbas edilince şikayetçi oldu. İki kez sürüldü, bir kez açığa alındı. Yeni Ortam'da Mustafa Ekmekçi'nin olayı yazması, bizzat Bülent Ecevit'in müdahalesiyle görevine iade edilmişse de, açılan yoğun soruşturmalardan kurtulabilmek için istifa etti.(1974) Yeniden üniversite sınavlarına girdi. Üniversiteyi Ankara'da Türk Dili ve Edebiyatı alanında okudu (1974-1979). Yaşanan kaostan nasibini aldı. Uşak, Adapazarı, Trabzon, Yalova, İzmir ve Bursa'da Edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Eğitim Yönetimi alanında lisansüstü eğitim gördü. (1979) İlk öyküsü yayınlandı.(1979) Milli Eğitim Bakanlığı ve Sivil Toplum Örgütleri adına gerek sanatsal, gerek bilimsel konferanslar verdi, söyleşilerde bulundu, televizyon, radyo programları yaptı. Yüzden fazla dergi ve gazeteye yazdı. Sivas'ta yaşadıklarını anlatan ilk kitabı "Gırlavuk"u 1988 de kendi yayımladı. Çok kötü bir baskısı olan kitap, hiçbir yere varamadı. 1997'nin sonunda 'Selam Söyleyin Ayışığına' nın birinci baskısı çıktı. Ulusal gazete ve dergilerde kitapla ilgili olumlu eleştiriler yayımlandı. Kitabın ikinci baskısını İstanbul'dan bir yayın evi, aynı yılın sonunda yaptı(1998). 1999'da "BENİM KİMSEM OLSANA" adlı öykü kitabının 1. baskısı çıktı. 17 Ağustos 1999 depreminde Yalova'da evi yıkıldı. İzmir'e taşındı. 'Benim Kimsem Olsana'nın 2. baskısı yapıldı(2000). Deneme ve gezi yazılarını topladığı 'SEVGİLİ YAZ ANNEM ' yayımlandı ( 2000). Bursa'ya taşındı. Bir lisede öğretmenliğini sürdürüyor. 2002' Mayıs'ında bir grup arkadaşıyla kimseSİZ / kültür sanat edebiyat dergisini kurdu. Türkiye genelinden bir araya getirdiği on iki kişinin destek ve katılımıyla oluşan derginin genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Derginin dizgi ve tasarımını da yapan yazar, düz yazılarının yanısıra Menekşe BAHAR takma adıyla şiirler de yazıyor. Aysın YAVUZ: Benim 12 Eylül öncesinden de tanıdığım bir Şenol YAZICI var. Hüzne yatkın, ama yaşama dönük duran. Savaşçı, deligöz, sözünü esirgemeyen, gücünü sanki kavgadan alan, yerinde iki saat oturamayan, sarı güle, dağlara ve bilinmeyenlere meraklı, tutkun. Oysa yazmak, sanatsal yazmak; yerinde oturmak, içinde geziye çıkmak değil mi? Edebiyat birikimini, anlatım gücünü bilmeme karşın bu eylemsiz yapısı nedeniyle yazmaya yöneleceğin hiç aklıma gelmezdi. Sanki sana uymuyor. O " tırmanacak ya da çarpacak duvarlar," arayan adam, nasıl oldu da yazar oldu? Beyza ERSOY, Ece YILDIRIM arkadaşlarımız da aynını merak ediyor. Şenol YAZICI. Yazarlık bana yakışmadı mı diyorsun? Aysın YAVUZ.: Alınganlık yok ama. Biraz... Tarzın ve görüntün daha eylemli bir yaşama uygun sanki. Yani sen aksiyon adamıydın. Yaşar ve unutur gibiydin. Şenol YAZICI: Öncelikle alınmadım. Şaşırdım. Ben kendimi kimseye anlatamadım, tam gösteremedim diye düşünüyordum. Oysa bayrakla dolaşıyormuşum. Nasıl ya da niçin yazar oldum, oradan başlayalım mı? Bunun kesin, şundan diyebileceğim bir yanıtını henüz bulamadım. Birkaç özel örneği bir yana koyarsak yazarlık, bir ayakkabı boyacılığı kadar bile düzenli geliri olan, karın doyuracak bir iş olmadığı gibi, en tanınmış olanların bile toplumsal itibarı bir pop sanatçısı kadar değildir. Üstüne üstlük inanılmayacak kadar zor bir iştir yazmak. İnsanı sosyal yaşamdan koparan, dediğiniz gibi içine yönelten, bedensel olarak yaşlandıran, hırpalayan, ruhsal olarak gereğinden çok duyarlı kılarak marazlı bir antene çeviren bir işi niçin sever insanlar? Aysın YAVUZ: Ben görüntüsel anlamda size uymayışından sormuştum, ama şimdi daha bir ilginçleşti. Şenol YAZICI: Yaratılış yatkınlığım bir tarafa, yirmi yıl hazırlanmasaydım, edebiyat eğitimi görmeseydim, yazamazdım diye düşünüyorum. Bütün bu hazırlanma ve birikime karşın iki yüz sayfalık kitabı bir haftada üretemezsiniz, en az bir yılınızı alacaktır, gene de. Oysa, sesiniz güzelse, fiziğiniz de uygunsa kısa sürede çok ünlü bir şarkıcı olursunuz. İşte Tatlıses örneği. Ama bir kitabı üretecek hale gelmek için, gereken birikimi sağlamak bir ömre mal olabilir. Karşılığı diye bir şey yoktur. En baba yazar, yayınlayacak yayınevi bulursa kitabına karşılık yüzde on telif alır. Türkiye de bir iki kişi dışında kitapların en çok bin, iki bin adet basıldığını hesaplarsanız, iki yüz kitaba, yani satabilirseniz, bir milyar liraya bir yıl emek. Kültür bakanlığının da, kitaba ödediği telif de bu çevrede. Ece YILDIRIM: Kitap yayımlatmak o kadar zor mu? Şenol YAZICI: Kitabın yayımı ve dağıtımı edebiyatla zerre ilişkili değil ki. Tamamen ticari bir girişim olan yayıncılık doğal olarak satabilecek olana yatırım yapar. Satabilecek olan da tanınmış olandır, edebi değil. Ben altmış kitabı olan çok yazar biliyorum yayınevi bulmakta sıkıntı çekiyor. A.YAVUZ: Öyleyse bunca insan yazar olmaya niçin özenir? Şenol YAZICI: İnsan, önemli bir şeyler yapmak ister. Kimi zekasına , kimi yeteneklerine, kime becerilerine, kimi de yumruğuna güvenerek ortalara çıkar. Yazan insan, olumlu bir yolla kabuğunu kırmaya, kendini kanıtlamaya uğraşıyor geliyor bana. Yazmak, hele düz yazı yazmak, içzenginliğinin, aklın, yaşamla ilgili yorumsal gücün, bilgeliğin bir kanıtıdır. Ödülü olmasa bile herkesin teslim etmek zorunda olduğu bir kanıt. Aysın YAVUZ: Yani temelde toplumu aydınlatmak değil, kişisel bir çıkış, kendini kanıtlama mı? Şenol YAZICI: Sanırım. Hiçbir yazar, başkaları için yazmaz. Aynı biçimde hiçbir bilim adamı da ömrünü başkaları için tüketmez, diye düşünüyorum. Doğanın özüne aykırı bu. O kabuğunu kırmak, önemli bir şeyler yapmak, kendini aşmak istemektedir. Toplum bu buluştan yarar görebilir, o ayrı. Görürse üreten de mutlu olur. Ama zarar da görebilir. Geçen yüzyılın en büyük buluşu , atom bombasını düşünün. Demem o ki, ne yazarın ne bilim adamının gayretinin altında yatan öncelik , toplumsal yarar değil, daha kişisel bir şeydir. Bir kanıtlama arzusu belki de. Aysın YAVUZ: Sizin yetmişli yılların sonunda yayınlanan öyküleriniz olduğunu biliyorum. Neden sürdürmediniz? Ş.YAZICI. Zaman zaman yaşamında hiç okumadan yazan insanlar görüyorum, kitapları da var. Bir ön hazırlık olmadan belki türkü söylersiniz, ama yazamazsınız. Yirmisinde şair belki, ama kimse iyi bir romancı olamaz, olanaksızdır bu. Benim de bir hazırlanma sürecim olmalıydı. Bir de, herkes dışarılarda gezinirken, duvarlara bakıp yazı yazmam, diye düşünürdüm. Yani yaşam daha önemliydi. Sonra o da sıktı. Kurmaca kendi ürettiğim dünyaya sığındım. Ve yazmaya başladım. Ne var ki hem dergi hem yeni kurmacalar bir arada gitmedi, belki ilerde... Aydın DURAK: Yazın dünyasına ilk girdiğiniz zaman neler hissettiniz? Ş.YAZICI: Düş kırıklığı. Biz peygamberler üretmeye ve tapmaya hazır bir kuşaktık. Tüm etik ve kültürel yapımızı, hatta siyasi kimliğimizi kitaplardan çıkaran bir kuşak. Yazarlardan tanrısal kimi erdemler beklerdik. Bulduğum o değildi. Tıpkı günlük yaşamımızdaki gibi. Farklı olamaz ki zaten, bir ulusun insanı neyse, sanatçısı da odur; iyiler ve kötüler her yerde vardır. Özetle şunu söyleyebilirim. Kitaplara hala çok inanıyorum, yazarlara daha az. Ece YILDIRIM: Dergiye nasıl başladınız ve niçin kimseSİZ adı? Ş.YAZICI: Öncelikle acıtıcı bir tek başınalık değildi derginin ismindeki bildiri. Daha çok içindeki güce güvenmeyi anlatıyordu. Kimse Biz'dik, Siz'diniz. Ama şimdi düşünüyorum da, belki de özünde oydu. Ben yaşamımda sıra insanın ötesinde ne başarmışsam kimseden yardım görmeden yaptım. Ya da kimseleri yaratarak. Dergi için de sizleri yarattım ya. Bursa'ya geldiğim de birkaç yazı çiziyle uğraşan insan, daha önceden dergi çıkarmaya uğraştıklarından, başaramadıklarından, denemekten, bir dergi çıkarmaktan söz etti. Gerek kitaplardan gerek okullardaki etkinliklerimden bir aşinalık var, ama yayıncı değildim. Bir yandan da depremden bu yana yerleşme problemlerini aşıp sağlıklı bir biçimde yazma sürecine dönememiştim. Geçiş sürecini öyle değerlendirebilirim diye düşündüm. Ayrıca yeniye el veren, var olan değerleri açığa çıkarmaya uğraşan, gündemde olanla ilk kez yazanı aynı değerde tutan bir dergi, halkına omuz veren devrimci bir eylem geldi bana, neden olmasındı? Bir grup olarak başladık, ama derginin yüzde doksanı üstüme kaldı. Dergi çıkaralım, diyenlerin büyük bölümü işin maddi boyutu söz konusu olunca, dergileri salt "muhabbet kafe" olarak algılayan bir grup da, çalışma, gece gündüz uğraşmak gerektiğini görünce çekildi, geriye bizler kaldık. Bedriye SÖNMEZ: Sürecek mi? Eylül sonrası bırakacağınız söyleniyor. Şenol YAZICI: Ben bıraksam da, sizler varsınız. Tüzüğümüzde yer alan kurucu misyonum, Haziranda sona eriyor. Bunca yükü tek başıma daha fazla taşımamı da kimse beklememeli. Ne kadar yorulduğumu ben bilirim. Derginin yoğunluğundan uzun süredir Menekşe BAHAR adıyla yazdığım şiirler dışında yeni bir yazı yazma olanağını bulamadım. Ayrıca benim damgamı tüm dergiye vurmam onu bir çıkmaza sürükler. Artık dergi bundan sonrasını götürebilecek güçte gözüküyor. Olmalı. Yeni ellerde, yeni renklerle daha da büyüyecek ve ben de desteğimi sürdüreceğim. Yeni insanlar gelecek dergiye biliyorum. Beni üç seçimde de ısrara ederek siz seçtiniz, şimdi yenisini seçeceksiniz, hepsi bu. Ayşe TEHMEN: Biz bu güne dergiyi birileriyle mi getirdik? Gelmezse ne olacak, bırakacak mıyız? Ş.YAZICI: O bağlamda değil sözüm. Aslında durmadan birileri geliyor. Dört yüzü geçen abone sayımız bir kanıtı, ama çoğalmalıyız daha. Çoğalamazsak yaşamayı hak etmiyor dergi, demektir. Ona can vermek, duyurmak, yaşamı için gerekli temel kaynakları yaratmak bizim misyonumuzdu, ama bundan sonrasını kendisi götürebilmeli, insanlar ona gereksinme duymalı, yaşatmalı. Dergide kitabının duyurulması, yazısının ilk sayfada yer alması için gönderen tanınmış yazar da, kendine şans tanınan yeni yazan da bir emek vermeli, vefa duymalı, en azından o dergiden satın almalı, çevresine duyurmalı. Ona okuyucusunu da benim yaratmamı beklerse fazla olur , dergi tıkanır. Bedriye SÖNMEZ: Satın alıyorlar mı? Ş. YAZICI: Hayır. Özellikle tek işi yazmak olan bir çok dost, elli sayfa yazı gönderiyor, kitabı kapakta yer alsın istiyor, bir yazısı dergide çıktı diye imza günlerinde, tüm grubun hatta abonelerin de önünde kuyruğa girmesini bekliyor. Çıkan yazısını haklı bir övgüyle göstermediği yer kalmıyor, fotokopisini çektirip dağıtıyor ama bu dergi nasıl yaşıyor diye sormuyor, satın almıyor, yayılmasına uğraşmıyor. Bir de yetmiyor içinde olduğu dergiye yıkıcı eleştiri getiriyor. Ne yaparsınız? Bu dergiye ihtiyaç varsa yaşar, yoksa uğurlarız. Papirüs'ün, Düşlem'in, Biçem'in, Kıyı'nın, Burhan GÜNEL'in Karşı'sının,.. Türkiye'deki bir çok derginin başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelecektir. As'lolan başarmaktır, onurunla ayakta durmak. Spartaküs'ü Spartaküs yapan eylemidir, utkusu değil. Bin yıl olmasa gerek iyi yaşamın ölçütü. Ece YILDIRIM: Yıllar önce bir gazetede bir dörtlüğünüzü okudum. Yalnızlığı iç kanatıcı bir biçimde tanımlıyordu. "Cemre düşmez dağlarıma, Nevruzlar başka tanrıların çocukları Artık bir lokma , bir hırka, bir de sen değil hayat, kimsesizlik giyneğimiz, Üşürüz, çok üşürüz." İnsanlar sizi bir öykücü, bir denemeci biliyorlar. Aynı zamanda bir şair olduğunuzu bilmiyorlar. KimseSİZ'de Menekşe BAHAR adıyla yazdığınız güzel şiirleri sürdürecek misiniz? Ş.YAZICI: Ben de herkes gibi yazmaya şiirle başladım, ama sonradan düzyazıyı yeğledim, olay kurgulu anlatımla sürdürdüm. Bildiğiniz gibi kimseSİZ'i çıkarırken yaşadığımız sıkıntılardan biri de iyi şiir bulmaktı. Var olan iyi şiirler de bizim ait olduğumuz bir teması olan toplumcu çizginin dışında bir yerlerdeydi. Öykü sayımız her sayıda yeterli olduğu için öykü alanım olduğu halde deneme ve gezi yazılarıyla yetindim. Derginin bu açıdan desteklenmesi için takma bir adla şiire başladım. Çalakalem yeterince demlenmeye bırakmadan dergiye verdiğim o şiirlerin olumlu tepkiler alması, birkaç dergiden yazması için Menekşe'ye öneriler gelmesi beni kuşkusuz çok mutlandırdı da... Ne var ki artık Menekşe'ye gerek olmayacak kadar dergide şiirimiz güçlü. Ali ERYÜKSEL: Metin GÜVEN, "kötü şiir sahibinin suçudur, bir dergide yer alıyorsa yayın yönetmeninin," diyor ne dersiniz? Ş.YAZICI: Metin GÜVEN yerden göğe haklıdır. Ama en iyiler bile arada bir kötü şiir, kötü yazı yazar. Önemli olan umut vermesi, belli ölçütleri aşmasıdır. Dahası ben bu yargıyı daha da geliştirebilirim. Yazılmasının üzerinden altı ay geçmemiş, demlenmeye bırakılmamış tüm şiirler, yazılar yeterince iyi değildir , diye düşünüyorum. İyi de dergilere, bana, edebi seçki yetki beratını kim veriyor? Genel yayın yönetmenlerinin mutlaka yazar, edebiyatçı olması gerekmiyor, aksine en az yazar, en çok eşgüdümcü, iyi bir yayıncı olması beklenmeli. Her dergi çıkaran tek seçici olursa... Dergi güzellik yarışması yapmaktan çok, beğeniye sunar. Fakat bu dergi, abone de dahil herkesin katılımıyla oluşan, yaşayan bir imece ürün değil de kişisel sermayemle oluşturduğum bir girişim olsaydı her yazılan iyi şiire telif ödeseydim, kendi anlayışımdaki şiir dışındakilere kuşkusuz yer vermezdim. Öyle bir iş, bana haz verir miydi, ayrı. Yine de üstadın sözünü aklımda tutup bir dahaki sayıda ilk sizin şiirinizi yayından çıkaracağım Ali Eryüksel, olur mu? Çünkü kopyala yapıştırla şiir yazıyorsun. Şu anda sorunuzda yaptığınız gibi... Yüksel AKYÜZ: Başlangıçta da sordum, hala soruyorum kimseSİZ'in çizgisi ne? Ş.YAZICI: Sayın Akyüz, birkaç sene daha yapsak siz bu soruyu sorarsınız. İki nedenle; net bir yanıt verilmeyince köşeye sıkıştırdığınızı sanıyorsunuz, o zaman da kendinizi iyi hissediyorsunuz, ikincisi siz kendinize bir çizgi tutturamadınız, derginin belirgin bir çizgisi olursa kendinizi tanımlayacak bir şey bulacak, rahat bir nefes alacaksınız. Oysa insanın ömrünce sabit kalan bir çizgisi yoktur, olursa diyalektiğe aykırı. Yukarıdaki yanıt, size de aynı zamanda. Sizin çizginiz neyse, Ali arkadaşın çizgisi neyse derginin çizgisi de o. Herkesin katkısıyla oluşan bir derginin kişiye bağlı bir çizgisi olamaz. Ancak nitelikli, evrensel, ancak etik, ancak insan yanlısı olur. Başkasını diyen yalan söyler. Bizler siyasi kimlikleri yaşam anlayışları, zevkleri, eğitim düzeyleri farklı insanlarız. Tek paydamız kültür sanat ilgisi. Bunun dışında bir payda çoğuna uymayacaktır. Nasıl bu insanlara, bundan sonra şu çizgide ve tavırda düşüneceksiniz, dersiniz? Biz ancak türünde nitelik bekleyebiliriz. İyi öykü, iyi şiir gibi... Hasan GÜLERYÜZ: Her derginin bir tavrı var, bizim de olması gerekmez mi? Şenol YAZICI: Her halde siyasi tavır yani parti kastediliyor. Size anlattığım gibi ilkokul öğretmenliğim sırasında bana haksızlık yapanları mahkum etmem kolay olmuştu. Karşı siyasi görüştendiler. Gariptir, 99'da deprem sonrası İzmir Bornova'ya atandığımda bana yardımcı olanların bir kısmı da o karşı görüştendi. Ne var ki, aynı yerde keyfi uygulamalarıyla beni canımdan bezdiren devletin kendine verdiği yetkileri keyfince, zalim bir kral gibi kullanan bayan şube müdürüyle, evraklarımı sümenaltı eden bayan şef de benim yakın olduğum siyasettendi güya. Sonradan onlarla dost olduğumda açıklamaları neydi biliyor musunuz; bana destek olanlara bakarak beni de karşıt çizgiden sanmışlar; ahmaklık da insana özgü. O bir tavra karşı olduğum gibi, insandan başka hiçbir şeye inanmıyorum. Ayrıca benim ne mecburiyetim olabilir ki bir partiyi tutmak ve savunmak konusunda? Bedriye SÖNMEZ: Yazmak nedir? Onu ne dürtüler? Ş. Yazıcı: Yazmak, birden tutturduğunuz bir türkü gibi, biraz da nedensiz ve içseldir. Sait Faik'in dediği gibi an gelir yazmazsanız, çıldırabilirsiniz. Ya da anlatmazsanız... Anlatacak ya da anlayacak kimse bulamayışıma bağlarım, kendi anlatma arzumu, içsel konuşmamı. Beş yaşımda gurbete çıktım, öğretmenlik yapan üvey ağabeyime eşlik edeyim diye gönderdiler. Bir çıktım, pir çıktım. Sivas, Ankara, Trabzon... farklı kültürlerden etkilenerek, çocuk dünyasında en son ve en zor tanımlananı; yalnızlığı keşfederek ilköğretimi tamamladım. O yaşta annemden ayrı düşmek, büyük bir haksızlığa uğradığım hissi ve anlatacak, yanıt alacak kimsemin olmayışı... Ya da anlayacak kimsenin olmayışı... Ondan sonrasının, gençliğimin de gık demeden katlanmak zorunda olduğum haksızlık ve kırılmalarla dolu olduğunu düşünürsek... yazmamda temel etkendir diye düşündüğüm olur. Ne var ki, benzer acılı koşullardan geçmeyen kimi öğrencilerimde de başarılı anlatıcılar çıktığını görünce bunun daha bir içsel özellik olduğunu düşündüğüm de olur. Bu bir özellik: Kimilerinin sesi güzel olur, kimiler iyi türkü söyler, kimileri de güzel anlatır... daha doğru sanki. Yazmak, alışılmış düzenlerde çarpışmayı reddetmek, bir başka dünya yaratıp oranın peygamberliğine soyunmak, yani bilinen boyutlardaki dünyaya bir isyan, bir kaçıştır. Aysın YAVUZ: Bu sanki size daha bir uygun. Nasıl bir isyan? Devlete mi? ŞenolYAZICI: İsyan hep bilinen biçimlerde ve hep devlete olmaz. Bilirsiniz herkesin gözünün kör olduğu yerde ,sizin bir gözünüzün açık olması avantaj değil, dezavantajdır çoğu kez. Kendinize, yüreğinize, çevrenize, sürgit yaşamaya zorunlu tutulduğunuza, herkes doğru diyor diye yanlışlara doğru demeye, birilerinin dayattıklarının yaşamaya , çürümeye, ibrikçi başına... isyandır. Fehmi ENGİNALP : Kitaplarınızda doğa ve insan sevgisi üzerinde duruluyor. Peki toplumsal olayları kaleme almayı düşünmüyor musunuz? Şenol YAZICI: Toplumsal olaylar da sanatın konusudur kuşkusuz. Dahası yazar, çağının tanıdığıdır ama toplumsal olayların haber muhabiri değildir. İnsanı anlatan bir sanat yaşamın dışında olamaz ki. Kahramanınız bir "Cumartesi Annesi" ise olayı anlatıyorsunuz demektir. Sivas'ta yakılan birinin kızıysa konunuz, siyasete,topluma,insana değinmeden geçemezsiniz. Ama sizin sorunun odağı, siyasi tavır oluşturmaya niyetli, Gorki'nin ANA'sı gibi salt ideolojik kitaplar yazmamsa, değişmezsem o kolaylığa düşmeyeceğim. Toplumcu olmak , ya da yurdunu sevmek ya da inançlı olmak 12 Eylül öncesi ideolojilerin süregelen yeni modellerinin tekelindeyse ben oralarda değilim. Ben insanın serüvenini anlatmaya uğraşıyorum, tabi önce anlamaya... Örneğin ilk kitabında da yerinden yurdundan olan insanların acısını, farklı inanışların kaynaşma sorunlarını, bir diğerinde yeni kurulan Cumhuriyete uyum sağlamaya çalışan kuralsız yaşayan insanın zorlanmasını, birinde eğitim sisteminde zaman zaman gözlenen dayak ve zalimliğin nasıl ideolojik ya da inançlarla ya da eğitsel kılıflarla haklılaşabildiğini '!) , bir kaçında on iki eylül öncesi olayları anlatıyorum. Yani soluduğumuz siyasetken sözünüzde ondan uzaklaşamazken, bir de kalpten kurgulayıp alkışlamaya ne gerek var? Ece YILDIRIM: Nasıl yazarsınız, neler hissedersiniz? Şenol YAZICI: Sanatsal üreticilik ya da yaratıcılık içsel bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü , yaşamı anlatırsınız ama, yardımcı kaynağınız , araç ve gereciniz dıştan çok içinizdedir. Sanatçı , fotoğrafçı ya da haber muhabiri değildir. O yaşanmışı ya da yaşanabileceği kendi deneyimleriyle eritip harmanlayıp yeni bir şey üretir. Bu da yoğun bir içe dönüş, dahası inanılmaz acı veren bir doğum gibidir. Bu acının çokluğu ve tanımlamadaki yeteneğiniz üretilenin gücünü de artıracaktır. Şöyle anlatayım. Irak savaşını, bombalanan çocukları izlerken gözleriniz yaşarır. Alıp bir haberci tekniğiyle yazsanız kuşkusuz herkes etkilenir. Ne var ki, bir öykü bir roman olması için onu kendi yüreğinizde, aklınızda harmanlamanız yeniden kurgulamanız, her sözcük ve eylemi yeniden zincirlemeniz gerekiyor. Gariptir, ama yaşamın kendisindeki saçmalıklar, ebedi eserde yersiz ve inanılmaz olur. Bunları aştıktan sonra hiç bir yaşanmışa benzemeyen bütün yaşanmışlardan daha güzel ya da daha bir etkileyici bir yaşam dilimi ortaya çıkar. Öykü odur. Tıpkı balın bal olması için arıdan geçmesi gibi. İşte yazar benzettiğimiz gibi, yaşar, yaşadıklarını içinde harmanlar. Çok okur, bildiğini anlatabilmesi için araç olan dili öğrenir. Yaratılıştan gelme bir anlatma yatkınlığı vardır. Bir imge gücü vardır. Birleşir bir edebiyat eseri oluşturur. Bunlardan birinin eksikliği yazamayacağınız anlamına gelmez . İmge gücünüz yok dil ve aklınız iyiyse iyi bir araştırmacı, yüzlerce kitabı olan düşünce adamı olabilirsiniz, ama şair olamazsınız. Yeterince aklınız olmasa bile saz çalabilir , şarkı söyleyebilirsiniz de, iş bir unutulmayacak dize üretmeye geldiğinde zorlanırsınız. Sanat o dizedir. Rahmi AYDIN: Avrupa'da yazarlara devlet desteği, kredi, sponsor gibi kolaylıklar var. Siz bir yerden destek alıyor musunuz? Şenol YAZICI: Hiç batı görmeyen bile, iyi örnek olarak orayı anlatıyor, gerçekten öyle mi bilmiyorum. Olması bana garip geliyor. Sanatın bir tek tanrısı vardır; o da zaman. Kim belirliyor sizin gerçekten sanat yaptığınızı? Ya da nasıl ne tür yapacağınızı?.. Belki çok kitap okunduğunu, iyi satan bir kitabın da çok para kazandırdığını söylemek mümkündür ama, Avrupalı da istedi diye çağının Tolstoy'unu yaratamaz. Belki vergiden muaf tutuyordur kazancını, o tür kolaylıklar olur da... Zaten adamların belli bir sosyal yaşam güvencesi var. Yazarlar diğer sanatçılar gibi değildir, iyi eğitimli olmak zorundadır. Okumamış, yani ümmi yazar ancak bizde olur, batıdakilerin çoğu çok iyi eğitim görmüş insanlar. O zekayla, devletinin sosyal olanakları ve bireysel güvenceleri birleşince... Bizde birkaç yıl önce bir demokratik sol hükümet, yani umudumuz Ecevit, yazarlara defter tutma zorunluluğu getirecekti neredeyse. Herhalde kendisi şiirden çok para kazanıyordu, vergiler ziyan olmasın dedi. Yakın zamana değin yazarın itibarı hapse giriş süresiyle orantılıydı. Allah'tan o günler aşıldı. Hangi tür destekten söz ediyorsunuz ki? Bir destek söz konusu olursa bizde, ardından beklenti geleceğini bilmeli; o beklenti de herhalde parti şairi yazarı olunmasıdır. ATAÇ gibi değerli bir kalemi o zamanın tek partisine yakınlık bile zedelemiştir, düşünün. Ya da Necip Fazıl'ın dergiciliğini... Bu, sanatın özgür yapısının özelliği; sanat kimseden yardım göremez, belki de görmemeli. Bizde çok yaygın: Bir partinin, bir ideolojinin emrine girmek, çok satar olmak mümkün. Bakıyorsunuz yirmi yıl geçmiyor,. O kulu olduğunuz iktidar ya da düşünce silinip buhar olmuş, nasıl açıklarsınız savunmanızı? Sanatçının tek tarafı var, o da insan. Tek tanrısı da, zaman. Ece YILDIRIM: Kitaplarınızda sevgiler birbirine kavuşamıyor. Bu acımasızlık niye? Sanat görüşünüzle ilgisi var mı? Şenol YAZICI: Kitaplarım da birey ve etik öndedir. Ama çizgimi tam tutturduğum söylenemez. Gene ilkeli bireyleri de olan kitaplar yazacağım. Ama aklımı mı duygularımı mı öne alacağım bilemem. Kavuşamamak olgusuna gelince, hepsinde öyle değil. Körün taşının denk geldiği zamanlar olur. Benim Kimsem Olsana'nın öykülerinde sevgililer kavuşur. Savaşırlar bunun için, yaşayacaklarını terk edip o ulvi sevgiliye kendilerini hazırlarlar. Ama söylediğinizde doğruluk payı olabilir. Selam Söyleyin Ayışığına kitabım duyguların egemen olduğu yaşam gerçeğine daha bir yakın bireyi önceleyen bir kitaptı. İkincisiyse, aklın egemenliğini savunan, yaşam gerçeğini zorlayan bir kitap. Selam Söyleyin Ayışığına'nın bütün öykülerindeki kavuşamama olgusu duyguların bir üretimi ve yaşamın bir gerçeğiydi. Yaşam oydu; biz rastlantısal kazanırız. En başarılılarımız en şanslılarımızdır aslında. Yenilerek büyür ve öğreniriz. Ufacık şeyleri kafaya takar sevdiklerimizi terk eder, yaşamsal gurbetlere çıkar, sonra da akıl almaz alçaklıklara gık demez katlanırız. Ardından hayat deriz. İlk kitap oydu. İkincisi akıldı. Aşkı gerçek aşkı akılla ayırt edebilirsiniz. Öğrenir ve gereğini yaparak yaşayabilirsiniz. Kitaptaki Gülbeyaz, Yıldız'la Su, bunu yapıyor ve ... Ve'den sonrası bilmediğimizdir. Ve'den sonrası hayattır ve hayatın gerçeği bambaşkadır. Her kavuşma bir ayrılık hazırlığıdır aslında. Yıldız'la giden Su dağlarda ne kadar kalır? Kentsel yaşamı özlemez mi? Sevdiği uğruna bir insanın ölümüne neden olan Gülbeyaz, yoksulluklar kapıyı çalınca zengin taliplisi muhtarı aramaz mı dersiniz? Etik başka bir şey, yaşamsal gereksinmeler başka. Etik akla ve söze dayalıdır, öğrenme gerektirir, o yüzden uygulaması çok zor ve enderdir. Doğal yaşamsa en beyinsizi bile kollarına alır, sarar götürür. Kurallarını harfiyen dayatır. Dedik ya, doğanın ahlakı yoktur, ahlak öğrenilir. Sevda da. Her dokunmayı aşk saydığımız bir dönemimiz vardır. Peşinden ölümlere gittiğimiz dönem. Şöyle bir düşünün: Gerçek aşklarımız bir zamanlar denk geldiğimiz ama ıskaladıklarımızdır. Öğrenme yeteneğimizin kıtlığını kabullenmez, başka insanları, karşımızdakini suçlarız. Çoğu kez asıl istediğimize, seçtiğimize kavuşamayız. Seçmeyi bile bilmeyiz. Daha doğrusu asıl istediğimiz hep geride kalandır, elimizde olan değil. Siz hangi kavuşmadan söz ediyorsunuz? Kavuşma mı varmış yaşamın aslında? Kendinize çaresizlikten öğrettiğiniz vardır bir tek. Bu yönü acıdır ve acı olandır namus. Elde ettiğinle yetinmeyi bilmektir yani. Dilber SAKA: Öykülerinizin en azından bir bölümünde yöresel öğeler, Karadeniz kültürü baskın. Karadeniz öyküye kültürüyle,yaşama biçimi, pilekisiyle, harağıyla, fındığıyla yansımış... Karadeniz öykücüsü olmayı sürdürecek misiniz? Şenol YAZICI: Başladığımda böyle bir amacım yoktu. Böyle bir amaçtan korkarım da. Bir mekan gerekliydi kimi öykülerde. İyi bildiğiniz bir mekan. Yörem en iyi bildiğim olsa da , bütününden çıkarılacak bildiri benim için önemli. Ailemi kaçınılmaz olarak çok sevsem de bütün insanlar benim bir parçam. Varsayın ki, salt Karadenizlilerden, ya da salt bizim ailemizden oluşan bir dünya olsa, o ıssızlıkta sıkılmaz mısınız? Sonra yazmanın ne sınırı, ne mekanı, ne ulusu vardır. İnsan insandır. Tolstoy Rusya'yı anlatmış geçmişte, bugün bizim de birinci romancımız. Fransız Madam Bovary'de de bir çok Türk kadını, hatta erkeği de kendini bulabilir. Bir dili araç kullanan edebiyat, istese de istemese de yöresel, insanı konu aldığından dolayı da evrenseldir. Ayşe TEHMEN : Yeni kitaplar yazacak mısınız? Şenol YAZICI: Tabi. Ancak hazır olduğumda. Ben edebiyatın mutfağından geliyorum, en iyi örneklerini bilmem gerekli. Tolstoy, Stendhal'ı, Aymatov'u, Eco'yu, Dede Korkut'u ve diğerlerini... Edebiyat onlar. Şimdi, satsın diye piyasa da göklere çıkarılanlar değil. İyi bir yazar, Bursa'ya, İzmir'e değil, sadece iki binli yıllara değil daha uzaklara oynamalı. İyilere hazır olduğum anda yazacağım, tabi hayatta o fırsatı verirse... Kötü yazmaya artık şansım da yok, hakkım da. Dün bana, şans tanıyan , acemiliklerimi hoş gören , öven okuyucu bundan sonra hatamı affetmeyecektir, etmemeli de. Yalnız bu dergiyle ilgili değil. Dergi yayıncı işi, yazarlık değil. Varsa hatamız, profesyonel dizgiciyi, doğru matbaayı buluncaya değin bir süre daha hoş görecek. Ya da gelip ucundan tutacak... Ben dergiyi kişisel işim saymıyorum, o imece bir iş; ben sadece ona yediemin olma onurunu taşıyorum. Bana bu onuru veren size de teşekkür ederim. BURSA 2003 KİMSESİZ DERGİSİ , 4.SAYI
- On Binlerin Dönüşü ve Trabzon
ANABASİS * Xenophon Süleyman REİS ANABASİS'de Trapesus’a varış şu cümlelerle başlıyor: Buradan sonra, iki günde yedi parasang yol giderek Trapezus’tan denize vardılar. Burası Sinope’nin kolonisi idi. Pontos Eukseinos kenarında ve Kohlar’ın memleketinde kurulmuştu. Helenler burada, Kohlar’ın köylerinde 30 gün dinlendiler. Ve buradan Kohlar’ın memleketini yağmaladılar. Trapesuslular onlara satılık yiyecek arz ettiler. Onları şehre aldılar ve sığır, un, şarap gibi hediyeler verdiler. Komşularla dostluk ahdetmeleri için aracılık yaptılar. Bunlardan da dostluk hediyesi olarak sığırlar geldi.(Anabasis s 151) Bölgemizle ilgili bilinen bu en eski yazılı kaynakta orijinal anlamıyla ifade bulmuş olan PONTOS kavramı günümüz yorumlarına açıklık getirecek nitelikte olması bakımından oldukça önemlidir. Her nedense, bugün, Pontos denince Rum, Rum denince de akla Egenin karşı kıyısı gelmektedir. Eğer biraz dikkat edilecek olursa, bu kavramdan böyle bir anlam çıkmamaktadır. Zira, Xenophon, kurucularını belirtmeden, açık ve net bir ifadeyle; ‘Trapesus Kohların memleketinde ve Pontos Eukseinos kenarında’, yani, ‘Karadeniz kenarında kurulmuş bir şehirdir ‘demektedir. Pontos sözü Karadeniz’in mitolojik adıdır. Coğrafi bir kavramdır ve tek başına Karadeniz anlamına gelir. Zamanla, Sinop’tan Karadeniz’in doğusundaki kıvrımın ortalarına kadar olan sahanın siyasi adı olmuştur. Helence değildir. Helenler bu mitolojik Pontos adına Eukseinos sözünü eklemek suretiyle Karadeniz’i PONTOS EUKSEİNOS olarak ifade etmişlerdir. Eukseinos sözü misafirperver anlamına gelir. Bu, kimilerince Karadeniz’in, kimilerince de yerel kavimlerin haşin karakterini anlatmak için kullanılmış ironik bir ifadedir. Bu paragrafta üzerinde durulması gereken bir diğer husus, " Burası Sinope’nin kolonisi idi" ifadesidir. Sinope merkez olmak üzere Amisos, Kotyora, Kerasus ve Trapesus Sinope’ye bağlı birer kolonidirler. Koloni kurma faaliyetleri ilk M.Ö. 750-650 yıları arasında başlamış, ancak sınırlı sayıda kalmıştır. Koloni kurma çalışmalarının ikinci evresi M.Ö.650-550 yılları arasıdır. Bu dönemde onlarla, belki de yüzlerle ifade edilecek sayıda koloni kurulmuştur. Küçük küçük şehirler, şehir devletleri ve milletler Akdeniz’in ve Ege'nin dört bir yanını doldurmuştur. Sicilya, Kıbrıs, Rodos, Girit başta olmak üzere birçok adada; Adriyatik ve Ege Denizi kıyılarında, Tekirdağ, Marmara, Karadeniz sahillerinde, Azak Denizinin iç ve en uç noktalarında sayısız koloni kurmuşlardır. Trabzon'da, kısaca özetlenen bu muazzam geniş coğrafyada kurulmuş olan yüzlerce koloniden biridir. Onu, İtalya, Fransa, İspanya, Libya, Mısır, Suriye ve Karadeniz sahillerinde kurulu diğer kolonilerden farklı kılan her hangi bir özelliği ve ayrıcalığı yoktur. Henüz Helen birliğinin kurulmamış olduğu bu dönemlerde en büyüğü dört beş bin kişiden oluşan bir kent devletinin veya bir toplumun denizaşırı uzak yerleri iskân edip oralarda yeni şehirler kurması; tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlayacak iş gücünü oraya aktarması, ticaret ve denizcilik faaliyetlerini gereği gibi yürütebilmesi için eleman ayırması, orada güvenliği sağlayacak bir güç oluşturması, sayısal olarak, akla ve mantığa çok da uygun bir görüş değildir. -Salihli Sard'ta başlayan Onbinlerin Yürüyüşü gene aynı yörede sona erecektir- Sadece Miletliler’in 90 kolonisi olduğu bilinmektedir. Milet, Menderes ırmağı ağzında kurulmuş bir Anadolu kentidir. Tüm Miletliler; yaşlı-genç, kadın-çocuk bu 90 koloniye paylaştırılacak olsa koloni başına ancak 30-40 kişi düşer. Koloniler, sanılmakta olduğu gibi denizaşırı ülkelerden gelip iskân edilen yerler değil, aksine, yerleşik nüfusu yoğun ve ekonomik potansiyeli yüksek olan yerlerde, yerel egemenlerin vergi karşılığı, uzak diyarlardan gelmiş gemici ve tüccarlara tanıdığı imtiyaz sonucu kurulmuş bir ticari sistemin adıdır. Tek cümleyle, kolonilerin kuruluş nedeni, siyasi hâkimiyet değil, ticari faaliyettir. Kitabın sondan ikinci paragrafının sonlarında, Büyük Kralın (ki bu Pers İmparatorudur) şehirlerinden geçmiş olduğumuz valilerin adları şunlardır(s 277) diyor. Bunlardan bir tanesi de Kapadokya’da Mitradet’dir. Bu Mitradetler, bu tespitin yapıldığı tarihten yaklaşık 100 yıl sonra, Pontos Krallığını kuracaklardır. Belli ki Mitradetler bu bölgenin yerli ve saygın bir ailesidirler. Komana, Pontos Krallığının, özellikle ekonomik anlamda, önemli bir şehridir ifadesi, daha önce Pers asilzadesi olarak verilen Mitradetler’in Kuman asıllı oldukları varsayımını akla getirmektedir. Tokat şehrinin dokuz kilometre yakınında ve halen arkeolojik çalışmaların sürdürülmekte olduğu Komana’nın antik bir Kuman şehri olduğu belirlenmiştir. Mitradet’in valisi olduğu bölge Pers İmparatorluğunun 19. Satraplığıdır. Bilindiği üzere Pers İmparatorluğu satraplık düzeni ile yönetilirdi. Satraplık bir çeşit eyalet, Satraplar da genişletilmiş yetkilere sahip bir çeşit eyalet valisidir. İskender’in meşhur Asya seferi esnasında bu satraplık anlaşma yolu ile İskender hâkimiyetini kabul etmiş ve İskender orduları bu bölgede Sinop’tan doğuya geçmemiştir. İskender’in ölümünü takibeden dönemde muazzam imparatorluğu generalleri arasında paylaşılırken Mitradet Hanedanından olan Satrap, Kapadokya’nın bir bölümünü de içerisine alan bu sahada Pontos Krallığını kurmuştur(M Ö 298-63). İlk başkentleri Amasya’dır. Amasya vadisindeki kaya mezarları ilk dört Pontos Kralına aittir. Daha sonra, Sinop fethedilince başkent oraya taşınmıştır. Pontos Kralı V1. Mitraded’in Anadolu’yu işgal etmeye kalkışan Romalılara karşı verdiği kanlı ve çetin mücadele insanlık tarihinin mühim hadiselerindendir. Roma’yı can düşmanı bilmiş, onlarla yaptığı uzun süreli savaşlarda müşkül duruma düşmüş ve damadı olan Ermeni kralına sığınmak zorunda kalmıştır. Giresun yakınlarında bir kaleye sakladığı ailesinin, Romalıların eline geçmemesi için, ölüm şeklini kendileri seçmek üzere katledilmelerini emretmiş olması tarihin en trajik hadiselerinden biridir. Ne acıdır ki, bugün hala bunlara, aslen Romalı anlamına gelen Rum demeye devam edilmektedir. " Mahmut Goloğlu’nun Pontos Krallığı ile ilgili kullandığı heyecan verici bir başlık vardır: ANADOLUNUN MİLLİ DEVLETİ PONTOS. Bu ifade, on cilt kitapla anlatılacak kadar anlam yüklü bir ifadedir. Bir hakikat tek bir çümleyle ancak bu kadar etkili anlatılabilir. Evet, Pontos Krallığı Anadolu evlatlarının kurduğu ve başka milletlerle hiçbir organik bağı olmayan Anadolu’nun gerçek milli devletidir. " Kitap şu cümlelerle bitmektedir: Karduklar, Skaylebler, Kaldieliler, Makronlar, Kohlar, Mosinekler ve koitler bağımsızdırlar ve kendi kanunlarına tabidirler. Paphlagonya’da Karylas, Bithynia’da Pharnobazos ve Avrupa Thrakia’sında Seurhes hükümdardı(S 277). Özellikle Trabzon çevresinde yerleşik Kafkas kökenli bu yerel kavimler, yabancı egemenlere boyun eğmeyen, hareketli, yerinde duramayan, vur kaça, talana meraklı kavimlerdir. Pontos Krallığını yıkan Roma düşmanlığını, Trabzon Krallığı dönemine kadar, yaklaşık 12 asır, hiç eksiltmeden, nesilden nesile aktarmak suretiyle yaşatmışlardır. Bir yandan da, asırlar boyunca Romanın ve devamında Bizans’ın korkulu rüyası olmayı sürdürmüşlerdir. Bir türlü denetim altına alınamayan bu kavimlere bu asi özelliklerinden ötürü, haydut- eşkıya anlamına gelen TZAN/SAN/ ÇAN denmiştir. Bu gün Samsun‘da yaşatılan CANİK adı merkezi otoritelerin mücadele ede ede batıya attığı bu asi kavimlerden gelmektedir. İlyas Karagöz’ün, Gaiadan Karadeniz Uşaklarına adlı çalışmasında haşin karakterli bu yerel kavimlerle ilgili Romalıların uygulamış oldukları ibret verici bir tespit vardır: ‘Çevredeki Romalıları yağmalamakla ve hırsızlıkla geçimlerini sağlarlardı. Çünkü onların memleketleri besi maddelerini üretecek nitelikte değildi. Bu nedenle, Roma imparatorluğu her yıl bunlara belli bir miktar parayı ödemekle yükümlü idi. Ödeme şartı ise, çevrelerini yağmalamama şartı idi. Ama bu insanlar atalarından miras kalmış yağmalama yemini gereğince yine de yağmalamaktan vazgeçmezlerdi. Ermeni ve Bizanslılara yaptıkları ani hücumlar kayıplara sebep olur, bu ani hücumlardan sonra yurtlarına çekilirlerdi. Rastlantı olarak, bir Roma askeri birliği ile karşılaştıklarında onlara saldırır, mağlup ederlerdi. Yaşadıkları yerlerin sağlamlığından boyunduruk altına alınamazlardı"( S 20). Bu arada, bölgedeki Roma hâkimiyetinin birkaç garnizon ve stratejik önemi nedeniyle elinde tutmaya çalıştığı Trabzon şehrinden ibaret olduğu bilinmelidir. Bizans döneminde de bu insanlar ne vergi verir ne de bir görev üslenirlerdi. Yine İlyas Karagöz’ün aynı adlı çalışmasında Jüstinyen’in, bu insanları kazanma adına yaptığı tarihi uygulama ile ilgili şöyle bir tespit vardır: ‘ Bizans İmparatoru Jüstinyen(518-527) bunlardan çok korktuğundan aklına şöyle bir çare gelir. Tzanlar’ın memleketi yolsuz, her tarafı uçurumlarla çevrilmiş, çoğunluğu ormanlarla kaplı olduğundan, önce bu insanlarla bağlantı kurabilmek için yollar yaptırılır, bu yolsuz yerlerle iletişim kurulur. Böylece bu vahşi, haşin, kendi içlerine dönük, dünyadan haberleri olmayan, kendi başlarına vahşi hayvanlar gibi yaşayan bu insanlarla ilişkiler kurulur. Dış dünya ve komşuları ile ilişkiler kurulduktan sonra yörede kiliseler, kaleler yaptırılır. Kalelere askeri kuvetler, kiliselere din adamları yerleştirilir. Böylece çok tanrılı bu insanlar Hıristiyanlaştırılır. Tanrıtanımaz bu insanlar Allah’a dua etmeye, Allah’ın rahmetine sığınmaya davet edilirler(S 21). Tabiri caizse, Roma ve Bizans’a dünyayı dar eden yöre halkının 1204 yılında Trabzon Krallığını kuran Komnenler’e hiç sorun çıkarmadıklarını görmekteyiz. Güneyde Gümüşhane bölgesi ve Termeye kadar olan sahil kesimi Komnenler’e sorunsuz itaat etmiştir. Paflogonya olarak bilinen Ortakaradeniz kesimi ise Komnen ordularına katılmak ve onlara her türlü yardımı sağlamak suretiyle Trabzon Krallığının hâkimiyetine girmiştir. Komanlarla ilgili kapsamlı bir araştırma yapmış olan İlyas Karagöz’e göre bunun nedeni, Komnenler’in Kastamonulu bir Koman aileden gelmelerindendir. Bizans İmparatorluğunu 21 hanedan yönetmiştir. Bunlardan iki hanedan orta ve güney Avrupa kökenli, diğer 19 hanedan ise Anadolu kökenlidir. Anadolu kökenli hanedanlardan biri de Komnen Hanedanıdır(1081-1185). İstanbul’da 1185 yılında çıkan büyük ayaklanmadan kaçan hanedan mensupları, 1204 yılında Katolik Latinlerin İstanbul’u işgal etmeleri nedeniyle İmparatorluğun çeşitli yerlerinde krallıklar kurmuşlardır. Bunlardan en çok bilinenleri İznik Krallığı, Trabzon Krallığı ve Adriyatik kıyılarında kurulmuş olan Epir Despotluğudur. İznik Krallığı daha sonra İstanbul’u geri almış, ancak Trabzon Krallığı kardeş krallık olarak varlığını 1461 yılına kadar sürdürmüştür. Bölge halkının Komnenlere itaat etme nedeni belki de, aynı soydan oldukları görüşü ile birlikte, yaklaşık 12 asır yüreklerinde taşıdıkları hasreti bitiren Komnenler’in, Mahmut Goloğlu’nun ifadesi ile ANADOLUNUN MİLLİ DEVLETİ PONTOS krallığını ihya etmiş olduğunu düşündüklerindendir Osmanlı döneminde de bölgede kısmi sakinlik devam etmiş, ancak, Paflagonya halkının Komnen ordusu ile sergilediği dayanışma ve yardımlaşma Osmanlı ordusuna gösterilmemiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinde, yirminci yüzyılın başlarında bir hareketlenme görülmektedir. 2 Mayıs 1919 tarihinde Paris Konferansına, bu hareketlenme ile ilgili talepleri içeren bir Muhtıra sunan Trabzon Metropoliti Hırisantos’un ‘… (Müslüman-Hıristiyan)Ahalinin sarsılması mümkün olmayan arzuları dolaysıyla hiçbir yabancı boyunduruğuna girmemek de kesin konulardandır. ’(Cumhur ODABAŞOĞLU, Trabzon, Belgelerle Milli Mücadele Yılları 1919-1923, S 72) cümlesi yöre insanının özgürlük ve bağımsızlığına ne derece düşkün olduğunun açık bir göstergesidir. Xenophon’un bu kitaptaki son cümlelerinden anlaşılan o ki, bağımsız, egemenlerine boyun eğmemiş ve kendi kanunlarına tabi bu yerel kavimlerin yanı sıra Orta Karadeniz, Batı Karadeniz ve Avrupa Trakya’sında yerel hükümdarlar vardır. Yani, Trabzon’dan Avrupa Trakya’sına kadar olan bölgede hiçbir yabancı hâkimiyeti görülmemektedir. Daha da önemlisi, bölgenin bilinen en eski ve ilk yazılı kaynağını hazırlamış olan Xenophon’un bunca tespitleri arasında, değil Rum adında bir kavim, Rum’un R si dahi yoktur. Çünkü, Rum sözü etnik birlikteliği değil, çeşitli etnisiteye mensup bireylerin oluşturduğu siyasi veya dini birlikteliği ifade eder. Yani, Rum cemaatinin içinde her türlü etnik gruplar olduğu gibi bir hayli de Hıristiyan Türk vardır. Siyasi yönden Rum sözünün aslı RİM, ROM dur. Romalı anlamına gelir. Bugünkü şekliyle Rum, Müslüman Araplar’ın, Anadolu’yu işgallerinde bulunduran Roma’yı İfade etmek için Anadolu’ya verdikleri addır (Rum Suresi, M S 615, Bu tarih Pontos Krallığının kuruluşundan 913, yıkılışından ise 678 yıl sonraya tekabül eder). Nitekim, Türk-İslam tarihinde de Anadolu’nun adı yüzlerce yıl Rum ve Diyar-ı Rum olarak kullanılmıştır. Mevlana Anadolulu anlamında Rumi olarak anılmış, Yunus Emre; “Gezdim Diyar-ı Rumu, Yukarı illeri kamu” demiş, Anadolu şairlerine “Şuara-yı Rum” denmiş, Osmanlı ve Selçuklu sultanları ise “Selatin-i Rum” olarak ifade edilmiştir. Erzurum adı da, Anadolu Erzen’i anlamına gelen Erzen-i Rum’un kısaltılmış şekli olan Erz-i Rum terkibinden gelmektedir. İnanç ya da dini yönden Rum sözünün anlamı ise, Osmanlı Millet düzeninde Fener Ortodoks Patrikhanesine bağlı, Hıristiyanlığın Ortodoks Mezhebinden olan cemaatin adıdır. Kıbrıs’ta yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar da bu cemaate dâhildir. Mahmut Goloğlu’nun Kitabının adı Anadolunun Milli Devleti Pontos, Komnen Krallığının ilk ve tek tarihini yazmış olan Alman tarihçi Falmerayer’in kitabının adı ise Trabzon İmparatorluk Tarihi’dir. Xenophon’da olmayan; Goloğlu’nun Pontos Krallığı(M.Ö 298-63) için, Falmerayer’in de Trabzon Krallığı(1204-1461) için kullanmadığı RUM kavramını bu iki krallığa da ayrı ayrı yakıştırmak; eğer kasıtlı değilse, tek kelimeyle yetersizliktir. Çeşitli kavimlerden oluşmuş yöre insanı yüzlerce yıl bir arada yaşamış, aralarına katılmış olan diğer unsurlarla aynı potada karışa kaynaşa müşterek bir hamur oluşturmuştur. Bunları tek bir kavimmiş gibi görmek veya göstermek doğru değildir. Yöre insanın ortak niteliği Karadenizliliktir. Bu insanlar asırlarca dağlarda, ormanlarda yaşamayı göze almış; açlığa, yoksulluğa, sefalete dayanmış ama yabancı egemenlerin boyunduruğuna asla dayanamamıştır. Tarihi süreçte aralarına katılmış olan diğer unsurlarla birlikte genlerinde taşıdıkları bu özgürlük ve bağımsızlık aşkını başka bir millete duyulan hasret olarak anlamak vahim bir yanılgıdır. Kaynak, ANABASİS, Altınpost Yayınları 2012 Trabzon,14 Mart 2015 KİTAP HAKKINDA ÇOK ŞEY Günümüzden 2400 yıl önce yazılan Anabasis, Onbinlerin Dönüşü, Ksenophon Hakkında Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü adlı eser, Helen tarihçi Ksenophon’un ünlü bir eseridir. Eser ilkçağ gezi yazıları içinde en önemli bir yer tutar. Anabasis, Heredot tarihi, Amasyalı Starabon’’un Seyahatnamesi ile birlikte dünyanın ilk gezi yazılarından biri olma özelliğini de taşır. Ksenophon bu eserde anlatılan olayları bizzat yaşamış ve eserini tarafından MÖ 400 yıllarında kaleme almıştır. Eser sadece günümüzde değil antik çağlarda da çok önemsenmiş, örneğin Doğu seferine çıkan İskender’in bir çeşit pusulası olmuştur. Eser İlkçağda yazılmış en önemli gezi hatırat tarih türündeki eserlerden birisidir. Esere ad olan Anabasis kelimesi, Yunanca ’da yukarıya doğru yükselme tırmanma anlamlarına gelir. Fakat kelimenin Arapçadan Yunancaya geçtiği bu yüzden de Kılavuzsuz yolculuk anlamını da taşıdığını ileri sürenler vardır. Eser bu adı şimdiki Manisa Salihli'nin yakınlarındaki o zamanki SARD kentinden başlayarak Toroslara kadar devam eden, aksi yönde de Mezopotamya’dan başlayarak tekrar Anadolu’ya tırmanan ama kayboldukları kılavuzsuz yolculuktan almış olmalıdır. Bu büyük askeri hareket, kardeşi II. Artakserkses’i devirerek Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Kyros'un, Sardes ve Ege Bölgesindeki kentlerden paralı Helen askerleri toplayarak Pers Ülkesine saldırmak için harekete geçmesi üzerine gerçekleşir. Pers krallığının genç varisinin peşine takılan Helen askerleri arasında Ksenophon da vardır. Salihli Sard’tan yola çıkan ordu, İskenderun ve Belen geçidini aşarak Mezopotamya’ya girecek, yapılan savaşta Helen askerlerinin başındaki genç Pers prens ve genarel de ölecektir. Geri çekilen ve ülkelerine dönmek isteyen komutansız Helen paralı askerleri dönüş yolunda yollarını şaşıracaklar, batıya gitmek yerine kuzeye yürüyerek o günün Anadolu'sunda kaybolacaklardır. Eser bahsedilen seferin gerçekleştiği olayların gün be gün tutulması ile oluşmuştur. Orduya tarih yazarı olarak katılan Ksenophon’un bu eserini Heredotod’un yöntemi ile yazdığı anlaşılmaktadır. Eser gezi ve tarih yazısı olmasının yanı sıra, liderlik, müthiş baskılar, kısıtlı zaman, belirsizliğin getirdiği yılgınlıklar ve telaş arasında başarıya ve hedefe ulaşmak için nelerin yapılması gerektiğini gösteren bir rehber olmak özelliği de taşır. Şaşkın, yılgın umutsuz, inancını ve umudunu kaybetmiş insanlara nasıl önderlik yapılacağını da göstermesi yönünden de dikkat çekicidir. Böylesi anlarda liderlik vasfı gösterilerek gerektiğinde acımasız ve kararlı davranmanın düzen ve intizamı sağlamasındaki rolünü, kararsız kitleleri itaat ve saygı altına almanın önemini vurgulaması açısından günümüze de hitap etmektedir. Anabasis adlı eserde Küçük Asya ülkeler, halkları ve halkların töreleriyle gelenekleri hakkında bilgi verilmektedir. Ksenophon olaylardan çıkardığı sonuçlara yararlı bilgiler ve öğütler de eklemeye çalışır. Anabasis; Ksenophon?un askerlik bilgi ve becerisini de ortaya koyan bir eserdir aynı zamanda. Bu eserin; Kyros?a katılmış olmasından dolayı Ksenophon?un yurttaşlarından özür dileme amaçlı yazılmış bir eser olduğu da söylenmektedir. Ksenophon; bu eserinde tarihin ilk savaş muhabirliğini yapmıştır. Her olay ve geçilen her yer hakkında notlar düşülmüş, bu yörelerin antik çağlardaki durumu hakkında çok değerli bilgiler bırakmıştır. Anabasis yedi farklı kitaptan oluşmakta ve Yunan Ordusunun belli bir rota çerçevesinde Karadeniz üzerinden ana vatana dönüşünü anlatmaktadır. KISA ÖZET VE KONUSU Her şey İ.Ö. 401 yılında başlar. Pers prensi Kyros, ağabeyi kral Artakserkses'in yerine tahta oturmak istemektedir. Bunun için Ege kıyılarından paralı Grek askerleri de toplar. Emrindeki bu orduyla Lidya'nın Sardes kentinden yola çıkar. Yazar Ksenophon da tarihçi olarak katılır. Fırat üzerinde Kunaksa'da yapılan savaşta Kyros ve generalleri öldürülen paralı askerler bozguna uğrar, Yurtlarından 2400 km. uzakta, vahşi ve düşman bir ülkede sağ kalan gönüllüler ve paralı askerler ülkelerine dönmek isteler. Sağ kalan askerlerin başına geçen Ksenophon, arta kalan "iki bin" kişi ile evlerine dönmek üzere yola koyulur. Fakat onları garip bir talih beklemektedir. En az on bin kişiden geriye kalan iki bin kişi Sardes’e dönmek isterlerken yolunu şaşırıp Van gölü üstünden Karadeniz’e, herhalde ardından bugünkü Erzincan'a ya da Dersim'e ve Trabzon’a kadar ulaşır. Bu fazladan yolculuk, Karadeniz’e ulaşmak dört aylarını almıştır. Öte yandan evlerine dönmek için hala çok uzun bir yol vardır. Karadeniz kıyısını izleyen askerler gittikleri her yerde başka kavimlerle, savaşmak yolculuğa dayanmak, açlık ile mücadele etmek, direnmek zorundadır. Karadeniz'in sularına ulaştıklarında coşkuyla bağırmışlardır; Thalassa! Thalassa! Fakat evleri hala çokk uzaktır.... ON BİNLERİN GÜZERGÂHLARI Anabasis, olayların anlatıldığı dönem açısından Anadolu’nun tarihi coğrafyası, gelenekleri, yerel halkları ve yaşam koşulları hakkında önemli bilgiler verir. Kitapta anlatılanlara göre yolculuk Sardes’te başladıktan sonra ordu, Laodikeia (Denizli) yakınlarından Menderes Nehri’ni geçerek oradan Kelainai’ye (Afyon-Dinar), daha sonra da Peltai’ye (Denizli-Çivril) ulaşır. Ordunun yoluna devam ettiği 10 günlük yol güzergâhı hakkında yeterli bilgi yoktur. Daha sonra ordu İkonion’da (Konya) üç gün konakladıktan sonra, Tyana (Bor) yolundan Gülek Boğazı’nı aşarak Dağlık Kilikya üzerinden Tarsus’a, Myriandros’u (İskenderun civarı) geçip Beylan (Belen) geçidini aşıp Kuzey Suriye’ye varırlar. Gidiş yolculuğu, komutanlar, bölgeyi ve yolları iyi bilen rehberler eşliğinde sorunsuz geçecektir. Genç Prens ve emrindeki askerler Güney Mezopotamya’da Fırat kenarında bulunan Kunaksa’da Pers Kralının ordusuyla karşılaşır. Yapılan savaşta III. Kyros ve generalleri ölür, Grekler mağlup olmuştur. Generaller ölünce birliklerin başına seçilen beş kişinin arasında Ksenephon’da vardır. Askerlerin morali bozuktur. Herkes eve nasıl dönecekleri konusunda kaygılıdır. Geldikleri yolları nasıl bulacaklarını tartışıp dururlar. Mağlup olan askerler yurtlarından 2400-2500 km. Uzakta kalmışlardır. Ksenephon ve askerlerin dönüşü açlık, sefalet, savaş ve didişmeye dönüşür. Sayıları iyice azalan askerler her gittikleri yerde yerli kuvvetler ile savaşmak zorunda kalırlar. Ksenephon ve askerlerinin dönüşü çok trajik geçer. Kitapta Anadolu’nun bilinmeyen birçok küçük ülkesini, değişik halklar hakkında bilgi ve bu insanların değişik gelenekleri hakkında detaylı bilgiler buluruz. Geldikleri yere Ege kıyılarına ulaşmak umuduyla kuzeye doğru geri çekilmeyi düşünürken yollarını şaşırıp Karadeniz'e varırlar. Olasılıkla Bağdat’ın yukarısındaki bir yerden Dicle Nehri’nin doğusuna geçip, uzun bir süre nehrin doğu yakasını takip ederek Anadolu topraklarına ulaşırlar. Ksenophon Hakkında Bilgi Ksenophon zengin ve seçkin bir aileden gelmekteydi. İ.Ö. 430 yılında Atina yakınlarında doğan Ksenophon genç yaşlarda ünlü filozof Sokrates’in öğrencileri arasındaydı. İÖ.404 yılında sona eren Peleponez Savaşının ardından İran Pers Kralı Artakserkes’in kardeşi olan genç Kyros Ispartalı kuvvetler ve paralı askerlerin yardımıyla tahtı ele geçirmek amacıyla harekete geçmiş, Ksenophon da Kyron’un düzenlediği bu seferlere İ.Ö. 401-400 katılmıştı.. İ.Ö.399’da memleketine dönen Ksenophon’a Atinalılar sürgün cezası vermiş, Ksenophon’da Ispartalıların kendine verdiği ufak bir malikânede yaşamaya başlamıştı. 371 yılında savaş yüzünden malikânesinden ayrılmak zorunda kalmış, Ksenophon’un sürgün cezası 364 te kaldırılmıştı. Ksenophon İ.Ö.355te ölmüştü. 24.05.2016 * AZÇOK OKUNANLAR * 24.05.2016 da maviADA'da yayınlanmış, o günden bugüne 106 ziyaretçi 2 beğeni almış . İlk yayınlanışı üzerinden 6 aydan daha fazla zaman geçen yazılar EYLÜL 2024'ten itibaren ÇOK OKUNANLAR değil AZÇOK OKUNANLAR adıyla duyurulacak kararı aldığımızdan o etiketi alan ilk yazımız oldu. Duyurulup GÜNCELLEDİĞİ tek bir günde 50 ziyaretçi, 2 beğeni daha alan yazı, OKUNANLAR adıyla etiketin ya da küçük bir imaj müdahalesinin "farkındalık" açısından ne kadar yararlı olacağını kanıtlayıp arşive kaldırılmıştır.
- Ayşe Ç. YAMAÇ
AYŞE Ç. YAMAÇ * Çocuk yazınının usta ismi Ayşe Ç. Yamaç 2008 -2010 yıllarında maviADA'da yer alacaktı. * Yazılarını görmek için RESME tıklayın
- Şenel KAYA
ŞENEL KAYA * 2003'te KimseSİZ Dergisinde yer aldı ilk. Abone bulunmasında yararı dokunacak, maviADA dergisinin kuruluşu sırasında katkıları olacaktı. Bir süre karşılıksız olarak bürosunu maviADA'ya tahsis etti, maviADA KÜLTÜR SANAT EVİnin açılışında çok emeği geçti.. maviADA dostluğunu unutmayacak. Yazılarını görmek için RESME tıklayın.
