
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4073 sonuç bulundu
- ajanda
SEÇTİKLERİMİZ * *9 Şubat 19.30-22.30 Karaman Yerleşkesi Nilüfer / Bursa *14 Şubat: Şifahen Masallar- Çemberlitaş Hamamı- Beyza Akyüz *17 Şubat, saat 19.00 Dünya Öykü Günü,Nilüfer Bursa *16-17 Şubat İzmir Öykü Günleri *17 Şubat, Cumartesi 13:30 - 15:00 : Feryal Tilmaç Sait Faik'i Anlatıyor- Sait Faik Abasıyanık Müzesi *18 Şubat: Fener Balat Ayvansaray Kariye Gezisi- Tur rehberi *25 Şubat: Fotoğraf Çekim Gezisi, 25 Şubat Pazar 6:30 - 22:00 arasında- Karaman Dernekler Yerleşkesi. Nilüfer Bursa * Ticari ya da siyasi amacı olmayan kamuya yararlı etkinlik ve duyurularınızı, yeni çıkan kitabınızı... gönderin, karşılıksız yer verelim. Ayrıntı için TIKLAYIN
- CHP'nin Yarası Derinde
Cumhuriyet Halk Partisinin 36. Olağan kurultayı vesilesiyle bu parti hakkında 73 yıldır zaten hiç eksik olmayan tartışmalar yeniden alevlendi. Genel başkanı değişirse onun iktidara gelebileceğini zannedenler var. CHP 1923’te kuruldu. 1925’teki Takriri Sükûn Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden çok partili hayata geçilen 1945’e kadar 20 yıl bu partiyi tartışmak mümkün değildi. CHP o dönemde kendisinin Kurtuluş Savaşı’nın tek mirasçısı olduğunu ileri sürdü. “Savaştan önce Kartal’da bahçıvan” olan Kartallı Kâzım, zaferden sonra bahçıvanlığa geri dönerken, yeni devletin yöneticileri, ülke zenginliklerinin gerçek sahiplerinin de kendileri olduğunu ilan ettiler. BIRAKTIĞI OLUMSUZ MİRAS Türkiye’nin Batıdaki gibi yetişmiş bir burjuva sınıfı yoktu. CHP işte kısa zamanda zenginleşmek çabasındaki bir sınıfın temsilcisi idi. Taşradaki dayanağı ise Osmanlı döneminden miras kalan toprak ağası, tefeci ve eşraftı. Yakın tarihimizi emekçilerin gözüyle inceleyenler, bu sınıfın işçi ve köylüleri nasıl insafsızca sömürmeye devam ettiğini, mülkiyetin ve servetlerin topluma yayılması bir yana, nasıl belirli ellerde toplandığını bilirler. Savaşta terk edilmiş malların tapuları onlar üzerine yapılıyordu. Bankalar, çiftlikler ve yabancı şirket temsilcilikleri onlarındı. Ne Cumhuriyet’in ilanı, ne Medeni Kanun veya Tevhidi Tedrisat veya Latin harflerinin kabulü buna engel değildi. 1926’da aşarın kaldırılması köylü lehine bir gelişme olabilirdi, yerine ağır vergiler konulmamış olsaydı. O dönemde Altı Ok, tahsildar ve jandarma ile bütünleşmiştir. Batı üst yapı kurumlarının Türkiye’ye taşınması o dönemde hızlandı. Kent merkezlerinde yeni bir yaşam biçimi doğdu. Bunu yeterli gören ve bir amentü gibi ezberleyenler, halkın yoksulluğuna gerekçe olarak 1929 ekonomik buhranını, 1939’da patlayan İkinci Dünya Savaşı’nı bahane ediyorlar. Oysa bu yoksulluk paylaşılmıyordu. Onun yükü köylülerin ve kent yoksullarının sırtına vurulmuştu. Bu çelişmenin üzeri “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” denerek örtülmeye çalışıldıysa da yoksullar bunu yaşıyorlar ve görüyorlardı. Emekçilere nefes aldırmayan tek parti devletine gerekçe olarak da İtalya, Almanya gibi dünyanın başka ülkelerinde de tek parti devletlerinin bulunmasına sığınıyorlar. Ancak bilerek unuttukları bir gerçek var. Örnek verdikleri rejimler kitlelerin lanetiyle paldır küldür yıkılmışlardır. Saygıya layık bir ihtiyatlılıkla Türkiye’yi savaşa sokmamayı başaran İsmet Paşa, 1945’te, benzer akıbetle karşılaşmamak için dış gelişmelerin de zorlamasıyla çok partili hayata geçmek zorunda kaldı da CHP hâkim sınıfların muhalefetteki partisi olarak varlığını sürdürebildi. CHP, Türkiye’nin en eski partisidir. Birçok CHP’li için övünç vesilesi olan işte bu durumdan ötürü de parti seçim kazanamıyor… CHP, Partiyi emekçilerin gözünde bir kâbus haline getiren tek parti dönemindeki siluetini keşke unutturabilseydi. Ama işte toplumsal bellek propagandadan daha etkilidir. Kurtuluş Savaşına nasıl sahip çıkılıyorsa tek parti dönemi de olumsuzluklarıyla belleklere çakılmıştır. CHP bir ırmakta birden çok kez yıkanılabileceğini sanan bazı çevrelerin aksine, 1930’lu, 40’lı yılların CHP’si olarak kalamazdı. Hatta parti kadrolarının bir kısmı, rakip partilerin nasıl kurulur kurulmaz iktidar olabildiğini keşfetmiştir ve halka iktidar partisinin verdiklerinden daha fazla ekonomik vaatlerde bulunmaktadır. SEBEP CAHİLLİK VE DİNDARLIK DEĞİL CHP’nin iktidar olamayışının nedeni ne ona oy vermeyenlerin cahilliği, ne de dindarlığıdır. Çünkü siyasetteki tavır alış bunlar üzerinden değil, ekonomik kazançlar üzerindendir. Bir insan etine kemiğine dayanan bir şeyi nasıl unutmazsa cahili olsun, okumuşu olsun, kendi ekonomik çıkarlarının nerede olduğunu hiç değilse hisseder. CHP’ye seçim kazandırmayan Altı Ok’taki ilkeler de değildir, o flama altında uygulanan ekonomik ve sosyal politikalardır. Günümüzde orta sınıflara dayanan CHP ile ülkenin en zengin sınıflarına dayanan AKP rollerini değiştirmiş gibidirler. Tek adam ve nefes alınamaz bir siyasi atmosferin uygulanışını AKP devralmıştır. CHP ise tek parti döneminden farklı olarak ve onun tam tersi parlamenter demokrasiyi, kişi hak ve özgürlüklerini savunuyor. Buna rağmen seçmenlerin dörtte birinin oyunu alabiliyor. Çünkü tek parti döneminde yarattığı izleri silemiyor. CHP’ye yeniden genel başkan seçilen Kılıçtaroğlu hakkında yapılan eleştirilerin çoğu haksızdır. CHP içinde demokrasi olmadığı eleştirisi de insaflı değildir. Ancak Kılıçtaroğlu’nun şu sözlerine ne demeli? “Afrin'de mücadele eden Mustafa Kemal'in Mehmetçiklerine buradan selam gönderiyoruz. Biz de Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu konuda milli duruşumuzu açık ve net dile getirdik. Ama birileri Afrin operasyonunu partisinin bir kararıymış gibi topluma sunmaya çalışıyor. Ordu Mustafa Kemal'in ordusudur, senin ordun değildir. Mücadele Türkiye içindir, senin için değildir." Hem Afrin’deki askerî harekâta destek vermek, hem de onun başkomutanının bundan siyasi olarak yararlanmaması gerektiğini ifade etmek kadar yanlış bir görüş olabilir mi? CHP günümüzde AKP liderliğinin ağır saldırısı altındadır. Ya Erdoğan’ın yaptıklarını desteklemesi (MHP gibi bir parti olması) ya da yok olması hedeflenmiştir. Sınır ötesi harekâta ve dokunulmazlıkların kaldırılmasına kerhen de olsa onay verilmiş olması CHP’yi iktidar gözünde makbul bir hale getirememiştir. CHP, günümüzde AKP-MHP-VT tarafından temsil edilen tarafından temsil edilen saldırgan bir milliyetçilik ile demokratik bir toplum ideali arasında sıkışmış durumdadır. CHP ne yapsın? Adını, amblemini, kadrolarını, simgelerini mi değiştirsin? Din karşıtı olduğu yolundaki propagandayı etkisiz hale getirmek için sağ eğilimli olanlara kapılarını biraz daha mı açsın? Yoksa sosyal politikalara mı ağırlık versin, sol yanını mı güçlendirsin? Çözümü bulanlar varsa anlatsın da öğrenelim! Ne var ki 70 yıl önce atın dizginlerini ele geçiren zenginlerin bir kanadı, yoksulları tavlayarak Üsküdar’ı çoktan geçti… CHP’nin kaderini ne nutku çok parlak olan yeni bir genel başkan, ne Parti Meclisinde şu veya bu şahsiyetlerin yer alması değiştiremez. CHP’nin iktidar olması, ancak ülkede çok büyük alt üst oluşlara ve iktidarın ipliğinin pazara çıkmasına bağlı gibi görünüyor. O zamana kadar etkili bir muhalefet yürütebilirse bu da büyük bir kazançtır. Devrimci bir parti halkın geçici duygu ve heyecanlarına teslim olmak yerine ona önderlik eden, onu eğiten ve iktidara hazırlayan partidir. (5 Şubat 2018)
- KUVAYI MİLLİYE VE BARIŞÇILIK
Şu sıralarda yerli yersiz telaffuz edilen Kuvayı Milliye nedir? Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu yenilip ateşkes anlaşması yapılınca ordu terhis edildi. Elde kalan 50 bin kişilik mevcudun eli kolu bağlandı. Bu kuvvetlerin herhangi bir yerde düşmana saldırması Osmanlılar açısından ateşkesin bozulacağı anlamına geleceğinden bundan özellikle kaçınılıyordu. Ancak Türkiye Güneydoğu’dan, Güney’den ve Batıdan işgale uğruyordu. Halk buna karşı milis kuvvetleri kuruyor ve savunmaya geçiyordu. İşte bu kuvvetler “Kuvayı Milliye” yani milletin kuvvetleri adı verildi ki, bu onun devletin kumanda ettiği ordu kuvveti olmadığını anlatıyordu. Gerek Ege bölgesinde toplanan Kongreler, gerekse Erzurum ve Sivas Kongresi eldeki mevcut askeri kuvvetleri savaşa sokmak yerine bu Kuvayı Milliye kuvvetlerine dayanmayı tercih etti. O dönemde “Ordu” ve asker” kavramının geri plana çekilmesinin bir nedeni de dört yıl süren (1914-1918) savaşın halkta büyük bir bıkkınlık yaratması, “İttihatçı” gibi “asker” kavramının da tepkiyle karşılanması idi. Milletin Millî Mücadele’nin yeni türde bir savaş olduğunu kavraması zaman aldığından ordunun kurulması da gecikti. Kurulduktan sonra Kuvayı Milliye kuvvetleri orduya bağlandı ve bu bağlanmayı kabul etmeyen Kuvayı Milliye kuvvetleri dağıtıldı. “Kuvayı Milliye” yerine Tümen, kolordu, ordu, cephe gibi askeri terimler kullanılmıştır. Dolayısıyla günümüzde kuvvetli bir orduya sahip olan devletin bir de Kuvayı Milliye kullanmaya ihtiyacı yoktur. Böyle bir kuvvetin yasalarda yeri de yoktur. Bu olsa olsa yasa dışı bir milis kuvvetine benzetilebilir. SAVAŞ DEĞİL SAVUNMA BAKANLIĞI Kuvayı Milliye de, Kurtuluş Savaşı’nda ordu da başka ülkelere saldırmak için değil tamamen savunma amacıyla hareket etmişlerdir. Kilit iki kavram “Savaş” ve “Savunma”dır. Birçok ülkenin ve bu arada Osmanlı devletinin askerî örgütünün adı “Harbiye Nezareti” (Savaş Bakanlığı) iken Ankara’da Kurulan Hükümetin asker bakanlığının adı “Millî Müdafaa Vekâleti”dir. 23 Nisan 1920’de Ankara’da temelleri atılan devletin yeni bir anlayış üzerine kurulduğunun en önemli kanıtı “Savaş Bakanlığı” kavramının yerini “Milli Müdafaa Vekâleti”nin almasıdır. Zaten yeni Türkiye’ye haklılığını ve saygınlığını kazandıran da bu anlayıştır. Başka milletlerden unsurları silahlandırıp, cezaevlerindeki ağır hükümlüleri de bunlara katarak komşu ülkelere sokma ve oranın devletini yıkma politikası Kuvayı Milliye’nin değil, Birinci Dünya Savaşı’nda Enver Paşa’nın Kurduğu Teşkilatı Mahsusa çeteciliği politikasıdır. MİLLÎ MÜCADELECİLERİN BARIŞ ARAYIŞLARI Son zamanlarda barış isteği bir ihanet olarak vasıflandırılır oldu. Örnek olarak Kurtuluş Savaşı Meclisinde ve savaşın askerî önderliğinde barışın telaffuz edilmediğini ileri sürenler var. Bu iddia tamamen yanlıştır. Millî amaçlara savaşmadan ulaşma arayışı Milli Mücadelenin her aşamasında vardır. Barış çağrılarına kulak asmayanlar, emperyalistler ve onların hizmetindeki Yunan hükümetidir. Büyük Taarruz’dan yaklaşık çok önce Fransızlar ve İtalyanlarla uzlaşma sağlanmış ve onlar askerlerini Türkiye’den çekmişlerdir. Sakarya Savaşı ile Büyük Taarruz arasında yaklaşık bir yıl vardır. Taarruzun bu kadar gecikmesinin nedeni yalnız ordunun ihtiyaçlarını tamamlamak değil, İngiltere nezdinde yapılan barış girişimlerinin sonucunu almaktır. Mustafa Kemal Paşa’nın barışla elde edilecek sonuç için savaşa başvurmaktan kaçınmasının bir kanıtı da ordu İzmir ve Bursa’yı kurtardıktan sonra Fransızların araya girmesiyle ordunun Boğazlara ilerleyişini durdurması, Mudanya Konferansını beklemesi ve bu konferansının kararları sonucunda Doğu Trakya’yı kan dökmeden Türkiye’ye kazanmasıdır. “İSTİSNASIZ BÜTÜN MİLLETLER, KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKINA SAHİPTİR” Bir asker olmakla birlikte Mustafa Kemal Paşa, savaş heveslisi biri değildir. Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşı çıkmış, ancak devlet savaşa girdikten sonra kendisine verilen görevleri yapmıştır. 1 Mart 1922’de Meclis’teki ünlü söylevinde de şöyle diyordu: “Dış siyasetimizde başka bir devletin hakkına saldırı yoktur. Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını yeryüzünde yaşayan bütün milletlerin cümlesi için tanıyoruz.” Aynı konuşmada köylülere saygısını belirtirken de devletin yedi yüz yıldır onların kemiklerini yabancı diyarlarda bıraktığını söyleyerek istilacı siyasetlere karşı kesin duruşunu göstermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, C. 18, s. 2 ve devamı, Yeni Gün, Tercümanı Hakikat 2 Mart, Hâkimiyeti Milliye ve Akşam 2 ve 3 Mart, Peyamı Sabah, İleri 3 Mart, Vakit, Tevhidi Efkâr, İkdam 3, 4 Mart, İleri, Açıksöz 4 Mart, Yeni Adana 5 Mart 1922) Bütün bu tarihsel deneyimlerin sonucunda yeni Türkiye’nin dış politikası “Dünyada barış” olarak ilan edilmiştir. “Vatan savunmasına dayanmıyorsa savaş bir cinayettir” sözü de bu anlayışının sonucudur. Nutkun sonunda gençliğe verilen görev de saldırı değil, tamamen bir savunma görevidir. Bir de “Halife Ordusu” konusu var ki artık gelecek yazıya kaldı. (1 Şubat 2017)
- Fikret Kemal Tekin
TEKİN; 2018- 2020 arasında maviADA'da yazdı. Yazılarını görmek için RESME tıklayın.
- Gülten Akın Etkinliği
"GÜLTEN AKINLA BÜYÜMEK" 23 Ocak 2018 Saat 18.00 Türkan Saylan Kültür Merkezi *** DİL DERNEĞİ & KONAK BELEDİYESİ İZMİR
- çizgi-roman
ÇİZGİROMAN SEVER MİSİNİZ? YANITINIZ EVETSE RESME TIKLAYIN...
- DERİN OKUYANA MÜJDE!!!
SİZE BİR MÜJDEMİZ VAR... SİZE DERKEN, O ARKADA KİTAPTAN BAŞINI KALDIRMAYAN GÖZLÜKLÜ BEYLE, OKUMAKTAN GÖZLERİ KAN ÇANAĞI HANIMEFENDİYE, SÖZÜMÜZ... Ötekiler, havayı bozduk, siz hiç kusura kalmayın... bakın resimden KEDİ GEÇİYOR... Dün KALANDAR iletimizle ilgisizlikten yakındık, biraz da sitem ettik ama aldırmayın, Orhan Veli diyesi hep havalardan... Ne meteoroloji tutturabiliyor ne de biz... Ne kar gördük ne güneş; mayo mu giysek kürk mü şaşırdık... Akıl mı kaldı, karıştırdık... Yine de biz akıllı olmalıyız; öyle ya burası Türkiye, ahali ancak FACEBOOK'ta sosyalleşebiliyor; bizse oturmuş, kültür sanat, siyaset... diyoruz; kimim umurunda?.. Sonuçta pırlanta gibi iktidarımız da var nurtopu gibi muhalefetimiz de... ve sermayeyi onların kendilerini paralayarak yaptıkları gaflardan doğrultan kepaze medyamız... Göremiyor musunuz, biz de göremiyoruz ama kralın çıplaklığını görmemek kimin kusuru? İyisi mi KURCALAMADAN böyle devam... HAH, MÜJDE DEDİK... AMA HEPİNİZE DEĞİL, SİZ EĞLENMENİZE BAKIN, SADECE OKUYANA...HEM DE DERİN... 1 ŞUBAT'TA ROMAN GÜNLÜĞÜ yani DOSYASI GELİYOR... 10 ŞUBATta ÖYKÜ... 20 ŞUBATta FELSEFE... En ehil ağızlardan çok alanda olduğu gibi neden bu alanlarda da nal topladığımızın belki yanıtını buluruz. ÇOK MU BEKLİYORDUNUZ?! Hiç bulaşmayın... BİZ SİZE DEMEMİŞTİK ZATEN, DERİN OKUYANLARA İDİ SÖZÜMÜZ!!! GÜZEL KALIN!
- Radyo Tiyatrosu
ROMANLAR, OYUNLAR, ÖYKÜLER * SESLİ KİTAP
- e-sahaf
Farklı E-KİTAP sayfaları Romanlar, Öyküler, Klasikler * Ulaşmak isterseniz resimlere TIKLAYIN
- Nazlı Eray
Cumartesi 15:00 - 17:00 arasında 2 gün sonra · 0–9°Çok Bulutlu Nurol Sanat Galerisi Güneş Sokak, Çankaya, Ankara
- "Sinema Denen Büyü"
maviADA 2008 KIŞ dosya; "Sinema Denilen Büyü" ... *Zülfü LİVANELİ 2-7 *Fadime Y.KAROĞLU 8 *Gülgün ÇAKO-9 *Ayşegül Arat-10 *Fehiman Yazıcı-11 *Gülsüm Işıldar-14 *Hülya Soyşekerci-16 *Raşel Rakella Asal-17 *Yener Efe-19 *Ersan Erçelik-20-22 22 sayfalık DOSYAYI OKUMAK İNDİRMEK İÇİN RESME TIKLAYIN
- OKULLARIMIZ KİMLERİN ELİNDE?
Günümüzde öğretmenlerin ne kadarının hangi siyasi eğilimde olduğu belki sendikaların üye sayılarına bakılarak az çok tahmin edilebilir. Doğru bilgilere ulaşabilmek için gene de bu konuyu araştırmak gerekir. Eğitim yöneticilerinin büyük çoğunluğunun dinci kesimden olduğu tahmin ediliyorsa da bu konuda tevatürler yerine araştırmaya dayanan bulgular bize ışık tutabilir. Eğitim yöneticileri konusunda siyasi kadrolaşma hemen her dönemde yakınma konusu olmuştur. 1989 yılında öğretmenlerin müdürlerinden şikâyeti artmıştı. Öğretmenlerin okullarda rahat çalışamadıkları, eğitimde verimin düştüğü, bunda okul müdürlerinin payı olduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiayı ataması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan Ankara Ortadereceli okul müdürleri üzerinden ölçmek istedim. 183 okulun müdürünü okulun adı, müdürün adı, doğum yeri, doğum tarihi, mezun olduğu tarih ve okul, branşı, müdürlüğe atandığı yıl, siyasi kökenini tablo halinde hazırladıktan sonra onlara okulda eğitim öğretim hayatıyla ilgili dört soru yönelttim. Bir kısmıyla yüz yüze bir kısmıyla telefonla görüştüm. Bu müdürlerle ilgili yaklaşık bin kadar öğretmenin görüşünü aldım. 2,5 ay süren bu araştırma sağcı kadrolaşmayı ortaya çıkardı. Müdürlerin okulundaki bütün öğretmenlerce ve diğer birçok müdür tarafından bilinen atandıkları tarihteki siyasi kökenlerini sosyal demokrat, merkez, sağ, hareketçi ve dinci olarak belirledim. Eskiden var olan “devrimci, sosyalist” sıfatını artık hiç biri kullanmıyordu. Onlar esas olarak çoktan tasfiye edilmişti… OKULLARDA SAĞCILARIN İKTİDARI Ankara doğumlu olan müdür sayısı 33 (Yüzde 18) gibi yüksek bir sayıdaydı. Ankara’yı Erzurum, Yozgat, Kars, Çorum ve Çankırı izliyordu. Yüzde 71’i Ankara-Konya-Mersin çizgisinin doğusundaki doğu illerden gelmişlerdi. Müdürlerin yaş ortalaması 41'di. Gerek il kökenleri, gerekse müdürlerin çoğunun genç olması, laik kuşaklar yerine atamada Türk-İslam sentezcilerinin tercih edildiğini gösteriyordu. Müdürlerin yüzde 64’ü son beş yıllık zaman diliminde ANAP iktidarı tarafından atanmıştı. 1984 yılından önce atananların yüzde 60’ı öğretmenlerin de genel eğilimi olan sosyal demokrat iken 1984 ve sonrasında atananlarda bu oran yüzde 8’e düşmüş (gerçekte ise bazıları görevinden alındığı halde mahkeme kararıyla geri dönmüş), buna karşılık dinci, hareketçi ve diğer sağ görüşteki müdürlerin oranı 1984 öncesi atamalarda yüzde 29 iken 1984 ve sonrasında bu oran yüzde 79’a çıkmıştı. Yeni mezunlar (1977-1981) yüzde 35’le çoğunluktaydı. Branşı “din kültürü ve ahlak” olanlar 25 sayı ile ilk sıradadır. Ortaokullardaki ders ağırlıkları hesaba katıldığında din bilgisi öğretmenlerinin müdür yapılmasında 2,5 kat, Liselerde ise 4,5 kat kayırıldığı anlaşılmaktaydı. Müdür yardımcılıklardaki kayırma çok daha fazla olduğu bilinen bir gerçekti. Bu yardımcılar çok geçmeden müdür olacaklardı. ÖĞRENCİLER ELEŞTİRİRSE… “Öğrenciler sizi yüzünüze karşı eleştirseler bunu nasıl karşılarsınız?” sorusuna sosyal demokrat müdürlerin yüzde 100’ü bunu şartsız olarak olumlu bulacakları yanıtını verirken bu oran “Hareketçiler”de yüzde 73’te “dinci”lerde 78’de kalmıştır. (Bu yanıtların samimiyeti kuşku götürse de, “eleştiriye kapalı olmak” izlemimi vermemek için “açığım” yanıtı verildiği düşünülmektedir.) OKULA GAZETE GİRMELİ Mİ? Müdürlere ikinci sorumuz “Öğretmenler kendi bütçeleriyle öğretmenler odasına toplu olarak gazete almalarını, hatta bunu ertesi gün okul kitaplığına devretmesini nasıl karşılarsınız?” idi. Bu soruya yanıt verenler içinde “Hareketçi” müdürlerin 49’u, dincilerin 26’sı, sağcıların yüzde 50’si, merkezdekilerin yüzde 60’ı, sosyal demokratların ise 75’i olumlu yanıt vermiştir. Sosyal demokratlar okulda gazeteye en açık, dinciler ise en kapalı kesimdi. MÜDÜRLERİ ÖĞRETMENLER SEÇSE… “Müdürleri Öğretmenlerin seçmesi görüşünü nasıl karşılarsınız?” sorusuna yanıt veren 132 müdürün yüzde 38’i “olumlu bulurum”, 10’u “şartlı olarak olumlu bulurum” 29’u “olumsuz bulurum” yanıtını vermiş, 8’i kararsızlık bildirmiş, 15’e de “söylemem” demiştir. Olumlu bulanların yüzdeleri politik eğilimlere göre sıra ile şöyledir. Sosyal Demokratlar 64, merkezciler 60, sağcılar 46, hareketçiler 33, dinciler 26. Öğretmenlerin yönetime katılmasına en sıcak bakanlar sosyal demokratlar, en uzak duranlar ise dincilerdir. ZORUNU DİN DERSİ “Zorunlu din dersinin laikliğe ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu” görüne ne dedikleri sorumuza ise “zorunlu olmalı” diyenlerin oranları yüzde olarak şöyledir: Dinci 64, merkez 57, hareketçi 54, sağcı 46, sosyal demokrat 11. Din derslerinin zorunlu olmasını en çok isteyenler dinciler, en az isteyenler ise sosyal demokratlardır. SEVİLEN MÜDÜRLER SOSYAL DEMOKRAT Öğretmenlerin verdiği yanıtlara göre müdürlerin okullarında sevilip sevilmediği de “Seviliyor, normal, olumsuz” yargılarından biri ile listelenmiş, sevilip sevilmedikleri konusunda net bir kanıya varılamayanların bu konudaki hanesi boş bırakılmıştır. 28 müdürün öğretmenler tarafından sevildiği, 29’unun durumunun “normal” olduğu, 41 müdürün karşısına ise “olumsuz” (yani sevilmediği) yazılmıştır. Sevilen 28 müdür içinde 20 sayı ile (Yüzde 71) sosyal demokratlar başta gelmektedir. Müdürler içinde en yüksek sayıda bulunan hareketçilerden yalnız 4’ü dincilerden 2’si, sağ ve merkezcilerden 1’er müdür sevilenler listesine girebilmiştir. Araştırmanın sonuç kısmında şunları yazdım: “Ankara ortadereceli okulları, genel profil olarak genç, muhafazakâr, deneyimsiz ve kıdemsiz öğretmenler tarafımdan yönetilmektedir. Milli Eğitim’de Hasan Cemal Güzel’in inkâr etmesine rağmen büyük bir sağ kadrolaşma yaşanmıştır. Bazı müdürler, atanabilmek ve yerlerini korumak için renk değiştirmeyi tercih etmektedir. Bu durum çoğunluğu demokrat ve solcu olan öğretmenleri huzursuz etmekte ve onların okul içindeki verimini düşürmektedir. Bu yönetici kadroların eliyle 21. Yüzyıl’ın “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklarını yetiştirmek mümkün değildir. Çözüm yöneticilerini öğretmenlerin seçmesidir. (“Okullarımız Kimlerin Elinde?”, Öğretmen Dünyası, Yıl 10, Sayı 115, Temmuz 1989, s. 3-30) * Çizim, Öğretmen Dünyası’nın işaret edilen sayısının konu ile ilgili kapağından alınmıştır.
- Okul Duvar Gazeteleri Ne İşe Yarar
27 yıl önce sürgün edildiğim, mahkemeyi kazanıp geri döndüğüm için yalnız yarım yıl derslerine girdiğim bir öğrencim sosyal medyadan bana ulaştı. Telefonla da konuştuk. Ankara’nın bir gecekondu ortaokulunda ikinci sınıf öğrencisiydi. 15 yıl ilkokul öğretmenliği yapmıştı ve şimdi çocuklar için öyküler deniyordu. Benimle ilgili olarak hatırladıklarının başında, sınıfta iki ekip kurarak birer duvar gazetesi çıkarılması geliyordu. Kendisi bu ekiplerin birinde idi. Gazetelerini duvara asmak için nasıl da hafta başını iple çekiyorlardı! Birbirleriyle yarışıyorlar, yazılarında medeni bir tarzda atışıyorlardı. Ben yavrularının beslenmesini zevkle seyreden bir anne kedi gibi merakla ve sessizce bu duvar gazetelerini okurken onlar da dikkatle beni izliyorlarmış… Bir şubede iki duvar gazetesi çıkarmak nereden aklıma gelmişti? Öğretmen Okulunda Kültür Edebiyat kolumuzun 15 günde bir çıkan bir duvar gazetesi vardı. Şimdiki gibi yazmaya meraklı biri olarak ben bu gazeteye günlük yazılar yazmaya da özendim. Köyümüzde de İleri adlı bir duvar gazetesi çıkardık. Çalıştığım okullarda da bir duvar gazetesinin çıkmasına çalıştım. Ancak okulda tek bir duvar gazetesi çıkarmanın yanlış olduğunu mesleğimin ileriki yıllarında fark ettim. Neydi o, Resmî Gazete gibi her okulda bir gazete? Gerçi orada da canlı konuları ele almak, karşılıklı tartışmak mümkündü ama en iyisi her okulda değil, her şubede hem de iki gazete çıkarmak iyi olurdu. Öğretmenlerin gazete ile okula gelmesinin sakıncalı sayıldığı bir dönemde bir gecekondu okulunda zihinleri açılmayı bekleyen pırıl pırıl çocuklarla işte bunu deniyorduk. Bu okuldan ayrıldıktan sonra gazete ekiplerinden beş öğrenci bir gün geri döndüğüm okuluma ziyarete geldiler. Benden sonra çıkarmaya devam ettikleri gazetelerini birer kartona yapıştırılmış sayılarını da yanlarında getirmişlerdi. Onları sınıfta konuk ettim ve gazetelerini de duvara yaslayarak öğrencilere gösterdim. Onlar yaptıkları işle gurur duydular, sınıftakiler da imrendiler. ANKARA OKULLARINDA DUVAR GAZETELERİ Bu olaydan dokuz yıl önce 1981’in aralıık ayında Ankara’nın 25 okulunda duvar gazeteleri ile ilgili bir araştırma yapmıştım. Gözlerimle gördüğüm için pek az araştırma onun kadar aklıma yer etmiştir. Kenan Evren'in ülkeyi hot zorla yönettiği bir dönemdi. Okullarda öğrenciler gibi öğretmenlerin ve yöneticilerin inisiyatifi de neredeyse sıfırlanmıştı. Gezdiğim 25 okuldan yalnızca 6'sında bir duvar gazetesi vardı. 8’inde de duvar gazetelerine benzeyen panolar bulunuyordu. Bu 16 gazete ve panonun yalnız 1’i haftalık, 1’i 15 günlük, 5’i aylık, 9’u da bazı belirli günlerde veya “ihtiyaç olunca” çıkarılıyordu! Hiçbirinde kaç günde bir yayımlanacağı bilgisi yoktu. Ancak 2-3’ünde kaçıncı sayı olduğu belirtiliyordu. Okulların açılmasından gözlemin yapıldığı tarihe kadar iki buçuk ay geçtiği halde 2’si hâlâ ilk sayıda, 4’ü ikinci sayıda, 5’i üçüncü sayıda idi ve 5’inin kaçıncı sayıda olduğu belli değildi… Bu 16 duvar gazetesinde toplam 117 parça yazı bulunuyordu. Bunlardan yalnız 1’i okulla ilgili bir haberdi. 57’sinin konusu öğretmenler günü, 34’ü ise Atatürk’tü. Şu konularda hiçbir yazıya rastlanmamıştı: Ders kitaplarının eleştirisi, okul yönetiminden ve öğretmenlerden istekler, okulun sorunları, okul çevresinden haberler, kitap tanıtımları, çevre incelemeleri, eğitsel kolların çalışmaları… Duvar gazeteleri okunmuyordu. Bunu ziyaret ettiğimiz okulların hemen bütün yöneticileri ve öğretmenleri belirttiler. Zaten okunması için çıkarılmadıkları da anlaşılıyordu zira bunların bir kısmına erişebilmek için duvara merdiven dayamak gerekiyordu, o kadar yüksekteydiler! Yazıların bir kısmı kitaplardan kopya edilmişti. Beş dakikalık teneffüslerle koştura koştura yapılan bir eğitimde öğrencilerin bunları okuyacak vakti de yoktu. Bir öğretmen şöyle anlatmıştı: “Ben de okul duvar gazetesine bir yazı yazdım. Bir ay sonra 75 kişilik sınıfta yazıyı kaç kişinin okuduğunu sordum. Yalnız iki öğrenci parmak kaldırdı!” 25 okulda yaptığım bu araştırma bana okul duvar gazetesi konusundaki sefaleti gösterdiği gibi bunların nasıl olması gerektiğini sıralama fırsatı verdi. Yazımdan şu satırları aktarmadan edemeyeceğim: “Okullarımız, nefes almayan, düşünmeyen birer topluluk ise tabii buralarda duvar gazetesine de ihtiyaç yoktur. Öğrenciler ders kitaplarındaki konuları ezberleyiverirler, müdürlerin azarlarını duyup doğru yolu bulurlar. Anma günlerinde ellerine verilen metinleri okurlar, sınavlarda fırsat buldukları kadar kopya çekerler, sonra da birer diploma alınca iş yerine gelmiş olur. Düşçünce üretmek de neymiş? Gerekli ne kadar düşünce varsa bunlar ”büyüklerimiz” tarafından bulunmuştur. Yeni düşünceler gerekirse gene onlar tarafından çıkarılır. (…) Bir duvar gazetesi, canlı, cıvıl cıvıl bir okul için ders kitabı kadar gereklidir. Bir duvar gazetesi okul düşünce hayatının aynasıdır. Öğrenciler arasında tartışılan konular oradadır. Duvar gazetesi okulun nabzıdır. Okulun sorunları oradadır. Öğrencilerin istekleri, yetenekli öğrencilerin ürünleri orada sergilenir. Yarının başyazarları, fıkra yazarları, araştırıcıları, karikatüristler, öykücüler orada yetişir."(Öğretmen Dünyası, Cilt 3, Sayı 25, Ocak 1982) Bağlaç olan de ve ki, soru eki olan mi eklerini ayrı yazmayı bilmeyen kuşaklar işte bu duvar gazetesi olmayan okullardan yetişmiş olmalı... Gözlem ve araştırma zahmet ister. Sabır ister. 25 okulu gezip duvar gazetelerini soruşturmasaydım, bu konudaki durumu nerden öğrenebilirdim? (21 Aralık 2017) Fotoğraf: Beyceli Köyünde Temmuz 1964’te çıkardığımız İleri duvar gazetesi. Ertan Sarıhan’ın (1942-1972) arşivinden Murat Bahri Sarıhan eliyle.
- Trenle Kars Fotoğraf Turu
8 Şubat 2018 – 11 Şubat 2018 8 Şubat 2018, 23:00 - 11 Şubat 2018, 2:00 Natureist Zeytinlik Mah. Fazılpaşa Sok. Burat İş Hanı No:1 Bakırköy, İstanbul Bilet Bilgileri www.natureist.org
- BEŞ YILDIZLI TÜKETİM
Adı üzerinde beş yıldızlı diyorum, şu otellerden bahsediyorum. Nasıl bir israf yeridir öyle. Sanırım bir otelde israf edilen yiyecek miktarı bir ilçeyi rahatlıkla doyurur. Daha büyük otellerde durum daha vahimdir muhtemelen. Oralarda israf edilen yemekleri görsem kafayı yerdim büyük bir ihtimal. Dünyanın yemeği çöpe atılıyor. Masalar yenmemiş güzelim yemeklerle dopdolu. Yemekhanede çalışanlar, yemekleri çöpe atmakta zorda. İnsanlar yılın yorgunluğunu atmak, birkaç haftalığına tatil yapmak için sahillere iniyor, otellere yerleşiyor; otelde kaldığı sürede bir şeyleri tüketmeyi iş ediniyor. “Her şey dâhil” mantığı insanları, tüketmeye sevk ediyor. Ne diyor tatilci; “ödediğim paranın karşılığını almalıyım” Nasıl alıyor ödediği paranın karşılığını? Otelde ne var ne yoksa sınırsızca tüketerek. Sadece gıdayı mı? Her şeyi tüketiyor. Su, elektrik, zaman… Bu tüketim mantığı binlerce insanı açlığa mahkûm ediyor. Bir zaman gelecek su savaşları olacak deniyor. Çok uzak bir tarih değil bu. Orta yaştakiler; çocukluk çağlarında suyu nereden içerdi? O zamanlar, bu günler için “ suyun marketten alınacağı öngörüsünde bulunulsa” büyük bir ihtimal bu öngörüye karşı çıkar “olmaz öyle şey” denirdi. Gıda ve doğal kaynakların yetersiz kalması artık günümüzün sorunu haline gelmiş durumdadır. Tüm insanlık tehdit altındadır. Eğitim şart! Kim meseleye nasıl bakar bilemem. Gördüğüm, bildiğim bir şey var o da, tatil yerlerinde ciddi bir israfın olduğu gerçeğidir. Dört günlük bir tatil sürecinde gördüğüm bu. “Her şey Dâhil” mantığı hem işletmeciyi hem de müşteriyi memnun edebilir ama ülkenin kaynakları hoyratça tüketilmektedir, bu da bir gerçektir. Para kazanmak temelli; müşteri memnuniyeti anlayışı ile ülke kaynakları sorumsuzca tüketilemez. Kimsenin böyle bir hakkı yoktur. Tabii her alanda tasarruf çok önemlidir. Toprağından, suyuna; ekmeğinden, gıdasına kadar her şeyi bilinçli tüketmek gerekir. Bu da toplumun eğitilmesi ile olur. Eğitilmeyen toplumlar, kişisel menfaatle bakarlar meseleye, öyle davranır, öyle yaşar. Dünya insanları yaklaşan tehlikeye duyarlı hale getirilmelidir. Sınırlı olan kaynakların tükendiğinde neler olabileceği anlatılmalıdır. Bu anlamda Afrika en can yakıcı örnektir. Diğer ülkeler ve kıtalar sıradadır. Bu böyle biline… Duyurulur…
- EDEBİYAT KONUŞMALARI
/ PERŞEMBE EDEBİYAT KONUŞMALARI / KADIKÖY BELEDİYESİ *
- 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi İnsan Hakları Günü, İnsan Hakları Evrensel Bildirisinin kabul edildiği gün olan 10 Aralık 1948'den bu yana her 10 Aralık'ta kutlanan gündür. II. Dünya Savaşından sonra dünyadaki devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. İnsan Hakları Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Haziran 1948'de hazırlandı ve 10 Aralık 1948'de Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke bu ilkelerin bazılarının "Burjuva sınıfından olan insanların sınıf çıkarını koruduğu ve işçi sınıfının egemen sınıflarla uzlaşmak zorunda bırakacağı" gerekçesiyle çekimser kaldı. Bildiri, bu çekimser ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi. Bu Bildiriye göre: 1. Bütün insanlar hür ve eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler; birbirlerine karşı kardeşçe davranmalıdırlar. 2. Herkes ırk, renk, cins, din, siyasal ya da başka herhangi bir ayrılık gözetmeksizin, bildiride yazılı bütün haklardan ve özgürlüklerden yararlanma hakkına sahiptir. 3. Yaşamak, özgürlük ve can güvenliği herkesin hakkıdır. 4. Hiç kimseye işkence, zulüm, onur kırıcı ceza ya da işlem uygulanamaz. 5. Yasalar önünde herkes eşittir. 6. Hiç kimse yasalara aykırı olarak tutuklanamaz, alıkonulamaz, sürülemez. 7. Herkes davasının bağımsız bir mahkemede görülmesi hakkına sahiptir. 8. Herkesin özel hayatı, ailesi, konutu ve haberleşmesi yasayla korunmalıdır. 9. Evlilik çağına gelen her erkek ve kadın, hiçbir ırk, renk, din şartına bağlı olmaksızın evlenme ve aile kurma hakkına sahiptir; aile, toplumun temel öğesidir. Toplum ve devlet tarafından korunma hakkına sahiptir. 10. Herkes mal ve mülk edinme hakkına sahiptir. 11. Herkesin düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğü vardır. 12. Herkesin çalışma, işini özgürce seçme ve işsizlikten kurtulma hakkı vardır. 13. Herkesin eğitim hakkı vardır, ilk eğitim parasızdır. 14. Kölelik ve kulluk yasaktır. 15. Herkes nerede olursa olsun yasalar çerçevesinde korunur. 16. Bütün insanlar Anayasaya uygun olarak yargı organına başvurma hakkına sahiptir. 17. Bir suç işlemekten sanık olan herkese, savunması için gerekli bütün haklar sağlanmaktadır. 18. Herkes dilediği devletin ülkesinde gezebilir, dilediği an terk edebilir veya ülkesine geri dönebilir. 19. Herkes işkence karşısında yabancı bir ülkeye kaçabilir. Kaçtığı ülkede kendisine “Sığınmış İnsan” muamelesi yapılmalıdır. 20. Her insan bir vatandaşlığa sahiptir. 21. Her insanın düşünce, inanç ve din özgürlüğü vardır. 22. Hiç kimse düşünce ve sözlerinden dolayı sorumlu tutulamaz. 23. Herkes toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir. Hiç kimse bir derneğe girmek için zorlanamaz. 24. Herkes doğrudan doğruya veya özgürce seçtiği temsilcilerle ülke yönetimine katılır. 25. Kişinin sosyal güvenliğe kavuşturulması, uluslar arası işbirliği ya da devletin kaynaklarına uygun olarak gerçekleştirilir. 26. Herkes dinleme, eğlenme, çalıştıktan sonra ücretli tatil yapma hakkına sahiptir. 27. Herkes güzel sanatların her dalında çalışmak ve bu çalışmalara katılmak hakkına sahiptir. 28. Bütün insanlar bu bildiride yazılı hak ve özgürlüklerin uygulanmasını sağlayacak bir sosyal düzeni hak etmiştir. 29. Herkes bu bildirideki maddelere uyulmasının gerekli olduğunu kabul eder. 30. Bu bildirinin hiç bir maddesinin, devlet, toplum ya da kişiler tarafından yok edilmesi için çalışma yapılamaz. Her yıl 10 Aralık gününü de içine alan hafta “İnsan Hakları Haftası” olarak kutlanır. Hafta süresince kişi hakları belirtilir, insanca yaşamanın önemi anlatılır. İnsan sevgisinin herkese aşılanması sağlanır. İnsan haklarına saygı göstermeyen kişi ve milletler asla barışı sağlayamazlar.
- MEMUR
Evini sırtında taşıyan kaplumbağa gibidir memur. Tüm eşyaları, gittiği yeni yere uyum sağlayana kadar hoşnutsuzluğunu belli eder. Her şeyi ses çıkarır ve homurdanır durur. Sonun da bulunduğu yeni ortama uyum sağladığı zaman durulur. Çiçekleri yaprak çıkarır, kuşu tüy değiştirir. Ve her yeni yer ve yeni evde güneş bir başka doğar. Suyun tadı bir başkadır ve havası bir başka kokar. Bunların hepsi memurla birlikte yeni bir yaşama başlama ve tutunma uğraşıdır. Ve memur çocuğu olmak demek, alınacak her şey için maaş gününün beklenmesini bir kenara bırakırsak, ilkokulu bile aynı yerde başlayıp aynı yerde bitirememenizdir. Yeni mahalle, yeni okul, yeni öğretmenler ve yeni arkadaşlar. İlkokul ikiden üçe geçtiğim sene sınıfımı, öğretmenimi ve arkadaşlarımı çok sevmiştim. ‘Kaç yıldır buradayız. Ben arkadaşlarıma, arkadaşlarım da bana alıştı,’ düşüncesi ile okuldan eve geldiğim an annemin yüzünden anlamıştım; tayinimizin çıktığını… Haritalara bakarsınız. Gideceğiniz yeni yer hakkında yazılar okursunuz. Ama hiçbir kitap oradaki çocukların nasıl olduklarını, hangi oyunları oynadıklarını ve yeni okulunuzdaki öğretmeninizin nasıl biri olacağını yazmaz, yazamaz! Okulunuzdan, öğretmeninizden ve arkadaşlarınızdan nasıl ayrılacağınızı, yüreğinizin tüm bunlara nasıl dayanacağını anlatmaz, anlatamaz o kitaplar. Hiçbir kitap yeni bir yeri, yeni bir başlangıcı ve bu başlangıcın nasıl olduğunu yazmaz…Nereden gelmiş olursanız olun, çevreniz sizden farklı olmamanızı hemen her şeye uyum sağlamanızı, onlar gibi davranmanızı ve onlardan biri olmanızı beklerler. Bilip tanımadığınız bir sabaha günaydın deyip, bir duvar üstünde oturup; ürkek, çekimser ve korkarak çevrenize bakınmadıysanız eğer anlattıklarımı anlamanız, çektiklerimi bilmeniz zor, gerçekten çok zor. Yeni arkadaşlıklara, eskisinin yüreğinizde duran sıcaklığı ile yelken açmanız, hele ki bu yelkeni çocuk yüreği ile açmanız hiç kolay değildir. Bu yeni yerin bazen dili farklıdır, bazen dini, bazen de kendisi farklıdır. Ve bu yeni yerde yaşayanların kendilerine has bir dünyaları ile körebe oyunlarında ebeleri, mahalle takımlarında golcüleri ve kalecileri vardır. Bir memur çocuğu olarak bu oyunlarda yer bulmak hele ki kendini bu oyunlarda kabul ettirmek zor, gerçekten çok zordur. Elinizden tutan müdür sizi bir sınıfa getirir. Adınızı ve neden buraya geldiğiniz söyler. Ardından öğretmen, “Hadi, bir yere otur bakalım!” der. Olmaz! Kafanıza göre bir yere oturamazsınız! Ya sınıfın sevmediği, dışladığı, artık o sınıftan bile sayılmayan birinin yanına ya da en arkada yalnız başına durmakta olan bir sıraya oturmak zorundasınızdır. Beğendiğiniz, istediğiniz değil, arta kalan bir sıranın en kıyısına! Bir sıraya dilediğiniz gibi, istediğiniz gibi oturmanız için o sırayı hak ettiğinizi sınıftakilere ve öğretmeninize göstermeniz gerekir. Sınıfa girdiğiniz de öğretmeniniz yeni gelen bu farklı sesin bir an önce sınıfın havasına uymasını ister. Beklenen sürede onlardan biri olma şansınızı kaçırmanız halinde ise; hep bir yabancı olacak kalacaksınız demektir. Ta ki yeni bir yere gidene kadar! Yani, memur çocuğu her konuda uyumlu olmak zorundadır. Babanızın tayinin çıkması demek, en az bir ay boyunca evim dediğiniz yerde kutularla, üst üste yığılmış eşyalarla birlikte yaşamaktır. Aynı kıyafetle yemek, içmek, uyumaktır. Ve gidilen yerde günlerce yerleşmeyi ve normal bir yaşama dönmeyi beklemektir. Bugün bir memur olarak her tayinimde marketten her boy ve ebatta karton kutular alıp, her kutuya da içinde neler olduğunu yazarak toplanıyorum. Kutular açıldığında eşyalarımda kırılma da olmuyor. Hem bu kutular kışın ısınmada da kullanılıyor. Ancak eskiden böyle miydi? Babamın marangoza yaptırdığı büyük tahta kutuları vardı. Bu kutulara odun talaşları, bu talaşların arasına da kırılacak eşyalar yerleştirilirdi. Yatak, yorgan, kılık kıyafet gibi eşyalarımız için de büyük hurçlarımız vardı. Bugünlerde üç beş yorgan koyulan küçük kibar hurçlardan değil, iki üç hamalın zorlukla taşıdığı kocaman hurçlardan. Onca dikkate, onca özene rağmen bu sandıklardan bu hurçlardan kırılarak çıkan ve her taşınmada biraz daha dayanıksız hale gelen eşyalara isyan eden bir ev kadını, yenisini alamadığı için bunalan bir memur…Ve bu kargaşada en son akla gelen de çocuklar. Öyle ya: “Karnı tok, sırtı pek, çıksın dışarı oynasın. Başka ne derdi var ki!” Büyüklerin dertleri o kadar çok ki… Tüm bunların en acı, en kötü yanı ise yalnızlıktır. Gideceğiniz duyulunca, kalanlar da "nasılsa gidecek, bari diğer arkadaşlarıma daha bir sıkı sarılayım" duygusu oluşur ve artık yalnızsınızdır. Gidilen yere de uyum sağlayıp arkadaş edinene kadar gene yalnızsınızdır. Toplanmış eşyalar ve kutularla birlikte yaşanılabilir. Bir kaptan yemek yenilebilir. Aynı kıyafetlerin yıkanıp yeniden giyilmesi de kabul edilebilir. Ve tüm bunlara bir şekilde alışılabilir de yalnızlığın alışılası bir yanı yoktur. Yalnızlığa alışmak diye bir şey yoktur çünkü. Yalnızlık, başlı başına bir yalnızlıktır. Böyle bir yaşama dışarıdan bakan, ister çocuk ister büyük olsun, herkese her zaman cazip gelmiştir. Her yeri gezip görmek! Yeni insanlar, yeni okul, yeni çevre ve yeni hayat… Ama bilmezler ki yeni başlayan bir hayata uyum sağlamak hele ki bu hayata çocuk yüreği ile tutunmak zordur. Böyle gezmenin iyi tarafları da mutlaka oluyor. Ülkenin dört bir yanında hâlâ siz olarak varsınız, demektir. Mesela gittiğiniz her yerde bir arkadaşınızın, bir dostunuzun, sizi seven veya sizin sevdiğiniz birilerinin olması… Ayrıldığınız yerde sizi seven de sevmeyen de, koruyan da ezmek isteyen de bulunur. Sevenle sevmeyeni ayırt etmek zamanla edinilen bir tecrübedir ve bu bisiklete binmek gibidir. Asla unutulmaz! Yıllar yıllar sonra üniversite okumak için hiç bilmediğim büyük bir şehre gittiğim zaman arkadaşlarımın yaşadığı birçok sıkıntıyı ne yaşadım ne de onların düştüğü durumlara düştüm. Ortama ayak uydurmak, üç kuruş ile geçinmek, farklı kültürden gelen insanlarla dostluk kurmak ve dostu düşmandan, iyiyi kötüden ayırt etmek benim için olağan şeylerdendi. Bunca gezip yer görmenin sonucunda damak zevkiniz de çok gelişmiştir. Belli bir yaşa gelen birçok insanın görmediği, tatmadığı, bilmediği tatları siz biliyorsunuzdur. Bir lokantada, bir markette satılmakta olan bir yörenin ya da bir dost meclisinde ikram edilen bir tadın gerçekte olması gereken tat olmadığını gayet iyi bilmektesinizdir, susmanız gerekse bile! Çocuk yaşta orada yaşamış bile olsanız; yaşam şeklini ve insanların düşüncelerini gayet iyi bilmektesinizdir; bugün televizyonlarda anlatılanlara rağmen! Bir yer ile ilgili olarak duyduğunuz bir haberde, bir olayda taraflı davranıldığını, bir kasıt olduğunu belki de bilerek saptırıldığını en iyi siz anlayabilirsiniz. Her memur böyle mi? Elbette ki değil. Ancak babanızın kendine göre doğruları varsa ve bu doğruları uğruna hiç ödün vermeden, nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyen bir baba ise… İşte o zaman yaklaşık iki yılda bir Türkiye haritasını açıp gidilecek yeni ilçenin yerini, nasıl gidileceğini, orada yaşamınızın nasıl olacağını ve ne kadar süre orada kalacağınızı merek ederek uyursunuz, ta ki bir sabah o yerde uyanana kadar... Bunca taşınma ve yaşanılanlar sonucu bir gün de aile büyüklerinin yaşadığı, doğduğunuz yere, baba yurduna döndüğünüz zaman inanın ki gittiğiniz o yerlerde yaşadıklarınızın çok daha kolay olduğunu hemen anlarsınız. Şimdi siz buraya ait değilsiniz ki… Oysa burası sizin! Şimdi yabancılar yerli olduğunuz için sizi kendilerinden saymazlar. Yerli insanlar dışarıdan geldiğiniz için sizi kendilerinden saymazlar. Peki, siz: “Hangi arkadaşınız ile okul anılarınızı paylaşacaksınız? Çocukluk arkadaşlarınız neredeler? İlk aşkınız kimledir ve heyecanla ilk aşkınızı anlattığınız arkadaşınız şimdi nerededir? Bu yaşta siz geçmişinizi kiminle ve nasıl…”
- ZARRAB, Bizi Ya Satacak Ya Satacak!..
Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz. Gün geçmiyor ki başımıza bir hal gelmesin. Televizyonu açmaya, gazetelere bakmaya korkar olduk. Bir bedduayı taşır gibiyiz, hiçbir şey olmazsa deprem oluyor. Ne makus talihi var bu halkın? Birkaç gündür gündemi işgal eden konulardan biri Kılıçdaroğlu’nun belgeleriyse diğeri Zarrab ve davası… Buna Suriyeli mültecilere harcandığı iddia edilen 30 milar dolar eklendi. OECD bir rapor hazırlamış, Türkiye'nin harcadığı 8.5 milyar diyor. Adamların işi gücü yok bizi izliyor, yalancı çıkaracaklar. Hesap yapmışlar, adam başı 10 bin dolar ediyormuş... Dört kişilik aileye 40.000 dolar yani... yani 160.000 L, YANİ... Herhalde faturası vardır. Bu Suriyeliler desene çok uyanık, en kötü işlerde karın tokluğuna çalışıyorlar, çadır kentlerde kalıyorlar, sokaklarda dileniyorlar... Nasıl yani diyorlar. Senin vatandaşında asgari ücret buyken mi? Yol yaptık ya dedi yetkili sonunda, doğru Suriyeliler de geçmiyor mu? Bu para da bizden çıkacak, ama olsun, iç işimiz, hallederiz. Kılıçdaroğlu elindeki belgeleri sallayıp, hepsi gerçek, yurt dışına 15 milyon dolar gönderildi diyor. İktidar kanadı da 15 milyonu tartışmıyor, ama belgeler sahte, ayrıca para gitmedi, geldi, diyor. Bilmem ne adasında 1 Sterlin sermayeyle kurulan şirket bu parayı kazandı ve ülkeye döviz getirdi, olmaz mı?.. Biri yalan söylüyor, bu halkla eğleniyor, ama hangisi? Anlamanın yolu meclis soruşturması, muhalefet soruşturma istiyor, o da iktidarın oylarıyla engelleniyor. Şimdi savcılar devreye giriyor, Kılıçdaroğlu da savcılar el koymadan, yani olası bir yayın yasağına karşı belgeleri açıklayacağını söylüyor… İç sıkıntılar yetmiyor, karışık pis kokular gelen bir iş daha açılıyor başımıza. Yeter ki derdimiz içte olsun, bir biçimde aşarız, bir çözüm bulunur. Bulunmasa bile üstüne yeni bir gündem gelir, unutulur. Gerçi Zarrab da kısa süre öncesine değin iç sorunumuzdu. Dağıttığı yüklü miktarda rüşvetler bakanların başını yemiş, gündemi epey zaman meşgul etmişti. Yargılanması gündeme gelmiş, sonra da gerek olmadığı düşünülmüş, bakanların istifası yeterli bulunup konu da kapatılmıştı... Öyle ya dağıttığı bizim paramız mı, yok, eee? Bak bu mantıkla doğru gözüküyordu,ama... Söz buraya gelince insanın aklına gelmiyor değil; keşke yargılama tamamlansaydı, şimdi denilecek sözümüz olurdu, biz gereğini yaptık diye… Yapılmadı, nerden bilelim, nizami alem de bir kanun vardır, arılar yok olursa insanlar da yok olur. Yani dünyanın öte ucunda doğaya aykırı yapılan bir tasarruf mutlaka birilerini etkiler. İyi de para konusunda da var mı bu ? Varmış. Zarrab konusu da artık iç işimiz olmaktan çıktı, uluslararası gündemde. Üstüne üstlük “hayırsever, çalışkan ve muteber vatandaş” kimliğini taşımaktan çok da mutlu olmadığı anlaşıldı. Dahası neden olduğu olayda suçlanan sanık bile değil artık. Kısa sürede çok yol aldı, Türkiye’ye karşı tanık saflarında yerini aldı. İlk duruşmasında da ne kadar rahat ve tehlikeli olabilecek usta bir tanık olduğunu da gördük. Anlatacakları görünen öncelikle iktidarı, ardından ortaya çıkabilecek Amerikan ya da uluslararası yatırımlar yönünden herkesi kaygılandırıyor. Zarrab tanık sıfatıyla çıktığı ilk duruşmada rahat mı rahat, şemalar çizerek, en anlamayanın bile anlayacağı biçimde kirli çamaşırlarını, ilişkilerini ortaya seriyor. Kime ne kadar vermiş, kaç saat, kaç ayakkabı kutusu ... kuruş kuruş anlatıyor. Yolun sonu görünüyor; Zarrab bizi ya satacak ya satacak... Yani bu kez başımız gerçekten dertte. Ekranda aklı başında, alanında uzman, hukukçu ya da milletvekili konuşmacıları dinliyorum. Muhalif ya da iktidar kanadından çoğunun işler sarpa sararsa diye geliştirdikleri bir savunma var: Bu dava bir yere varmaz, çünkü hukuksuzdur, çünkü Amerika’nın İran’a koyduğu ambargodan bize ne, bizi bağlamaz. Gerçek bu mu? Yani soyunduğu dünya jandarmalığında Amerika iyice azıttı, ben diyorsam odur, havasında öyle mi? İyi de bu ambargoyu İngiltere ve benzeri ülkeler de destekliyordu. Yani bu, BM’lerin aldığı, üye ulusları bağlayan karardı. Ya biz, biz üye değil miydik? Üye ulusların imza koyduğu BM Antlaşması’na göre Birleşmiş Milletler’in tüm üyeleri güvenlik konseyinin aldığı kararları kabul edip uygulamak zorundadır. Üstelik anayasamıza göre de "usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir". Yani bu dava; salt ABD hukuku değil, uluslararası hukuk ve Türk hukuku açısından da sonuç doğuracak bir davadır. Televizyonda bunu iddia edenler de ya halkı ve elbette dünyayı ahmak yerine koyuyor ya da gerçekten samimiler, bilgisizliklerini bir köylü mantığıyla gizliyorlar. Biz bunu sık yaparız; deve kuşu, ciddi konularda örnek kahramanımızdır. Amerika’nın Zarrab’ı iktidara, dolaysıyla bize karşı kullanmayı düşünmesi kara bir senaryo… Ama olmaz da değil. Hem Amerika’nın gelmiş geçmiş tarzına uyacak gibi hem de iktidarla olan ilişkilerinin nane limon halinin desteklediği bir yanı var. Bizim de “iç işimiz, size ne” diyemeyeceğimiz BM anlaşmalarından belli. Üstüne üstlük bu davanın bir geçmişi var: ABD'deki bu dava 2010 yılından önce başlayan ve ABD tarafından yürütülen bir soruşturmanın sonucu. Türkiye ayağı ise 2010 yılında Reza Zarrab'ın adamlarından bazılarının Rusya gümrüğünde valiz dolusu paralarla yakalanması sonucu, Rus yetkililerin mali polise durumu bildirmesiyle başlıyor. Amerika birkaç kez gelmiş uyarmış, biz gereğince yapılıyor, demişiz. Oysa kazan kaynıyormuş. 11 Aralık 2012 tarihinde, yani Fetöcülerin 17-25 Aralık operasyonundan tam bir yıl önce Reza ihbarının sorumlu mevkilerdeki herkese yapıldığını, MİT’in Nisan 2013’te Zarrab’ın yaratacağı tehlikeler konusunda iktidarı raporla uyardığını belirtiyor Uğur Dündar. İhbarı yapan kişi ikramiyesini almak için çalmadık kapı bırakmıyor, ama bu arada Reza için takipsizlik kararı veriliyor, ancak ondan sonra muhbir kişiye 50.000 lira ikramiye olarak ödendiğini yazıyor yazısında. Yani 17-25 Aralık operasyonlarından tam bir yıl önce ihbar yapılıyor, MİT görevini yapıp rapor veriyor, Maliye Bakanlığı da soruşturma başlatıyor. Ama yargıdan takipsizlik kararı çıkıyor. Hem takipsizlik, hem ihbarı yapana ödül... Suç var mı yok mu? Dahası da var: 4 Ocak 2013'de yani 17-25 Aralık operasyonlarından 11 ay önce ilginç bir olay daha yaşanıyor. Gana'dan kalkan bir uçak Atatürk Havalimanı'na iniyor. Uçağın taşıdığı yüke "örnek doğal taş" adı verilmiş. Görevliler kuşkulanıyor, Kargo müdür yardımcısı Hopalı Teoman Dudak talimat veriyor ve yük inceleniyor. Doğal taş denilen yükün 1,5 ton külçe altın olduğu anlaşılıyor. Belgeler sahteymiş. Uçak mühürleniyor, tutanak tutuluyor. Sonuçta Teoman Dudak Gazi Antep'e sürülüyor, uçağı mühürleyen 18 gümrük görevlisi hakkında "görevi kötüye kullanmaktan" soruşturma açılıyor, ancak savcılık soruşturmaya gerek görmüyor.(*) Şimdi Zarrab şemalarla anlatırken Atilla'nın yanında Teoman'dan da söz ediyor: Ne yaptıysak bu adama rüşvet veremedik, diyor. Hayret... 15-17 Aralık’ta olaylar medyaya taşınmış, ambargonun delinmesinde “ayakkabı kutularını” dolduran rüşvette yer alan bakan ve kişilerin adları ayyuka çıkınca da gereğini yapmamışız, görevden almakla yetinmiş, yargılamamış, yüce divana da sevk etmemişiz. İran'dan aldığımızı ülkemizde üretilen gıda, tarım ürünleri ve ilaç gibi mallarla yapabilirdik, kimse de bir şey diyemezdi. Üstümüze düşeni yaptık deme şansını da kaçırmışız. Belli bu kez başımız, kuma gömsek de kurtulamayacağımız dende sıkı dertte. Amerika ne yapar? Önce şunu görmeli: Bu durumdan hiç etkilenmemek temenni olsa da galiba mümkün değil, az etkilenmekse tam bağımsız olmakla mümkün, yani Atatürk’ün de işaret ettiği gibi. Sadece siyasi değil, her alanda; sosyal, ekonomik, kültürel… Küreselleşen dünyada bunun da kusursuz uygulaması ütopik. Bir alanda muhtaçsın, ama genel anlamda bağımlı olanların işi çok zor. Amerikanın sopalarından biri bu zaten. Yani ambargo. Yapar mı yapar. Geçmişte, tarihte örneği görülmemiş biçimde müttefiki Türkiye’ye Kıbrıs Harekatı sonrası ambargo uyguladı. Bir başka olasılık Amerika direk iktidarla uğraşır mı? Yüzde elli oy oranıyla bir iktidar höt deyince geri çekilmez, bunu görmez mi? Belki, ama iktidar da, durumu lehine çevirecek çok uygun bir malzeme bulmuş olmayacak mı? Ayrıca Amerika kimi deneylerinden bilir ki ulusların da aileler gibi, Feto olayında da görüldüğü üzre ortaya çıkan bir dış düşmana karşı kenetlenip iç sorunları bir yana attıkları sık görülendir. Hele Afrika ülkelerinde, örneğin Sudan’da Amerika'nn lideri devirme gayretleri nedeniyle iktidarı sağlamlaşan, ülkesi ikiye bölündüğü halde hala başta olan yöneticiler var olduğunu bilirsek... Bu varsayım bile bizi ulus olarak iktidarın çevresinde kenetlenmeye götürür ve Amerika'nın aklı o kadar sıradan değil. Bizden birileri mağduriyet yaratıp durumdan yararlanmak için gündeme getirse bile, blokların çatladığı, dünya siyasetinin belirsizleştiği, Türkiye’nin üçüncü bir yol aradığı şu günde Amerika’nın giderek sahnelerde daha çok rol alan Rusya’nın yanıbaşındaki bir müttefik ülkeye bu tavrı sergileyebilme olasılığı çok güçlü gözükmüyor. En önemlisi kendi seçmenine, öteki müttefiklerine anlatması da zor. Yine de konu Amerika olunca ihtimal, olasılıktan öte bir şeydir. Ne var ki Amerika, bu kez oldu, bir daha olmasın demeyecek, son dönem eski muhabbetini de kaybettiği iktidarı da yoracak bir şey ya da bir şeyler yapacaktır. Tabi "ayakkabı kutularını” götürenler ortaya çıkıp da biz Türk halkını ve de ulusumuzu mağdur etmeyiz, veririz aldıklarımızı, biter… demezlerse ulus olarak bizi yoracaktır. Halimizin güllük gülistanlık olmadığını da düşünürsek… Yani önümüzdeki günler, ateşten gömlek… Anlamak için benzer örneklere bakmalı. ABD geçtiğimiz yıllarda Sudan, İran, Kuzey Kore ve Küba gibi ülkelere uygulanan yaptırımları ihlal ettiği gerekçesiyle Avrupalı bankalara 50 milyar dolar ceza kesmişti. İşte ABD’nin dev bankalara kestiği cezaların bazıları: BNP Paribas: İran’a yaptırımları deldiği şüphesiyle 8.9 milyar dolar. HSBC: Kara para aklama ve Kuzey Kore ve İran’a kısıtlamaları ihmal nedeniyle 1.9 milyar dolar. Standard Chartered: İran’a yaptırımları ihlalden toplam 967 milyon dolar. Credit Agricole: İran ve Sudan’a yaptırımları delmek nedeniyle 787 milyon dolar. Royal Bank of Scotland: İran ve Sudan’a yaptırımları ihlalden 100 milyon dolar. Bu güçlü bankaların ait olduğu ülkeler Hıristiyan blokunda ve bize göre çok daha güçlü ekonomileri olan ülkeler. Ne dersiniz, neden “Ey Amerika iç işlerimize karışma,” diyemediler. Kuzu kuzu cezalarını sineye çektiler. Hepsi biliyordu ki cezanın ödenmemesi durumunda kurumların uluslararası finans piyasalarına erişimleri kesilecekti. Amerika'nın Dolar diye bir parası var malumunuz. Bu paranın çoğu dışarıda dünya alışverişini belirleyen temel güç olarak dolaşımda. Onda nezle olsa, dünya ülkeleri o yüzden vereme yakalanıyor. Amerika, bu müthiş güçle yıkılmayacak bir sistem oluşturmuş, yapılan her türlü uluslararası finans piyasasını denetleyebiliyor. Bu denetimden kaçmanın bir yolu yok mudur sanki, diye akla gelebilir. Var… Ayakkabı kutuları ya da valizler ya da altın külçeleri… Ama birilerinin yeşil ışığı yakması gerek. Yoksa sıradan vatandaşın belli bir rakamdan yüksek, örneğin 150.000 lirayı bankaya yatırması bile nereden buldun sorusunu gündeme getirirken milyonları döndürmek kolay iş değil. Bu zoru başardı. Ne var ki iyi çözüm olmadığı görüldü. Bankalarınsa kaçışı yok. Şimdi Zarrab’ın neden rüşvet dağıttığı da biraz anlaşılır olmuştur. ABD'yi dolandırmak, bankacılık sahtekarlığı ve kara para aklama suçlarından Miami'de tutuklanan Zarrab'ın filmlere konu olacak hikayesi bundan sadece 34 yıl önce başladı. Dünyayı ayağa kaldıran, hakkında İran’ın idam, Amerika’nın tutuklama hükmü olan Raza Zarrab ya da makbul Türk vatandaşı haliyle Rıza Sarraf yani eniştemiz daha bir çocuk sayılabilir aslında. Bize de çok yabancı değil, bir acem çocuk. Zeki, becerikli bir genç olmasının yanında şarkı sözleri de yazan, böylece kendinden on yaş büyük Ebru Gündeş’le de tanışıp evlenen Zarrap, Azeri kökenli bir ailenin çocuğu olarak, 1983'te İran'ın Tebriz kentinde doğdu. Eğitimini Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de tamamladı ve küçük yaşta ticarete atıldı. Bir süre ailesiyle birlikte Dubai'de yaşadı. 23 yaşındayken Türkiye'ye yerleşti. Kapalıçarşı'da mücevher işlemeciliği yaptı, Yalova'da bir tersane kurdu. Ardından demir-çelik ve inşaat sektörlerinde yatırımlar yaptı. 2008'de kurduğu Royal Denizcilik A.Ş. kısa sürede faaliyet alanını genişletti, uluslararası altın ticaretine da başlayarak bir holdinge dönüştü. Birkaç yıl içinde servetine servet katan Reza Zarrab, şarkıcı Ebru Gündeş'le yaptığı evliliğin ardından Türk kamuoyu tarafından tanınmaya başladı. 2010 yılında evlenen çiftin çocukları oldu. Türk vatandaşlığına geçerek Rıza Sarraf adını alan Zarrab, o dönemde işadamı kimliğinden çok bir magazin figürü olarak gündemdeydi. Eşine aldığı pahalı hediyelerle gündeme geliyordu. Beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanacağı mahkemeye zorla getirilme kararı bulunan, kaçak inşaat yaptığı Kanlıca'daki 26 milyon liralık yalı, Bodrum'da 1.8 milyon liralık yazlık… bunlardan bazılarıydı. 17 Aralık 2013, sadece Türkiye için değil, Reza Zarrab için de bir kırılma noktasıydı. Yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla gözaltına alınan isimlerden biri de oydu. Tutuklandı, 70 gün cezaevinde kaldı. Yüzlerce hakim-savcının ve binlerce emniyet mensubunun görev yerlerinin değiştirildiği bir süreçte tahliye edildi ve bu karar çok tartışıldı. O dönem her gün internette yayınlanan usulsüz dinleme kayıtlarında adı sık sık karşımıza çıkan Zarrab'ın "O...... ile memurun bahşişi işin başında verilir," cümlesi hafızalara kazındı. Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler'in telefonda Zarrab'a "Vallahi senin önünde yatarım" dediği iddiası da çok konuşuldu. 17 Aralık soruşturması takipsizlikle kapansa da Zarrab hakkındaki suçlamalar bitmek bilmedi. İran'da "dünyada fesat çıkarmak" suçundan idama mahkum edilen işadamı Babek Zencani ile ortak olduğu iddiaları, Zencani'nin Zarrab'a "Reisim" diye hitap etmesi ve ikilinin İran'a yönelik uluslararası ambargonun kırılmasında en önemli iki aktör olduğu yönündeki bulgular, Zarrab'ı gündemde tutmaya devam etti. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı müfettişleri 2014'te İran ile Türkiye arasındaki gizli altın ticaretini bu iki ismin yürüttüğünü belirtse de Zarrab bu iddiaları hep reddetti, ancak tanık sıfatıyla çıktığı Amerika mahkemelerine kadar. Bu iddiaların üzeri soğumadan bir inanılmazı daha yaptı Zarrab, ABD'ye giderek, kaçınılmaz sonu kendisi hazırlamış oldu. Hakkındaki iddianame hazırdı zaten, New York'ta 75 yıl hapis istemiyle ABD yargısının karşısına çıktı. Kısa süre sonra da beklenen oldu, işbirliği yaparak Türkiye aleyhine tanık oldu ve dudak uçuklatan rüşvetin hem şemasını yaptı, hem de hikayesini anlatmaya başladı. Sanıklıktan tanıklığa geçti, makbul ve hayırsever iş adamlığından hain ve ihbarcı kimliğine geçti. Şimdi de başta Türkiye Halk Bankası olmak üzere Türkiye Cumhuriyetine karşı bildiklerini söyleyecek görünüyor. Dünyada örnekleri çok. Amerika bankalarda kendi para sistemiyle oynatmıyor. Bu nedenle biz ilk değiliz Avrupa devletlerini de mahkûm ettirmiş. Hukuksuz mu? İstersen kullanma onun sistemini. Yani de ki ben lirayla ithalat-ihracat yapacağım. Kullanacaksan kural bu. İhlal etmişsen sınırlarımdan girme... diyor... Oradan okunmuyor mu? Atatürk'ün tam bağımsızlık dediği buydu, şimdi anlaşıldı mı acaba?.. Barzani gibi adamın ağzına bir damla bal çalarlar verirler gazı,bir adım öne çıkarırlar, sonra da üç adım geri gitmeye mecbur ederler. ZARRAB İran'da idama mahkum, Amerika'da aranan adam... Bunu en iyi kendi biliyor. Biliyor ve tatile gidiyor oraya... inandırıcı mı? Yani Amerika'da başına neler geleceği apaçık belliyken giden adama, niye gittin bile demeden, bir yurttaşımız tutuklu, diyerek tabandan tavana seferberlik ilan ettiğimiz Zarrab, YA BİZİ SATACAK YA BİZİ SATACAK... AKP den ilk tepki: "Tiyatro..." oldu. Bekleyelim hele denildi. Zarrab'sa konuşmaya başladı bile... Nihayet dün (2 Aralık 2017) karar verildi, Zarrab'ın ülkemizdeki mallarına el konuldu. Geç ama olsun, adım adımdır. Görünen önümüzdeki günler "Arkası Yarın"larla geçecek... Adı pek anılmasa da atadan dededen de gerçekten Türk vatandaşı olan Halk Bankası yetkilisi ne olacak, sorusu gündeme henüz gelmedi. Tuttuğu avukatların ilk yaptığı iş suçu kabullenmek olmuş, bu ülke yasalarına göre bir taktik de olabilir ama ilginç bir taktik… Başta banka müdürü olmak üzere asıl sorumluların ortada olmadığı yerde çok da ilgisi olmayan, Zarrab’ın ona rüşvet vermedim, istemedi de… dediği Atilla neyin hesabını verecek, ileride anlaşılacak. Ya da bu konu nereye kadar uzanacak? Ne var ki şu kesin, Amerika yakamızı bırakmayacak. Amborgo ya da iktidara yönelik bir girişim çok akla yakın değil, Türkiye bir muz cumhuriyeti değil, önlerinde Feto kalkışması örneği var sonuçta. Ama para cezası hem de yüklü bir ceza beklenebilir. Daha önceki dünyadaki uygulama örneklerine bakarsak dava sonucu ortaya çıkacak yüklü bir para cezası yani milyar dolarları kimin ödeyeceği de henüz meçhul. Gerçi meçhul de sayılmaz, vatandaş olarak bizim ödeyeceğimiz kesin de belki o ayakkabı kutularının sahipleri öder umudu var, az da olsa... Belki de en üzücü olanı da burada zaten, yoksa Zarrab marrab hikaye… Hangi kapıya çıkarsa çıksın, ne anlatılırsa anlatılsın bu olayın şu yanı gerçek, kimi devlet ehli, elindeki olanakları ve gücü bu adamın emrine vermiş, karşılığında dudak uçurtan rakamlarda rüşvet almış. Bu devlet ehli o yere bir iddiayla gelmiş, dini misyon edindiğini savunmuş, ben Müslümanım güven bana demiş, umarsız yığınların ilgi ve desteğini sağlamış, sonra da utanmadan çalmış. Şimdi de o kitlelerin yiyecek ekmeği yokken tonla borcun altında ezilişini izleyecek. Sorarsan Müslüman… Yazık. İnanç, hangisi olursa olsun, hepimizin sığınağı... Allah haklarından gelsin. / (*) Necati Doğru, 3 Aralık 2017 Sözcü Gazetesi
- TAŞIMALI EĞİTİM YANLIŞ MI?
Biraz da ezber bozalım-14 Eğitimle ve köy yaşamıyla ilgili olanlar, küçük ve orta büyüklükteki köylerde okulların kapalı olduğunu bilirler. Bunun yerini taşımalı eğitim almıştır. Taşımalı eğitim, köydeki ilkokuldan lise sona kadar zorunlu eğitim yaşında olan çocuk ve gençlerin anlaşmalı servisler tarafından belirli noktalardan alınarak merkez köylerde ya da kasaba ve kentlerdeki okullara götürülmesi, ders sonunda ise alındıkları yere aynı servisler tarafından teslim edilmesidir. Taşıma ve öğlen yemekleri de devlet bütçesindendir. Taşımalı eğitimi zorunlu kılan birinci neden, ülkede kapitalizmin ve kentleşmenin hızla gelişmesi sonucunda köy nüfusunun azalması, buna bağlı olarak da köy okullarında öğrenci mevcudunun iyice düşmesidir. İkincisi ise lise eğitiminin de zorunlu olmasıyla köy çocuklarının okul ihtiyacının ancak böyle karşılanabiliyor olmasıdır. 1989’da iki ilde 305 öğrenciyle deneme olarak başlayan taşımalı eğitime giren öğrenci sayısı günümüzde 1.380.000’i aşmıştır. Köylerde verilen eğitimle kentlerde verilen eğitim kalitesinin köydekiler aleyhine olduğunu bilen köylülerden bir kısmının “çocuk okutmak” gerekçesiyle kentlerde konut edinmeye çalıştıklarını veya ev kiraladıklarını bilirsiniz. Köy okullarındaki eğitimin daha zayıf olmasının nedeni çoğunun birleştirilmiş sınıflarda eğitim yapmak zorunda olmasıdır. 1954’te köyümüzde açılan okula tek öğretmen verilmişti ve öğretmen birinci sınıflarla, sınavla ikinci sınıfa kaydettiği öğrencileri birlikte okutuyordu. Üçüncü sınıfta ben de bu okula naklettim ve üç yıl bu tek öğretmen tarafından okutulduk. 1965’te başladığım öğretmenliğimde çoğu birinci sınıfta olan fakat öteki sınıflarda da birkaç öğrenci bulunan 49 kişiden sorumluydum. Birleştirilmiş sınıf okutan öğretmenlere göre, tek bir sınıftan sorumlu öğretmen çok daha şanslı olduğu gibi, birleştirilmiş sınıflarda okuyan öğrencilerde başarı düzeyinin sınıf öğretmeninde okumuş öğrencilere göre daha düşük olması doğaldır. Taşımalı eğitim bu zorunluluklardan doğdu ve kent çocuklarıyla köy çocukları arasındaki bu büyük ayrılığı azalttı. Köy okulları kapandı. Bunların bir kısmı köylerde açılacak kurslar için veya köy müzesi gibi işlevlere kavuştu. GERİ DÖNEMEYİZ Bununla birlikte aydınlardan birçoğu bu gelişmeyi kabullenemedi. Gerekçe olarak kapandıkları için köy okulunun gönderinde artık cumhuriyetin simgesi olan bayrağın ve köyün tek aydını olan öğretmenin köyde görülmeyişini gösterdi. “Köyler imamlara kaldı!” diyorlar. Doğrudur, günümüzde devlet memuru olarak hemen yalnız imamlar oturuyor. Hem de çok mahalleli köylerde her mahallenin bir camisi ve imamı var. Ama öğretmenin köy kalkınmasında ve köyün aydınlatılmasındaki rolü çoktan bitmiş bulunuyordu. Köy yollarının yapılması ve öğretmenlerin otomobil sahibi olmaya başlamasıyla öğretmenler köy okullarına günlük geliş gidiş yapıyorlardı. Şimdi taşımalı eğitimin yapıldığı merkezî okulların öğretmenleri bile ya kendi otomobilleriyle ye de topluca bir servis tutarak sabah gidip akşam kente dönüyorlar. Arkalarındaki cemaatin sayısı ne olursa olsun, günde beş vakit ezan okumak ve cami kapısını açmak zorunda olduklarından, cemaati de kentlerdeki camilere günde beş vakit taşımak mümkün olmadığından, imamlık taşınamıyor. Eğer öğretmenler, düşünen, sorgulayan, çalışkan ve modern dünyaya uyum sağlamış öğrenciler yetiştirecek bir anlayışta iseler, bunu ayaklarına getirilen köy çocuklarında uygulayabilirler. Neredeyse boşalmış bir köyde kışın kalan beş on yaşlı ile ara sıra merhabalaşmaktan başka bir şey yapamayacak öğretmeni köyde tutmanın imkânı da mantığı da yoktur. Bayrak konusuna gelince, artık iktidar partisinin mitinglerde herkesin eline tutuşturduğu o bayraktan hemen her köy evinde de var. Türkiye köylüsü artık kentlere doluştu. Köyde kalanlar da bir ayakları kentlerde olması nedeniyle yarı köylü bir özellik kazandı. Öğrencileri aracılığıyla öğretmenlerin velilerle bağ kurma olanağı ortadan kalkmış değildir. Köy okullarının kapanmasına içimizin yanması, köyü 1940’lardaki, 50’lerdeki gibi hayal etmemizden kaynaklanıyor. Ama kabul etmeliyiz ki “düne ait olanlar, dünle birlikte gitti. Şimdi yeni şeyler söylemek gerekir.” 15-20 öğrencinin bulunduğu köy okulunda beş sınıfı okutan bir öğretmen sistemini de, eski köy nüfusunu İstanbul’dan. Mersin’den. Diyarbakır’dan kaldırıp köye taşımanın da imkânı yoktur. (26 Kasım 2017) Fotoğraf: Beyceli İlkokulu Merkez ilkokulunda Bir zamanlar 7 öğretmenin 210 öğrencinin bulunduğu Beyceli İlkokulu’nda 2000 yılında kala kala bu kadar öğrenci kalmıştı. Bir o kadar da Kuzmiri mahallesindeki okulda vardı. Şimdi komşu köye taşınıyorlar.
