
Arama Sonucu
maviADA'ya DÖN
Boş arama ile 4082 sonuç bulundu
- Can Erik
FADİME Y. KAROĞLU * Ah erik, can erik Canım erik!.. Bu kadar da olmaz ki Düşmeden sıcağı Toprağına cemrenin Güneşin ölgün ışığına Cin mısırı patlayan, Evecen hallerin. Bilmeden yürüyüşün Bir sana mı has, Tek sana mı mahsus İlkyaz aldanışların?
- Fadime Y. Karoğlu
Fadime Y. KAROĞLU / TÜM YAZILAR 2006 Yılından bu yana maviADA dergisinde değişik kademelerde sorumluluk ve yer alan, 2006 yılında İÇİMDEN KUŞLAR GEÇİYOR adlı bir öykü kitabı maviADA yayınlarından çıkmış olan Fadime YILDIRIM KAROĞLU'nun' Yayınlanmış yazılarını görmek için RESME tıklamanız yeterli maviADA Temel Olarak "Emek Verenindir. Emeğe göre biçimlenen yapısı vardır *Yine de güncelle ve kültür sanat tarihiyle bağlantıyı yitirmemek için dergiye uyan her yazıya ve yazara yer verir. *Bir dergiden yüzlerce, binlerce yazar gelip geçer. Hepsine yer vermek istense de mümkün değildir. *Yazanlardan en az BEŞ yazısı yer alan, dergiye kayda değer emeği geçen kişiler yazar listelerinde gösterilir. *YETKİLİ YAZARLAR sayfaya düzenli yazarlar ve yazar listelerinde öncelikle yer alırlar. *Bir ay gerekçesiz yazmazlarsa önceliklerini kaybederler, listede geriye düşerler. *Beş yazısı yayınlanan yazara profil yapılır, dergiden ayrılsalar bile tanıtımları ve öncelikleri saklanır. Dilediklerinde konuk yazar olarak yer alırlar.
- “Ah Bir Ataş Ver Cıgaramı Yakayım”
Nurten B. AKSOY * ‘ Vatan Sağ Olsun’ Diyerek Denizin Dibinde Ölümü Bekleyen Dumlupınar Şehitleri’nin Anısına Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım Sen salın gel ben boyuna bakayım Uzun olur gemilerin direği Ah yanık olur anaların yüreği Ah çatal olur efelerin yüreği” Bu türküyü söyleyerek ölümü bekleyen, arkalarında yüreği yanık analar, eşler ve çocuklar bırakan denizcilerin; Dumlupınar Şehitleri’nin ölüm yıldönümü bugün. Tam yetmiş bir yıl önce onlar, tevekkülle “Vatan sağ olsun!” diyerek ölümü kucakladılar bir çelik tabutun, Dumlupınar denizaltısının içinde. İşte onların hazin hikayesi… 1953 yılının sisli, karanlık ve rüzgarlı bir gece yarısı… Ege Denizi’nde katıldığı NATO tatbikatından dönüş yolunda olan Dumlupınar denizaltısı, 3 Nisan’ı 4 Nisan’a bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girer. Karanlığın içinde su üstü seyri yapan denizaltının rotası Gölcük’teki Denizaltı Komutanlığı ana üssüdür. Dumlupınar, tatbikat süresince iki gün su altında kalmış; üstün başarı gösteren gemi personeli, yerli yabancı tüm komutanların takdirini kazanmıştı. Kendilerine verilecek yeni bir göreve kadar sevgilileri olan denizden ve gemilerinden ayrılıp eşlerine, ailelerine kavuşmanın heyecanı içerisinde olan denizciler, yorgun ama bir o kadar da üstlerine düşen görevi layıkıyla yapmanın gururu içindedirler. Ne var ki saatlerin 02.15’i gösterdiği sırada, Çanakkale Boğazı’ndaki Nara Burnu’nu dönerlerken, Türk denizaltıcılık tarihinin belki de en acı kazası gerçekleşir. Dumlupınar denizaltısı, İsveç bandıralı Naboland Şilebi ile Boğaz’ın orta yerinde çarpışır. Denizaltının parçalanan baş kısmından hücum eden karanlık ve soğuk sular, koca denizaltıyı seksen bir kişilik mürettebatıyla birlikte birkaç dakika içinde yutuverir. Zıpkın yemiş koca bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak sulara gömülen denizaltının köprü üstünde nöbet tutan sekiz denizcisi de çarpışmayla birlikte sulara savrulur. Denizin karanlık sularına savrulan bu sekiz kişiden ikisi, arkadaşlarının gözleri önünde Naboland’ın pervanesinde parçalanarak can verirken bir diğeri akıntıya kapılıp boğulur. Sağ kalan beş kişi ise olay yerine ilk yetişen Gümrük Motoru tarafından Çanakkale’ye götürülerek hastaneye yatırılır Günün ilk ışıkları etrafı aydınlatmaya başladığında, Boğaz’ın 90 metre derinliğindeki soğuk karanlıkta korkunç bir can pazarı yaşanmaktadır. Aldığı yara sonucu sulara gömülen ve manevra dairesinde yangın çıkan Dumlupınar’ın kıç torpido bölümündeki yirmi iki denizci sağ kalmayı başarmış, kurtarılmayı bekliyordur. Dumlupınar burada battı O günün imkânlarıyla çok uğraşılmasına rağmen gemiyi ve içindeki seksen bir kişiyi çıkartmak mümkün olamaz. Çünkü Türkiye’nin elinde, denizin doksan metre altına gömülmüş denizaltıyı çıkartacak imkânlar ne yazık ki henüz yoktur. Denizaltı battıktan sonra battığı yerin bulunabilmesi için aşağıdan bir haberleşme şamandırası fırlatılır. Bu şamandıranın içinden irtibatı sağlamak için bir telefonla şu not çıkar: “Dumlupınar burada battı, kapağı açın ve irtibat kurun!” Facianın üzerinden yaklaşık dört saat geçmiştir. Denizaltının yerini belli eden ve kazazedelerle telefon irtibatı sağlamak üzere yüzeye bırakılan “denizaltı battı” şamandırası balıkçılar tarafından bulunarak gemidekilerle telefon vasıtası ile irtibat kurulur. Bu arada radyo bu konuşmayı verir. İlk telefon bağlantısında aşağıya, “Oğlum merak etmeyin… Sizi kurtaracağız…” mesajı gönderilir. En zor dakikalar başlamıştır. Herkes ağlamaktadır, dakikalar hızla geçer; ama kurtarma çalışmaları bir türlü sonuç vermez. Aşağıdan konuşmalar, ezan ve tekbir sesleri gelmektedir; Kurtaran gemisi kazadan tam on saat sonra olay yerine gelmiş ve çalışmalara başlamıştır. Boğaz’da akıntı çok kuvvetlidir, dalgıçlar on bir dalış yaparak kurtarma halatını denizaltıya bağlamaya çalışırlar. Fakat teknik yetersizdir, en son dalgıç seksen metreye kadar inebilir ve baygın halde yukarı çekilir. Ancak on beş saat sonra basınç odasında hayata döndürülür. Oysa ki gemiye ulaşmaya daha on bir metre vardır ve başarılamaz, gemiye ulaşılamaz. Kurtaran gemisi personeli aşağıdaki arkadaşlarını kurtarmak için büyük gayret gösterir ancak daha çalışmanın ilk adımında denizaltının battı şamandırası kopar ve Dumlupınar’la tüm bağlantı kesilir. Çan kılavuz teli olmayan denizatlıya ulaşmak daha da imkânsız bir hal alır. Eğer Dumlupınar’ın şamandırası kopmasaydı dalgıçlar telefon kablosuna tutunarak aşağıya inecek ve Kurtaran gemisindeki çan telini denizaltının kurtarma kapağına takabilecekti ama olmadı, olamadı… Facia haberleri kısa zamanda radyo ve gazetelerden tüm yurda duyurulur. Milli Savunma Bakanlığı’nın yayınladığı yedinci ve son tebliğ ise tüm ümitleri tüketir: “Çanakkale’de Nara önünde batan Dumlupınar denizaltı gemisinde kalmış olan personelin kurtarılmasından tamamen ümit kesilmiştir…” Nihayet çaresizlikle denizaltındaki subay, astsubay ve erlerin tümüne korkunç gerçek söylenir; kendilerini su yüzüne çıkaramayacakları, buna imkan olmadığı bildirilir. Artık, kendilerine başta söylenen “gerekmedikçe konuşmayın ve sigara içmeyin” telkininin yerine, “konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir ve isterseniz sigara bile içebilirsiniz” denilir. “Ah bir ataş ver cıgaramı yakayım” Bunu duyan kahraman ve çaresiz denizcilerin son sözleri “Sizler sağ olun! Vatan sağ olsun!” olur. O andan sonra, oksijen bitene kadar 72 saat hayatta kalırlar ve “Ah, bir ataş ver cıgaramı yakayım, sen salın gel ben boyuna bakayım…” türküsünü söyleyerek büyük bir tevekkülle son nefeslerini verirler. Şehit Astsubay Sait Yıldırım ‘ın kızı Berke İnel anlatıyor: “O gün okula gidecektim. Tam çıkacağım sırada geriye döndüm ve koşa koşa babamın yanına gelip sarıldım. ‘Babacığım ne olur gitme, ben senin gitmeni istemiyorum.’ dedim. Bana dönerek ‘Gitmem gerek. Bir gün anlayacaksın. Vazife çok kutsaldır ve ben bir askerim gitmem gerek.’ dedi. Gidiş o gidiş…” Ne gariptir ki Türk Deniz Kuvvetleri’ne alınan ve adları Dumlupınar olan denizaltılardan üçünün de kaderi aynı olmuştur. Farklı yıllarda, farklı modellerde, farklı tersanelerde inşa edilmiş olsalar da, onları benzer kılan özellikleri kötü kaderleri ve adlarının “Dumlupınar” olmasıdır. Üç denizaltının benzeyen sonları 1931 yılında hizmete giren İtalyan yapımı 1. Dumlupınar denizaltısı Karadeniz’deki bir tatbikattan dönerken dümeni arızalanır ve Haydarpaşa’da bir gaz tankeriyle çarpışır. 1950 yılında hizmete giren 2. Dumlupınar, 4 Nisan 1953 tarihinde Nato tatbikatından dönerken, Çanakkale Nara burnunda İsveç bandıralı Naboland gemisiyle çarpışır ve 81 denizciye çelik mezar olur. 1972 yılında hizmete giren 3. Dumlupınar ise; 1 Eylül 1976 tarihinde Marmara’dan Çanakkale Boğazı’na gireceği sırada Sovyet bandıralı Sızik Vavilov gemisiyle çarpışır. Denizaltı mucize eseri batmaktan kurtulur, ancak daha sonra tersanede tamirdeyken yanar. Ve bundan sonra hiçbir gemi veya denizaltına “Dumlupınar” adı verilmez. Ruhları şad olsun Dumlupınar denizaltısına, batışından 5 yıl sonra bir deneme dalışı ile zar zor inilebilinmiştir. Kazadan elli yıl sonra gelişen sualtı teknolojisi, böylesi zor dalışlar için yeterli gelişmişliğe ulaşmış ve bir belgesel çekimi için Dumlupınar’a inilerek 30 Mart 2003 tarihinde resimler çekilmiş, “Vatan Size Minnettardır” yazılı bir onur plaketi de gemiye çakılmıştır. Her yıl 4 Nisan da İstanbul, Çanakkale ve Gölcük’te Dumlupınar Şehitleri’ni anma törenleri düzenlenir ve denize yeşil çelenk bırakılır. Hepsinin ruhları şad olsun…
- her hafta bir dergi
/ maviADA ADA 40 KIŞ 2020 / Eskiden albümler vardı, sık sık alıp anılara baktığımız. Salonda özellikle konuklara açık dururdu En çok da canım sıkkın, moralim bozuk, hayat ilk rauntta nakavt etmişse beni, şimdi zaferlerle dolu gözüken geçmişin resimlerine dalardım. Replikler ezberimde: "Burada sınıf birincisiydim." "Ne günlerdi ya; okulun en güzel kızını ayarttığım zamandı o gün." ...ve benzerleri. Sahi albümlerde bir tek çirkin, başarısız, dayak yemiş gibi halimiz yoktur farkında mısınız? Doğal, yenik zamanların resmini kim albümde saklar ki?... Albümleri bıraktığımda içimde eşsiz bir direnç, kendi geçmişimle rekabet hali...Albüm üstüne düşeni yapmıştır; iyi zamanlarımı anımsatarak düşkünlüğüme direnmemi öğütlemektedir . Dergiler de öyle bir şeydir. En başarılı örnekler, en dokunaklı yazılarımız ancak onda yer alır. En güzel vesikalıklarımızdır onlar; geleceğe kalacak. maviADA YAZARLARINININ BEŞ YIL ÖNCEKİ EN GÜZEL VESİKALIK RESİMLERİNİ GÖRMEK İSTER MİSİNİZ? Tabi süreç içinde gösterdikleri performansı da... * Şenol YAZICI * KIŞ 2020 sayı 40 * BASILI DERGİ / DERGİYİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
- Ne Zormuş İnsan Olmak
NİYAZİ UYAR * Ne zormuş insan olmak. İnsanlar ölüyor bak, Açlıktan, hastalıktan. Bak savaş meydanlarına Hiç görmediği canlara Ölüm yağdırmakta. Ne zormuş insan olmak, Bak duvar diplerinde Titremekte soğuktan sabi sübyan Evsiz ocaksız. Yere batsın insanlığınız, Cehennem olup gidin, Gark olun! Yerin yedi kat altına, Ne zormuş insan olmak. Olunca yüreğinde sevgi, İnsan olmaktır bunun adı, Zordur insan olmak, Yanarsın anaya babaya, Yanarsın eşe dosta Evlada... Hele evlada, En çok ona yanarsın! Ne zormuş insan olmak. Kimin kimsenin olmadığı yerlerde, Ağzını doldura doldura Küfür edesin gelir, İhanetin cephesine, Ağzını doldura doldura küfür edesin gelir, Savaşı icat edene. Ne zormuş insan olmak, Hakikaten ne zormuş insan olmak…
- Hangi Göl, Gözlerine Güzel Düşmez, Delikanlı Bir Bahar Günüyse?
İZNİK PANOROMASI * ŞENOL YAZICI * Yol ; Bilinmeyenin Cazibesi Yol hazırlığındayım. İznik Gölü'nden Sakarya nehrine, oradan da Adapazarı'na uzayan bir yolum var bugün. Nisanın ilk günleri, ama erken... Yine de dört yan bahar; filizlenmemiş, öyle gümbür gümbür yağmış ... Ülkenin en büyüklerinden bu göl ve nehir kıyılarını , daha henüz doğadan koparılmamış zeytinlikleri, üzüm bağlarını, şeftali bahçelerini , bazıları belki de ta Bizans ya da Selçuklu zamanından kalma yerleşimleri, dağları, ıssız vadileri yer yer daralan, yer yer beklenmedik kıvrım kıvrım vırajlarla aşan hala bakir bir yoldur burası. Ülkenin en güzel yollarından biridir bu güzergah. Bu yola o kadar çok gelip gittim ki... Belki Adem'den beri, belki ondan da eski; insanlığın kadim yıllarından buyana kullanılan bu yolun, belki her virajını, her tepesini, hatta her ağacını bilirim desem yalan olmaz. Eskiden ünlü su yılanlarını da... Eskimeyen Heyecan Yine de içimde kopan bu heyecan fırtınası niye? Kıştan kurtulmanın , göreceğim arkadaşlarımın ya da yeni keşfedeceğim yer ve insanların coşkusu mu? Her neyse; her yola çıkış dehşetli bir başlangıç heyecanıdır aynı zamanda. Hep merak etmişimdir yolu, yolculuğu, hiç eskitmeyen, hep heyecan kılan sır nedir diye?... Bir bilinmezliğe uzanması mı ya da tehlikeye bu kadar yakın, içiçe ama yolculuğun gölde, suyun derinliklerinde ya da bir uçurumun dibinde bitmeyeceğine emin olmak mı güzel... O ise eğer bu heyecanı yapan uydurma bir his; nasıl emin olabilirsin ki? Şimdi değilse belki az sonra... Yoksa o az sonra mı?... YOLun, İNSANI böylesine etkileyen gizemini çözen var mıdır?.. Sonsuzluğa ve bilinmeyene uzanan hiç bitmeyecek gibi duruşu belki ... Bu yol, belki otuz yıldır geçtiğim, hemen hemen her adımını ezbere bildiğim yine de her geçişimde ayrı tat aldığım bir yol... ESKİMEK diye bir şey varsa yollara özgü değil, Gemlik'ten gelip Orhangazi güney cepheden göle uzanan yol, volkanik dağların yamaçlarına dizili eski köylerin eteklerine yayılı bereketli bir ovayı ikiye bölen düz bir yolla başlıyor. Orda olduğunu bilseniz de göl bir türlü gözükmüyor. Dört yan zeytinlik... İnanılmaz bir şey daha; nasıl bir saçmalıksa kötü kokularından burnunuzun direğinin kırıldığı birkaç sanayi fabrikası var yol kıyısında. Bu cennete kasıtları neyse?... Sonunda Göl Dar bir kavşakla yolun ayrıldığı yerde ; İki şaşkın kaz bulutlarda yüzüyordu. Beklediğiniz göl olduğunda; HANGİ GÖL, GÖZLERİNE GÜZEL DÜŞMEZ, DELİKANLI BİR BAHAR GÜNÜYSE... Coğrafyan Kaderindir İznik gölüne her gelişimde aklıma gelir; dünyanın öte ucunda doğmak yerine burada doğsaydım ya... Böyle bir gölü olmalı insanın, su kıyısında uzanan öyle bir köyü olmalı...ve yakın: Senin kuzeyin de daha mı az güzel diyorsunuzdur şimdi. Ne var ki dünyanın öte ucu, gelmek , gitmek bir zulüm, sadece bu bile burayı gurbet orayı sıla yapıyor,. O zaman da kaçınılmaz mahkumiyet başlıyor ya da iç acıtan bir sıla türküsü... Tamam, coğrafya kaderimizdir de bu kadar olmamalı; kendini jiletlemeye ihtiyaç duymadan anlatmalı doğduğumuz yerleri. İnsanın doğduğu yer; bir ömür mahkumu olduğu değil, sığınağı olmalı; dilerse kaçacak, dilerse de koşacak bir yer olmalı.. Kim demiş Tanrı Resmi Sevmez Yarattığı dünyanın güzelliğine dön bir bak... Her ne kadar eşrefi mahlukat olsa da yaratılanlardan insanı hiç hesaba katma ki ağzının tadı kaçmasın. Gerisine bak... Muhteşem değil mi? Şimdi Tanrı'nın sihirli eli, bomboş, durgun uzanan puslu suya desen desen olağanüstü resimler serpiyor, Tanrı bir de resim yapsaydı ... Göl, uzayıp giden yol boyunca renkten renge, desenden desene, an bir an değişen dev bir ebru tabloya dönüyor. Şarkıdaki gibi... bir yanım bahar bahçe... ya da aynen hayat gibi; bir yanım mezarlık... Allahtan mezarlıklar az... Ölüm de bir kez sadece... Kaya Kaya sanki özel emekle getirilip dikilmiş yol kıyısına... Uludağ'ın dağcıları gelip onda tırmanma antrenmanları yapıyorlar duyduğum, öyle devasa bir tepe.. Bir insan aklı bunu düşünemez; Resmin büyük adlarında, Van Gogh'ta ya da Rembrandt'ta var mıdır bilmem. Ama GÖLün kıyısına koyacakları en son şeydir herhalde dev bir kaya. Dedim ya, Tanrı bir dekorasyon dehası; neyi nereye koysa GÜZEL duruyor. Şimdi tam zamanı, şeftali ağaçları salt çiçek... İznik dağlarından Bursa ovasına değin tüm dünya kızıl, alevden bir orman çiçek denizi ... kabarıyor... Dünya kalpten hissederek bakınca ne kadar güzel.... Yaşanan olumsuzlukları bir an unutarak bakabilirsen kuşkusuz... Olsun, neylerse güzel eyler Tanrım... Hep böyle, bir elma turtası gibi iştah açıcı durursa dünya, bırakıp gitmek, ölmek de ne zor olurdu, arada bunalmak gerek... Kırmızı eti ateşe at, ne güzel kokar Burda onu bile beceremeyenler var. * Bilecik'ten Adapazarı'na giden yolda SAKARYA nehrine ve ovaya hakim gösterişli ve bir o kadar pahalı lokantalar yapmışlar... Bir de yemek yapsalarmış... Ömrümde kırmızı etten tatsız tuzsuz, yani sevimsiz bir şey üretmeyi başarabilen çok aşçı görmedim. Et bu... Ateşe at, yansın, ne güzel kokar, öyle bile bir tadı vardır. Kör pişirse, ben dahi pişirsem, lezzeti olur... Ama bunlar başarmışlar. Olmazı olur yapmışlar, etten başka bir tat, başka bir koku alıyorsunuz. Güneyden gelirken yorulup uğrarsanız bir daha düşünün...Kalabalık bir grupsanız parayı da bitirip dönüyorsanız hele iki kez ... Yine de avuntu var, klasik müzik çalıyorlar. Acıya iyi geliyor. * Sahi ne oldu, bizim yol lokantalarının vazgeçilmezi o acılı baharatlı bangır bangır Arabesk müziğimize? Resimler: Şenol YAZICI 1 Nisan 2016
- OH YA!
Zeliha AYDOĞMUŞ * Şiirlerin arka sokağına daldım bu akşam Köprü altında kafası güzel bir dizenin yalpalayarak akışına Tam denize kavuştuğu sırada ağzını bozuşuna Bir karanfil iliştirdiğim yerde ilk mısranın yakasına Çağ yangınından bahseden bir şarkı tınlıyordu Kadehsiz kalmış bir köpeköldürenin dudağında Sonrasında kelle paçaydı sultan Tuzlama paşa Oh diyordu kısaldıkça kırsallaşanlar diğer tarafta Oh yaaa Sonralar tıkıştırıyorlardı Aksayan yarınlarını ruhumuza Güneşin köşesini kırıp koyabilseydik soframıza Yağmuru tabağımıza Alevler uzamazdı belki Kuzular ağlamaz Toprak yarılmazdı Derin uykulara dalmazdık ayak uçlarında
- Sabahattin ALİ
Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948 "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi? " Sabahattin Ali SABAHATTİN ALİ'nin öngördüğü ama herhalde bu kadar da olmaz diyerek o denli ciddiye almadığı o tehlike, en korkunç haliyle yazarı Istranca dağlarında bulacak, devletin adamı olduğu iddia edilen bir kamyon şoförü tarafından başı taşla ezilerek öldürülecekti. Yıl 1948'di. Düşüncesinden başka silahı olmayan, karnını doyurmak için kamyon şoförlüğü yapan yazarları öldürerek pasifize edip sonsuza değin egemen iktidar olacağını sananlar hala vardı. Sabahattin Ali'nin de Nazım Hikmet'e benzer eşsiz(!) bir şansı daha vardı: Yaşadıkları dönemde aydınlatmaya uğraştıkları halka, dahası öteki aydınlara sevimli gözükmeyi başaramadılar. Var olan yasalardan önce dönem edebiyatçılarının ister hasedini de, ister öfkesini de... üstüne çekmişler, dost arkadaş gördüklerinin ihbar ve dedikodularıyla hayli sıkıntı yaşamışlardır. Ali'nin Konya'da bir arkadaş toplantısında okuduğu bir şiiri Atatürk'e hakaret görülmüş, ihbar edilmiş, bir yıl hapse mahkum olup Sinop'ta yatmıştır. İçimizdeki Şeytan romanıyla da en çok kendisi gibi Trabzon kökenli olan Nihal Atsız'la mahkemelerde uğraşmış, davayı kazansa da sıkıntıları bitmemiştir. * Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Edirne Vilayetinin Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere kazasında doğmuştur. Babası aslen Trabzonlu olan piyade yüzbaşısı Selahattin Ali Bey'in görev yerinin sık sık değişmesi dolayısıyla, ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit'in çeşitli okullarında tamamlamıştır (1921) Edremit'e göçtüklerinde bölge Yunan işgalinde olduğu için emekli olan babası aylığını alamamış ve aile çok zor günler geçirmiştir. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu'na giren Sabahattin Ali, beş yıl burada okumuş, daha sonra İstanbul Öğretmen Okulundan mezun olmuştur (1926). Burada okurken edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in desteğiyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilerde çalışmaları yayınlanmıştır. Bir yıl kadar Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştur (1928 - 1930). Yurda döndükten sonra Sabahattin Ali, Bursa Orhaneli’nde ilkokul öğretmenliğine atanmış, ardından Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştır. Aydın'dayken komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklu kalan Sabahattin Ali, Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştur (1933). Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya giden Sabahattin Ali Millî Eğitim Bakanlığı'na başvurarak yeniden göreve alınmasını istemiştir. Dönemin bakanı Hikmet Bayur'un "eski düşüncelerinden vazgeçtiğini ispat etmesini" istemesi üzerine Varlık dergisinde "Benim Aşkım" adlı şiirini yayımlayarak (15 Ocak 1934) Atatürk'e bağlılığını göstermeye çalışmıştır. Sonradan da kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı oyunu kaleme almıştır. Aynı yıl Bakanlık Neşriyat Müdürlüğü'ne alınmış, Ankara II. Ortaokul'da öğretmenlik yapmıştır. 16 Mayıs 1935 günü Aliye Hanım ile evlenmiş, 1936'da askere alınmış, 1937 Eylülünde kızı Filiz Ali dünyaya gelmiştir. Yedek Subay olarak askerliğini Eskişehir'de tamamlamış, 10 Aralık 1938'de Musiki Muallim Mektebi'nde Türkçe öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1940 yılında tekrar askere alınmış, askerliğini yaptıktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştır (1941 - 1945) "İçimizdeki Şeytan" romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştır. Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, 1944 yılında davayı kazanmış, ama artan mahalle baskısı ve yoğun saldırılarla çok sıkıntı çekmiştir. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul'a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştır (1945). Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştır (1946 - 1947). Ancak, bu gazeteler tek parti iktidarının baskılarıyla karşılaşmış, dergilerin isimlerindeki Paşa ifadesiyle "Milli Şef" İsmet Paşa ile alay edildiği iddiası ile kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştır. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi". Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmıştır. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş, para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşmıştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürür. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanır. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giyer. Ancak yazarın yakın çevresinin iddiası ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'nde Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığı biçiminde olsa da bu hiçbir zaman kanıtlanamamış, Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştır. Bulgaristan’ın Eğridere (Ardino) kentinde, Sabahattin Ali’nin 100. doğum yılı kutlandı. 31 Mart 2007 günü gerçekleşen toplantıya, başta Bulgaristan Yazarlar Birliği Başkanı olmak üzere Sofya ve Bulgaristan’ın çeşitli kentlerinden Türk ve Bulgar yazarlar, şairler, okurlar ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali katıldı. Bütün eserleri 1950'li yıllardan beri Bulgaristan’daki tüm okullarda okutulduğundan, Sabahattin Ali bu ülkede çok tanınan bir yazardır. Edebi kişiliği Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Balıkesir'de çıkan ve Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımlamıştır (1926). Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan (1926 - 1928) Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştır (30 Eylül 1930). Toplumsal eğilimli bu öyküyü Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakar ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz ". Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" (1934 - 1936) gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. Sabahattin Ali'nin halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr (1934) adlı kitabı yazın çevrelerinde ilgi uyandırmış, örneğin Yaşar Nabi, Hakimiyeti Milliye'de şu övücü satırları yazmıştır: "Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali'nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissetirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş." Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmemiş, sadece öykü ve roman yazmıştır. 'Leylim Ley', 'Aldırma Gönül' gibi halk dilinden yararlanarak yazdığı şiirler herkes tarafından bilinir. Sabahattin Ali, yukarıda da değindiğimiz gibi imaj değiştirmek için Varlık'ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazmış (1936), ancak bu türü de bir daha denememiştir. Eserleri Şiir: 1934, Dağlar ve Rüzgâr 1937, Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler'le birlikte Bestelenen şiirleri: "Hapishane Şarkısı V" (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram) "Eşkiya Dünyaya" (Zülfü Livaneli) "Leylim Ley" (Zülfü Livaneli) "Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek) "Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya) "Hapishane Şarkısı 2" (Bir Yürek Kaldı Avucumunda) (Grup Çağrı) "Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu) "Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya) "Kara Yazı" (Ahmet Kaya) "Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru) "Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır Sadık Gürbüz- Dağlardır Dağlar -Sezen Aksu) "Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak Öyküleri : Değirmen (1935) Kağnı (1936) Hanende Melek (1937) Ses (1937) Kağnı - Ses (1943 - İki kitap birlikte) Yeni Dünya (1943) Sırça Köşk (1947) Kamyon Bütün Öyküleri 1 (Aralık 1997, Değirmen, Kağnı ve Ses kitapları ile birlikte) Bir Orman Hikayesi Oyun Zanaatkarlar (1936) Romanları: Kuyucaklı Yusuf (1937) İçimizdeki Şeytan (1940) Kürk Mantolu Madonna (1943) Derlemeler [değiştir]Markopaşa Yazıları ve Ötekiler (1998) Çakıcı'nın İlk kurşunu (2002) Mahkemelerde (2004) Hep Genç Kalacağım (2008) Çevirileri: Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich (1941) Antigone, Sofokles (1942) Minna Von Barnhelm, Lessing (1943) Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann (1944) Fontamara, Ignazio Silone (1944) Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel (1944) Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin (1944) (Erol Güney ile birlikte) * Kısa ömrüne şiir, öykü, roman tarzında çokça yapıt, bir yığın mahkeme ve acıklı, sır dolu bir ölüm ekleyen Sabahattin Ali, Maupessant tarzı öyküyü bizde ilk uygulayan kişi olarak da bilinir. Bu unvanını da ne hikmetse, kendinden önce yaşamış, yine olay örgülü yazan, kuşkusuz edebiyatın büyüklerinden bir benzerine, ama genç yaşta ölümüyle yazınsal olgunluğunu henüz tamamlamamış, daha çok çocuk dünyasına uygun öyküleriyle tanınan Ömer Seyfettin'e kaptırır . Sabahattin Ali * SABAHATİN ALİ'nin yazıları şiirleri 31.03.2018,maviADA
- İnsan Ne İle Yaşar
Lev TOLSTOY * SESLİ KİTAP * KORHAN MUSTAFA IRMAK * Dev bir yazar, dünya güzeli bir kitap ve radyo tiyatrosu; ARKASI YARINLAR tadında hazırlanmış bir sesli kitap. iyi dinlemeler
- Öyle Günler Gördüm ki
Nurten B. AKSOY * Öldürülüşünün üzerinden 77 yıl geçmesine karşın ardındaki sırlar tam anlamıyla çözülemeyen, katledilişiyle ilgili kişisel zaaflarından tutun da polisle iş birliği yaptığına kadar çok şey söylenen Sabahattin Ali; edebiyat tarihimize bıraktığı ve hala sevilerek okunan bütün eserleriyle, unutulmaz isimler arasında yaşamaya devam ediyor… Onun kısa ama çileli yaşam öyküsünü, belki de ölümünü hazırlayan yaşadığı dönemin kavgalarını, çekişmelerini ve tarihin kirli sayfalarında kaybolan pek çok faili meçhul cinayet gibi, hunharca katledilişini anlatmak istedik. Ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz… Öyle günler gördüm ki aydın gökler kararıp Bahtım bir bulut gibi üstüme çöker oldu Her gözümü yumunca tanıdık yüzler görüp Hayaller alev alev beynimi yakar oldu 25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğan Sabahattin Ali, ilkokulu I. Dünya Savaşının gölgesinde tamamlar. Önce Balıkesir, ardından İstanbul Öğretmen okulunu bitirerek öğretmen olur. Yozgat’ta başladığı mesleğini bir yıl yaptıktan sonra 1928 yılının sonlarında kendisiyle beraber seçilen kişilerle Almanya’ya dil öğrenmeye gönderilir. Kısa bir süre Berlin’de kaldıktan sonra Türk büyükelçiliğinin de yardımıyla Potsdam şehrine yerleşir ve burada dil öğrenimine başlar. Ancak iki yılı doldurmadan yurda döner. Ümitsizlik, gariplik dört tarafımı sarıp Yüzüm sırıtsa bile, içim yaş döker oldu Her sabah ilk ışıklar gözlerimi oyardı Uyanan taş duvarlar iniltimi duyardı Türkiye’ye dönünce girdiği sınavı kazanarak Aydın Ortaokuluna Almanca öğretmeni olarak atanır. Ancak burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılır. Tutuklu yargılanmasına karar verilir ve Aydın hapishanesinde tutuklu kalır. (1931) Serbest kaldıktan sonra Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanır. Öyle günler gördüm ki duvarlar gelir dile Gözümde canlanırdı eşkıya masalları Varlığımı sarardı, hain bir isteyişle Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Konya’dayken bir toplantıda Türk devlet yöneticilerini (Atatürk ve İsmet İnönü) yeren ve “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlayan bir şiiri okuduğu iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tutuklanır. Tutuklanmasına sebebiyet veren bu şiiriyle “Gazi’yi ima ve telmihen tahkir ettiği” gerekçesiyle Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından bir yıllık cezaya çaptırılır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenir ve cezası on dört aya çıkarılır. Görmediğim yumuşak bir düşmanın elleri Kafada çelik gibi fikirler dursa bile Kalplerin eksik olmaz böyle zayıf halleri Bazen kendi kendimin elinden kurtulurdum Kalbimi bir çamurda çırpınırken bulurdum Sabahattin Ali Konya Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahseder: “Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açıldığı bir iki namussuz başıma bu işi getirdi. Geçen sene Mayıs’ında falanca yerde Gazi’yi ima ve telmihen hakaret eden bir şiiri falan yerde okudu, dediler. Adli safahat (süreç) lehimde olduğu halde müdde-i umumi (savcı) yaranmak için mahkumiyetimi talep etti, hakim de korktuğu için mahkum etti. Temyizde, cezayı aleyhimde eksik bularak cezama iki ay daha ilave edildi. Şimdi 14 aya mahkumum ve aşağı yukarı üç ayını yatım. 11 ayım kaldı demektir.” Öyle günler gördüm ki dost dediğim insanlar Ben yanına varınca dudağını kıvırdı Bir zamanlar yanımda ağız açmayanlar Sırtımı sıvazladı, bana öğüt savurdu Sabahattin Ali, bu davadan 22 Aralık 1932’de tutuklandıktan sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanunla memurluktan atılır. Kendisi daha sonra Konya’dan Sinop cezaevine gönderilir. Burada da o ünlü hapishane şiirlerini yazar. Bu şiirlerden biri “Aldırma Gönül” adıyla bestelenir ve adeta anonimleşerek dillere pelesenk olur. 10 ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalır. Silahsız gördüğüne saldıran kahramanlar En alçak tekmelerle beni yere devirdi. Ruhum bir heykel gibi düşüp parçalanırdı Bu sesleri duyanlar gülüyorum sanırdı Yeniden göreve atanabilmek için çeşitli girişimlerde bulunan Sabahattin Ali’den 1934 yılında Atatürk hakkında bir kaside yazması istenir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazar. Ama bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilir. Daha sonra Sabahattin Ali, Atatürk’ten izin alınarak önce geçici olarak Orta Tedrisat Şube Müdürlüğüne, ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye kurumuna 25 lira maaş karşılığında atanır. Öyle günler gördüm ki tabanca şakağımda Tasarladım aydınlık dünyayı bırakmayı Gönlüm acıklı buldu, en ateşli çağımda Sönük bir yıldız gibi boşluklara akmayı Askerlik görevini İstanbul’da yapan Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde Devlet Konservatuvarına atanarak Karl Albert’in asistanlığını yapar. Bir yandan çeviriler yaparken bir yandan da dergilere yazılar gönderir. Ayrıca MEB’e bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde de görev yapar. Ekonomik anlamda rahatlayan yazar, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra “Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. Hikayelerinin aksine realitede burjuva manzarası gösteriyordu” ifadelerini kullanır. Tabancanın namlusu ısındı yanağımda Parmağım istemedi tetiğini çekmeyi Bir sonbahar yağmuru gibi içim ağlardı Bir şeyler fakat beni yaşamaya bağlardı Sabahattin Ali yaşamı boyunca sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmaz. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Ey bir tane sevgilim, ben bugün yaşıyorsam Sanma ki hayat tatlı, insanlar hoş olmuştur Dağ başında bir kaya gibiyim şöyle dursam Etrafım eskisinden daha bomboş olmuştur Yazarın “İçimizdeki Şeytan” romanı o yıllarda milliyetçi kesimde büyük tepki toplar. Nihal Atsız’ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık Sabahattin Ali dava açar ve bu dava sırasında çok sıkıntı çeker. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamaz. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınır, İstanbul’a giderek gazetecilik yapmaya başlar. (1945) Yalnız sana borçluyum bugün dünyada varsam Seni her andığımda gözlerim yaş olmuştur Yaşlar ki bir ırmaktır, dertleri sürür gider Gözyaşları içinde seneler yürür gider Aziz Nesin’le çıkardıkları Markopaşa dergisi sürecinde birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalır. Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatar. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlar, işsiz kalıp yazacak yer bulamayınca yurt dışına gidebilmek için pasaport almak ister fakat alamaz. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı da bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir. Yok olmak isteğiyle kalbim attığı zaman Bana: Yaşa der gibi gülen senin yüzündü Dizlerim bir batakta yorgun yattığı zaman Bacaklarıma kuvvet veren senin hızındı Paşakapısı Cezaevinde tanıdığı Berber Hasan vasıtasıyla Bulgaristan’a adam kaçıran ve silah çalma suçundan ordudan ihraç edilmiş eski bir subay olan Ali Ertekin’le irtibat kurar. Bir süredir hem gizlenmek hem para kazanmak için Anadolu’yu dolaştığı kamyonla yola koyulurlar. Kırklareli’nin Kızılcadere Köyüne geldiklerinde, beraberlerindeki şoförü kamyonla geri gönderirler. Bütün iş sınırı geçmeye kalmıştır. Sabahattin Ali yeni zorluklara gebe olsa da kısmen özgür bir yaşamın kendisini beklediğine inanmaktadır. Bulgaristan’a gidecek ve sonra da ailesini yanına aldıracaktır. Yaşaran gözlerimde, güneş battığı zaman Sıcak bir yuva gibi tüten senin dizindi Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi Ne var ki bu kaçış gerçekleşemez Sabahattin Ali sınırı geçemez. Eşinin yurtdışına kaçmaya çalıştığını bilen ama kendisinden altı aydır haber alamayan Aliye Hanım ile kızı Filiz, bunun nedenini ertesi gün çıkan gazetelerden öğrenirler: “Solcu muharrir Sabahattin Ali hududu aşarken katledildi.” Haberlerde, “Katilin Ali Ertekin olduğu, kaçırmaya çalıştığı kişinin kim olduğunu öğrenince, yalnız kaldıklarında ‘milli duygularla’ başına bir sopayla vura vura Sabahattin Ali’yi öldürdüğü” yazılıdır. Ey sevgilim, bilirsin benim ne çektiğimi Garip başımın derdi bir yürek taşıyorum. Anlarsın niçin uzak yerlere baktığımı Ali ailesinin avukatlığını üstlenen dostları olayı araştırmak ister. Fakat bir noktadan sonra duymaya başladıkları söz “Fazla kurcalamayın” olur. Suçunu itiraf eden Ali Ertekin dört yıl ceza alır ama aynı yıl çıkarılan af yasasından faydalanarak serbest kalır. Sabahattin Ali’nin cesedi, Sazara köyü yakınlarında bir dere yatağında bir çoban tarafından bulunur. Cesedi eşi ve annesinin teşhis etmesine izin verilmez. Bu görevi Aziz Nesin ile Adalet Cimcoz yerine getirirler. Nesin’in, cesedin kolunun da Sabahattin Ali’ninki gibi kırık olduğunu söylemesiyle “teşhis” tamamlanır. Daha sonra muayene edilmesi için defnedildiği yerden çıkarılan ceset bir torba içinde elden ele dolaştırılırken kaybolur. Eşyaları, “hacizli” oldukları gerekçesiyle ailesine teslim edilmez. İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum Görünce gülme sakın çırpınıp aktığımı Ilık ve aydınlık bir denize koşuyorum Sabahattin Ali davası 1990’lı yıllara kadar bir daha konuşulmamak üzere kapanır. Hiç kuşkusuz olayı gören, bilen, duyan ve işleyen birileri vardı. Ancak hepsi susar veya susturulur. Konuşanların birçoğu da sonradan söylediklerini yalanlar veya sözlerinin çarpıtıldığını ileri sürer. Sonuç olarak ne devlet çıkabilir işin içinden ne emniyet ne de asker… Ve tarihimizdeki faili meçhuller zincirine bir halka daha eklenir. Sen benim sevgilimsin, sevsen de sevmesen de Aradığım yerlere benzeyiş buldum sende… Kırk beş yıl babasının öldüğüne inanmayan kızı Filiz Ali, 19 Haziran 1993 günü Kırklareli’ne gider ve gerçekle, ancak onu bulan çobanla konuştuktan sonra yüzleşebilir. Filiz Ali’nin asıl içini yakan, bulunan cesedin ona ait olup olmadığı yıllarca tartışılan babasının bir mezarının bile olmamasıdır. Filiz Ali, babasının cesedinin bulunduğu dere yatağının yakınındaki düzlükte, arkasını Istıranca Ormanlarına dayamış koskoca bir kayanın üzerine bir mermer parçası gömer ve mermerin üstüne Sabahattin Ali’nin çok bilinen dizelerini yazar: “Başım dağ, açlarım kardır Benim meskenim dağlardır.” Babası artık rüyalarına girmeyecektir. Ruhunun huzur bulduğuna inanır. NOT: Dizeler Sabahattin Ali'nin "Öyle Günler Gördüm ki" Şiiri
- NİSAN BİR
Nurten B. AKSOY * Bugün BİR NİSAN… Bir zamanlar her Bir Nisan’da olduğu gibi ülkemizde de insanlar, özellikle gençler ve çocuklar küçük şakalar ve hilelerle birbirlerini kandırmaya, güldürmeye çalışırlardı. Hatta bazı ciddi yayın organları bile yapacakları minik “yalan” haberlerle bu güne renk katarlardı. Ama uzun zamandır ülkece yaşadığımız felaketler ve ceberut (acımasız, zorba), suratsız. kin ve nefret kuşanmış insanlar arasında hiç birimizde ne şaka yapacak ne de şaka kaldıracak hal kalmadı, ama böyle bir bayram gününde bunalan yüreklerimizin sıkıntısını biraz azaltmak, kafalarımızı biraz dağıtmak istedik... Nisan bir geldi, pir geldi diyelim... Şimdi nasıldır, bilmem ama bizim çocukluk ve öğrencilik yıllarımızın en sevilen günlerindendi 1 Nisanlar. Bir kaç gün öncesinden planlar, hazırlıklar yapar, özellikle biz öğrenciler, hangi hocanın dersinde hangi şakayı yapacağımızı düşünürdük. Kimimiz sınıfları değiştirerek öğretmenlerimizi şaşırtmaya çalışırken, kimilerimiz de hiç konuşmamak ya da öğretmen sınıfa geldiğinde ayağa kalkmamak gibi masumca şakalar hazırlardık. Tabii anlayışlı ve iyi gününde olan bir öğretmene denk gelirsek bu şakalar çok da eğlenceli olurdu ama öğretmenimizin keyfi yerinde değilse vay halimize; Nisan 1 şakası “eşek şakasına” dönüşüverirdi. MÖ 46 yılında Roma İmparatoru Sezar, takvimin başlangıcını ocak ayı olarak ilan eder ve bu olay, çok uzun bir süre yani 16. yüzyılın ortalarına kadar sürer. Oysa Avrupa’da yeni yıl geleneksel olarak, bahar aylarının başlangıcı olarak da kabul edilen mart ayının 25’inde başlardı. 1564’te Fransa Kralı IX.Charles, Sezar’dan tam 1610 yıl sonra takvimi değiştirerek yıl başlangıcını Ocak ayının birinci gününe alır. O zamanın iletişim koşullarında bazı insanların bu gelişmeden haberi olmaz. Bazıları ise bu kararı protesto etmek amacıyla eski adetlerini sürdürürler. Eskisi gibi 1 Nisan’da partiler düzenlemeye, birbirlerine hediyeler vermeye devam ederler. Yeni takvimden haberdar olup onu kabul ederek uygulayan diğerleri ise bunları “1 Nisan aptalları” olarak nitelendirip, bu güne ‘Bütün Aptalların Günü’ adını verirler. Bu günde diğerlerine sürpriz hediyeler hazırlayıp onları hiç yapılmayacak partilere davet ederler, gerçek olması mümkün olmayan haberler üretip yayarak onları kandırırlar. Yıllar sonra takvimin ayları yerine oturup yılın ilk ayının ocak ayı olmasına alışılınca, Fransızlar 1 Nisan gününü kendi kültürlerinin bir parçası olarak görmeye başlarlar. Zaman içinde bu geleneği gittikçe süsleyerek, zenginleştirerek ve yaygınlaştırarak devam ettirirler. Bunu muziplik nedeniyle, “şaka” niyetine, gülmek için yaptıklarını söylerler. O günden itibaren her yılın 1 Nisan günü, büyük-küçük herkesin birbirine şaka yaptığı bir eğlence günü haline dönüşür böylece. Fransız kökenli bu geleneğin İngiltere’ye ulaşması yaklaşık iki yüzyıl sürer. Oradan da Amerika’ya ve bütün dünyaya yayılır. NİSAN BALIĞI 1 Nisan’ı hala yılbaşı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” ismi verilir. Bir de 1 Nisan ile ilgili bir başka “Nisan Balığı” kavramı vardır. Fransa’da yılın bu döneminde balıkların üreme mevsimi olduğu için balık avı yasaktır. İşte böyle bir ortamda bazı şakacı kişiler, balık avcılarını kandırmak için ırmaklara ‘Nisan Balığı’ diye bağırarak çiroz ringa balıkları atarlarmış. Bu şaka kavramı da buradan türemiş. Günümüzde artık tatlı sulara balıklar atılmasa da balık şeklinde çikolatalar yenerek, insanların arkasına kağıttan balıklar iliştirilerek, dostlar işletilerek bu özel şaka geleneği de bir şekilde hâlâ yaşatılıyormuş. HİLE GÜNÜ Hristiyan âleminin çoğunda “Şaka Günü” olarak bilinen 1 Nisan, bazı Müslümanlar tarafından “Hile Günü” olarak kabul edilir. Rivayetlerde, “15. yüzyılın sonlarında Haçlı ordusu, Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatarak buradaki Müslümanları hileyle öldürüp kaleyi alır.” diye anlatılır bu gün. 1 Nisan’ın tarihi bazı yerlerde her ne kadar yaygın olarak Müslümanların şehit edildiği “Hile Günü” olarak anlatılmış olsa da, tarihi kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlanmıyor. Aksine, Endülüs’teki son kale olan Gırnata’nın düşüş tarihi, 2 Ocak 1492 olarak belirtiliyor. Nisan Bir veya Nisan Balığı; Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan Bir ile ilgili başka bir efsane de; Pagan kültüründe 1 Nisan’da kutlanan 'Fous Bayramı'dır. Antik Roma’da “Hilarya” adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır. Hindistan’da ise bu bayram 31 Mart’ta “Holi” adıyla kutlanır. UNUTULMAZ BİR NİSAN ŞAKALARI Dünyanın pek çok ülkesinde 1 Nisan’da yapılan şakalar güldürürken, kimileri ise tarihe geçecek kadar ilgi çekmiştir. Güldüren şakaların yanı sıra sonucu mahkemelere kadar uzanan şakalar da unutulmamış tabii. İşte bunlardan birkaçı… İlk Renkli Televizyon 1962’de İsveç’in siyah-beyaz yayın yapan tek televizyon kanalına 1 Nisan’da çıkan bir teknisyen, yeni ve çok basit bir teknoloji sayesinde izleyicilere renkli televizyon izleyebilecekleri müjdesini verir. Bu yöntem ekranın önüne bir naylon kadın çorabı germekten ibarettir ve yüz binlerce kişi o günlerde bu öneriyi gerçekten dener. Uçan İnsanlar 1976 yılında İngiliz gökbilimci Patrick Moore, 1 Nisan’da, 09.47’de Plüton gezegeninin Jüpiter’in arkasından geçerken sıra dışı bir olay meydana geleceğini, gezegenlerin bu dizilişinin Dünya’nın çekim gücünü azaltacağını ve tam bu anda sıçrayanların uçma hissi yaşayacaklarını söyler. Tabii yine yüzlerce insanın bu habere inanarak uygulamaya geçtiği duyulur ertesi gün. Solaklar için Hamburger 1998 yılında ise ünlü bir fast food firması, ABD’de bir gazeteye verdiği bir sayfalık ilanda “solaklar” için özel bir menü hazırladıklarını duyurur. Bu menüdeki hamburger, solakların kolayca yiyebilmesi için 180 derece dönebiliyordur. Firma ertesi gün bu menünün şaka olduğunu açıklasa da insanlar günlerce bu menüyü sorarlar; hatta bazı kişiler, bunun sağ elini kullananlar için olanının da üretilmesini talep ederler. Pi sayısını yuvarlamak 1998’de Alabama’da bir bilim dergisi, Alabama Eyalet Meclisi’nin Pi sayısının 3.14159 olan değerini yuvarlayıp 3.0 olarak değiştirmeyi kabul ettiğini yazar. Haber kısa sürede internette yayılır. Bunun bir şaka olduğu, Alabama Eyalet Meclisi’nin protesto dolu mektuplar alması üzerine ortaya çıkar. Hamilelik beş aya iniyor Geçen yıllarda AA tarafından yayına verilen ve “Hamilelik süresini 5 aya indirecek mucizevi buluş” başlıklı haberde; İsviçreli bilim adamlarının, anne karnında bebeğin gelişimini hızlandırmayı başardığı, çalışmalar tamamlandığında kadınların 5 ayda doğum yapabileceği bilgisine yer verilir. Birçok internet sitesi tarafından kullanılan haber, dünyada ve Türkiye’deki Twitter’da o günlerde TT olur. En ağır şaka Sonucu en ağır olan şaka ise 1 Nisan 2006’da İstanbul’da yaşanır. Vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a giden bir yolcu, 1 Nisan şakası olarak “Üzerinde bomba olduğunu” söyler. Şakacı, tabii ki vapur iskeleye yanaşınca gözaltına alınır ve 2 Nisan’da da tutuklanır. Şakacı yolcu hakkında, İstanbul 8. Asliye Ceza Mahkemesinde, “Halk arasında korku ve panik yaratma” iddiasıyla dava açılır ve kendisine 15 ay hapis cezası verilir. Mahkemenin, hakkında verdiği hapis cezası kararını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na temyize gönderen şakacının talebi ise Yargıtayca reddedilir. Her zaman gülümseyebileceğimiz şakalı günlere...
- Nerden Çıktı Bu Gençler
Bilgisayar ekranlarının önündeydiler, şimdi sokaklara dökülüvermiş ve ekrana bakmak yerine hep birlikte slogan atmaktaydılar. İzleyicilikten katılımcılığa terfi ediyorlardı. Çevirimiçinden devrimiçine! Yunanistan’ın To Vima gazetesi sordu, ben yanıtladım* “Dünyanın pek çok yerinde Türkiye’deki son siyasal bunalımla ilgili çeşitli yorumlar yapılıyor. Birçok gözlemci bunu aşağı yukarı çeyrek yüzyıldır Türkiye’yi yöneten tek adam Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde en büyük rakibini saf dışı etme manevrasına gösterilen tepki olarak değerlendiriyor. Öte yandan, değişen uluslararası konjonktürün Erdoğan’ın anti-demokratik adımlarını daha kabul edilir hale getirdiği görüşünde olanlar da var. Uluslararası konjonktür derken Erdoğan’ınınkine benzer adımlar atan Donald Trump’ın ABD’de yeniden Başkan olmasının yanı sıra, Türkiye’yi yarım yüzyıldır kapısında oyalayan Avrupa Birliği’nin bölgenin askeri açıdan en güçlü ülkesine muhtaç duruma düşmesi kastediliyor. Ben burada iki haftadır devam eden ve halen yükselmekte olan kriz dalgasının nedenlerinden çok sürpriz bir sonucu üzerinde durmak istiyorum: Siyaset sahnesine yeni bir kuşağın bir çığ gibi sokağa inmesi! Erkekli kızlı gencecik çocuklar. Bunlardan “Z kuşağı” diye söz edenler var; büyük çoğunluğu Erdoğan iktidara geldikten sonra doğmuşlar ve başka bir iktidar görmemişler. Ve günlerdir “Bu böyle olmaz, olamaz, olmamalı!” diye haykırıyorlar. Gençlik ve siyaset Türkiye’de gençlik özellikle çok partili dönemde, siyaset sahnesinin bağımsız ya da bağımlı aktörleri arasında olmuştur. Atatürk kurduğu Cumhuriyet’i gençlere emanet etmiş, hatta bir söylevinde, yöneticilerin vurdumduymaz davranması durumunda bizzat müdahale etmesini öğütlemişti. Menderes’in 1960’ta devrilmesinde ve Evren askeri diktatoryasının darbe yapmasında gençlik hareketlerinin önemli bir rolü olmuştu. 2013’teki İstanbul Gezi Parkı protestosu da kısmen gençlik eksenliydi. Son 10 yıldır bu kesimden ses çıkmıyordu. Düzenlenen sönük siyasal eylemlerde genellikle kır saçlı amcalar ve teyzeler çoğunluktaydı. Gençlerin kaygısız olduğu, sabah akşam bilgisayar oyunları ve sosyal medya gevezelikleriyle avunduğu düşünülüyordu. Kitap ve gazete okumuyorlardı, partilere üye olmuyor, ideolojileri umursamıyorlardı. Apolitiktiler! Ve derken 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu görevinden alındı ve tutuklandı. Bir anda ne oldu? Sokaklar ve meydanlar milyonlarca insanla doldu. Ve bunların çoğu işte o apolitik çocuklardı. Yalnız İstanbul’da değil, Ankara’da, İzmir’de Adana’da, Bursa’da ve başka birçok yerde böyleydi. Ellerinde parti flamaları değil, Türk bayrakları ve kendi elleriyle yazıp çizdikleri karton afişler vardı. Üsluplarına küfür değil mizah egemendi. Örneğin genç bir kızın taşıdığı afişte “Tek adamla hayat geçmez!” diyordu. Herkes “tek adam”ın kim olduğunu biliyordu! Çevrimiçi’nden devrimiçi’ne “Bu çocuklar bugüne kadar neredeydiler?” diye soranlar oluyordu. Söyleyeyim: Bilgisayar ekranlarının önündeydiler. Ya da durmadan telefonlarının ekranına bakıyorlardı. Şimdi sokaklara dökülüvermiş, teklikten çokluğa geçmişlerdi. Tek başına başlarına ekrana bakmak yerine hep birlikte slogan atmaktaydılar. İzleyicilikten katılımcılığa terfi ediyorlardı. Çevirimiçinden devrimiçine! Kuşkusuz 1968'in efsanevi çocukları gibi ideolojik değildiler. Kimlik tanımlarında sağcı ya da solcu olmak fazla önem taşımıyordu. Çoğu milliyetçi, bazıları dindardı. Ama bazı değerlere çok önem veriyorlardı: ideolojik görünmeseler de “etik”tiler diyebiliriz, hatta psiko-etik. Yani siyasete de ahlaki açıdan bakıyor, “bu yapılan doğru değil, bu yanlışı kabul edemem” türünden şeyler söylüyorlardı. AKP’nin, aday Erdoğan’ı seçimde yeneceği belli olan İmamoğlu’nu görülmemiş yöntemlerle saf dışı etmesini vicdanlarına sığdıramıyorlardı. Gelecek korkusu Daha vahimi, AKP’nin kurduğu yeni düzende kendilerine bir gelecek göremiyorlardı. Eğitim kurumları dahil tüm kurumlar tahrip edilmişti. Ekonomi perişan haldeydi. Dünyanın kapıları kapanıyor, ülkenin kaynakları belirli yerlere akıyordu. Acaba “Bu yaptığınız yanlıştır!” diye sosyal medya yerine sokaktan bağırsalar onları duyarlar mıydı? Türkiye’nin sorunlarıyla baş etmekte zorlandıkça daha da otoriterleşen Erdoğan ve Bahçeli’nin İslamcı- milliyetçi iktidarı, biyolojik, demografik, siyasal ve tarihi nedenlerle çıkış kapısına yaklaşmış, tükeniş ve bitiş evresine girmişti. Bu çocukların ise “gelecek” diye bir sorunu vardı!” *Yunanistan’ın önde gelen gazetelerinden To Vima’nın sorularına yanıt olmak üzere yazılmış, 29 Mart 2025 tarihinde yayınlanmıştır. * HALÜK ŞAHİN * To Vima, 29 Mart BURADAN ' alınmıştır.
- BAYRAMI KARŞILARKEN
Nurten B. AKSOY * çocuk gönlümde eski bayramların özlemi, mutlu muyduk, mutsuz muyduk bilemiyorum... hüzünleri saklardık mendillerin içine, şeker yerine, ne o buruk lezzeti ne de o mendilleri artık bulamıyorum... İlkbahar nisan ayıyla birlikte yavaş yavaş hem ruhumuzu hem bedenimizi ısıtırken bir bayramı daha karşılamaya hazırlanıyoruz. Gökkuşağının tüm renkleriyle açan çiçekler ve pırıl pırıl süzülen güneş ışıkları önce sihirli alemlere götürüp, romantizmin ufuklarında gezdiriyor beni, sonra iki üç gündür esen ılık meltemle ürperen yüreğimi bir bayram arifesinde alıp savuruyor geçmişe... Kendimle baş başa bir yolculuğa yelken açarken, TV'de çalan "Ayrılık yaman kelime" şarkısı eşlik ediyor bir yandan; uzaklara, çok uzaklara, çok eskilere yol alıyorum... İstanbul'un eski, mütevazı semtlerinden birinde iki katlı, terasındaki çardağı, bahçesindeki kömürlüğü, pencerelerinin önündeki teneke saksılarda açan rengarenk çiçekleriyle şirin mi şirin bir ev... Ve bu evde yaşayan mutlu insanlar... İşte yola koyuldum, bu eve gidiyorum. Hatırını soracağım, özlemle sarılıp koklayacağım sevdiklerimin yanına gidiyorum. İnsanların henüz "köşe dönmeyi" bilmedikleri, birbirlerini Türk-Kürt, Alevi-Sünni diye ayırmadıkları, alın teriyle kazandıkları helal lokmalarını huzurla yedikleri yıllar... Çocukların bir rugan pabuçla, bir basma elbiseyle en büyük mutluluğu yaşadığı günler ve o günleri yaşayan biz mutlu çocuklar... Bayramlar bir başka gelir, bir başka yaşanırdı o zamanlar. Günler öncesinden şehri terk edip, tatile kaçma planları değil, ziyaret edilip hatırı sorulacak akrabalar, büyükler düşünülürdü. Şimdiki gibi temizliğe birileri gelmezdi, evin anneleri kendisine yardım eden çocuklarıyla yaparlardı bayram temizliklerini güle oynaya. Pek marifetli anneler baklavalar açarken, o kadar da becerikli olmayanlar revani ya da kalbura bastıyla yetinirlerdi bizim evdeki gibi. Bayram biz çocuklar için büyük mutluluktu o yıllarda. Çünkü bizler şimdiki çocuklar gibi her istediğinde yeni giysiler alınan, bir dediği iki edilmeyen, ceplerindeki bol harçlıklarla hemen her gün dışarıda yemek yiyen, hiçbir şeyi beğenmeyen şanslı (!) çocuklardan değildik. Bayram bizler için yeni giysi, bol harçlık ve doyuncaya kadar, o çok da sık yiyemediğimiz yemeklerden yemekti. Nasıl sevinmezdik ki bayramın geldiğine... Oysa şimdilerde bayram denilince; okudukları özel okullara servislerle giden, ceplerindeki asgari ücret (!) kadar harçlıklarıyla gidecekleri tatil köylerinin hayalini kuran bazı çocuklarla, savaş haykırışları ve silahların gölgesinde ya ölen, ya babasız kalıp annelerinin göğsüne saklanan ya da yırtık giysileriyle mahzun mahzun gülümsemeye çalışan çocukların acı çığlıkları geliyor aklıma... Ve keşke diyorum, o gittiğim yolculuktan hiç dönmesem, mümkün olsa da o günlerde kalsam, o günleri sevdiklerimle tekrar tekrar yaşasam... Ama heyhat ki heyhat... Hepimiz için, tüm çocukların güldüğü; ve onların yüzlerindeki tebessümle de hepimizin ruhunun ferahladığı bir bayram olsun… Herkesin bayram gibi bayramlar yaşayabilmesi ümidiyle... Bayramınız kutlu olsun!
- Önce Göz Doymalı
Şenol YAZICI * Hangi Bayram Daha Büyük * Her toplumda ayrılmaz bir ritüel olan bayramlar ulusal, geleneksel, dini, yöresel olabilir. Büyüklüğü o insanların yaşanmışlıklarına, çevreye sağladığı ekonomik ve sosyal katkılara dayalı anlamlandırılır. Dini yönü ayrı, olmazsa belki de bir çok ulusun ekonomik sıkıntıya düşeceği, onca kişinin ekmek yediği kurban bayramına daha yakın baksak daha iyi anlaşılır. Bazen bu değerlendirmeler bildiğimiz ölçütler dışında siyasi, yönetimsel, çıkarsal nedenlerle ya da öyle gerektirdiğinden bambaşka bir formatta gelişir ve örneğin zavallı bir mesire panayırı bütün ulusal ve dini bayramların önüne geçen bir büyüklük kazanabilir. DoğuKaradeniz'in ünlü Kadırga Şenlikleri işte böyle bir şeydir. Biz de ise bir zaman öncesine değin klasik yöntemlerle bayramların büyüklüğü küçüklüğü belirlenirken, şimdi bambaşka bir gözle değerlendirilmeye başlanmış, tatil günü sayısıyla ölçülür olmuştur. ...Ve emekliye söz verdiği ikramiye artışını bile henüz yapamayan hükümet, tatil tarihimizde ilk kez 3 işgününü daha tatile ekleyerek "büyük bayram" ilan etti. Bu garip eylemin ne ifade ettiğini anlamaya çalışırken araştırdığımda böylesine hilkat garibesi tatil kararlarının ÖZAL'la başlayan bu hükümetle doruğa ulaşan siyasi tarihimizde çok olduğunu , hatta bazı rekorların geçmişte kaldığını görecek şaşıracaktım. Zaten yetmeyen maaşları önceden dağıtmak ve bol tatilli bayramlar bu iktidarların yeniçerileri susturmak için izlediği en ucuzundan bir yöntemdi aslında. İşin içine bir de halkımızın geleneksel , işlev değil, büyüklük saplantısı, gösteriş düşkünlüğü de girince cuk oturuyordu. Neler vardı neler; daha dün 21 günlü bir bayram tatiliyle dünya rekoru kırmıştık. Hem de ölümcül salgın kapıları kırarken... ELBETTE ÖNCE GÖZ DOYMALIYDI * Ekmek yapardı baba dedemler, ekmek ama, plekiden araba tekeri gibi çıkardı, askerliğini yapmayan taşıyamazdı; öyle ağır, mısırla buğdayın karışık lezzeti mahallede haftasına kadar gökyüzüne asılı buram buram dolaşırdı. Gerçi üç güne kalmaz, bayatlar, yeşil yeşil küf olurdu ama önce göz doyardı... Kurban keserdi anne dedemler, bir ninem, bir dedem, ikisinin de dişleri gurbetçi, ama velakin deve keserlerdi, üç gün parçalaması sürerdi hayvanın, dört gün pay etmesi... Buzdolabı nerde, ayına gitmez, parmak gibi kurtlar, sinekler dolardı karyolanın altındaki ete, konukluğa gitsem vallahi de kurtçukların muhabbetlerini duyardım, ama göz doyardı... Daha emzikteyim, annem geç yaşta doğurduğu beni taşıyamıyor, hastalandı, emzik diye deliriyorum. Yaygarama dayanamadı komşu genç dünya güzeli lohusa gelin, emzireyim dedi... Minnacık , hiç de yumşak değil, beğenmemişim, diyemedim ama annemde önce göz doyardı. Bayramlar çoktandır kuşça, bir damlaydı, bazıları da tekaüt... Nerde eski bayramlar, önce göz doyardı. Hele baharlar, nerde o göz bebeği gibi nazenin duman duman ağan yeşil, nerde dağı taşı gökkuşağı yapan çiçekler... Vallahi de billahi de önce göz doyardı. Ya şimdi? Medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar neyimiz varsa aldı elimizden, yetmiyormuş gibi bir de Çin işi virüsü saldı başımıza. Biz bahara hasret, bahar bize... Bayramlar mı? Hiç sorma Ama bu yıl iyi akletti büyüklerimiz, bayramı 21 güne çıkardı... Ne demezsin, önce GÖZ DOYMALI.. Sokaklar telaşlı biçimde alışveriş yapan insanlarla dolu. Değil mesafe, çarpmadan, sürtünemeden, edeple geçmek bile mümkün değil. Hasret kaldığımız kuyruklar yılan gibi kıvrılarak uzanıyor; kimi kahve alıyor, kimi ucuzluk yapan mağazaya taarruz halinde... Bu kadar kahveyi kaç günde içer insan? Kimi de ekmekten dağ yapacak sanki... Bir de kasa kasa içki... Seferberlikten bu yana ben böyle stok görmedim. Sorunca söylediler; yasakmış içki bayram boyunca... En son üç ay önce bir kadeh içebilmiştim zorla, ama böyle konu olunca canım da çekti, almalı bir tane... Kuyruğa giriyorum, adını bildiğim tek içkiyi soruyorum... Neden sonra sıram geldiğinde bitti diyor adam... Allaha şükür, ama böyle ilgi örmedim, diyor. Arkamdaki 70'lik amca, tipime bakarak beni içkici sandı: 4. Murat'tan sonra yaşadığımız ilk içki yasağında Tekel bayileri uzun zamandır ilk kez yok satıyor, dedi. Burnunun ucundan karaciğeri bağırıyordu kırmızı kırmızı, gene de dört 70'lik alacaktı, ne var ki çok da üzülmedi, komşum evde üretiyor nasılsa demesin mi, ağzım açık kaldı. Bir başkası iyice hınzır ve muhalif, dokundurarak konuşuyor: Kardeşim camiler açık, o zaman kiliseler, cem evleri de açıktır, marketler de açık, korana kalabalığı seviyor, alkolse dezenfekte ediyor. Yoksa yeni mutant mı bu virüs, alkolü de sever oldu. Önümüzdeki dekolteli, beli açık bayana da laf atıyor, ortaya konuşuyormuş gibi yapıp: Saça başa da yapışıyor bu virüs, hele açık göbek görmesin... Allahtan kadın kalender, gülüyor: Çözüm oysa kapatırız bey amca, diyor. Yollar lebalep araç dolu. Santim santim ilerliyorsun. Arabalar bana uçuşan kelebekler gibi görünüyor, kaç zamandır mahallemde, o da araçsız dolaşma serbestliğim var ya... bir yol çekiyor içim ki... Merhaba dediğin, yol verdiğin, alışveriş ettiğin...bayramınız kutlu olsun diyor giderken. Yarın bayram, erken kalkın çocuklar... Ne bayramı bu, Ramazansa daha 15 gün var. Bu ülkede yaşamak çok keyifli... Yoksa , eğlencesini de kendi yaratıyor. Pandemi boyunca ancak telefonla görüşebildiğimiz akrabalar uğradı. Konuk ağırlamayı da unuttuk, elimiz ayağımıza dolandı. Onlar da bilmem nereye gideceklermiş, ev tutmuşlar, bizim gitmeyişimize şaşırmışlar, durumunuz elvermiyorsa bize gelin, altı odası var villanın... diyorlar. Sezonda sadece kirası bir ortahalli ev ederi... Ama şimdi sudan ucuz... Üç gün önce kar yağıyordu oraya da ondan... demek geçti aklımdan. Hele bir gidin geceleri kurtlar iner... Ben iktidar mıyım, perdahsız konuşup doları hoplatacağım, demedim tabi. Komşum KORONA'ya yakalanmıştı, ilk onun kapısında görmüştüm BU EV KARANTİNADA yazısını... Allahtan kurtuldular, ama pazarcı olan oğlu laf olsun diye test yaptırmış, pozitif çıkmış... Çıkmış ama bir belirti yok... Kapıdan içeri almaya korktuğum, o nedenle ayak üstü dinlemeye çalıştığım anne baba gururla anlatıyor o bölümü; " İnanır mısın, her gün iki böbrek, iki koç yumurtası yemese uyuyamaz, ona Korana vız gelir" Urfa'ya gideceklermiş, ne olur ne olmaz, diyorlar, yol bu...Helalleşelim. İstanbul'daki imam akrabam ya gelin diyor, ya biz gelelim, seksen beşlik halam da yanlarında, gelin bak bir daha görüşememek de var. Utanıyorum, hayırsız evlatlar olduk, gitmeli, bayram ya... Ortalıktaki hareketi görünce ancak haftada bir uğrayıp kapıdan bakan çocuklara da cesaret geldi, her akşam evdeler cümbür cemaat. Eee gelenek bu... Özlemişiz valla Ada'yı Atlas'ı, Ege'yi... mıncık mıncık seviyoruz. Herkes mutlu, herkesin yüzü gülüyor. kaç zamandır iş yapmayan lokantasını da tümden kapayacak oğlan bile tasasız... Baba biraz borç var, el atarsın artık. Atmaz mıyım, babayım ben, nasılsa ikramiyeye de 100 lira zam geldi. Biraz ateşi var Ege'nin, biraz burnu akıyor ama... Annesi mutluluktan diyor. Çocuk bayram mı gördü? Bu ülkede insan olmak nasıl bir şans...nasıl güzel... Bayılırsın. Ağlayanı güldürürler vallahi. Seksenlik Gözaçan telefon ediyor, hadi gel Ayvalık'a gidelim. Yüreğim hopluyor, olur diyorum, hadi... Ayvalık dediğin en az 3,5 saat, ama bunca kıtlıktan sonra fırın mı dinleriz biz. Herkes bir yere gidiyor, ben gitmesem ölürüm... Toplanmam on beş dakika... Pijama terliğim bile hazır. Gözaçan gene arıyor, telaş yaptı herhalde... İyi de diyor yarın yasak başlıyor, dönemezsek... Bu adamda hep var bu hal... Nasıl kızıyorum ama ona... Önce heveslendirdi, sonra... Bu milletin aklına bayılıyorum; zor geliyor ama kaçarken maçarken ama sonunda geliyor. Ne var ki bir kez istimi almışım, durur muyum. Dönüp duruyorum arabanın çevresinde. Yasak gözümün öünüde, şu saatten şu saate ancak... yetişemezsin. İyi de bunca insan nasıl gidiyor? Genci var, saat 14-17 arası, 65 üstü var, 10-14 arası... Nasıl gidecekler? Kanun var, yasak var... Onlara yok mu? Ay sonu, para pul... Saçmalama diyor içimdeki şeytan, ikramiyene 100 lira zam yaptı ya... Ye ye bitmez. Hem bu durumda eminim maaşlar da erkeninden yatar, geçen bayram öyle yapmışlardı ya... Marmaris, Bodrum Belediye başkanları tasalı. Sezonu kurtaralım diyorlar ama bir günde 8 bin araç geldi, İstanbul'dan... en az 25 bin kişi... Bini Pandemiliyse bayram sonrası Bodrum'u kim kurtaracak, diye soruyor saf saf. Allah zor günler için yetişir. Gerçi kötü güne denk gelirse Bodrum'a bakmayabilir, ama... Adam aklı başında birine benziyor ama sonunda birazcık iş yapabilmiş esnafın gülen yüzlerini gösteren haberler arasında yitip gidiyor sözleri. Dün 30.000 aşı geldi diyen bakan bu kez aşı yok demiyor, iki aşı arasında iki ay olmasının daha iyi olacağını keşfetti bilim kurulu, biz de hak verdik, ikinci aşıyı olacakları inşallah birkaç aya kalmadan aşılayacağız... bu arada Rusya'dan da yedi sülalemize yetecek, yetip artacak, artanı da Somali'ye vereceğimiz aşılar geliyor... İnsanlık öldü mü... gibi bir şeyler diyor... Gözlerim yaşarıyor. Bu milletin insanlığına doyamıyorum. Ne var ki artık duramıyorum. Arabama atlayıp kaçıyorum... Covid arkamdan kovalıyormuş gibi kaçıyorum. Herkes mi benim gibi, caddelerde iğne atsan yere düşmez. Milim milim gidiyor araçlar, hele kavşaklar tam bir keşmekeş. Ben görmeyeli "dağlarına bahar gelmiş memleketimin". Nasıl çiçek nasıl yaprak kesmiş dünya... Güç bela İznik gölüne ulaşıyorum. Her zaman gittiğim lokanta ıssız, etrafta kimse yok, bahçesi bomboş... Sadece Pandemi değil ki, Ramazan günü de ... benimkisi de amma hayal, açık olmaz tabi... Döneceğim son anda fark ediyorum, kapısı açık... İnip sorduğumda genç sahibi tuhaf işaretler yapıyor bana, yat kalk der gibi... Ben anlamak için yaklaşınca da geri git diyor sanki eliyle... Öfkeyle burnunun dibine sokulunca anlıyorum ne dediğini. Lokanta resmen kapalıymış, ama paket servis varmış, zeytinliğe gitmemi istiyor. Zeytinlik adam boyu otların arasına çökmüş ekmek arası köftelerini yiyen lebalep adam dolu. Kahkahayı basıyorum. Ne zeka ama? Bu mevsimde göl boyu ıssızdır, ne var ki herkes bayram diye dizilmiş suyun kenarına, yollara... Nerde "TEHLİKE" levhası varsa başında 10 kişi mangalını yakmış, oltayı atmış, tutacağı balığı bekliyor. Güçlükle aşarak Yalova'ya geçiyorum otobanı seçerek. Paraya kıyıyorum, benzinden pahalı bu otobanı seçerken, belki tenhadır diyorum... Nerde? Ne kadar şerit varsa dolu otobanda... Herhalde geçmesek de alacaklar parayı vergiyle, iyisi mi... diyorlar... Gideni geleni, görünen İstanbul boşalmıyor, "128 milyar dolar" gibi sahip değiştiriyor sadece. Bir de bu otobana çok pahalı derler... Fuat Özgen'in bahçeye uğruyorum bir umutla... Şansıma ordaymış, kazımış, bellemiş, bahçesini bahara hazırlamış... Benim için de sağolsun börek... Açmamış ama düşünüp almış.... Bir kirazı var, çiçekten yıkılacak... İşte bu diyorum. Ancak bu kandırır beni... Baharsa önce göz doyurmalı... İlk korana durumunu soruyorum. "Lebaleb dolu diyor, şu cadde boyu git, her dört evden birinde o kağıt var, bak... Gösterdiği yer benim eski apartmanım... Kapısında beyaz bir kağıtla uyarı var...Ürperiyorum. Böreğimi yiyip iki lafın belini kırdıktan sonra gene yollara düşüyorum, ne olur ne olmaz, saatim doluyor. Olsun bayram havasına felekten bir gün daha çaldım. Asıl bayramda da bir istisna yaparlarsa yaşadım, bu kez Maldivler... Ne güzel ülkesin sen... Aklınla dalga geçenin çok olsa da ne kadar muhteşem bir şeysin ki hala dimdik ayaktasın. Bu arada Bayramınız da Kutlu Olsun... 15 gün sonra mı?.. Olsun gene deriz, fazla mal göz mü çıkarırmış... Gerçi Şırnak ve Uşak da artık maviliği unutacak büyük şehirden gelecek evlatlarıyla, ama evvel Allah sizi bayrama ve tatile öyle bir doyuracağız ki ... Ardından bir altı ay kapansak ne gam, sefan olsun. Oradaki muhalif konuşma boşuna; herkesin, Brezilya'nın, Afrika'nın bile kendi mutantı var, neden bizim de nur topu gibi bir milli Covid 19'umuz olmasın. Sen milletin bayramına mı karşısın. Hem lebalep dolu büyükşehir yoğun bakımlarımız da biraz nefes alsın, sağlıkçımıza söz verdiğimiz ekstra ödemeyi yapacağız, ama önce böyle bir iyiliğimiz olsun, sen yoksa sağlıkçıya da mı karşısın? Yok öyle yağma... Biraz da siz çekin kardeşim. Paylaşmalı... Yüzünüz gülsün! * 30.04.2021
- Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Sahibini Buldu
Ödül Aytekin Karaçoban * Mart 29, 2025 * 1986’dan bu yana verilen Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nün sahibi bu yıl “Yarattığım Gerçekliğin Yalancısıyım” adlı yapıtıyla Aytekin Karaçoban oldu. Ödül, önümüzdeki sonbahar aylarında yapılacak törenle sunulacak. Ödül seçici kurulunun oybirliği ile verdiği kararın gerekçesinde “Şair Aytekin Karaçoban, ‘Yarattığım Gerçekliğin Yalancısıyım’ isimli kitabında, şiir ve gerçeklik ilişkisini iyi bilen bir şair ve çevirmen olarak, günümüz dünyasının sorunlarını yalın, doğrudan, gerçekçi bir dille ele almasının yanında, kullandığı berrak Türkçe ile de bilinçli bir yeryüzü vatandaşı kimliğiyle öne çıkmaktadır. Bireyin yalnızlığı yanı sıra dünyanın mücadele edilecek yer olduğu bilgisiyle yoğrulan direnci, incelikle işlenmektedir” denildi. KARAÇOBAN’IN ÖZGEÇMİŞİ 1958’de Kırşehir’de doğan Aytekin Karaçoban, Dicle Üniversitesi Fransız Dili ve Eğitimi Bölümü’nü bitirdikten sonra bir süre bu fakültede araştırma görevliliği yaptı. Fransa’da “Fransız Direniş Şiiri” üzerine yüksek lisans yaptı. 1990’dan bu yana Fransa’da yaşayan Karaçoban’ın şiir, yazı ve çevirileri Türkiye ve Fransa’daki birçok dergide yayımlandı. Fransız PEN’in ve her yıl Sete kasabasında yapılan Uluslararası Akdeniz’in Yaşayan Şairleri Şiirleri Festivali’nin eşgüdüm kurulu üyesi olan Karaçoban’ın şiir kitapları arasında; Ben Gülün Kardeşiyim, Pablo Neruda’yla Söyleşi, Anlık Görüntüler, Kavuşma Tadında, Yüksek Gerilim Hattı, Zaman/Sızdı, 100+1 Soru, Çatlak Çan, Çalkantılı Deniz, Dil Altındaki Sessizlik, Ufuk Çizgisinde yer alıyor. Karaçoban’ın Fransızca’dan Türkçe’ye, Türkçe’den Fransızca yaptığı çok sayıda çeviri kitabı da bulunuyor. Şaire ödülü, önümüzdeki sonbahar aylarında yapılacak törenle sunulacak. edebiyathaber.net (29 Mart 2025)
- Nerde Eski Bayramlar
AMİN GELENEĞİ * Çok amaçla birçok örnekte sözümüzü somutlaştırmak için kullanırız ama, en somut anlamı zamanın hızlı değişimini ve bizim ayak uyduramayışımızı en iyi yansıtan söz ; nerde eski bayramlar sözü olsa gerek. Bu geleneği duyduğunuzda siz de aynını diyeceksiniz eminim. Olursa bu kadar olur. Bayramların çocuk dünyası için anlamını ve onun düş gücüne katkılarını bilirsek sözümüz daha iyi anlaşılacaktır. Bir çoğunuzun belkide hiç haberi bile olmayan AMİN GELENEĞİ sözünü ettiğimiz. Çok amaçlı kullanılan bir gelenek, askere mi gidilecek; gelsin AMİN GELENEĞİ, düğün mü yapılacak gelsin AMİN GELENEĞİ, bayram mı olacak gene ortaya endam edecek olan AMİN GELENEĞİ... Adından da anlaşıldığı üzre hangisine niyetlenilmişse ona yönelik dualar ediliyor ve başta çocuklar olmak üzere ahali hep bir ağızdan AMİN çekiyor. ...ve tabi işin içinde çocuklar da olunca ellerinde hazır ettikleri torbalarına bolca şekerler, bayram hediyeleri atılıyor. Anadolu'nun bir çok yerinde hala sürdürülen, kaynağı ve başlangıç tarihi bilinmeyen ancak yaklaşık 4-5 asır öncesine kadar dayandığı düşünülen çok yerde “Amin” geleneği yaşatılmaya devam ediyor. İnternette bulup Burdur'un Karamanlı köyünden alıntıladığımız örnekte böyle bir tören anlatılıyor. AYCAN AYTORE * Her yılın Ramazan ve Kurban bayramlarının arife gününde düzenlenen etkinlikte, köyün düğün salonuna toplanan yüzlerce çocuk, kadınların dağıttığı harçlık ve ikramları topluyor. Çocuklar, önlerine konulan kapların harçlık ve hediyeler ile dolmasıyla, bayram sevincini bir gün önceden yaşamaya başlıyor. Köy muhtarı İbrahim Özsoy, köyün asırlık örf ve adetlerine sahip çıkarak devam ettirmeye gayret ettiklerini anlattı. – “Bayramı bayram gibi kutluyoruz” Bu gelenekleri ile çocukların bayramı 1 gün önceden kutlamaya başladığını vurgulayan Özsoy, “Köy halkımız, Ramazan ve Kurban bayramlarının arife gününde, pazardan aldığı ya da evinde bulunan şeker, bisküvi, çikolata, badem ve ceviz gibi elinde ne varsa çocuklara dağıtıyor. Burada insanlar buluşuyor. Çocuklar kaynaşıyor. Bu sosyal paylaşımımız çok güzel oluyor.” dedi. Bazı köylerde bu tip adetlerin kaktığına işaret eden Özsoy şöyle devam etti: “Köyümüzün “Amin” geleneğine sahip çıkarak, devam ettireceğiz. Bayramı bayram gibi kutluyoruz.” Asırlık bayram etkinliğinin bir kültür etkinliği olduğunu belirten emekli öğretmen Eşref Yurdasiper, “Bu gelenek benim tahminime göre 400-500 yıllık bir geçmişe sahip. Komşu köy olan Mürseller köyünde ve çevre köylerde de vardı ama artık yapılmıyor. Burada en önemli husus, çocukların birlik ve beraberlik içerisinde olmalarını ve paylaşmanın güzelliğini sergiliyor olmasıdır.” diye konuştu. – “Çocukların dualara ‘Amin’ demesi geleneğin çıkış noktası oldu” Emekli öğretmen Hüseyin Çelik, hacet kapılarının açık olduğu bayram arifesinde, masum ve temiz duygular içerisinde olan çocukların yapılan dualara birlikte “Amin” demesinin, geleneğin çıkış noktası olduğunu anlattı. Çelik, “Eskiden köyün bekçisi tarafından yapılan; ‘Kazancımız çok olsun’, ‘Bayramımız güzel olsun’, ‘Ürünümüz bereketli olsun’ diye duaya çocuklar hep bir ağızdan ‘Amin’ dermiş. Bu bizim örfümüz ve çevrede en güzel bu geleneği yaşayan da bizim köyümüz. Biz de bu mutluluğu paylaşmak için buradayız.” dedi. Köy halkından Rukiye Erkan, atalarından miras kalan bu geleneği devam ettirdiklerini, herkesin evinde ne varsa getirerek çocuklara dağıttığını dile getirdi. “Amin” geleneğinin, çocukların birlik ve beraberliğine katkı sağladığını vurgu yapan Derya Çelik, şunları söyledi: “Burada çocuklar köyündeki bu güzel anıları biriktiriyorlar. Nesilden nesile aktarılan güzel bir gelenek. İnşallah da devam eder çünkü birçok köyde buna benzer örf ve adetler kalkmış. Ama burada bu devam ediyor.” Etkinlik çocuklar ve köy halkının, köyün imamı ya da muhtarı tarafından yapılan duaya hep bir ağızdan “amin” demesiyle sona eriyor. * Haberin videosu için lütfen tıklayın HABER: Murat ÇOBAN / KMM ALINTI
- BALIKÇILAR
Fotoğraf: Mehmet Diken Tevfik Fikret’ten Hüzünlü bir Manzum Hikaye: Balıkçılar * BALIKÇILAR Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder, Bugün açız yine; lâkin yarın, ümid ederim, Sular biraz daha sakinleşir… Ne çare, kader! Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta Olur… Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: Ya biz Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz? Hâlâ Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi… Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme… Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha! Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa... (Deniz dışarda uzun haykırışlarla hırçın bir kadın gürültüsü yayıyordu ortalığa) Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa – O gitmek istedi; “Sen evde kal!” diyor… – Ya sakın O gelmeden ben ölürsem? Kadın bu son sözle Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine Bakıp sükût ediyorlardı (Titremeye başlayan solgun dudaklarına bakıp susuyorlardı.) Başlarında uçan Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan Bir ihtilaç ile etrafa ra’şeler vererek Uğulduyordu… (Dışarda fırtına gittikçe öfkelenerek coşan bir çırpınmayla etrafı titreterek uğulduyordu.) – Yarın yavrucak nasıl gidecek? Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak İlerliyordu Deniz aynı şiddetiyle şırak – şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin Siyah kaburgasını… Ah açlık, ah ümid Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid (beyaz bir hayal) Eliyle engini güya işaret eyleyerek Diyordu: “Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!” Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; “Yürümek nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda… Yürü!” Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne? (Yürür, fakat suların bu öfkeli yıkıcılığına nasıl dayanır eski, hasta bir tekne?) Deniz ufukta, kadın evde muhtazır… Ölüyor Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle Bütün felaketinin darbe-i hasariyle (Deniz ufukta, kadın evde can çekişiyor. Kadın, kenarda üç gecelik bekleyişin yüküyle, bütün felaketlerin yıkıcı darbesiyle ölüyor…) Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler… (Baba, sahile vuran boş, parçalanmış teknenin karşısında; yüzünde belirsiz, ağlamaklı bir gülüşle ve boğuk şikâyetlerle uzakta bir yerleri gösteriyor yumruğuyla…) MANZUM HİKAYE Edebiyatımızda şiir şeklinde, yani ölçülü ve uyaklı yazılan hikâyelere manzum hikâye denir. Manzum hikâyelerin öykülerden tek farkı, şiir biçiminde yazılmış olmalarıdır. Didaktik (öğretici) özelliği bulunan bu şiirlerde, normal hikâyelerde bulunan bütün özellikler bulunur. Batı Edebiyatından alınan bu türün bizdeki ilk temsilcileri Tanzimat dönemi sanatçılarından Recaizade Mahmut Ekrem ile Muallim Naci’dir. Servet-i Fünun döneminde daha çok gelişen manzum hikâye, özellikle sosyal konuları anlatmada en etkili edebi tür haline gelir. Bu türün en önemli iki temsilcisi; “Balıkçılar, Hasta Çocuk” gibi manzum hikâyeleriyle Tevfik Fikret; “Küfe, Seyfi Baba, Mahalle Kahvesi, Hasta” gibi hikâyeleriyle Mehmet Akif Ersoy’dur. Yalnız ve kırılgan, inandıklarından hiçbir zaman taviz vermeyen, dürüstlük timsali “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” bir şair olan Tevfik Fikret yazdığı şiirlerle devrin yöneticilerini kızdırır ve muhafazakâr çevrelerden aldığı ağır eleştiriler nedeniyle Aşiyan’da inzivaya çekilir. Bu olumsuz tepkiler şairde büyük bir moral çöküntüsüne sebep olsa da o yaşadığı müddetçe toplumsal olaylara, İstibdat yönetimine, halkın dertlerine, yoksulluğa duyarsız kalamaz… Balıkçılar şiiri de onun manzum hikâye tarzında yazdığı ve yoksulluğun çaresizliğini anlattığı en güzel eserlerinden biridir. TÜRK EDEBİYATINDA MANZUM HİKAYE: Başlangıçta yani sözlü edebiyatta uzun öyküleri anlatmak için kurgulanan, akılda kalıcılığı artırmak için geliştirilen bir türdür manzum hikaye. Nitekim ünlü İlyada ve Odysseia destanı 28.000 dizeden de fazla çok uzun bir manzum hikayedir. Bizde destanlar ve halk hikayelerinin bir kısmında uygulanan bu yöntem,, yazılı edebiyatımızda Divan edebiyatın da uygulama alanı bulacaktı, Uzun hikâyeler mesnevi türü ile yazılırdı. Edebiyatımızda kafiyeli ve redifli, şiir biçiminde hikâye yazma Tanzimat ’tan itibaren ortaya çıktı. Türün ilk temsilcileri Recaizade Mahmud Ekrem ile Muallim Naci 'ydi. Servet-i Fünûn döneminde manzum hikâye en etkili hale geldi. En önemli iki temsilcisi; "Balıkçılar" ve "Hasta Çocuk" gibi hikâyeleriyle Tevfik Fikret ve "Küfe", "Seyfi Baba", "Mahalle Kahvesi", "Hasta" gibi hikâyeleriyle Mehmet Akif Ersoy ’du. Ersoy ve Fikret dışında Beş Hececiler de manzum hikâye denemeleri yaptılar. Bunun dışında Yahya Kemal 'in de manzum hikâyeleri vardı. Özellikle "Nazar" düşündürücü ve eğitici manzum hikâyelerin en önemli örneklerinden biridir. Yukarıda anlattıklarımızdan hep düzyazının uyaklı redifli dizeler hali diye tanımladığımız manzum hikaye ne kadar şiir sorusu ortaya çıkabilir? Bunun yanıtı da görecedir? Şiir özünde bir şekle bağlı değildir , o kendini hissettirir, dersek bu geniş tartışmayı bitirip konumuza döneriz. Size anlattığı değil hissettirdiği bir tema varsa nasıl ve ne yazılırsa yazılsın o bir şiirdir. Bunu da imgelerle yapar. * Ekleyen: Nurten B. AKSOY
- Zamanın Kaçkınları
Yusuf ERBAY * Şimdiki zaman kaçkınları Başlarına gelecekten habersiz Kaybolduğum yerde bekliyorlar… Kimse sırrını söylemiyor Yüzüne bakmıyor diğerinin Kaç hayat tükense de Görmüyorlar vaktin tuzağını… Adını doğmadan alanlar Saçları sabun kokusu Elleri tebeşir tozu Başka bir limanda örüyorlar. Zamanın yırtık ağını… -Geçmişi değişenler irkilip Şimdiki zamana kaçıyorlar Kaybolduğum yerde bekliyorlar Başka bir hayatın ulağını…
- Gecede Büyüyen Ses
Fadime Y. KAROĞLU * Bıçak kemiğe dayandı, Sessiz çığlık yankılandı. Genç yürekler şahlandı, Rüzgâra serpti umutlarını, Toprak sevgiyle yeşerdi. Yarınlar güzel olsun diye, Bükülmedi ince bilekler. Gecede büyüyen bir ses gibi, Uğultuyla çoğaldı dillerde. Yer utandı, gök incindi, Ay solgun baktı ufka. Ama zalim dönüp bakmadı, Vicdanı kilitli bir duvara. Hep mi yorgun olacak bahar? Düşler hep kışa mı uyanacak? Türkülerimiz hep ağıt mı kalacak? Yok mu bir güneş, umutla doğacak?
- BAYRAM
Fuat ÖZGEN * Baharsa adı Çiçekler açılmalı öbek öbek Kokular gelmeli sarhoş eden Kuşlar cıvıl cıvıl Arılar vızıl vızıl Renkler gökkuşağı Olmalı Emekse bayram Emeğe saygı duyulmuş İşçi hakkını almış Sağlığı korunmuş Geleceği garantilenmiş Olmalı Ulusalsa bayram Halkı coşturmalı Güveni arttırmalı Gönülleri hoş etmeli Ulus bilincini sağlamış Olmalı Dinselse bayram Yardımlaşmayı sağlamış Barışı geliştirmiş Sevgiyi paylaşmış Halden anlamış Olmalı
