top of page

Şoray'a Aşıktım





SELİM İLERİ

*

Tarihler yine karmakarışık: 1970 sonrasında, ama 1975 öncesinde, Türkan Şoray için bir senaryo yazıyordum: "Damsız Evler". Bu, ısmarlanmış bir senaryoydu. Türkan Hanım filmi kendi yönetmek istiyordu. Tasarı gerçekleşmedi.


O kadar çok "proje" konuşulurdu ki o günlerde...


Tasarılardan biri, Ahmet Muhip Dıranas'ın ünlü "Fahriye Abla"sıydı. Türkan Hanım şiire adeta aşıktı. "Yapılamaz mı? Bir film öyküsüne dönüştürülemez mi? Ne kadar çok isterdim Fahriye Abla olmayı.."


Rüçhan Bey işte yine o günlerde sevindiren haberi verdi: "Fahriye Abla" şiirinin film haklarını satın almışlardı. Rüçhan Adlı, "Türkan, senaryoyu sizin yazmanızı istiyor" dediğinde, garip ve kırık bir mutluluk duymuştum.


Şimdi artık herkes biliyor: İçin için Türkan Şoray'a aşıktım. Tabii, imkansız bir aşk. Çocuksu şeyler, çocuksu duygulardı. O eve girip çıkarken, bir güveni... bana duyulmuş bir güveni sarsmışım gibi keder duyardım. Git git melankoliye varan bir karasevda.


"Fahriye Abla" şairini Türkan Şoray'ın evinde tanıdım.


Ekleyeyim: "Fahriye Abla" şairini bir hüzün, usanç, boğunç insanı düşlemişken, karşımdaki insan bambaşkaydı. Bana öyle gelmişti ki, yakışıklı, mağrur, şık bir salon adamı... Üstelik, hayal kırıklığım dolayısıyla hemen düşman olmuştum. Bizi tanıştırdılar. Ahmet Muhip Bey'in kim olduğumu bilmesine elbette imkan yoktu. Fakat buna da içerlemiştim.


Rüçhan Bey, yazsonunda öğleden sonra, "Beyefendi, tabii, bir şiirin hikayesi olmaz; ama bize ipucu verirseniz çok yararlı olur" diye söze başlamıştı.


Ahmet Muhip Bey, Freud'a şöyle bir uzanmamız gerektiğini söylemişti ki, salona Türkan Şoray girdi... Evet, mevsim, yazsonuydu. Fakat yaz büsbütün sona ermemişti. Sıcak bir öğleden sonraydı. Türkan Hanım, bütün bir yaz güzelliği içindeydi. Bize doğru yürüyor, gülümsüyordu.

Şair ayağa kalktı. Türkan Şoray'ın ışıktan bir ayla kuşanmışlığını, öyle sanıyorum ki, şair de o an fark etti. Herhalde ilk kez yüz yüze geliyorlardı. Dıranas, adeta hayranlıkla seyrediyordu. O anı başka türlü tarif edemiyorum.


Freud bir süre için unutuldu.


"Fahriye Abla" için kurduğum kendi hikayemi düşünüyordum, şimdi havadan sudan, uzun sürmüş yazdan konuşulurken: Fahriye Abla hayli muhafazakar bir mahallede yaşıyordu. İstanbul'da mı? Belki. Herkesin yardımına koşuyor, herkese kucak açıyordu. Neyi var neyi yoksa, paylaşmaya hazırdı. Bu yalnız kadını mahalleli de sevmek istiyordu. Gel gör ki, bazı geceler... evet, bazı gecelerde, Fahriye Abla'nın bir konuğu oluyordu: Evli bir adam. Sonra önce kadınların dedikoduları başlıyordu. Kadınlar, "kapatma"nın günün birinde kendi kocalarını da baştan çıkartabileceğini için için kuruyorlar, Fahriye Abla'nın iyiliğine kara çalmayı içgüdüleriyle tercih ediyorlardı. "Vefalı komşu", bir gün hepsine, herkese kırılarak, evini, sarmaşıklarla örtülü balkonunu, mahalleyi bırakıp gidiyordu. Bir erkek çocuğu hiç unutmayacaktı onu.


Gerçi şiirin kimi dizelerindeki "örtük" hikayeye ihanet etmiştim:

"Gönül verdin derlerdi o delikanlıya,

En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya."


Ne o delikanlı, ne Erzincan'a gidiş.

Aradan geçen bunca zaman sonra fark ediyorum: "Fahriye Abla"da çocukluğumun insanlarını aramışım. Benim Fahriye Ablam iki apartman ötemizde oturuyordu. Hikayenin gerisi aynı. "Adamın metresiymiş.." diyorlardı, sarışın, yeşil gözlü, ince genç kadına..

Evet, Freud her zaman bizimle: Bilinçaltının oyunbazlığına son yok.


O gün, Türkan Hanım salona girdiğinde, Ahmet Muhip Bey'e işte bu öyküyü anlatacaktım.

Fakat şair toparlanmış, cazibe alanından az buçuk sıyrılarak, yine Freud'a dönmüştü:

"... Efendim, Freud, çocuğun süt emziren anasına aşk beslediğini bulgulamıştır. Erkek çocuk anneye, kız çocuk babaya aşıktır. Doğa böyle istemiş.. 'Fahriye Abla'ya da böyle yaklaşmak gerekir.."


Ansızın hikayem savrulup gidiyordu. Hayallerim, iskambil kağıdı gibi devrildiğinden, Ahmet Muhip Dıranas'a bir kez daha düşman oluyordum. Oysa her dikkatli okur, "Fahriye Abla" şiirinin cinsellikle haşır neşirliğini elbette sezer. Zaten Dıranas da, içtenlikle dile getiriyordu:

"... Erkek çocuk büyür, ergenleşir, buluğ çağı başlar. Ana aşkı artık komşu kadına yönelir. Çocuk 11-12 yaşında. Hani vardır efendim, hepimizin hayatında, genç, güzel, taşkın bir kadın.."


Gel gelelim içtenlik galiba yoldan çıkıyordu. Salon sessizleşmiş, Türkan Hanım önüne bakıyor, Rüçhan Bey şaşkın. Ahmet Muhip Bey'e gelince, komşu kadını tanımlarken, apaçık Türkan Şoray'ı tasvir ediyor:

".. Bunda ayıp yoktur. Çocuk, komşu kadını akşamları pencereden gözetliyor. Gözü başka bir şeyi gördüğü yok. Gönlünde hep o iri siyah gözlü genç kadın.."

Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Rüçhan Bey, o zamanlar, Türkan Şoray'ı hep bir erişilmezliğe çektiğinden, konuşmalar daima mesafeli geçer, sözler tartılır, yakın bir iletişim kurulamazdı. "Fahriye Abla" şairi kuralı çiğneyip geçmişti.


Sonra bir ara saatine baktı, "Beşe geliyor. İş Bankası'nda randevum var" deyip çıktı gitti.

Sanki böyle bir öğleden sonra, böyle bir konuşma geçmemiş gibi, bambaşka konulardan söz açıldı. "Fahriye Abla"nın kaderi meçhuldü.

Bir iki ay sonra, "Evimizin Tek Istakozu"nda anlattığım Nahit Hanım'ın evinde Ahmet Muhip Bey'e rastladım. Ankara'dan gelmişti. "Selim Bey, ne oldu bizim şiir?" diye sordu. "Bir ses çıkmadı Türkan Hanımlardan. Siz görüştünüz mü sonra?"

Cevabımı hatırlamıyorum.


Bu yazıyı yazmaya başlarken, Türkan Hanım'a telefon ettim.

"Evet" dedi, "Fahriye Abla" en büyük isteğimdi. Olmadı. Ama sizin düşündüğünüz sebeplerden değil. Hiç öyle şey olur mu!.. Ben Ankara'da evlerine de gitmiştim Dıranasların. Herhalde o yılların yoğunluğu, üst üste çekilen filmler, zaman bulunamadı.."


Yaz sonundaki öğleden sonra, baştan sona, benim bir kıskançlık kabusum olabilir mi?


(SELİM İLERİ, "Kar Yağıyor Hayatıma", EVEREST Yayınları, 2020 -İlk basım 2005-)

Comments


1/381
1/5
bottom of page