top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

ÜNİVERSİTELİ AŞIK


Niyazi UYAR*


Evde yalnızlık, hayatta yalnızlık kadar olmasa da yaşamını alt üst ediyordu Bülent’in! Akşama doğru evine yakın marketlerden birine gider, hazır köftelerden veya dondurulmuş balıklardan alır, evin içi kokmasın diye evinin küçük balkonunda keyfince pişirir, pişirirken kalp krizi ile yaşama çok erken veda eden Rıfkı arkadaşı gibi kadehini doldurur, ağzı yana yana pişenlerin hem tadına bakar hem de açlığını yatıştırırdı. Çoğunluğu emekli olan 180 Sokak’ta bir iki komşu her bir hareketini, adeta kayıt altına alır gibi takip ederdi.


Öğleden sonra saat 13 .15’di. Evde bir başına canı sıkılır. Eşi, evini taşıyacak olan kardeşine yardımcı olmak için başka bir vilayete gitmiş Yalnız olduğundan zamanı bir türlü planlayamaz, yattığı, kalktığı saatler hep değişir. Vakit kuşluğu geçmiş, güneş Ankara istikametinden doğalı epeyce zaman olmuştur, az sonra İki minareli, her minaresinde ikişer şerefe olan Küçük İmam Camii’nin müezzini, minarenin şerefesine çıkmadan öğle ezanını okuyacaktır.


Devlet Hastanesi Şüheda Caddesi’nin üstündedir. Caddede pandemi günlerinin ambulans trafiği seyrelmiş, emekli şehrinin emeklileri, sıcak çarpması, kalp spazmı ile ara sıra ambulans yolculuğuna çıkarak hastaneyi ziyarete giderler. Bülent kahvaltısını yapmış, evine epeyce mesafede olan yaştaşlarının gittiği kahveye gitmek için evinden çıkar. Yol boştur, acil işi olanlar dışında pek fazla insan çıkmamıştır dışarı. Bu yaşın sahibi olmuş, bu kadar sıcak bir yaz görmemiştir. Yaşlılar, emekliler yaşamayı çok sevdiklerinden midir ya da ölüm korkusundan mıdır, orası bilinmez, “saat on bir ile on altı saatleri arasında dışarı çıkmayın,” uyarısına harfiyen uyarken, Bülent’in aldırdığı yoktur.


Bülent, Ramiz Turan Stadyumunun yanından geçerken, havada alaca gölgeli tesbih ağaçlarının, koyu gölgeli fıstık çamlarının yapraklarını kıpırdatacak, efildetecek en küçük bir esinti yoktur. Güneş her şeyi yaktığı gibi özellikle belediyenin süs ağacı olarak, parklara, yol kenarlarına diktiği, sıcak gördü mü, pörsüyüveren ağaçların yapraklarını şeytan çarpmışa döndürmüştür. Susuzluktan dili damağı kuruyan sokak hayvanları, belediyenin, “patili dostlarımızı unutmayalım,” diye bırakılan boş yiyecek, içecek tabaklarını yalamaktadır çaresiz.


Bülent’i gece yine uyku tutmamış, hesap üstüne hesap, yorum üstüne yorumlar yapmış, sabaha karşı bir sonuca varınca, ruh yorgunluğundan sızıp kalmıştır. Artık, Nigar'ı edebiyat dünyasından çıkarıp atmaya karar vermiştir. Bundan sonra ne şiirlerinin ana duygusu ne yaratıcı metinlerinde ana tema olarak yer vermeyecek, cehennem çukurlarına atıp katran kazanlarında fokur fokur kaynatacaktır. Dününü, bugününü, yarınını ipotek altına alan Osman’ın at oynattığı diyarın Nigar'ını tek kalem vuruşu ile yok edecektir, bu halden bilmez, sevdadan anlamaz, kör bir maddiyata aldanan bu tek gamzeliyi ve ve bir daha adını ağzına almamaya yemin ederek yok edecektir…


Hakikat dünyanın realitesi buna imkân vermezse, sanal dünyanın özgürlükleriyle halledecektir. Günün her saatinde, her nerede olursa olsun, yolda, belde, evde hatta tuvalette bile hep onun adını zikrediyor, kimi kimsenin olmadığı anlarda, duyulur duyulmaz cini gelesiye haykırıyordu, “Nigar, Nigar” diye.


Görünürlerde kimi kimse yoktur, insan dostları bir gölgeye, serin bir yerlere sokulmuştur! Sıcak yaz günlerinde günü balkonlarda geçiren ahali, asfaltın sıcaklığı doğrudan evlerine hücum edince kapıyı bacayı kapatmış, sıcaktan eriyip yok olmamak için, sık sık banyoya gidip ıslatmaktalar vücudunu. Soğuk su, sıcak bedene değince “cost,” diye çıkan sesle anca kendine gelirler.


Bülent, bir yıldır, Nigar'ı Osman’ın at oynattığı diyarların tek gamzelisini, söküp atmak için yüreğinden defalarca söz vermiş, git gellerle epeyce mücadele etmiş, nihayet bu son gecede aldığı son kararın rahatlığı ile, ihtilallerin yapıldığı saatte, 04. 00 da uyuyabilmiştir. Artık bundan sonra adını anmayacak, beyninden, yok ettiği Mavilisinin bundan sonra gönlünü meşgul etmesine izin vermeyecek, yettim bittim silip atacaktır.


Ona dair süslü, tumturaklı ifadeler hiç kullanmayacak, o, hiç hak etmemiştir güzel anlatımları. Bülent günün sabaha devrildiği saatlerde, bir karara varır. Onu her şeyinden beyninden, yüreğinden koparıp atacaktır. Yıllar yıllar boyu her yazılı metninin merkezine gelip oturan, yardımcı düşüncelere, imgelere, söz oyunlarına, ana temalara hâkim olan Telli Nigar'ın bir daha anmayacaktır adını.


Evlerin balkon kapılarını sımsıkı kapatan ahali, güneş perdelerini de çekmiştir. Yoldan iş icabı gidip gelen motorlar, elektrikli bisikletler vardır tek tük! Ağustos gelmediğinden, ağustos böceklerinin sesleri mesleri yoktur daha. Tek hatlı demiryolunu kesen Acısu caddesi üstündeki trafiği kapatan bariyer, kapanış işaretini vermiş, az sonra raylar üzerinden akıp gidecek tren, Uşak’tan aldığı yolcuları İzmir’e götürecektir. Araçlar gidiş geliş istikametinde yolu kesen bariyerlerin açılmasını bekleyecektir.


Tren yoluna bakan, Salihli eşrafından Uğurların köşkünün bahçesinde çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler vardır. Dünün bu ihtişamlı köşkü, sırtını yanında yükselen apartmana dayamış -ne acı- o apartmanın müştemilatı gibi görünmektedir. Köşkün yanına, yönüne yapılan Marangoz Nurullah Amca’nın keklik kafesine benzeyen ahşap çatılı balkoncuklar, köşkün birer dikiz aynasıdır. Her tren gidiş gelişinde evin uzun saçlı, dudağı benli torunu, ön balkona çıkar, tren geçinceye kadar trenlerin penceresinden ona el sallayan yolculara el sallar. Trendeki yolcular, abone yolcular olduğundan dudağı benli, uzun saçlı kızla tanıştır. Uzun saçlı, dudağı benli kızın evinde her şey programlıdır, yeme içme, yatma kalkma… her şeyin, her şeyin planlı olması, dudağı benli, uzun saçlı kızı boğmaktadır adeta. Tren yolcuları ile selamlaşması, kendini tren yolcularının arasında addetmesi özgürlüğe kaçıştır onun için.


Bülent’in üniversiteli arkadaşının ataması şubat seksen iki de Uşak Besim Atalay Ortaokuluna yapılmıştır. Tesadüf nböyle bir şeydir işte: Uşak’ın 64 olan trafikteki kodu ile Nigar'ın üniversite numarası aynıdır. Nigar Hanım, Besim Atalay Ortaokulu’nda üç yıl görev yapmış, sonra da rotasyonla aşıklar şehri Sivas Yıldızeli Ortaokulu Türkçe öğretmenliğine atanır. O, aşıklar şehri Sivas’ı, aşık atışmalarını, deyişleri çok sevmiştir. Hele anında dizilen ölçülü, uyaklı dizelere hayran olmuş, deyiş okuyan dedelerin tezene vuruşlarında, dizelerinde bulmuştur yüreğinin bastırılmış sevdasını. Güzel günlerin tez geçmesi misali eş durumu tayini ile Marmara’nın bir sahil şehrine çıkınca tayini, her şey, çabucak değişmiştir. O bu değişikliği hazmetmeye çalışırken, renkleri bile birbirine karıştırmış, buna sebep kocası Mustafa, onu bir ruh sağlığı hekimine götürür. Ruh Sağlığı Hekimi Fehmi Bey, durumun ciddiyetine binaen, derhal yatırır hastaneye…


İlk aylar, kocası Mustafa, bir iki komşusu, bir iki arkadaşı gelir gider ziyaretine. Süreç içinde iyileşeceğine Nigar Hanım, daha da kötüye gider. Zamanla da önce arkadaşları, sonra komşuları; en sonunda kocası Mustafa da arayıp sormaz olur. Sarı bina denilen bu akıl ve ruh sağlığı hastanesinde beş ayını doldurmuştur. O, “deliliğin” verdiği cesaretle, Mustafa’nın yanında olmasına bile aldırmadan, sık sık Üniversiteli aşkının adını mırıldanır.  “Bülent, Bülent, neredesin, ne olur bir kez göreyim yüzünü," diye konuşur durur.


Mustafa, evliliklerinin ilk günlerinde dün ne yaşadın, hiç arkadaşın oldu mu, diye ısrarlı çok sorular sormuş, yok demiş o da. “Benim babam despottu, bir erkekle konuşmam imkansızdı,” deyip hep reddetmişti, ilk aşkı Bülent’i. Nigar'ın ara ara dalıp gitmelerine çok şahit olan Mustafa, onun uykuda bir şeyler sadıladığını duymuş, fakat hiçbir şey anlamamış. Anlamamıştır anlamamasına yalnız içindeki kurt iyice huzurunu kaçırmıştır. Sarı binanın hasta odasında “Bülent, Bülent,” diye de adını duyunca boynuzlandığını düşünmüştür. Buna sebep çılgına dönen Mustafa, hiçbir şey söylemeden Sarı Bina’dan ayrılıp Marmara’daki sahil şehrindeki evlerine doğru sürer, Fort Taunus’unu. Yol boyu da içini çeke çeke ağlayan Mustafa, öfkeden deliye dönmüştür. İzmir yolu ile sarmaş dolaş Susurluk Çayı’nın yanından geçerken, ağaçların delice söğütlerin, ahlatların, sazlıkların, çayır otlarının, çınarların birbirleriyle kucaklamasını görünce, hayıflanır, “ah ah,” der, sonra da eli yaka cebine gider, Tekel 2000 Sigarasını çıkarıp yakar, arabanın cam kolunu çevirerek azıcık aralar camı ve ilk dumanı delice söğütlere doğru üfler.


Nigar Hanım, iyiden iyiye kapanmıştır artık içine, doktorlar, günde iki sefer uğrar, bir şey demeden gider. Hemşireler verilen tedavileri uygular, ilaçları verir, iğnesini yapar onlar da tek kelime konuşmazlar. Canı çıkmak üzeredir, zır deli olmasına ramak kalmıştır, o da bunun farkındadır. Hastaneden kaçmayı koymuştur kafasına, ama nasıl? Bir yolunu bulmalıdır, kocası da aylardır ne uğramakta ne arayıp sormaktadır. Trenin geliş gidiş saatlerini, her gün düdük sesini duya duya bellemiştir. Hastaneden kaçıp doğruca istasyona gidecek, 09.10 trenine binecek, ilk görev yeri Uşak’a, Besim Atalay Ortaokulu’na gidecek, okulun taş yapısını, Cumhuriyetin kurucusu, yüzyılların eşsiz insanı Aziz Atatürk’ün büstünü öpüp koklayacaktır. O büstün önünde sayısı belirsiz ne konuşmalar yapmıştır. Demiştir ki bir seferinde:


“Dünyanın dört bir yanını görebileceğin bir dağın zirvesine çık: “Yorul, sonuna kadar yorul… Hiç durmadan yürü, hiç durmadan koş…”

Dirençli ama yumuşak bir sesle konuşurdu her daim Nigar Hanım!

“Kaleminle bütün kinini yaz… Aşkın nefretini, hasretini, insanların yalancılığını, iki yüzlüğünü yaz… " Nigar Hanın devamla,

"Çocuklar, şimdi beni iyi dinleyin, kulağınızı dört açın, ve dinleyin,

Atatürk gibi düşünmek… O Atatürk bizim Atatürk’ümüz çocuklar. O her durumda, her konuda başarıya ulaşmanın yollarını göstermiştir bize!”

...

Uşak İzmir treniyle, Uşak’tan Manisa’ya, Manisa’dan Uşak’a birkaç kez gidip gelmiştir. Son seferde trenden inip Salihli sokaklarında Salihlili Bülent’i aramayı koymuştur kafasına.

Tren Salihli’den geçerken Nigar, Bülent’i görmeye çalışır. Günlerden bir gün Bülent’te evinden çıkmış, Acısu Caddesine doğru yürürken, bariyerler yolu kapatmıştır. Bülent, yolun açılmasını beklemektedir. Bariyere tutunan Bülent'i görünce:


“Bülent,” diye cini gelesiye bağırır. Bağırır bağırmasına da tren geçip gitmiştir.  Deliye döner, o çılgınlıkla trenin imdat kolunu asılır. Az sonra tren istasyona birkaç yüz metre kala “zınk” diye durur. Şaşkına dönen makinist, kapı düğmelerine basarak kapıları açar. Yolcular panik içinde bağrış çığrış, oradan oraya koştururken kimleri de Nigar Hanım gibi kendilerini raylarını üstüne bırakıkırken, Nigar tren yolu boyu çıldırmışçasına koşar. Sarı bina firarisi Nigar Öğretmen, tren yolunu kesen Acısu caddesi kavşağına gelmiştir. Az önce bu kavşakta gördüğü Bülent görünürlerde yoktur. Tekrar cini gelesiye bağırır,

“Bülent, Bülent, Bülent!”

Ramiz Turan Stadyumuna bakan apartmanın müştemilatını andıran, dünün gösterişli köşkünün önündeki uzun saçlı, dudağı benli kızı, geçip giden trenin arkasından bakmaya devam etmektedir. Tren yolunda traverslere basa basa koşan kadınının, “Bülent, Bülent,” diye bağırışını şaşkınlıkla izler. Bülent, yolu kapatan bariyerler açılınca, yine avare avare cadde boyu yürümeye devam ederken, “Bülent, Bülent!” diye haykıran bir ses gelir kulağına. Geri dönüp bakar kimseyi göremez. Sonra tekrar, “Bülent, Bülent, Bülent,” diye arkası arkasına adının söylendiği yöne doğru iyice kulak kesilir. Cadde üstündeki tapu dairesinin önüne gelmiştir.

Nigar'ın hastaneden kaçtığının ikinci günü eşi Mustafa’ya haber verilmiştir. Mustafa, Nigar'ın nereye kaçabileceğini tahmin etmektedir. Onun üniversiteden arkadaşı Bülent’le kısa dönem askerlik yaparken tesadüfen Burdur’da karşılaşmışılar. O “sakın Nigar'ı üzme, o çok iyi bir insandır,” deyince şüphelenmiştir.  Asker dönüşü Nigar'ı epey takip etmiş, o yokken, gizli gizli telefonla konuştuğunu öğrenmiştir. Telefon idaresine birkaç sefer gitmeye karar vermiş, telefon konuşmalarının dökümünü almak için, fakat bu küçük şehirde dile düşmekten korktuğundan vaz geçmiştir.


Mustafa, Manisa tren istasyonuna gelir ve bilet almak için gişeye gider hızlıca, trenin saatini sorar. Treninin geliş saatinin geç olduğunu öğrence, otobüs terminaline gider. İstasyon ile terminal yakındır. Biraz yürüdükten sonra terminaldedir ve Salihli’ye giden minibüsün ön koltuğunda almıştır yerini. Minibüs bir saat on dakika sonra Salihli’dedir. Olayın nerelerde cereyan ettiğini tesadüfen aynı trenin aynı kompartmanında yan yana yolculuk yapan birisi ile Manisa istasyonunda karşılaşmış, o da her şeyi anlatmıştır.

Salihli tren istasyonun gelen Mustafa, tarihi binanın önünde, arkasında, sağında, solunda bir iki tur atar, bu tarihi bina gibi, tarihi çınar ağaçlarına gıpta ile bakar. İstasyonu arkasına alarak, doğu istikametine tren yolu boyu yürür. Acaba önüne ne çıkacak, az sonra onu nasıl manzaralar karşılayacaktır, müthiş bir gerilim içindedir. Bugüne kadar hiç gelmediği, içinden bile geçmediği bu şehirde şimdi bir başınadır.


Mustafa tren yolu boyu yürür, yolu kesen Acısu Caddesi Kavşağının sağ yanındaki ihtişamlı köşkü görünce dikkat kesilir. Köşkün balkonundaki uzun saçlı, dudağı benli, kumral küçük güzel kız vardır. Kız sekiz on yaşlarında, sevecen bir çocuktur.  Adamın rayların üstünden aklını fıydırtmış gibi koştuğunu görünce “Allah Allah, ne garip” der. Az önce “Bülent, Bülent, Bülent,” diye raylar üstünde koşturan kısa küt saçlı, kumral ile beyaz arası bir kadının koştuğunu görmüştür. Bu Arap kırması, gözlüklü kara yağız adam, ne aramaktadır tren yolunda?

Arap kırması, gözlüklü adam, bir kadının tren yolundan geçip geçmediğini sorar kıza.

Uzun saçlı, dudağı benli kız,

“Önce sen kimsin de bakayım, sonra sorunu sorarsın deyince, adam kıpkırmızı kızarır ve

“Özür dilerim kendimi tanıtmadım, çok haklısın! Ben Mustafa, Mustafa Uçar!”

“Memnun oldum, ben de bu köşkün sahibinin torunu, Deniz!”

Akıl yaşı, beden yaşından büyük olan bu kız çocuğu, Mustafa’ya hayat dersi vermiştir ki, ne ders. Büyükler, çocukları önemsemediklerinden doğrudan böyle girerler lafa. Deniz, Arap kırması Mustafa’ya verdiği ders hayat dersidir.


Adamın, gözlerinin alev alev yandığını gören Deniz, Arap kırması, bu gözlüklü adamı sevmemiş, sevmediği gibi şüphelenmiştir. Adam belki bir cinayet işleyecektir. Sık sık kadınların öldürüldüğünü annesinden duymuş, annesinin üzüntüsüne şahit olmuş, bu adam, belki de gördüğüm kadını öldürecek,” diye düşünür.


“Hayır hiç kimse geçmedi, kimseyi görmedim ben, az önce tren geçti, başka da bir şey görmedim!”


Treni sormadım, biraz önce aklını kaybetmiş, bir kadın geçti mi diye sordum!”

“İyi ya, ben de trenden başka bir şey görmedim dedim ya!”


Tren yolundan hemen her gün gençlerin, berduşların, aşıkların, kaçak göçek aşıkların, kimsesizlerin, yalnızların geçit töreni yaptıkları yerdir. Yol ağaçlık, çiçekliktir, yol boyunca uzayıp giden yeşillik, yeşil akıp giden bir nehirdir. Kendini dinleyen, yalnızlığını kimi kimse ile paylaşmayanlar, bu yolda hep gider gelir. Gidip gelirken, doğudan batıya, batıdan doğuya dert taşıyıp giden trenlere yoldaşlık ederler!


“Bülent, Bülent, neredesin, az önce buradaydın, şimdi nerelere kayboldun?”


Nigar, kaç gündür Salihli’de tren yolu boyu Bülent’i aramakta, her gün de “daha demin buradaydın, şimdi nerelere kayboldun,” demektedir. Mustafa, Nigar'ın hastaneden kaçtığını iki gün sonra öğrenmiştir ya, öğrenir öğrenmez, arkasını aramak aramamakla, epey sanıp banmış, sonra istemeye istemeye otobüse binmiş, İzmir yolu ile sarmaş dolaş romantik Susurluk Çayının yanından geçerken, Nurten’e olan öfkesi azıcık köresemiş, içinden ona karşı bir acıma duygusu belirmiş, beliren bu acıma duygusu yüreğini yumuşatmış, onun başka birini sevdiğini bile bile onunla evli kaldığı için kendinden nefret etmiş. Okumuş yazmış bir ailenin çocuğu olmasına rağmen görücü usulü evlenmiş.


İşte böyle bazen eğitimciler de eğitime ihtiyaç duyarlar!

Nigar, her gün tren yolu boyu Bülent’i aramakta, her gün istasyon ile Kurtuluş arasında sabahtan akşama gider gelir. Güneş batı istikametine doğru yavaş yavaş kayarken, çam ağaçlarının, iğne yaprakları hafif bir esintiyle yavaştan salınmaya başlamıştır. İzmir’den yola çıkan motorlu tren, Salihli istasyonunda inecek yolcularını indirmiş, binecek yolcularını almış, öğretmen evinin yanından geçerken, “çekilin, çekilin geliyorum,” dercesine acı acı öttürür düdüğünü. Nigar, öğretmen evinin karşısındaki yolu kesen barikatın önünde durmuş trenin yolcularını sayarcasına, bakar. Tren geçtikten sonra bariyer açılmış, taşıtlar hemzemin geçitten istikametlerine doğru devam edip giderken, Bülent’in de karşı yönden kendine doğru geldiğini görür, işte o an eli ayağı tutulur. Ona koşup sarılacakken çakılıp kalır yerine. Yalnızca, “Bü bü bü,” diyebilmiş. O Bülent diyemeden Bülent geçip gitmiştir.


Mustafa, Nigar'ın Salihli’ye geldiğinden adı gibi emindir. O da birkaç gündür Salihli sokaklarında Nigar, aramakta, fakat bir türlü rastlayamaz. Yanındaki para da yavaş yavaş suyunu çekmektedir. İlk günler çorba, odun köfte lüksünün yerini, ekmek arası peynir, ekmek arası helva almıştır.


Kendine gelen Nigar, Bülent’in arkasından koşarken, “Bülent, Bülent,” diye avazı çıktığı kadar bağırır. “Bülenttt, Bülentttttt” sesi o kadar yüksek tonda çıkmıştır ki, fıstık çamlarına, tesbih ağaçlarına ıhlamurlara konan kuşlar ürküp göğe doğru havalanıp uçar.


Geriye dönen Bülent, bir kadının kendine doğru koştuğunu görünce şaşırır; fakat şaşkınlığını çabuk atar. Gelen üniversiteli aşkı Nigar'dır. Bülent’te onu unutamamış, günün her saatinde adını, Bozdağ’a doğru haykırmıştır. Aradan yıllar yıllar geçmiş, mazide kalan tutku, araya giren ataerkile ram olunca aşklarını yüreklerine gömdürmüştür. İkisi de Tanrının her günü birbirlerinin adlarını, kimi kimsenin olmadığı yerlerde dağlara, taşlara haykırır. Bülent, her ne kadar tütünle, kadehle tedavi etmeye çalışsa da aşk ıstırabını, Nigar akli melekelerini kaybederek, Sarı Bina’ya düşmüştür.


Bir zaman birbirlerine sımsıkı sarılan Bülent’le Nigar, şehrin içinden geçen demiryolu boyunca uzayıp giden çitlere sardırılan sarmaşıklara bakarlar sevgiyle, sonra sarmaşıkların yanındaki, yönündeki sarı gülleri, kırmızı gülleri, pembe gülleri hayran hayran seyrederler bir zaman sonra “s” harfi gibi öbek öbek dikilen taflan kümlerinin yanına çökerler. Dizine başını koyan Nigar'ın saçlarını parmaklarıyla düzeltirken Bülent, gözlerini ayıramaz Nigar'ın gözlerinden. Bu mutluluk tablosunun resmini Abidin’den başka kim yapabilir ki? 

Kendini terk edip giden, yalandan da olsa bir gün bile “seni seviyorum,” demeyen bu kadını deli gibi sevmiştir Mustafa. Yıllarca aynı yastığa baş koymuşlar, aynı yatağı paylaşmışlar, fakat sadece paylaşmışlar. Mustafa’nın yanına yatan adeta cansız bir mankendir. Bir gün bile yalancıktan “seni seviyorum,” dememiş, dese, kim bilir neleri vermezdi ona Mustafa?

Mustafa belindeki tabancayı çıkarır, mermiyi namluya sürer, hiç ses çıkarmadan yaklaşır. Günün her saatinde vızır vızır işleyen araç trafiği, insan trafiği durmuş, az sonra işlenecek cinayete uygun ortam hazırlamaktadır. Öğretmen evinin bahçesinde de ne gariptir oturan hiç kimse yoktur. Gökyüzünde yolunu, yönünü kaybeden bir top bulut, güneşin önünü kapatarak, şehrin üstünü gölge olup kaplayıvermiştir. Mustafa aşıklara iyice yaklaşır, aralarındaki mesafe on adım var yoktur. Ne kadar yaklaşırsa, yaklaşsın, Bülent’le Nigar'ın top patlasa duyacak halde değildirler. İkisi de gözlerini birbirlerine dikmiş, yüreklerini sarmaş dolaş edip kopmuşlar dünyadan. Mustafa, tabancayı doğrultup nişan alır… Bakar bakar, sonra o da tutulup kalır, kıyamaz, bu sevginin kutlu olduğunu düşünür. Böyle bir aşkı, böyle bir seveni olmadığı için kendini suçlar o an. İnsan beyni saniyede binlerce düşünceyi sıralar arkası arkasına, Mustafa'nın beyni de binlerce düşünceyi saniyede düşünür, hepsini gözünün önüne getirir…


Kıyamaz Mustafa, bu kutlu aşkı bu üniversiteli aşıkların aşkına selam durup hiçbir şey demeden çekip gider. Çekip giderken, elindeki tabancayı tren yoluna fırlatıp atar...


 

  

 

Etiketler:

37 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


1/706
bottom of page