top of page
Taştan ÇIRALAR

Çocuk ve Edebiyatına Özen



Taştan ÇIRALAR


 *

Yazın ve okur konusunda öyle dertliyim ki… Bir çözüm yolu ve anlatacaklarıma nereden başlasam diye düş kurup veri toplamak için internette geziniyordum. Rastladığım yakınmalar ve çekilen sıkıntılar karşısında duyarsız kalmak olanaksız.


“Derdim çoktur hangisine yanayım” söz dizini usuma oturup, başka tüm yolları kesti. Bu ve benzeri sözlerden oluşan bir koronun feryatları çınlar oldu kulaklarımda. Değişik ifadelerle yüreklerinden taşan, duygularında dile gelen anlatımlarla bizden önceki düşünür ve sanatçılar başkasına söz bırakmamış olsalar da kendimi zorunlu sayıp bir sentez de benden demek geldi içimden.


Yukarıda tırnak içinde gösterdiğim deyişin sahibi dost yürekli Pir Sultan Abdal’dır. Söz ve deyişleriyle zamanın yöneticilerine eleştirel yüklendiği için kendisine iyi gözle bakılmamış. İçten içe kin dolu, gizli düşlerini gerçekleştirmek için sudan nedenler ararlarmış. Sinsice bir aşağılamayla, ondan isteyeceklerinin tersini yapacağını bilerek; “İçinde ‘Şah’ sözü geçmeyen bir deyiş söyle, seninle olan düşmanlıklara son verilsin.” diyerek, bağışlayacaklarına söz verirler. Görünürde Pir Sultan için, bir kurtuluş şansıdır bu. Böyle bir pazarlıkla, bir tür ölümünün kendisine onaylattırılmasıdır da aynı zamanda.


O, oynanan oyunun nereye varacağını sezinlediği halde, yüreğinin sesini dinleyerek kendisi olmak gereğini duyar. Altı dörtlükten oluşan, her dörtlüğünde “Şah” sözcüğü geçen, “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” deyişini yüzlerine haykırarak intihar edercesine ölümle sonuçlanacak yolu seçer.


Onlar düşüncelerinden ödün vermeyip, zamanın her tür kısıtlayıcı, baskıcı gücüne direnen olması gereken davranışla aydınlanma yolunu seçmişler. Mustafa Kemal ise kimsenin beklemediği bir direnişle Ulusal Kurtuluş için: “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediğinde, bu emre gözü kapalı atlamayı yeğleyen ve kurtuluşa kanlarıyla imzalarını atan o insanların torunları olan bizlere neler oldu? Neden bu denli yararımıza olacak çağcıl bilinç kazandıran, okumaya uzak duruyoruz.?


Her vatandaşın kesin bilmesi gereken konularda uzatılan mikrofonlara verilen yanıtları utanarak izliyoruz. Bu denli içi boş, doğru ya da yanlışlığı düşünülmeden, sanki biliyormuşçasına bir edayla verilen yanıtlar, dinleyenlerin yüzlerini kızartıyor.


Uluslar arası karşılaştırmalarda günden güne geri kalmakta olduğumuz verilerle ortada. Bu anlamda hangi istatistik sonucunda o ülkeler arasında yerimizi görmek istiyorsak, araştırılan sayının yarısından sonraki sıralarda aramalıyız kendimizi. Bu olgular rastlantı olamaz kesinlikle. Elimizi şakağımıza koyup düşündüğümüzde, gerçeklerle söylemlerin taban tabana zıtlığı ve bulunduğumuz düzey saygınlığımızı zedelemiyor mu?


Görünür biçimde Peygamberimize hakaretten tutun da ordumuzun başına çuval geçirilmesine dek apaçık saldırılara uğradık. Otuz yılı aşkın zamandır gücümüzün kırılması için suni iç sorunlar yaratıldı. Bu yangının her fırsatta daha geniş alanda harlamasına çaba harcadılar. En sonunda, Türk kimliğindeki bütünlüğümüz tartışılır oldu! Bu oyunu anlayamayan bilgisizlik, aydınlanmadan uzak duruş, duyulmadık söylem ve devinimlere getirdi bazılarını!


Değil kendine, bir bu kadardan daha fazla nüfusu besleyecek doğal zenginliğe sahip bir tarım ülkesi olmamıza karşın, en temel gereksinimlerden et ve ekmeğe muhtaç duruma getirildik. Yani, en bol olması gereken ürünlerdeki yetersizlik, dış alımlarla karşılanır oldu. Bu bize yakışır mı? ‘Taşıma su ile değirmen döner mi?’


İnançlarımızın yaşanıp yaşanamadığı gerekçesiyle yüksek sesli tartışmaların ardı arkası kesilmiyor, et kesim iş kolunda çalışanlar; “Görevlerini İslami kurallara göre uyarlasınlar.” yaygaraları kopartırlarken; bir başka din mensuplarının hazırladığı etler hangi mantıkla ithal edilerek halkına yedirilmekte?


Günlük basın ve yayının da izlenmediği ortada. Ortak yarar ya da zararımızın umursanmadığı bir anlayışla; “Gemisini kurtaran kaptan.” herkes! Ne okuyor, ne de dinliyor, üstelik de isteksiz, uyuşuk ve şaşkın. Kendisini ilgilendirmeyen ne olursa olsun, onun için sorun değil. Sonuçta, çoğunluğun gerçeklerden uzak bir dünyada yaşarcasına olup bitenden salıksız, büyüyen sıkıntılar yaşanılıyor. Bu duruma düşmenin karanlığı içinde kalmak, okuma ve bilgilenmeye uzak duruştan başka ne olabilir?

Dünyaya damgasını vuran ulusların sözlerini dinletir olmalarının altında yatan gerçek, güçlü olmaları. Bu baş eğmezliğin dayanağıysa us ve teknoloji... Bunun adı, ‘Mühür kimdeyse onun Süleymanlığı…


Birkaç gün önce yayınlanan, Türkiye’nin de içinde bulunduğu otuz beş ülkenin kalkınmışlık sıralamasında, sondan ikincilik gelmişti bize. Millet olarak kitap ve yazından uzak duruşumuz sürdüğü sürece, yerimizde sayacağımız bir gerçek. Onların çalışıp kalkınmaları sonucu gitgide daha da sonlara düşeceğimiz kaçınılmazdır. Okuma alışkanlığı olmayan bir toplumda kaç kişi bu gerçeklerden haberdardır dersiniz?


Gelişmiş ülkelerin okuma ortalamalarına baktığımızda; Onlarda yılda kişi başına düşen okuma ortalamaları kitap olarak: Japonya’da 25, İsviçre’de 10, Fransa’da 7 kitap. Bir Türk’ün okuduğu kitapsa; on yılda bir tane!... Japonyalının % 14’ü, Amerikalının %12’si, İngiltere ve Fransalının %21’i, düzenli kitap okurken, Türkiye’de yalnızca on binde bir kişi kitap okuyor. Bu da seksen milyona yaklaşan nüfusumuz içinde yetmiş bin kişinin düzenli okuma alışkanlığı kazanmış olduğu anlamına gelmekte. Böyle bir toplum oluşumuzla neyi ne derece yorumlayıp doğruya yönelmiş oluruz?


On sekiz Ocak 2011 Salı gününün sabaha yakın saat dördü. Ben bu yazının hazırlığı içindeyim. Çıkardığımız “Olimpos-Bursa” adlı dergimizde yayınlanacak. İçimden; iyi, güzel de; kaç kişi bu ve bunun gibi yüreğini ortaya koymayı görev edinmiş insanların emeklerine gereken ilgiyi gösterecek demeden edemiyorum. Bu yola baş koyan insanların ürettiği yapıtlar yeterince ilgi görüp algılansaydı, televizyon programcısı Osman Terkan’ın karşısında böyle gülünç durumlara düşülmezdi.


Bin bir emekle bir yapıt yaratmak birine göre bu bir sevda, diğerine göre ahmaklık. Sen değil gününü, geceni dahi bu çabayla geçir, kimsenin gözünde bir şey başarmış sayılmıyorsun.

Arkadaş bildiğine gidip bir istekte bulunuyorsun. O da aradığını peri padişahının bahçesinde bulabileceğini söylüyor sana. Sonra başlıyor, ‘Kafdağı’nın’ ardında sağa ayrılan yol girişinin sağındaki gül bahçesindedir senin aradığın diyerek yol gösteriyor. Aramaktan tabanlarının şiştiği yorgun bir anını fırsat bilip, ortadan sır oluyor! Bu kültürü nasıl edindik? Hani, ‘Bir elin nesi, iki elin sesi vardı.’ “Komşunun karnı ağrıdığında senin de karnına el koyman öğütleniyordu… İlim Çin’de bile olsa git al.” diyorlardı değil mi?


Çıkarların yaklaştırdığı birlikteliğin yapılanma kargaşası suları bulandırınca, bu ortamda balık avcılığına sırayı getiriyor vurguncular. Kurulan yakınlıklara uygun girişimler tamamlanmış, demokrasi zafer kazanmıştır artık! Bu kafanın emrine uyan ayaklar, gövdeyi taşımıştır uyku odasına.


Başta inanç ve soy sop tartışmaları bir yana bırakılarak, Kurtuluş Savaşı’yla yoktan var oluşumuz temel alınmalı. Atatürk döneminde nasıl bir ülke konumuna gelmişiz, O’nu yitirdikten sonra geçen zamanda neler yaşamışız? Bu süreci düzgün bir mantık süzgecinden geçirmek gerek.


Siyasiler yurt ve insana hizmet anlayışıyla yarışır olmalılar birbirleriyle. Gerek siyasilerin bilgi ve deneyim doluluğu, gerekse doğru tercih ve uygun seçimlerde bulunmakla, vatandaşlık görevini kusursuz yapmış olmakla koşuttur bu özlenenler. Vermesini ve almasını bilen kazanımların zamanın değer yargılarıyla barışıklığı taşır insanı istenen yere.


“Eğitimin temeli ana rahminde çocuk bir aylıkken başlar.” diyen Psikiyatri Dr.’u Müjen İlnem, içinde bulunduğu otuzu aşan arkadaşıyla çalışma içindeler. Çocuk edinmeyi; “İsteyerek, planlayarak karar verin ve hamile kalın.” demekle, henüz anne rahmine düşen cenin; “Aklınızdan geçen düşüncelerinizden haberdardır” demek istiyor Sayın İlnem. Birçok deney ve sonuçlar üzerinde titiz çalışmalardan sonra, hamilelikte ilk dokuz haftadan sonra başlatılan eğitime: “Ana rahmi dershanesi” adını vererek alınan eğitimin önemi anlatılıyor. Böyle bir eğitime katılanlarla katılmayanlar arasında altı aylık zekâ farkı oluştuğu, doğum sonrası görülüyor. diyor Müjen İlnem.


Doğum öncesi eğitimin bu denli farklı birey yetiştirmede etken olduğu hesaba katılırsa, okulöncesi ve öğrenciliğindeki çocuk eğitimine verilecek önem biraz daha net anlaşılmış olur. Biz bu konuda yeterli duyarlılık gösterebilmiş miyiz? Genel anlayışı bir güzel sorgulayarak; “Güzel, varsıl, mutlu bir gelecek kimin için ve kimlerle kurulabilir” sorusunu kendimize sorduğumuzda, yanıtımız: “Çocuklar için ve çocuklarla” diye yanıtlayabiliyorsak, bu bir ilk ve doğru adımdır. Ama her şey değildir.

Sokrates (M.Ö 469- 399) “Kendini bil. Sorgulanmamış, eleştirilmemiş bir yaşam yaşanmaya değmez.” demiştir. Protagoras ( M.Ö. 480- 410) “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” diyerek, kendi düşüncelerini Sokrates’in fikirleriyle harmanlayıp, ortak bir bütünlük koymuştur ortaya.


Jon Locke’a; ( 1632- 1701) “Her insan dünyaya ‘Boş Levha’ olarak gelir. İç ve dış deneyleriyle dolarak bilgiye ulaşır.” der.

Çocuk kendini ifade etmeye başladığında çevresini sorgulamaya başlar. Bu bitmez tükenmez ilgi ve soruları büyükleri yıldırmamalı. Çocuğumuzun fazla soru sormasıyla övünür olmalıyız. Soru sormada isteksiz davranan çocuklar, bir psikoloğa gösterilmeli.


Milattan Önce dördüncü yüz yıldan günümüze seslenen öğretmenlerin öğretmeni Sokrates; Sorup sorgulayan gençlerin varlığıyla; insan sevgisi- bilgi sevgisi- yaşam sevgisi sacayağına oturtarak görmek ister yaşamı. 21. yüzyılda Sokrates’in düşün yolculuğuna katılarak, gençlerden önce çocuklardan başlatmalıyız felsefeyi ki, her bakımdan sağlıklı kuşaklar oluşturabilelim.


Montaigne’in dediği gibi; “Felsefeyi çocuklar için ulaşılmaz, asık yüzlü ve belalı göstermek, büyük bir hatadır.” Bu sözün içeriğini özümsemek ve gereğinin yerine getirilmesiyle geleceğe umutla bakmayı hak etmiş bir toplum düzeyine gelinebilir.

Kendime özgü yaşam deneyimim ve üç Usta’dan üç sözle yazımı bitiriyorum.


Bana yaşamını üç bölümde; 1- Çocukluk, 2- Gençlik, 3- Altmışlı yaşından sonrasını anlat deseler: Anlatacaklarımın en çoğunu çocukluğum oluşturur. Bu da gösteriyor ki, insanın yaşamına yön veren, çocukluğunda kazandığı birikimlerdir. Ustaların da dediği gibi;

“Annem de ebe, ben de. O çocuk, ben düşünce doğurturum.” Sokrates.

“Çocuk kitabı yazarının özür dileme hakkı yoktur.” Muzaffer İzgü.

“Çocuklar için yazmakla, büyükler için yazmak aynı şeydir ama çocuklar için yazarken daha dikkatli, daha güzel yazılmaya çalışılmalı.” Jan Yolen.

7 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page