ÇOBANALDATAN
- Niyazi UYAR
- 12 saat önce
- 6 dakikada okunur

Niyazi UYAR*
Bir çobanaldatan gelip bahçedeki başı kopmuş kara servinin tek dalına kondu. Dal sallanmaya başladı, taşıyamayacakmış gibi küçük bedeni. Küçük kanatlar tam yapışmamıştı gövdesine. Küçük kestane gözler korkaktı, ürkekti, bir yandan da felfecir okuyordu. Ağacın tek dalı da boyuna sallanıyordu. Çobanaldatan düşmemek için kanatlarıyla mala yapıyordu. Öbür kuşlar korkusuzca öteki ağaçlara konup uçmaktaydı durmadan. Belli ki çobanaldatan gibi ürkek yalnız değildiler.
Bir muhabbet de kara servinin tek dalına hemen onun yanı başına kondu. Bir selam vermedi. Sadece kestane kızılı gözlerin içine bakarak kendi cemalini görüp gülümsedi bunun üzerine. Çobanaldatan da bu gülüşün kendi donukluğuna olduğuna kanaat getirip suratını astı. Fakat muhabbetin gözleri gülüyordu, o kadar sıcaktı ki, çobanaldatan da gülümsemeye çalıştı. Bir müddet öylece durdular kara servinin tek dalında. Arada iki kestane kızılı göz takılıp kalıyordu. Lakin bir kelimecik etmediler hiç. Muhabbet konuşmayı çok severdi, bir şeyler diyecekti, bir şeyler anlatacaktı; fakat kestane kızılı gözlerde sıcaklığı göremiyordu. O gün konuşmadan uçup gittiler kendi göklerinde özgür. Muhabbet, karşı evin balkonundaki kafeste yaşıyordu. Epeydir dışarıdaydı, karnı acıkmıştı, kanat açtı kafesine, kanat açtı hazır yiyeceklerine. Çobanaldatan da bir çağıla doğru kanat açtı. Böceklerle, bitkilerle, bitki tohumlarıyla doyuracaktı karnını.
Devrisi gün, daha gün kuşluk yerine gelmeden, çobanaldatan kara servinin tek dalına gelmişti bile. Gözleriyle taramaya, aramaya başladı. Müthiş atıyordu yüreği, birini bekliyor, bir şeyi gözlüyordu muhakkak.
Acaba neydi, acaba ne içindi bu heyecan, bu arayış?
Muhabbet de sabahı zor etmişti, kafesinin kapısı açılır açılmaz kara servinin tek dalına doğru kanat açtı. Geldi yine hemen yanı başına kondu. Bu sefer ağzında bir çiğdem çiçeği vardı. Şimdi kestane kızılı gözlerde güller açmıştı. O yürekle ağzındaki çiğdem çiçeğini çobanaldatanın ağzına uzattı. Çobanaldatan bir baktı, bir durdu, bir kokladı; sonra aldı ağzına, kanat çırptı, kanat çırptıkça, göğsündeki tüylerin her biri kopuyordu bedeninden tek tek. Heyecanı da bu ara kabardıkça kabarıyordu. Yapamadı, orada daha fazla kalamazdı, kanat açtı, uçtu gitti.
Bu böyle her gün devam etti: Muhabbet, bir gün Karaburun'nun nergisiyle, bir gün Uludağ'ın kardeleniyle, bir gün Yalova'nın karanfiliyle, bir gün Bozdağ'ın anemonuyla geldi kara servinin tek dalına. Artık yalnız bakışmıyorlar, gülüşmüyorlar; konuşuyorlardı da boyuna.
Çobanaldatan bir gün: "Sana niye muhabbet demişler, konuşmayı, söyleşmeyi çok mu seversin, ne bileyim dilin hep böyle tatlı olduğu için mi?" dedi
Ben konuşmayı çok severim, paylaşırım hep yalnızlıkları, kara gün dostu olmuşumdur hep. Anam atam dilsizin dili, yalnızın yoldaşı olmuştur hep. Aşıkların sazında, sesinde dile gelmiştir, ezgi olmuştur sevenlerin yüreğinde..."Ya sen Çobanaldatan'ım, çobanları aldattığın için mi çobanaldatana çıkmış adın?"
"Ben bilmem, ben hiçbir şey bilmem, anam atam bir şey söylemedi bana, bir şey anlatmadı, yasak ettiler konuşmayı. Büyüklerin dururken sen sus bakayım dediler. Onları dinlemek istedim, "git yaşıtlarınla oyna, "dediler!"
"Ben anlatsam senin efsaneni, kızmazsın, ukalâ demezsin değil mi bana?"
"Ne mümkün duacın olur, emrine girer, hizmetçin olurum."
Başladı anlatmaya muhabbet:
"Cennet Deresi'nin üç güzel kuşu, üç güzel sesli kuşu varmış: Ala keklik, çobanaldatan ve yusufçuk. Önce ala kekliğin öyküsünden başlayayım. Ayakları kan kırmızısı, gagası kan kırmızısı, alacası kan kırmızısı olan "ala ağızlı", ala keklikten. Avcıların uğruna dağları mekân tuttukları, sesini çıkarabilmek için ötüş talimleri yaptıkları, sevenlerini, çocuklarını unuttukları ala keklikten. İşte Onun sesini duyan avcı açlığını unutur, peşine düşer vurur dağlara. İşte en güzel ötüşlü ala keklikler, kınalı keklikler Cennet Deresi'nde yaşar. Hiçbir avcı cesaret edip Cennet Deresi'ne giremez; girse bile kızılçamlar geçit vermez adama. Çamların diplerinde, karaçalılar, murt çalılar, kara çaltılarla… aşılmaz bir duvar; dibi görünmez bir kuyudur.
Rivayet odur ki Kerbelâ'da, Yezit'in zulmünden saklanan Hüseyin bir kavağın dingil tepesine çıkar. Bunu gören kızıl ağızlı ala keklik "gak gavakta gak gavakta !"diyerek onun yerini Muaviye'nin oğlu Yezit'in adamlarına söyler. Gözlerini kan bürümüş öldürmekten başka bir şey düşünmeyen bu kan içiciler de hemen oracıkta şehit etmişler Hüseyin'i. Ol sebepten dolayı "ala kekliği öldürmek sevaptır" der Gıcırların Nurullah."Aman yavrularım çayırlarda yaşayan çil keklikleri öldürmeyin ha çok günahtır! Cenabı Allah işinizi rast getirmez yoksa, ala keklikleri öldürün, nasıl olsa Cennet Deresi'nde durmadan çoğalıyor..."
"Bir de çobanaldatan yaşar bu derede. Bir gün koyunlarını otlatmadan dönen Çoban Yusuf, önüne konu konuveren bu güzel tüylü, güzel ötüşlü kuşa sevdalanmıştır. Çoban Yusuf koyunlarını bırakır bu güzel tüylü, güzel ötüşlü kuşun peşine düşmüştür. Yakalaması işten bile değildir, bir iki metre önüne konukonuverir hep. Tam yakalayacakken "pır" diye uçup az ötesine tekrar konar. Yusuf, ayaklarının ucuna basa basa yaklaşır, tam tutacakken o yine uçar. Yusuf koyunlarını unutur, Yusuf köyünü unutur. Çobanaldatan uça kona, Yusuf düşe kalka Cennet Deresi'ne ulaşırlar. Birden kuş uçmaz olmuş, ötmez olur. Yusuf, bunun bir çobanaldatan olduğunu anlar anlamasına da ama iş işten geçmiştir. Ortalığı korkutan bir karanlık sarmıştır: Koyu kara bir karanlıktır bu, boğacaktır gibidir adamı. Yol iz yoktur, bir adım öne, bir adım arkaya ilerleyemez bir türlü. Gözünü havaya çevirir, kızıl çamların koyu kara yeşil başları geçit vermez gözünün ufkuna, kaplayıvermiştir önünü. Başını sağa sola yatırır görmeye çalışır göğü. Ta yukarılardan belli belirsiz yıldızların iğne yurdu gibi ışıltılarını seçmeye çalışır. Yaman bir korku bütün bedenini esir alır. Yapamaz sonra vuruverir ağlamayı, koca koca ağlar. “Ya kurtulamazsam...! Ya sesini duyan olmazsa...!” Sesi derenin içinde karanlığı delerek yamaçta patlar, uğultuyla geri dönüp gelir beynine saplanır.
Şimdi Cennet Deresi'nin yılanları susmuştur. Yalnızca Yusuf'un sesi yankılanmaktadır. Cennet Deresi'nin kurtları, çakalları, andıkları kulak kesilir!
"Koyunlarım, koyunlarım," diye bağırdıkça bağırır Yusuf! Korkmuştur, korku sarmıştır bütün uzuvlarını.
"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"
"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"
"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"
Bu ses, bir insan sesi değildir, bu bir taklit sestir, bu bir kuş sesidir. Yusuf, Cennet Deresi'nin karanlığında kalmıştır bir başına. Karanlık geçit vermez bir türlü. Bulunduğu yere çömelen Yusuf, ellerini toprağa dayar, emekleye sürüne dikenler, kurumuş çam pürçekleri orasına burasına bata çıka, bir çamın gövdesine el yordamıyla ulaşır. Tırmanır bir çam ağacına, sabahı bu çamın başında etmesi gerektiğini düşünür ve düşünür düşünmez de düşündüğünü yapar. Yoksa, Cennet Deresi'nin kurtları, andıkları, çalak burunlu kır domuzları sabaha bir kırçık etini bırakmaz.
"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"
Ortalık zifiri karanlıktır: Böcekler gece orkestralarını kurmuşlardır çoktan. Kurtlar çakallar da uymuştur buna. Onlar da ulumaya başlamıştır. Zaman geçmek bilmez bir türlü. Kurtların uluması, andıkların şakırtısı gittikçe yaklaşmıştır artık. Yusuf, bitmiştir, tükenmiştir; ağlaması da kesilmiş, kaskatı olmuştur.
"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"
Bu ses çıldırtmış, acısını çoğaltmıştır.
Tanyeri ağarınca, ortalık yavaş yavaş seçilmeye başlayınca, önce çakallar, kurtlar, sonra da andıklar ağacın dibinden ayrılmış derenin en derinine doğru çekip giderler. İşte Yusuf'la alay eden,"Yusuf koyunları buldu mu, buldu buldu!"diyen bu kuşa, Yusuf'un köylüleri, sonra çevre köyler, tekmil Ege'nin köyleri "Yusufçuk kuşu" demiş.
"Ağzına sağlık, yüreğine sağlık Muhabbet" dedi Çobanaldatan. Önce bana, beni öğrettin, sonra ala kekliği, sonra da yusufçuğun öyküsünü...".
Çobanaldatan, Muhabbeti bir gün görmezse, işi rast gitmez olmuştur. Yağmurlu günlerde bile gider kara servinin tek dalında onu bekler. Ama bir taraftan da korkmaktadır, “ya gören eden olursa ya öteki çobanaldatanlar bir şeyler derse... ya bizim Çobanaldatan bir Muhabbete tutulmuş" derlerse ne yapardı o zaman? Terlemeye başlar, yapış yapış olur tüyleri. Terlenecek hava da değildir oysa. Kuru bir ayaz vardır dışarıda. Kara servinin tek dalından kalkıp bekçi kulübesinin yanındaki karaduta konar. Kuş beyninde şimşekler çakmaya, vuruşmaya başlar. Ya...ya...ya...durduğu yerde duramaz, kalkar, bahçenin öteki ağaçlarını dolaşır bir bir. Akasyalar, taflanlar, mersinler, lükstürümler... Patlayacak gibi olur, korku bütün vücudunu istila eder. O korkuyla uçup kireç taşı kara çağılın içine sokulur, sokuluş o sokuluş...
Günler olur, çobanaldatan kara servinin tek dalına gelmez. Zaten hava da onun havası değildir artık. Kaç gündür gökyüzü yoktur yerinde yurdunda... Şimdi kara bir yüz sarmıştır yukarıları. Güneş, kara bulutların arkasından ışıksız bir top yumak gibi yüksele yüksele en tepeye çıkar, bir selam vermeden battığı yöne doğru kayıp gider.
Sabuncubeli'nin üstünü bir başka kara bulut kaplamıştır. Öfkeli öfkeli de durmadan da bulut doğurmaktadır. Sonra birden Sabuncubeli yok olmuştur, Sabuncubeli'nin çamları da yok olmuştur. Burası kara bulutların gözüdür şimdi, "suyun gözü gibi..."
Muhabbet, her gün kuşluk vakti, bazen kuşluktan bile erken Çobanaldatan'ı kara servinin tek dalında beklemeye başlar. Bekler, bekler, günlerce bekler... Artık umutları da yavaş yavaş tükenmektedir. Bu ara öfkesi de Sabuncubeli'nin bulutları gibi kabardıkça kabarır, sonra gelir beynine çakılır. Durduğu yerde duramaz, balkondaki kafesle kara servinin tek dalı arasında mekik dokur...
Akşama epeyce zaman vardır daha.
Çobanaldatan gelir kara servinin tek dalına konar. Muhabbet'in gözü zaten kara servinin tek dalında ve ağzında bir karanfille varır Çobanaldatan’ın yanına. Fakat o, gözlerini kapatmış bir kavganın planın yapmaktadır kuş beyninde. Sonra birden kırmızı karanfilin kokusunu duymuş olacak ki, göz kapaklarını aralar, Muhabbet'in kırmızı karanfiliyle karşı karşıya, yüz yüze gelir. Sonra birden kestane kızılı gözleri kana keser, aynı anda kuş beynini sarar. Sonra birden gün yok olur, sonra birden dün de yok olur. Muhabbet yalnızlığa kanat çırpmadan bırakıverir karanfili ağzından. Karanfil bir zaman yerin çekiminden uzak havada kalır ve süzüle süzüle kırmızılığının üstüne, çakmak taşının tam üstüne düşer. Çakmak taşı baştan aşağı kırmızıya keser; sonra birden çat diye çatlar tam ortasından yazık!
"Bir çobanaldatandı kara servinin tek dalında.
Bir umuttu delice ırmağın azgın girdabında.
Bir sevdaydı denizin yosun tutmuş çakılında.
Ve bir taş...
Ve bir taştı çatlayıverdi yazık!"
Comments