top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Benim Yazarlık Üniversitelerim

Güncelleme tarihi: 26 Eki

Şenol YAZICI

*

ÇİFTLİKKÖY KİTAP FUARI

*



-Soldan; Ahmet Özer, Hidayet Karakuş, Şenol Yazıcı, H.Yazıcı, Fadime Y. Karoğlu, Gülgün Çako, YALOVA

Hangi Şiir, Hangi Edebiyat Etkinliğinde-


Şenol YAZICI

*

Yalova'nın her mevsimi güzeldir ama sonbaharı ayrı bir güzeldir.


Şimdi balık yasağı da kalkar, havalar da bu cehennemi hali yitirip biraz soğursa gör sen, ayrı bir bereket ve bolluk havası gelir tezgahlara. Ormanlar sonbaharın renkleriyle süslenirken, hemen her yeri bağ bahçe olan şehirde meyveler, sebzeler toplanmakla bitmez dallarda kalır. Atatürk zamanından bu yana ürettiğini, dışarıdan gelene hem de fahiş fiyatla satma alışkanlığını geliştirmiş halktan başaklamayı, yoldan geçene yaptıracak dende cömertlik beklenemez, ama bu görünüşte de olsa zenginlik doyurucudur.


Üç ay geçirdiğim Ayvalık cehenneminden sonra en sıcak günlerini yaşayan Bursa'da da duramadım. Yalova şimdi serindir deyip geçtiğim şehir, gerçekten bir vaha gibiydi.


Gelişimin haftasına gitmedi duydum, Çiftlikköy'e bir kitap fuarı açılacaktı.


Nasıl heyecanlandım?!

Siz bilmezsiniz ama benim gerçek YAZARLIK ÜNİVERSİTELERİM bitirdiğim edebiyat fakültesi değil KİTAP FUARLARI olacaktır. Çünkü okullar varsayım; diğer adıyla teori bir hayatın resmini çizerken, etkinlik ve kitap fuarları kutsiyeti bozmak uğruna, dişe diş kavgasıyla kazanmak zorunda olan gerçek hayatı ve insanı veriyor hala.


İlk kitabım çıktığında açılan Yalova Kitap Fuarının Yalova Kitabevi standında konuk yazar olmuştum.


Kentte yaşayan on aileye yakın akrabam vardı, o dönem ülkenin en iyi liselerinden, kentin de en kalabalık okulu Yalova Lisesinde öğretmendim, yerel bir gazetede bir köşede yazıyordum, duyursam, arkadaşlarımı bilmem ama öğrencilerim sıraya girerdi, ama kimsenin haberi olmadığından tek bir okurum olmadı ilk yazarlık deneyimimde. Kendi aileme bile söylememiştim evimizin karşısında açılan kitap fuarında olacağımı, öyle bir hal.


Kime malum olacaktı ki büyük yazar Şenol, bugün şu saatte, şurada imza günü yapacak...


Bir hataydı elbet, gereksiz bir gurur ya da geçe kalmış bir anlamaya çalışmak...


Yine de o ruh halini yaşadım, hatta gelecekte yapacak olduğum kültür sanat etkinliklerinin ilk fikir tohumları, yazacak olduğum kitapların çekirdek temaları o sandalyede oturduğum iki saatte kafamda oluştu desem yeri. Siyasetten arınamayan ahaliye rağmen edebiyat öğretmenliğini, istediğim gibi olmayan okurlarıma karşın yazarlığı da sevmiştim. Hayali okurlarıma Atatürk gibi "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz" diyordum.


Muhteşem bir duyguydu.


Elbette o günlerde SELİMİYE CAMİSİNE ilk kez giren samimi Müslüman gibiydim; hayranlık, gıpta ve öğrenme arzusu doluydum.

O dünyaya o kadar büyük saygım vardı ve kendimi öylesine o muhteşem mabede yakışmaz bir hakir görüyordum ki gençliğimde narsizme varacak dende bir selfie delisi olan ben, ilk ciddi yazarlık sınamamda bir fotoğraf bile çektirmemiştim, hesapla. Gelecekte bakınca dayak yemiş halimden utanırım diye çektirmemiştim herhal. Yine de keşke o gün birileri resmimi çekseydi sık sık hayıflanırım. Şimdi, başladığım yerden daha çok, aldığım yolu görmüş olurdum.



-Soldan: Fadime Y. Karoğlu, Burhan Günel, Hidayet Karakuş, Belediye Yetkilisi, Şenol Yazıcı, İ. Topçu YALOVA-

Gerçek öğrencisi olmaya başladığım dönem, dergiyle Tüyaplara başladığımdan sonradır.


Ondan sonra sayısız kitap fuarına ve etkinliğe katıldım, dergiyle çok sayıda televizyon programında yer aldım, hepsinde keyf aldım, ama hepsinde o ilk ilk etkinlikte duyduğum bakir heyecanı ve eşsiz tadı arayacaktım.


Bir yıl sonra ilk sahici fuarıma, kitabımın 2. baskısı bir yayınevinden çıktıktan sonra İzmir'de olacaktı ve benim asıl öğrenme sürecim başlayacaktı. Yayıncım standa girdiğimde beni uyaracaktı, "Buraya tonla para harcayıp gelmemizin nedeni kitap satmaktır unutmayalım."

Yok, hakkını vermeli, iyi öğreten okullardı.


O OKULU BİTİREMEDİM, ne var ki tasdikname aldığımda artık biliyordum; bir yazarı eseriyle değerlendireceksin, şahsiyetiyle, hayatta yaptığı işlerle değil.


-Soldan:Şenol Yazıcı-Öner Yağcı-Ayşe Kilimci, Bursa Tüyap- 2006


Yeni deneyen, her yazar olmaya da özenene öğüdümdür, mutlaka katılın; yazarlığı başka bir gözle hissedeceksiniz. Bunun bir sosyal faaliyet ya da hoşça zaman geçirme işinden daha çok sorumluluk olduğunun ayırdına varacak, taşıyıp taşımamak ya da yapıp yapmamak konusunda ancak o zaman en sağlıklı kararı verebileceksiniz.


Kitap Fuarının bir hafta açık kalacağını, o kalabalık kadroyu duyunca o heyecanla yazar olarak katılmayı bile düşündüm. Yeni bir kitabım yoktu yayınlanan ama eskilerden götürürdüm bende. Kütüphaneme bakındım, sadece 2011'de yapılan kitabımdan iki kitap kalmıştı, belki bunlarla gidebilirdim. Maksat o havayı solumaktı zaten, kitap satmak değildi ki. İçimden bir ses de " Sen aklını yitirdin herhalde, o zaman çiçeği burnunda bir yazar, bir yazma heveslisiydin. Sınamaya, anlamaya çalışıyordun, şimdi bilmem kaç kitabı olan, dergi yöneten bir yazarsın; öğrenecek neyin kaldı oradan." diyordu.

Sağduyum heyecanıma galip geldi.

Sonunda "Bir git gör," dedim. "Bak nasıl bir yerdir." diye..


O ara Yalova Kitabevi sahibi Mustafa Aydın aradı, birlikte gittik fuara.


-İstanbul kitap fuarı 2009, Can Yayınları sahibi Can ÖZ, Erdal Öz'ün oğlu da bizimle. Tekelleşen Edebiyat konusunu işliyoruz, İlk kez bu Tüyap'ta bir de stant tutacaktık.-


Yirmiden fazla yayınevinin katılacağı duyurulan fuar, mahalle arasında, altında itfaiyenin yer aldığı kötü görünümlü bir binanın üst katındaydı. Düzenlemesi yapılmamış bahçesiyle, gelişigüzel park etmiş araçlarla mezbelelik gibi görünüyordu.. Yer olarak daha isabetsiz bir seçim yapılamazdı ama sonuçta bir ilkti, gelecek yıllarda daha iyilerini yaparlardı.



Elli yıl kitabevi çalıştırıp, sıra bir kitapçıdan aristokrat bir uğrak yeri , kentin kültürel nabzının attığı bir nokta yaratmayı başaran Mustafa Aydın girer girmez etrafa bakıp "burada bir yayınevi yok." dedi.

"Bunlar öncü. Kötü bakmayalım, bir ilk bu. Gelecek yıl şurada bilmem ne bankası yayınları olacak inşallah." dedim ben de.


Hiç bir şeyin içimde oluşan heyecanı, çizdiğim hayal resmi bozmasına izin veremezdim. Yine de belediyenin bastırıp dağıttığı broşürlerde de ulusal çapta büyük yayınevlerinin adı geçmesine de bir anlam veremedim. Başka bir nedeni yoksa bir göz boyamaydı bu. Son yirmi yılda kurumların ağzından cazip, büyük yalanlar uydurulduğuna tanık da olmuştuk ama muhalefetin uzun bir aradan sonra aldığı Çiftlikköy'de yeni belediye iyi bir imaj çizmesine rağmen neden buna ihtiyaç duyuyordu, anlam veremedim.

Bize kulak veren yandaki kitaplarını yerleştiren bir kitapçı:

"Bize böyle davranırsanız buraya bir daha kitap bile girmez, bırakın kitapçıyı, yayıncıyı. Deremzede o adam..."


Adam sıkıntılı gibiydi. Biraz önce olan bir olaydan söz ettiğini konuştuğunda anladım. Dışarıdan gelen kitap fuarına katılan bir depremzede yazarı burada olan bir dernek kovmuş muydu, kovdurmuş muydu, öyle bir şey anlatıyordu. Bir yandan da ileride bir köşede masa başında oturan birkaç kişiyi işaret ediyordu.

Tüyap'a katılmak isteyen ama bir yayınevi olmayan yazarlar çoğu bir dernek ararlardı, derneklerde severek onlara kapısını açardı, sonuçta edebiyatçı dermeği değil miydi burası da. Buradaki derneğin başka türlü davranması için bir neden yoktu, ama ...


Kovdukları kişinin bir depremzede olduğunu biliyorlar mıydı?

1999 Yalova depreminden sonra benim İzmir'de yaşadıklarımı anımsattı, içim dehşetli acıdı .


İşaret ettiği yere bu kez merakla baktım. Tanıdığımız, hatta arkadaşımız olan, aralarından birinin de maviADA'da yazdığı insanları gösteriyordu.

Bu tatsız konuyu kapatmak için "Yapmaz onlar öyle bir şey," dedim.

Adam sinirlendi, bu kez tam ters tarafta bir köşeyi gösterdi." İşte kovulan adam orda, gidin sorun." dedi.


Benden ayrılmış başka bir kitapçının kitaplarına bakmakla meşgul Mustafa Aydın'a yetiştim. .


-Nizamettin Duran , Araştırmacı Yazar-


Geçerken baktım depremzede yazara. Masasının üzeri kendi yazdığı kitaplarla doluydu. Bir cam tabloda özel yapılmış bir Atatürk portresi vardı.

" Merhaba," dedim

" Merhaba," dedi.

Olumsuz hiçbir his uyandırmadı bende. Halim selim biriydi. Hatta bir yazardan daha çok düzgün bir devlet memuruna benziyordu. Sanki başka bir his bıraksa onu yargılama hakkım varmış gibi?


Mustafa Aydın ilerliyordu, dernek başkanı da masasından kalkmış onu karşılamaya yönelmişti nezaketle.

Konuk yazarla biraz konuşsam zararı olmazdı.


"İçime doğdu," dedim. "Devlet memuru musunuz?"

"Doğru bildiniz. Kültür müdürüydüm," diye açıkladı adam.

"Nerde?"

"Hatay'da."

"Şimdi?"

"Buraya yerleştim."

Konuşacak çok şey vardı, ama "depremzede" olduğunu düşünüp aklıma gelenlerin hiçbirini beğenmiyordum. İncitirim diye endişe ediyordum.

Kitaplarına bakmaya başladım, Şöyle bir baktığımda kendisinin adını taşıyan bir çok kitap gördüm. Mesih İsa’nın Sevdalısı Havarilerin Fedaisi Habibi Neccar, Yaşama Tanıklık Etmek, Kent ve Kültür, Hatay Aba Güreşi, Kültür Uygarlık ve Spor, Türk Spor Kültürü, Hıdrellez, Nıetzche, Koşarak Gelen Adam... aklımda kalanlar.


Hatay'a gittiğimde de çok ilgimi çeken o dağla Habib-i Neccar Dağı ile ilgili kitabı elime alıp karıştırdım. Bursa Uludağ gibi etrafında üretilmiş birçok efsane vardı.

Uygun bir soru bulamayınca öyle patavatsızca sordum:

"Sabah burda değildiniz," dedim.

Nizamettin Duran ya belli etmiyor ya da çok akıllıca davranıyor. İlerdeki dernek masasını işaret etti:

"Ordaydım, sonra buraya geçtim."

"Geçtim" diyordu, "kovdular" demiyordu.

"Sana ne bunlardan," diyecek diye korktum. Hemen uzaklaşma gereğini duydum. Son anda adama moral olur diye "Bir dergi çıkarıyoruz, maviADA. internetten bulabilirsiniz. " dedim.

İlgiyle telefondan aradı buldu. Gösterdi bana.

"Evet o ," dedim. "İsterseniz yazın,"


Nizamettin Duran iyi bir müdür olmalıydı. Eğer denildiği gibi kovulmuşsa, böyle davranmak öğrenilmiş bir sosyal uyum ister.


Ben olsaydım aynı koşullarda yıkılmıştım.


1999'un 17 Ağustos'unda olan depremde yıkılan evimi bırakıp gittiğim İzmir'den, çalıştığım Cem Bakioğlu ve Bornova Anadolu Lisesinden anımsadığım çok şey yok. Doğal ortamlarında göreceğim Nif Dağının sıklamenleri, ömrümde güzelliğinin ilk farkındalığını yaşayacağım mimoza çiçekleri, Güzelbahçe'nin dağlarındaki anemonlar, korkunç bir hüzün ve hak etmediği orantısız bir haksızlığa uğramışlık duygusuyla öfke... anımsadığım.

Sürekli ağlamak istiyordum.


Doğru, bir deprem enkazından çıkmıştık, sıkıntılarımız normaldi, ama bu kadar uzun sürmesi doğal mıydı? Sonradan öğrenecektim , bu tip travmalar ömür boyu sürebilirmiş.


Bu halle şehir değiştirmeye, İzmir'e gelmeye nasıl cesaret etmiştim? İzmir'e giderken alıngan ve öfkeliydim, tüm Marmara gibi. Nasıl olmayalım ki bir gecede her şeyimiz yok olmuş, arkadaşlarımız, yakınlarımız ölmüş, başımızı sokacak kapalı bir mekan bulamıyorduk, bulsak yaşayamıyorduk, havalar soğuyor biz hala çadırlarda kalıyorduk ... haklı haksız bir öfke, o da beni ayakta tutar, alışır, depremin etkilerini de aşarsam normalleşirim diye umudum vardı.


Oysa şimdi asla geçmişe dönemeyeceğimi hissediyordum ve bu da bana çok acı veriyordu.

O süreç çok zordu.


Şimdi aramızdan olmayan, arkadaşım Gazi Üniversitesinin öğretim üyelerinden Şengül SUGERTİN Bornova'daki evini bize alışıncaya kadar vermiş, Yalova'daki evimizden geriye kalan neyse, depremden kurtardığımız eşyaları, dostum Sabahattin Özden'in idare edin diye verdiği Yalova'daki eve atmış, eşyasız, bir otomobile, ne sığarsa onla, beş kişi İzmir'e gitmiştik. Şengül'ün evi Bornova merkezde on ikinci katlı yeni bir binadaydı. Bizse iki katlı binaların dümdüz olduğunu görmüştük. Yeni olması büyük bir avantajdı ama daha yeni bitmiş binaların da başına gelenleri bilmiyor muyduk?

Hepimiz gece yarısını geçe, sallanıyoruz diyerek uyanıyorduk, saatlerce de uyuyamıyorduk. Evine gidebilecek kadar samimi olduğumuz tek tanıdığımız, arkadaşımız Albay Mehmet Boz ve ailesi Güzelbahçe'de bir villadaydı ve Bornova'dan her fırsatta oraya taşınan, bir türlü mutlu olamayan bize, yardımcı olmaya çalışıyorlardı.

O tuhaf alınganlık ve yersiz öfkeyle kim bilir onları da ne kadar incitmişizdir?


Baharda kitabımın yayınlandığı yayınevi, İzmir Tüyap'a katılacağını söyleyince kadar sürdü bu. Önce bir şey hissetmedim, içim ölmüştü demek, sonra her şey, en azından benim için yavaş yavaş değişmeye, renklenmeye başladı. Tam farkındalık oluşunca da dünyalar benim oldu. Bana bir yaşama arzusu, yazma isteği geldi ki sormayın, demek onurlu bir meşguliyet istiyormuşum içten içe. Kısa sürede yayınlanmış gazete yazılarımdan yeni bir kitap Sevgili Yaz Annem'i yaptım, biten kitabım Benim Kimsem Olsana'yı Mehmet Boz'un unutamayacağım teşviği ve desteği ile yeniden bastırdım.

Mehmet Boz hep derdi; Kararan gün kararıp kalmaz, gerçekmiş. İzmir gözüme nasıl güzel gözüktü.


Günü geldi, Fuar'daki Tüyap'a giderken çocuklar gibi şendim. Nobran, patavatsız biri olan yayınevi sahibi rahmetli Yılmaz Yeşildağ bile gözüme şirin gözükecekti.

O bahar iyileşmenin verdiği büyük enerjiyle yaşama daha bir olumlu gözle bakmaya başlamıştım ki o olay oldu. Hem de o günlerde tam Tüyap'ta...


İzmir'de memur kesiminden çok tanıdığım vardı, ama İzmirli pek tanıdığım yoktu, hele yazar çizer... Güçlü bir sezgi ve anlatma yetkinliği olan yazar çizer takımı sahip olduğu bu özelliklerin aynı zamanda dezavantajıyla, hele rakip gördüğü öteki yazar çizerlerle yakınlaşmalarda kuşkulu ve evhamlı olur, yerel sanatçılarla yüzeysel tanışmalarım olmuşsa da yakınlaşmak uzun zaman alacak gibiydi. Kemeraltı'nda kitapçılık yapan şair Asım Öztürk bu anlamda hem uğrak yerim hem mihmandarım olacaktı.


Tüyap öncesi dükkana uğradığım Asım Öztürk, bir etkinliğe gitmeyi önerdi. Olumlu buldum.


Yolda birkaç yazar çizerle karşılaştık, onlar da aynı etkinliğe gidiyorlardı. Asım Öztürk beni her zamanki nezaketiyle tanıştırdı., çok memnun olmuştum, nihayet arzu ettiğim ortam da oluşacaktı. O arada önümde yürüyen, az önce tanıştırıldığım Hasan ... diye bir yazar çok ciddi bir ifadeyle: "Seni tanımıyorum." dedi. "Oysa İzmir de yazan çizen bize sorar ilk." demesin mi?

Sonra da önüne dönüp yürüdü. Yanındakiler gülerek eşlik ettiler.


Şaka yaptığını hissediyordum, öyle de göğüsledim, ben de gülümsedim, ama zorlukla. Doğru yere vurmuştu şair, farkında olmadan o orantısız bir haksızlık duygusuna uğramış hal başlamış, ardından o tuhaf alınganlığım ve yersiz öfkem uyanmıştı yeniden.


Ve o söz yeni yeni onardığım içimi 9 şiddetindeki bir deprem gibi darmadağın etti.


Bu söz , yüzde yüz şaka olduğunu bildiğim bu söz beni İzmir'den nefret etmeye kadar götürecek, çalıştığım Bornova Anadolu Lisesinde de hakkım olan branşım Edebiyat derslerinin zümre arkadaşlarımın karşı çıkmasıyla bana verilmeyip Türkçe derslerine girmek zorunda kalmam da tuz biber ekecek , herkesle kavga edemeyeceğimi ya da böyle bir mecburiyetim olmadığını fark edip tayin isteyip hala yıkıntı olan Yalova'nın yakınına Bursa'ya dönecektim.


O nedenle bu işgüzarlığa soyunmuş, "bizimkiler" diyeceğim dernektekilerin, aslında çok da insanlıklarını bilmediğim tanıdıkların, yapmışlarsa hatasını onarmaya çalışıyordum aklımca.


Yanlarına gittiğimde "Bizimkiler" gittikçe koyulaşan tavşan kanı bir sohbeti demliyorlardı.

-Soldan; Orhan Kocadağ, Fuat Özgen, Nuri Taner, Mustafa Aydın-


Tanrı vergisi tatlı dilli Mustafa Aydın'la çabucak kaynaşmış, muhabbete dalmışlardı.


Merhabalaşıp çoğu anılardan, dahil olduğumuz Yalova günlerinden konuştuk.

Ne olduğunu sormayı düşündüm, hatta dernek başkanıyla konuşmayı...


Sonra vazgeçtim.

Nasılsa herkes halinden memnundu, bana ne oluyordu?


İşgüzarlık işte.


*

meraklısına NOT: Hemen tahmin ettiğiniz gibi BAŞLIK, bir intihal değil, GORKİ'nin BENİM ÜNİVERSİTELERİM yapıtına ya da onu Türkçeye çeviren kimse onun yakıştırdığı ada bir öykünmedir.

63 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page