top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Yörük Kızı Gülcihan ( 2 )


(FATMA’NIN AHRETLİĞİ)

Aylar geçmiş, nerdeyse de bir yıl olmak üzeredir Ali’den ses seda yoktur. Gülcihan’ın içi içini yer, kendini bitirir, yine de ağzını açıp Ali’ye dair kötü söz etmez. Ne demişti Ali:


“İki elim kanda da olsa geleceğim,” demişti. Demişti demesine de, bir gitmiş, bir daha görünmemiş. İnsan sevdiğini aramaz mı? “Uğruna her şeyi yaparım,” demişti bir de.

“Olacak şey mi bu, Ali bu muydu?” Kafasında cevabını veremediği bir sürü soru…


İçini ferahlatacak, Ali’yi koruyacak şeyler düşünüyordu boyuna. “Ali, yapmaz, Ali Farklı, Ali başka, bambaşka, o kimseye benzemez, o gerçekten farklı, o ayrı biri…”


Ali farklıydı, lakin bir yıla yakın zaman geçmiş, sesi çıkmamıştı. Bir ay değil, iki ay değil, üç ay değil… Birden Gülcihan’ın “ahretliğim,” dediği Fatma’nın dedikleri şimşek olup çaktı beyninde.

“Gülcihan demişti Fatma, bu erkeklere güvenilmez gadeşim, hepsi aynıdır, hepsinin köküne kibrit suyu, güvenme, Ali’si de Veli’si de aynıdır; al birini vur ötekine!”

“Olmaz demişti Gülcihan, Ali farklı, sen onu bi tanısaydın, hak verirdin bana, Ali’m başka, Ali’me kötü bir şey diyemem, Allah beni daş ede! Vadır başında bi kış, acaba ne gemiştir başına? Vadır bi şe emme ne? Sen onu tanısaydın gadeşim… Ali çok eyi bi insan, Ali… O başka…”

Baktı, Gülcihan söz anlayacak gibi değil, ne söylese boş, “senin eşşen ekek osun gadeşim, ben başka bi şe demicen!”


Fatma haklıydı, insan bu kadar bekletilir mi, insan sevdiğini o kadar ihmal eder mi, “bir aya varmaz gelirim ben,” deyip gitmişti. Bir ayı geç, yıl olmuş, yıl! Bir yıl az bir zaman mı, bir yıl önce doğan çocuklar yürümeye başlamıştır şimdi...


Gülcihan’ın yanından ayrılan Fatma, dereye aşağı yürürken gökteki kalabalık bölük parça bulutlar da Gediz’in yarıp geçtiği vadinin üstüne doğru gitsem mi, gitmesem mi diye kararsız salınıp duruyordu. Hava da böyleydi az sonra nasıl olur belli değildi. Güneş gökte kalabalık bölük parça dolaşan bulutların arkasına girince Gülcihan’ın üstüne bir ağırlık çöküyor, patlayacakmış gibi oluyordu. “Ah Ali’m, ah!” diye diye göğüs kafesini delip çıkacakmış gibi atan yüreğini yumrukluyordu, “ah Ali’m, ah, ah Ali’m, ah!” epey zamandır içindeki öfkeyi büyüterek yürüyen Fatma birden patlayarak, Ali’nin gıyabında verdi söylendi; ama söyleniş?



“Ali Ali, boyun devrilmeye emi, Gülcihan gibi kızın ahı alınır mı? Gülcihan’ın gözyaşlarına gurban ol Ali, Sen, Gülcihan gibi gızı buldun da guyruğunla oynuyon Ali! Geleceğim deyip gemlemezlik edilir mi Ali, sen bu gızı neye üzüyon böle? Kapıcıklarını açan olmaya Ali, kapıladan bak, biri gelcek de bi tas su vecek deye bekle dur! Gülcihan’ı, ahretliğimi üzdün, Allah da seni üzsün Ali! Gülcihan sana yar demiş, sen benim ömrümsün demiş, gıymatlımsın demiş! Sen de Allah kokusu yok mu, bayırın cıbılı? Ali, Ali, sen Gülcihan’ı neye üzüyon böle, utanmak sıkılmak yok mu sende? Sen onu tanımamışsın, onun yüreğinin büyüklüğünden habarın yok, onun yüreğinin böyüküğü burdan taa Kula’ya varır. Evin yıkıla Ali, ele güne irezil olasın Ali, Gülcihan seni kendine mehel gömüş de gıymat vemiş; sen neden ediyon böle, onu neden üzüyon? Anan öle Ali, buban öle Ali, yetim galasın, öksüz galasın Ali, Gülcihan sana ömrümün gandili demiş, umudum, arzum, türküm demiş! Bi de bu derede barabar türkü çığırmışsınız! Ali, Ali, Ali kör olma emi, Gülcihan başkalarına yar olsun da gör, sonra da gaşıdan öküzün trene baktığı gibi bak dur!”

Ali Hüseyin abisi ile geldiğinde Gülcihan’la yan yana, bostan tarlasının içinde gezinmişler, sonra ahlat ağacının altına varıp yan yana oturmuşlar, yan yana oturunca kolları, bedenleri birbirlerine temas etmiş, temas edince yalabık yemişe dönmüş ikisi de. Yarına dair plan yaparken iki ayrı bedende bir can olmanın kavlini kurmuşlar. Sonra da Gülcihan söylemiş, Ali dinlemişti.


Gülchan Kul Himmet deyişini öyle bir candan söylemiş, öyle bir candan bir söylemiş; o söylerken yanlarında, yörelerinde bulunan canlılar aşkla dinlemiş. Gülcihan söylerken, Ali’nin gözlerinden akan yaşlar, yanağından aşağı süzülüp inmiş!


“Sabahın seher vaktinde,

Ali’yi gördüm Ali’yi!

Yüzümü dizine sürdüm,

Ali’yi gördüm Ali’yi!”

Aylardır, Ali’den haber bekleyen Gülcihan, artık umudunu kesmeye başlamış. Ne demişti ahretliği Fatma:


“Güvenme gızım erkeklere, hepsi aynıdır. Hepsinin köküne kibrit suyu! Hepsi birbirine benzer, güvenme tatlı dillerine, gülen yüzlerine; aldanma cicim aylarındaki yalanlacık tavırlarına. Aslında onlarda da bir kabahat yok gadeşim, öyle gömüş babasından, öyle yapmış babası, onlar da tıpkısını yapıyor işte. Aslında baş kabahatli kim biliyon mu, baş kabahatli, onları doğuran anaları! Hanım efendi oğlan doğurdu ya, doğurup da başı göğe erdi ya. Oğlan doğurdu diye kadınların yürüyüşü bile değişir: Kostak kostak! Allah sizi bildiği gibi yapsın akılsız kadınla. Ne demişler erkek değil mi yapar, hoş gör, anamdan duydum ne deyodu, “gocam demi, seve de döve de,” evin yıkıla ana, sırtından sopa eksik olmaz böyle, bütün kabahat kadınlarda. Benim anam aynen böyle dedi valla, kulağımla duydum. Ne derler bir erkek çocuğun yanında bir şey yersen, az ver derler, sonra düşüverirmiş. Düşese düşsün be, ne olmuş, düşese düşsün! Sapıkça bir şey bu gız, sapıkça! Kızlara verme, onla öyle gaşıdan baksın, bir şey omaz! Kabahatin çoğu kadınlarda. Gız sen cevahirini ne daşa vuruyon böyle, gız sen Anadolu’sun, doğurmanın gücü kuvveti sende, sen omazsan, insan nesli omaz; a akılsız avratla. Sen omazsan bu ekek kısmı ne bok işe yara? Akılsız avratla, bu ekekle bi kaşık aş pişirmeyi bilmez, bunla şımatılmış, sen olmazsan bunların boklu donlarını kim yıkayacak? Oğlan doğurunca şişim şişim şişiyon, başın göve eriyor demi, yarın ağzına bi yudum suyu gızın vecek bilmiyon mu? Biliyon, gavırın evini biliyon! Biliyon bal gibi her şeyi biliyon da gız kendi kendimize bu düşmanlık neye, bu yaratan böyle emretmiş, öyle mi? Yalan her şey yalan, ne de yazıyomuş böyle olduğu, gandırıyola bizleri!

Gülcihan, alımlı, güzel bir kızdı, isteyeni çoktu, öteki Yörük obalarının ağasından, gencine, çobanına herkes peşinde fır dönüyordu. Fakat onun gönlü Ali’deydi. Ali’ye tutulmuştu iyice, Ali ilk ve son aşkıydı. Ali başkaydı, Ali gibisi olmazdı… Gözleri, bakışları, insaniyeti, hele konuşurken, sesinin tınısı türkü gibiydi, şiir gibiydi sanki!


“Tek gamzeli maviliyle konuşuyormuş gibi, tek gamzeli Mavili şiir okuyormuş gibi…”


Konu yine alıp başını gitti, yazanı, anlatanı bir tarafa itip başına buyruk Otman Bey’in at oynattığı düzlüklere doğru alıp başını gitti. Mavili, parmaklarıyla saçlarına tarak olduğu, aydan arı, günden duru, geceleri rüyasından, gündüzleri hayalinden çıkmayan çekik gözlü Kafkas güzeli!


Gülcihan gelen taliplerine hep hayır diyordu, demesine de bu ne zamana kadar devam eder ki? Gelenler babasına göre, öyle yabana atılacak cinsten değildi. Ali ne ki, parasızlıktan okula ara vermiş cıbıl bir ailenin çocuğu! “Ah be Ali, ah be Ali ah!”


Ali ile babası çok iyi anlaşırdı, iki arkadaş gibi. Bir gün babası onu yanına çağırır. Belki bu hikâyeyi okuyanlar ne var bunda, çok doğal derler; fakat bilmedikleri bir şey var. Zamane babaları sevdiklerini öyle ulu orta göstermezler, sevgileri içlerindedir.


“Buyur baba!”


“Bak Ali, bir karar vermelisin, seni üzmek istemem bunu en eyi sen bilirsin, el alem ne derse desin! Biliyom, yaşın daha küçük, nişanı daka, iki üç sene bekleyiveriz. Yarın peşman olursun bak, okuyacaktım ben dersin, emme nışan takınca iş, işten geçmiş olur, eyi düşün daşın. Böyle şeyler evcilik oyununa benzemez. Ben şöyle olsun diyom baba dersen, ben sana uyarım! Şimdi de senle, iki yetişkin gibi gonuşam!”


“Tamam buba!”


Okumak mı isteyon, Gülcihan’la nişanlanmak mı isteyon, garar senin ben senin gararına saygı gösterin, eyi düşün cuvap ver!”


Ali bu soruyu kaç zamandan beri kendine soruyor, fakat bir türlü verdiği yanıtı içine sindiremiyordu. Babasının sorusu ile büsbütün dağılmıştı.”Gülcihan bir tarafta, okuyup adam olmak öte tarafta…


İlkokul beşinci sınıfta kızlı erkekli sohbetlerde arkadaşları demişti ki:

“Senin kafan eyi, sen okursun!”


Şimdi Gülcihan’la nişanlanıp onları mahcup etmek kötü bir şeydi. Ne demişti ilkokul öğretmenleri Ali Sami ile İsmail:


“Okursun oğlum sen, çalış, sana güveniyorum!”


Şimdi bir de öğretmenlerini de mahcup edecekti? Hem o da okumak istemişti, okuyup koca adam olmak istiyordu, Gülcihan beklerse, sonra alırdı. Tabi beklerse. Ali okumak istiyordu, okumayı çok istiyordu, ilkokul yıllarında kitap aşkına “kitaplık kolunu istemişti. O kitaplık kolunu istemiş, İsmail öğretmeni harita kolunu vermiş, onu uygun görmüştü, varmıştır herhalde onun da bir bildiği. Sonra, öğretmen olacaktı Ali, sonra da Milli eğitim bakanı, hayali buydu; hep kitaplar, hep eğitim!


Okulu seçti Ali, yüreğine taş basa basa onu bir daha göremeyeceğini bile bile, yüzüne bir daha hiç bakamayacağını bile bile okulu seçti! Gülcihan’la yan yana, can cana bostan tarlasında yürüyüşleri gözünün önüne gele gele okulu seçti. Okulu seçtikten sonra utancından aynaya bakamaz oldu, her gece utancından, kendine olan nefretiyle yorganı tepesinden çekip için için ağladı...


Okulda kimse ile konuşmadı Ali, arkadaşlarından uzak durdu hep, en çok kızlardan, sanki biri, gözünün içine bakıp “tü sana,” deyiverecekmiş gibi. Hiçbir oyuna katılmıyor, bir kenara çekilip oynayanları seyrediyordu…

Ali’nin lise birinci sınıfta okuduğu yıllarda, ülkenin siyasi gündemi ağırlaştıkça ağırlaşmıştı. Gençler, bellerinde zincir, ellerinde demir çubuklarla, muştalarla saldırıyordu birbirlerine. Kış günlerinde Demirci’nin ayazı, evlerinde yakacak olmayan köy çocuklarını da tir tir titretir. Evde yakacak, odun kömür olmadığı gibi önlerine sıcak bir yemek koyacak ana babaları yoktu.


Ali’den umudunu kesen Gülcihan, Yörük Beyi Musa’nın küçük oğlu Musa Kazım ile görücü usulü evlendirilir. Artık, Gülcihan, yaşayan canlı bir cenazedir.

Cumartesi Demirci’nin pazarıdır. Her cumartesi köyden kamyon gelir, yazda kışta şehre kamyonla gider gelir insanlar. Bazen yolcu çıkmadığı için kamyon gitmez. İşte o hafta Aliler, harçlıksız, ekmeksiz kaldı demek; o hafta uzun olur…


Demirci pazarına gelen Hüseyin abisi ile karşılaşan Ali hasret giderir.


“Üsen Aga hoş geldin!”

“Hoş bulduk iyen. Bi sıkıntı yok demi?”

“Yok yok aga, bizim sıkıntıla bilinen sıkıntıla!”

“Olcak o gada iyen, meşakat çekmeyince bi şeye sahap olamazsın!”

“Ge iyen, az bişele yiyem, ben acıktım, sen de acıkmışsındır, ge şurda Ege Lokantası va, ge gidem!”

“Ben aç değilim aga, sen ye!”

“Ge, ge, boş ve, ge az bi şeyle yiyem!”


Birer kuru ile pilav yediler, Ege Lokantası bol kepçe lokantasıydı, karınları doymuştu. Hüseyin:

“İyen geçen gün Kula’ya gittim, dönüşte Yörük Selim’e uğrayıp hal hatır sordum.”

Yörük Selim deyince Ali’nin yüzü çaput gibi olmuştu birden, merak içinde kaldı, acaba ne anlatacaktı Hüseyin, inşallah kötü bir şey söylemez. Bir taraftan da kötü bir şeyler duyacakmış gibi hissetmeye başladı.


“Yörük Selim kızı Gülcihan’ı, Yörük Musa’nın küçük oğlu Musa Kazım’la evlendirmiş!”

“Gülcihan evlenmiş mi, yok canım, şaka yapıyorsun?”

“He ya iyen, Gülcihan evlenmiş!”


O dakikadan sonra bir daha konuşmadı Ali Hüseyin’le. “Boş ver iyen dedi Hüseyin, takma kafana, daha yaşın küçük, sen okuyup büyük adam olacaksın boş ver,” dediyse de bir daha konuşmadı, konuşmaya da canı istemedi. Yalnızca onunla birlikte kamyonun yanına kadar yürüdü, baş işareti ile güle güle dedi. Sonra gözleri buğulu Çereşe Meydanı’na doğru yürüdü. Evleri Tepe Tarla Mahallesi’ndeydi. Arnavut kaldırımlı yol da bitmek bilmiyordu, sanki saatlerdir yürüyormuş gibi geldi. Çereşe Meydanı’ndan yukarı öğretmen okuluna doğru yürürken yolun sağında Ayıboğan’ın erkek öğrenci yurdu vardı, arkadaşlarını gördü, görmezlikten gelip yürümeye devam etti. Arkasından seslendiler, yine de dönüp bakmadı; kimse ile tek kelime edecek takati bulamıyordu kendinde. Sol yanda Orman İşletme Müdürlüğü idari binası ve personel lojmanları vardı, Birsen öğretmeni lojmanın ikinci katında oturuyordu, ondan tarafa bile bakmadan yürüdü. Sağ yandaki boş arsada eskiden top oynar, ayda bir lastik ayakkabı eskitirdi, yine top oynuyordu mahalle arkadaşları, o tarafa da bakmadan doğru eve girdi. Evde ihtiyacını gördükten sonra kimseye bir şey demeden kapıyı çekip çıktı.


İki gün Ali’den kimse haber alamadı. Zaten, Ali nerede diye arayacak anası babası yoktu, onlara haber vermeye kalksalar günler geçer, köyü, Demirci’ye kırk kilometrelik mesafede, haftada bir, o da cumartesileri gelirdi kamyon...


İki gün sonra, Ali eve döndüğünde, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen, hiçbir şey söylemedi. Ali, Yortan deresindeki kaplıcanın sıcaklığında ısınarak, düşünüp taşınmış, kendini ikna etmişti. Bundan sonra çalışacak, durmadan çalışacak, okulda arkadaşlarıyla oynayacak; fakat kızlardan uzak duracaktı. “Kızları sevmiyorum,” diyordu, “ben birini sevdim, o da beni beklemeden Yörük beyinin çiroz oğluna vardı, artık hiçbir kızı sevmeyeceğim,” deyip kendine söz vermişti.


Ali, sözünü tuttu, durmadan çalıştı, çalıştıkça aşka geldi daha çok çalıştı. Sonunda bir baltaya sap oldu. Bir daha da Yörük Kızı Gülcihan’ın adını ağzına almadı, sadece mutlu mesut bir hayat sürmesini diledi, Tanrı’nın olduğu insanın hiç olmadığı yerlerde…


13.06.2021 Salihli

93 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page