top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Yörük Kızı Gülcihan


Ortaokuldan mezun olmuştu o yıl, mezun olmuştu olmasına da liseye devam edememişti. Abisi evlenmişti. Köyde, oğul evlendirmek zorun ötesidir. On beş - yirmi sarı lira, ev bark, çara çaput, nişanlık, bayramlık, seyranlık…


Ali’nin amacı okumak, okumak; hep okumaktı.


Harmanlar kaldırılmış, buğdaylar ambara koyulmuş, harman yerlerinde birkaç öbek saman tınazı kalmıştı. Palamut ağaçlarının palamutları çırpılmış, kuruması için serilmişti çulların üzerine. Bundan sonra iyi kurusun diye çiyden, yağmurdan koruma işi kalmıştı. Palamutların tütünler gibi sarı, sapsarı kuruyanı muteberdir. Meşe palamutları hem iyi bir yakacak hem de kazanç kapısıydı Ali’nin köyü için. Palamudun kozası boya ham maddesi, pelidi de hayvan yemidir.


Sonbaharın ikinci ayı idi. Güneşin tesiri yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Buğdaylar ambarlara doldurulduktan sonra, Kışlıklar için yoğun bir çalışma içine girmişti köyün kadınları. Tütün kırımları ağır tabanlı birkaç aile dışında çoktan bitirilmişti. Tütün işini anlatmaya kelimelerin gücü yetmez; o ancak yaşanır. Devamlı işler dışında hiçbir iş, yıl on iki ay sürüp gitmez. Hele tütünün kırması gecenin kör karanlığında, birde ikide kalkıp uyku sersemi, düşe kalka, tarlaya varılır; el yordamıyla sarı sıcak çökünceye kadar kırılır… Kolay değildir. Tütün zamanında Cumalı’nın romanındaki gibi aşk ihtiraslarına tanık olunmamıştır. Burada aşk yoktur, burada âşık olmak ayıptır. Birkaç kişi gizliden âşık olmuş, aşkı dağın zirvesinde yaşamış yaşamalarına ga sonra da, başlarına gelen pişmiş tavuğun başına gelmemiştir...


“İşte falançaların gızı şeyin oğluna gaçmış gı duydun mu?”

“Gı onun ailesi uygun mu o gıza?”

“Ne bilen ben ya, gaçmış işte gız!”

"Seveni sevene neden vemezle ki anlamam!"

"Anla gidesin, yaşın müsait!"


Sürüp gider kadınların konuşmaları böyle, tarlada takkada…


Bayrama birkaç hafta vardı, bayramlık almak için, Halil Ağa’nın oğlu Hüseyin ile Kula’ya bayramlık almaya gitmeye karar verir Ali. Halil Ağa için oğlu bir tarafa, dünya bir tarafadır, gözünden bile sakınır onu, nazarım değer diye de uzun uzun bakmaz bile yüzüne. Onun için dünyayı cayır cayır yakar, daha var mı, der!


“Anaaa yarın ben Üsen Agamla Kula’ya bayramlık almaya gitmek istiyom, bubama de harçlık versin!”

“Aşam gonuşurun, sen gine de gitcek gibi hazırla kendini, bu yıl okula yollayamadım deye çok üzülüyo buban! Şerde çocuk okutmak zor oluyo olum, işte ona sebep sene gaşı mahcubuz!”

“Sağol ana!”

“Aslan olum benim!”

“Olsun ana, üzülmeyin, bu sene dinlenmiş olem, seneye giderim, ama seneye kesin giderim bak, okumak istiyom ben!”

“Söz, seneye kesin yollecez!”


Ali, erkenden kalktı, elini yüzünü yıkadı, bakır sininin üstüne koyulan beyaz emaye tabaktaki tarhana çorbasının başına geçti. Babası, çorbaya ekmekleri ince ince doğramış, oğlu kolay kolay yesin diye. Bir de ateşe koyulmaktan kararan bakır tavada kızartılan biberin yağını çorbanın üstüne boca etmişti ya, yeme de yanında yat! Kırmızı tarhana, üstüne dökülen biber kızartması yağı ile insanın açlığını çoğaltıyordu.


“Ana ben gidiyon, Üsen Agamı bekletmeyen!”

“Dur nere gidiyon ayının eniği, harçlığı almadan nere gidiyon?”

“Unuttum ya, bu zamana gada Kula’yı hiç görmedim, heyecanlandım işte!”


Fend marka traktörün rengi, çağla yeşiliydi, susuz çalışan bir motoru vardı. Susuz çalışan motor öteki traktörlerden farklı çalışıyordu. Almanların Kafkasya’da nakil vasıtaları eksi kırk elli derecelerde donunca, ona sebep susuz çalışan motorlar üretmiş Alman mühendisler.

Hüseyin traktörün marşına basar basmaz saniyede “hart” diye aldı motor, yola koyuldular. Rüzgârı da karşılarına almış traktörün maksimum hızı ile uçuyorlardı. Ekim güneşi hoştu. Ne yakıyor, ne üşütüyordu. Gümele Köprüsünü geçince yolun sağ yandaki pınarı görünce Ali:


“Üsen Aga azcık susadım ben, dursak da birer yudum içsek!”

“Duruz iyen, ben de bi cıgara içerin durmuşken!”

“…”

“Ne oldu İyen ya yengemin tarna aşı içini mi gıydı?”

“Yok aga ya azcık susadım işte!”

“Eyi eyi iyen, acele işimizi yok, yaveş yaveş, elin işinde mi çalışıyoz?”


Ali, akan suyun altına avucunu koydu kana kana içti, bir müddet suyun tadını almak için dudaklarını emdi. Sonra başını göğün mavisine çevirdi, içi açıldı. Mavilik alabildiğine uzanıyordu, dağların tepesinden ta öteki dağların tepesine, oradan daha ötelere, ucu bucağı yoktu maviliğin. O tepelerden daha ötelere, ötelerden daha da ötelere sonsuz bir gök, başka şehirlere, başka şehirlerden, başka ülkelere, başka kıtalara…


Gümele Köprüsü Gediz’in kollarından İlke Çayının üstüne yapılmış. Malzemesini eksik kullandıklarından mı, mühendislik kusurundan mı nedir, bel vermiş, ağır taşıtların geçmesine uygun değildir. İlke Çayı'nın, düzenli, düzensiz akışı yukarılardan boşanıp gelen sel sularıyla önüne çıkan her şeyi Gediz’e aşağı, Demirköprü Barajı’na doğru alıp götürür. Mayıs ayına doğru, gelen leylekler, çayın içinde oynaşan balıklarla, kurbağalarla doldururlar kursaklarını.


Ali göğün mavisine dalıp gitmiş, sonra da pınarın hayvanlar su içsin diye yapılan aharında, oradan oraya uçuşup duran, oynaşan su sineklerinin hareketlerini takip etti bir zaman. Ahara birkaç metre mesafedeki su birikintisinin yanında kurumuş bir hardal otuna konup uçan onlarca kelebekle meşgul oldu:


Sarı, sarı siyah, mavi, sarı siyah çizgili, mavi benekli, sonra maviden yeşile, beyaza renk renk kelebek…


Ali kurumuş hardal dalına konup uçan kelebeklerin her bir hareketini inceledi. Gözünü uçup konan kelebeklerden alıp İlke Çayı vadisi boyunca yukarı aşağı, ok gibi fırlayıp uçan kırlangıçları, sonra her bir kanat çırpışı, ağır bir hicaz şarkının ritminde kanat açıp kapatan leylekleri, onların vadi boyu gezintilerini, daha sonra ikişerli gruplarla uçan üveyikleri izledi kuşlar padişahı gibi. Kuşlara, kelebeklere takılıp kalan Ali, Hüseyin abisine baktı. O birinci sigarayı çoktan bitirmiş, belki ikinciyi, üçüncüyü tüketmek üzeredir. İnsanların hareketlerini, davranışlarını uzaktan izlemeyi seven Hüseyin, Ali’ye “hadi geç kaldık, daha çok yolumuz var,” demeyi aklından geçirmez, onu takip eder. Nasıl olsa akşama daha çok zaman var, olur gider diye düşünür...


“İyen ne güzel ya, börtü, böceği tabiatı ne çok seviyon, yaşa İyen ya! Tabiatı seven insandan zarar gelmez, tabiatı seven insan, gözel insandır; yaşa iyenim, şimdi daha çok girdin gözüme!”

Halil Ağa, Ali’ye hep “ İyen” derdi. O da “İyen” sözcüğünü severek kullanır. İyen demek, dost gelir, sıcak gelir Hüseyin'e!

“…”

Ali, bir şey dememiş, sadece gülümsemişti.

“Hadi İyen yaveş yaveş yörüyem!”

Bindiler Fend traktöre, Fend traktörün sesi, Gümele deresini doldurduğu gibi, yamaca kurulu Kurşunlu’yu, Kayalı’yı inleterek, çay boyu uzayıp giden tepelerdeki kızılçam ormanlarını, kızılçamlara konmuş tekmil kuşları uyandırıyordu...


Üstüne hiçbir malzeme olmayan yol, tozluydu. Bazı yerlerde daralırken, bazı yerlerde genişleyerek üstünden gidip gelenleri bir menzile doğru alıp gidiyordu. Yamacın bitiminde kavşak vardı. Bir yol Selendi tarafına, bir yol da Encekler Çamlığı’na doğru gidiyordu. Encekler tarafına dönüp o yoldan Kula’ya daha çabuk ulaşacaklardı. Asırlık kızılçam ormanları, başlarında kuruyup gitmiş kozaları ile yıllara meydan okuyordu. Taze kozalar ise açılmamış sımsıkı sarılmış, kucaklaşmış sevgisini içine gömmüş. İğne yaprakların üstündeki beyaz pamukçukların içine gizlenmiş kurtçuklar kızılçamların kanlı katilleri ve oradan oraya atlamaya hazır bekleyip durur.

Öğle olmadan Kula’ya ulaştılar. Traktörün römorkundaki pelidi yol üstündeki bir besiciye verdiler. Besici pelitleri bir adamına boşalttırmış, “onca yoldan geldiniz, buyurun birer soğuk ayranımı için ya da kırk yıl hatırı olur,” deyip birer fincan kahve bile ikram etmemişti.


“İyen böyledir, Allah bunlardan verdiği canı bile alamıyor. Ne yapcan iyen zengin böyle zengin oluyo işte! Demişle ya iyen, “yer damar damar, insan kısım kısım!”

“Öyle Üsen Aga, herkes iyi olsa, ceza evi diye bir şey olmazdı memlekette!”

“İyen ben açlığıma dayanamam, hadi önce ganımızı bi gözel doyuralım. Ge sene bir köfte yidiren, nasıl olsa üç beş guruş gazandık, ge gidem. Emme köfteyi doyuncaya gada yicen, öyle azcık yiyip ganım doydu demek yok!”

“Demem Üsen Aga köfte ne gada olursa osun yirin ben!”

“Haşş şöyle, gel hadi bildiğim bi köfteci var, gidem ore!”


Birer buçuk köfte ile birlikte epeyce “bazar ekmeği” yediler. Ali, bir porsiyon köfte ile hayatta doymazdı. Bir porsiyon köfte onun midesinde çelik çomak oynardı. Ali, eti çok severdi, ailecek çok severlerdi, et de çekiliver, yatısına giderler yatısına. Hele Ali’nin küçük amcası bir başına bir kuzuya bana mısın demez, yalayıp yutar.

Ali, bayramlık pantolon için mavi zemin üzerine ince beyaz çizgili bir kumaş aldı: 1 metre 10 santim. Kumaşı Terzi Halil İbrahim’e götürecek, 33 paça İspanyol bir pantolon diktirecekti. Hatta diyecekti ki,

“Halil İbrahim Aga, paçası ne kadar çıkarsa o kadar yap,” diyecekti.

“Tamam, bizim oğlan ne kadar çıkasa o kadar yaparız, rahat ol sen,” diyecekti o da.

Ali’nin ilgisini Kula’daki hırdavat çarşısı çekti: Bıçaklar, çapalar, nacaklar, tahralar, oraklar, tırpanlar, tırmıklar, urganlar, sicimler, helvacı, leblebici dükkânları… Bıçakları çok seviyordu.

“Üsen Aga, ilerde param olunca bıçak koleksiyonu yapcam kendime!”

“Ne olcak pıçak koleksiyonundan İyen ya, işin mi yok senin?”

“…”

Kula’dan ayrıldılar. Kula maden suyunun çıktığı yere gelince, Hüseyin traktörü durdurdu.

“Ge İyen, maden suyu içelim, burada maden suyu bedava, bidonlarımıza dolduralım, hadi in!”

“Nasıl bi su imiş, bakem ben de!”

“İç İyen bak, bu akıp giden suyu şişelere doldurup içine de gaz basıp satıyola!”


Maden suyu akıp gidiyordu öyle! Suyun yirmi beş otuz metre ilerisinde yeşilinden çıldırmış sebzeler vardı. Biberler, patlıcanlar, fasulyeler, bamyalar… Domatesler, pembeli, kırmızılı “ye beni,” diyordu. Köy domatesi dilim dilim. Ali domatesi çok severdi. Bir parça ekmekle domatesi tuza bana bana yemeye bayılırdı. Hele bir de domatesi dalından koparınca... Domatesin yanında bir de yeşilbiber varsa düğün bayram demekti bu. Ali, Hüseyin Abisinin yüzüne baktı, “koparabilir miyim” demek istedi.


“Kopar İyen kopar, Yörük Selim’in bahçesi burası, kopar kopar. Baba dostu olur Yörük Selim!”

Kırmızı dilimli bir domatesi dalından kopardı, tozunu, toprağını üstüne sürdü, temizledi; sonra ısıra ısıra yedi.


İleride Yörük Selim’in çiftliği vardı. Ona uğramadan basıp gitmek olmazdı. Ne zaman Kula’ya yolu düşse muhakkak uğrar, hal hatır sorar öyle giderdi Hüseyin.


Hüseyin’in traktörünü gören Yörük Selim’in kızı Gülcihan, iki maşrapa ayranı doldurmuş onlara doğru geliyordu bile. Ali kırmızı domatesi yemiş, bir de pembe domates koparmıştı dilimli. Tozunu toprağını temizlemek için yine üstüne silmiş, ağzına götürürken elinde tepsi, üstünde iki maşrapa ile gelen Gülcihan’ı’ görünce, domates elinde kaldı. Tutulmuştu Ali. Kaşı, gözü, endamı… Şalvarın içinde ayakta tutan bacakları, çiçekli bluzun altındaki göğüsler isyan ateşi yakmış, her şeyi ile “ ben burdayım” diyordu.


Hani derler ya “insan gıymıyı baka,” Kara gözler her daim gülüyordu. Gülerken, yukarı aşağı, sağa sola ağır bir zeybek oynuyormuş gibi hareket ediyordu. Yaşama sevgisi ile dolup taşan gözler Ali’yi içine alıp yok edivermişti.


Gülcihan, kendinden geçmiş, kıpırtısız kendine bakan Ali’ye:

“Merhaba, hoş geldin, Gülcihan benim adım!”

“…”

Ali ses vermedi, kara gözlerden alamıyordu kendini. Gülcihan tekrar “merhaba,” dedi. Derin bir uykudan uyanır gibi “merhaba,” dedi Ali.

“Adın ne, adını bağışlar mısın,” dedi Gülcihan!

“Ali, Ali benim adım!”

“Çok memnun oldum, hoş geldin, hoşluklar getirdin!”

Hüseyin ile Yörük Selim yere serilen evli sili motifli kilimin üzerine atılan minderlere oturmuş, hoş beşten sonra, birer sigara tüttürmüşlerdi. Uzaktan da Gülcihan ile Ali’ye bakıyorlardı.

“Aferin çocuklara dedi Yörük Selim bak ne gözel gayneştile, aferin, hem de gocaman gocaman aferin!”

“Aferin,” dedi Hüseyin.

Yörük Selim, hanımına,


“Gı, Hatçe Kadın ge, ge ağır gonuklamız va, Halil Ağa’mın oğlu hanemizi şenlendirmiş, çayı go oca, sonrasına bakarız!”


Gülcihan ile Ali bostan tarlasında, kökenlere basmamaya dikkat ederken, bir taraftan da kendilerini anlatıyorlardı birbirlerine

“Allah Allah diyordu Ali, bu dağ başında bu kadar güzel bir kız, Allah Allah! Böyle derken Ali, kendi kendine konuşmasını birden değiştirip ortaokulda okuyormuş gibi, karşılarında eski okul arkadaşları varmış gibi konuşmaya başladı. Allah Allah bu dağ başında, bir Yörük obasında sözcüklere basa basa konuşan bir kız, kitaplar böyle bir kızı yazmamıştı daha, sinemacılar böyle güzel bir kızı filmlerinde oynatmamışlardı daha! Bu eşi benzeri olmayan Yörük Kızı Gülcihan, Ali’yi içinde yok etmişti.


Gülcihan anlatırken, Ali dinliyordu. Gülcihan kırmızı bir karınca yuvası görmüş, “bak bak Ali, ne güzel hayvanlar, gel gel, sen de bak!” Ali’nin de doğaya, hayvanlara karşı ilgisi vardı zaten!

“Bak Ali, ne tatlı hayvancıklar, hiç durmadan gidip geliyorlar, o kadar hızlı gidip geliyorlar ki takip edemiyorum. Bir karınca tutuyorum, gözümden kaybetmemeye çalışıyorum, dakikada kaybediyorum. Hadi gel bir karınca da sen tut, bakalım ne kadar takip edebileceksin?”


Karıncalar, durmadan boş dolu gidip gelirken bir taraftan da yuvalarına yiyecek taşıyordu.

“Yuvası olmak, yuvalanmak dünyadaki her canlının kıymetlisi, kutsalıdır. İnsanlar da yuvalanır Ali’m, insanlar da yuva kurar; bir erkekle, bir kadın bir olur, bir can olur, yuvalanıyor!”

“Ali!”

“Efendim!”

“Hiç!”

Ali!”

“Efendim!”

“Hiç, öyle işte!”

Gülcihan bir şey demek istiyor, bir türlü diyemiyordu, Ali’nin masumiyeti, gözleri etkilemişti onu. Bu kanı ısınmaktan öte, başka bir şeydi, bugüne kadar hiç tatmadığı, hissetmediği bir duyguydu!

“Ali!”

“Efendim!”

“Senle ben de yuvalanalım mı?”

“Eeeee!”


Yine tutulup kaldı Ali, gözünü Gülcihan’ın gözlerinin içine çevirdi, öyle kaldı. Bir süre geçti.

“Yuvalanalım, yuva kuralım,” dedi Ali!


Karıncaların gidiş gelişlerini takip ettiler, sonra bostan kökenlerine basmadan yan yana yürüdüler, yan yana yürürken kolları birbirlerine temas edince ikisi de bir hoş oldu, kavuşma isteği, yuvalanma tutkusu taa yukarılara çıktı. Gülcihan bir acur kökenin yanına gelince iki acur koparıp birini Ali’ye uzattı, “su gibi, çok tatlıdır, hadi ye, afiyet olsun,” dedi. Acurun tozunu üstlerine silerek çatır çutur yemeye başladılar...


Güneş de yavaş yavaş battığı yöne doğru adımlarını hızlandırmaya başladı. Gözlerini güneşten alarak, ısıra ısıra yiyorlardı. Baştan aşa suya kesmişti acurlar. Isırınca suyu fışkırıyor, çatır çutur dişliyorlardı. Acurlarını yerken bir yandan da yan gözle birbirlerine bakıyorlardı. “Gözler hakikatli dosttur, yalan, dolan bilmez,” derler. Gülcihan ile Ali İki dost, iki kıymetli olmuşlardı.


Okulda ilgisini çeken kız arkadaşları olmuştu Ali’nin: Şenay, Serap, Nesteren, Fatma, Gönül… Gülcihan başkaydı, onun güzelliği insaniyeti, sıcaklığı, yoldaşlığı… tarifi imkansız. Ali böyle bir güzelliğe, tesadüf etmemişti. Gözlerini çevreleyen kirpikler, siyahın siyahında göz bebekleri, çocukluğun masumiyetinde, sıcaklığı o daha başka bir şeydi; güzelliği kraliçelere meydan okuyan asalette… Gülcihan’da her şey tam tekmil…


Gülcihan…Gülcihan, abı hayat suyu, hayat iksiri, Gülcihan bir ömür, Gülcihan Tanrı’nın en güzel nimeti. Gülcihan’ın çiçekli şalvarı ile yürüyüşü, bir ressamın kılı kırk yararak oluşturduğu bir tablodaki ahenkte, şalvarın üstüne mavi çiçekli bluzun üstüne taktığı kemer, “benim kolum olsa,” dedirttiriyordu Ali’ye! Gülcihan bir çiçek, karların içinden fışkırıp çıkan hakiki manada bir kardelen... Ali sarsılmıştı, Kevser ırmağının suyundan içmiş gibiydi. “Ali’m, Ali’m” diyordu. "Ben kavuşmaya dair söylenen türküleri, şarkıları yüreğime aldım, birlikte söylemeye var mısın der gibiydi. Gülcihan kutsal bir aşkı ilan ediyormuşçasına Ali’nin gözünün içine bakıyordu. O da tutulmuştu, bugüne kadar böyle bir masumiyeti, sıcaklığı görmemişti. Ali’nin ışığı, bir taraftan Ferhatça bir kuvvet, öte yandan Mecnunca bir sevgiydi, bu bir tutkuydu. O sanki Allah’ın aslanıcasına bir yiğitti. O sevgi selini bütün vücuduna yüklemiş:


“Evvel erkânla, evvel yol ilen dost

Gelsin hizmet ehli, semah eylesin!”

Yaradanım yardım eyler kuluna dost

Gelsin semah ehli semah eylesin dost!”


Gülcihan, Ali’nin çekinikliğini fark etmiş, ona cesaret vermek için,

“Ali’m bak bu dağlar, bu dağlarda gördüğün ulu çamlar var ya rüzgârın estiği günler, öyle tatlı efildemekte ki anlatmaya ne sözler kifayet eder, ne diller! Bu gördüğün dağlarda ne kadar kuş, ne kadar börtü böcek varsa, irisinden ufağına bütün canlılar, kızılçamından, ahlâtına, armuduna, meşesine, su kıyılarında boy atmış böğürtlenine kadar her perşembe bir başka salınır. Ali’m, can Ali’m, pir Ali’m; ben sende, sen bendesin. Gel bir can olalım, ben senin uğruna; sen benim uğruma yolumuza yoldaş olalım!”


Ali, tutuldu kaldı yine, ne diyeceğini bilemedi. Gülcihan onu ondan alıp yüreğinin taaa derinliklerine hapsetmişti. Bir zaman sessiz kaldı, cevap olamadı. Sonra, “ben sana kurban olurum, bu can bu tende olduğu sürece yoluna can baş feda olsun Gülcihan’ım,” dedi.


Kavileştiler, tez zamanda görüşüp özlem giderecek, sevilerini arşı âleme çıkacaklardı.

Gün tükenmek üzereydi. Hüseyin:


“Haydi İyen yolcu yolunda gerek!”

Gün akşam oldu. Yan yana, omuzları birbirine temas ede ede, “hayat iki soluk arası” misali, büyüklerinin yanına doğru yürüdüler…


Vedalaştılar, vedalaşır vedalaşmaz da yola koyuldu Hüsyin'le Ali. Vakit alıp başını gitmişti. Geceler gündüzlerden almaya başladığı için zaman geçmişti…


Aradan günler aylar geçti, “Kula’ya giden var mı,” diye epey sorup araştırdı Ali. Bulamadı bir yol, üretemedi bir çözüm. Gülcihan’ın, gözleri, sözleri bir mıh gibi çakılı kaldı yüreğinde. Sevdanın bedel ödemek olduğunun farkında olmadığından, şartların esiri olup teslim olmuştu hayatın akışına. "Sevgi emek ister der," Cengiz Aymavatov Al Yazmalım, Selvi Boylum adlı eserinde. Sevgi emek ister, yürek de durmadan kanayan, durmadan harıl harıl yanacak ocak ister, Ali’nin yüreği o sevdayı, Gülcihan’ın sımsıcak, dupduru hakikatlı sevdasına karşılık olamamışa!

Sevgi emek ister, “emeksiz yemek olmaz,” demiş atalar, sevgi bedel ödemek, karşılığını vermek demekti.

202 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page