top of page
1/2

YOKLUĞUN HİKAYELERİ



Edebiyatla tanıştığım yıllarda Rus Edebiyatını tanımıyordum. İlkokul yıllarında itiraf edeyim, hiç kitap okumadım. Kitap vardı da ben mi okumadım, hani birilerinin Urfa’da Oxford vardı da ben mi okumadım,” dediği gibi. Kitap aşkım o kadar yoğun olmasına karşın, inanır mısınız bilmem ne evimizde ne okuduğum ilkokulda okunacak kitap yoktu.


İyi okur olma, o da ne kadar olabildiyse lise yıllarıma denk gelir. Şehirle tanışmam, şehrin ileri ya da geri olması çok önemli değildir ama, şehir şehirdir. Şehirde sosyal etkinlikler, medeniyet ve kültür vardır. Benim iyi bir okur olmamın altında yatan hakiki gerçek, ezilen insanların, hayat hikayeleridir. İşte o yıllarda tanıdım Fakir Baykurt’u, Yaşar Kemal’i, Nazım Hikmet’i. İki büyük ustanın Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal’in eserlerinin tamamını okudum desem abartmış olmam.


Yazının giriş cümlesinde Rus Edebiyatı diye başladım, Rus Edebiyatına dair bir cümle yazmadım daha. Lise yıllarım böyle geçti. Eğitim enstitüsü yıllarında tanıdım, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Maksim Gorki’yi. Rus Edebiyatından okuduğum ilk eser, çok iyi hatırlıyorum, “Ana,” idi. Sonra arkası geldi.


Bu kadar girizgâh yeter, şimdi “yokluğun hikayeleri,” başlığının altını doldurmaya çalışmak lazım. Beni bu konuda bir metin yazmaya iten, Gogol’un Palto adlı öyküsüdür. Bu öykünün aynı zamanda radyo tiyatrosunu dinleyince yazmanın zarureti ortaya çıkmış oldu. Öyküde bir devlet memurunun yeni bir palto diktirmek için çektiği sıkıntı ile birlikte paltonun ilk giyildiği günde kapkaççılar tarafından zorla üzerinden çıkartılarak alınmasının dramı beni tarifsiz etkiledi.


Rus Edebiyatında Tolstoy, Dostoyevski, Maksim Gorki ve Gogol… eserlerinde yoksulluğun hikayelerini öyle bir işlemişler ki insan “yok canım, bu kadar da olur mu,” diyesi geliyor. Fakat bu ünlü yazarların yaşadığı yıllar, insanlığın açlıkla, yoksullukla savaştığı yıllardır. Bizim ülkenin durumu bundan çok farklı değildi ki. Çanakkale Savaşı’na giden iki çocuğun fotoğrafına bakınca içim acır. Yama yama üstünde, çocukların üstlerindeki esvapları tabiri caizse dökülmektedir.


Bizim edebiyatımızda yoksulluğun, sosyal gerçekçiliğin hikayesini yazan epey yazarımız vardır. Bunlardan başlıcaları: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Talip Apaydın, Hasan İzzetin Dinamo…


Hassan İzzetin Dinamo’nun “Savaş ve Açlar” adlı eserini yıllar önce okudum. Açlık öyle bir anlatılmış, romanın her sayfasında yüreğim parça parça oldu. Bugün bu eseri tekrar okuyabileceğimi sanmıyorum. Yaşım gereği daha duygusal oldum çünkü. Açlık, yokluk öyle bir resme edilmiş, gözyaşlarına boğuluyorsunuz. Hasan İzzettin Dinamo, benim çok değer verdiğim yazarlardan biri; ancak ne var ki, önemi yeteri kadar anlatılamamış, yeteri kadar tanınmamış…


İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanın ölümüne sebep olan Faşist Hitler’i, Sovyet orduları yenmeseydi, insanlık bugün nasıl bir dünyada yaşardı hiç düşündük mü? İkinci Dünya Savaşı’na İsmet İnönü’nün izlediği akılcı politika ile Türkiye savaşa katılmamıştır. Fakat her an savaşa girecekmiş gibi orduyu hazır edilmiş, gerekli tedbirler alınmıştır. “Paşa bizi aç koydun diyen gençlere o, “belki aç kaldınız ama, babasız kalmadınız,” diyerek tarihi bir yanıt vermiştir. Onun büyüklüğü bugün bile yazık ki anlaşılmış değil. O yıllar Demokrat Parti’nin izlediği popülist politikanın akılla açıklanabilir yanı yoktur. İnönü Savaşlarını komutanına “asker kaçağı,” yalanı ile ucuz bir siyaset izlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı yılları, gerçekten yokluk yıllarıdır, açlık, yokluk her yerdedir. O yıllara dair anam derdi ki,


“Biz ekmeklik un bulamadığımız için, palamut pelitlerini kaynatıp ondan elde ettiğimiz unla ekmek yaparak karnımızı doyurmaya çalıştık! Şimdi o yılları tekrar yaşasak ne pelidi kaldı ne ağacı; her şeyi her şeyi yok ettikleri ağaçları kestiler ormanı yaktılar!


Rus Edebiyatına giriş cümlesi için şunu demek lazım. Maksim Gorki’nin Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim yazarın üçlemesidir. Derler ya “hayatım roman!” Bu üçleme yazarın hayatını anlatan muhteşem yoksulluk hikayeleridir. Bu eserlerde yoksulluğun hikayesi, Gorki’ce anlatılmaktadır. Gorki’nin yoksulluk anlatımı insanın içini acıta acıta, insanlık tüketile tüketile anlatılmış! İnsan Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’da yarattığı katil tiplemesi Raskalnikov’a üzülüyor, sıkıntısına ortak oluyor. Katilin tefeciye, faizciye, sömürüye karşı yanında yer alıyor. Üstelik Raskalnikov bir kadını balta ile öldürmüşken.


Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı başlı başına yoksulluğun birçok hikayesinden oluşur. İvan İliç’in Ölümü, Bir Cinayetin Hikayesi, İhtiyar Köylü… İnsanın içini acıtırken, insanı darmadağın eden hikayelerdir.


Köyden şehre okumaya gittiğimde daha on bir yaşındaydım. İlk kez ailemden ayrı şehre gidiyordum ve amacım okuyup öğretmen olmaktı, yani adam olmak. Yalnız adam olmak, öyle öğretmen olmak değil hani. Çocuk kafamda kurduğum hayalleri buraya yazsam neler yazarım neler. İnsan hangi yaşta, hangi konumda olursa olsun özgür değildir, dedikleri gibi özgürlüğün bir sınırı vardır. Bakın insan beyninde saliseler içinde milyonlarca hücre durmadan yer değiştirir durur ya, takip edemezsiniz, aynen benim adımlarıma yetişemediğim gibi. Bu beyin ile ilgili fırtınayı bir parantez olarak düşünüp konuya dönelim. Çevremde gördüğüm, bildiğim, tanıdığım tek meslekti öğretmenlik. Başka bir meslek grubundan kimseyi tanışmamıştım. Gerçi köylüler için “ormancı olmak,” kıymetli iken ben yine de öğretmen olacağım demişim. Hani kaymakam olan oğluna babası, “bir ormancı bile olamadın,” demiş ya, demek ki babam için ormancı olmanın çok kıymeti harbiyesi yokmuş. Buna sebep köye gelip giden sarhoş ormancıdır kim bilir.


Demirci’de Orman İşletme Şefliğinin karşısında kiraladığımız iki göz evde, altı kişi kalıyorduk. En büyüğümüz öğretmen okulu son sınıfında okurken ben ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Evde yemek pişirecek bir büyük olmadığı gibi, sobada yakacak odun bile yoktu. Akşam evde yemek yok, sabah kahvaltı yok, öğleyin okulda karnımızı doyurmak için bir şeyler alabilecek para yok. İçine kapanık olan köy çocuklarını fark edecek kaç öğretmen olabilir ki… Yokluğun hikayeleri konu başlığı içinde bireysel bir hayat hikayesi anlatmak istemem, fakat Rus Edebiyatındaki yoksulluğun hikayelerini okurken hafızamdan silinmeyen yoksulluğun fotoğrafı içimi acıtır hep. Rus Edebiyatının sembol yazarları yokluğun hikayelerinin anlatırken çizdikleri o tablolar, Yoksulların yaşadıkları dünyanın hemen her yerinde birebir aynı olmasa bile aşağı yukarı aynıdır. Ezilen insanlar, yoksullar örgütlenip, ortak aklı kullanamadıkları kendimizi sürece işte böyle yokluk ve yoksulluk içinde yaşamaya devam edecektir. Anamın anlattığı yokluk günleri aklıma geldi mi, içim acır. Ah anam, gök gözlü anam, sen aşık edebiyatının sazsız ozanı gibiydin. Dakika içinde dizeleri arkası arkasına dizer, uyaklı, ölçülü dörtlükler meydana getirirdin. Bilememişiz kadrini kıymetini, vahşi kapitalizmin albenisine, dünya meşakkatine kaptırmışız kendimizi, oradan oraya savrulup gidiyoruz işte…


1923’te kurulan Cumhuriyet, her alanda atılıma geçmiş, az zamanda çok büyük işlere imza atmış, uygulamaları ile devletin, halkın devleti olduğunu göstererek, yurttaşını birey katarına çıkaran devrimleri hayata geçirmiştir. Sonra özgür ve bağımsız yaşamanın olmazsa olmazı ekonomik savaşı başlatarak mucizeler yaratmıştır. Kısa zamanda yapılan fabrikalarla, üretim atölyeleriyle mazlum ulusların esin kaynağı olmuştur. Bu hakikaten aşkla gerçekleştirilebilecek bir şeydir. Düşünün bir kez, ordusu dağıtılmış, maliyesine el koyulmuş, savaşlarda sürekli yenilmiş ve halktan kopmuş bir yönetim. İşte bu ahval içinde düzenli bir ordu kurulmuş, işgal kuvvetleri yurttan kovulmuştur. Bu gerçekten bir mucizedir…


Ne acı dün kapıdan kovduklarımız bugün parsel parsel işgal ediyor topraklarımızı; hem de topsuz tüfeksiz. Cumhuriyetin kazanımları, eserleri yok pahasına bir bir elden çıkarılarak, kalkınmanın omurgaları fabrikalarımız, yer altı, yer üstü zenginliklerimiz kapananın elinde kalmışçasına hem de. Tarım ve hayvancılıkla geçimini idame ettiren Anadolu insanı, tarım ve hayvancılığı çoktan bırakmıştır. Kalkınma ve gelişmişlikle konuşmaya başlayan hemen herkes derdi ki, “biz dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyiz!” Şimdi hayvanlarımız için saman ithal eder duruma geldik. Bu vaziyet üç beş yılın eseri olduğunu kimse düşünmesin, bu durum sistematik bir çalışmanın neticesi. Pandemi günlerinde dünya öz kaynakların değerini, kıymetini öğrendi, öğrenmesine de bizde değişen bir şey olmadı. Bu halk, hemen her gün, fiyatların akıl almaz bir şekilde artmasına alıştırıldı! Yine ağaçlarımız kesiliyor, yine ormanlarımız yakılıyor, yine bir avuç maden uğruna her şey, her yer talan ediliyor. Şimdi bu yanlış yoldan dönmek için yeni bir sistem getiriyorum demekle, bu akşamdan sabaha olacak şey değildir. Bu aynen otoyolda kavşak aramak gibidir. Bizim kaderimizi belirleyen Aziz Nesin’in oranlamasının hakikat olmasıdır, Aysun Kayacı’nın “benim oyumla çobanın oyunun bir olmaması,” demesinin doğruluğunun yaşanarak öğrenilmesidir...

Bu yıl gökten doru dürüst rahmet de yağmadı. Kriz, felaket günlerine dair bir programı olmayan ülkenin kuraklığa dair de bir programı yoktur. Bizi yarınlarda büyük sıkıntılar bekliyor. Siz ağaçları kesmeye, ormanları yakmaya, villa milla, bir avuç maden uğruna talan etmeye devam edin, İmparator Neron’un kütüphaneleri yok etmesi gibi; bakalım doğa mı kazanacak biz mi?


Doğayı katlediyorsunuz, geleceği yok ediyorsunuz, anam derdi ki,” eli kabaklılar yusun yüzünüzü. Asil ve necip milletim, sen duygunun önüne aklı geçirmediğin sürece, kayıplar çok olacak. Sen işçi kardeşim, sen köylü kardeşim, Stalin’in tavukları misali, tüyünü yolanı efendin bildiğin sürece yokluğun, yoksulluğun hikayeleri yazılmaya devam edilecektir

70 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/682
bottom of page