top of page
Hande BABA

Yirmi İki Ocak

maviADA 2013 Öykü İkincisi

Tir tir titreyerek girdi içeri. Vestiyere mantosunu asarken burnunu hissetmiyordu. Sekreteri “Günaydın. Eski patronunuz aradı. Sizden telefon bekliyor” dedi. “Günaydın, ararım şimdi” diyerek yöneldi odasına. Mavinin tonlarıyla döşenmiş ofis, üstü dağınık masa onun bakımlı, titiz, düzenli görünümüyle pek bağdaşmıyordu. Çantasını masadaki klâsörlerin üstüne bırakıp koltuğuna oturduktan sonra çevirdi eski işyerinin numarasını. Hoş beşler tamamlandıktan sonra öğrendi Kerem Taş diye birinin ona ulaşmaya çalıştığını. İsmi duyduktan sonra yeşil gözlerine oturmuş kendinden emin ifade bir anda solmuş, patronunun söylediklerini yarım yamalak anlar olmuştu. Otomatik hareketlerle ahizenin diğer ucundan gelen numarayı kaydedip adamın onları ihmal ettiğine yönelik sitemlerini de kibarca geçiştirdikten sonra kapattı telefonu.


Numarayı yazdığı sayfayı bloknottan koparıp uzunca bir süre seyretti. Kerem’i aramayabilirdi ama bu onun aramaya devam etmesini engellemezdi. Bulmuştu işte izini, konuşmadan vazgeçmezdi. Arayıp kendisini bir daha aramamasını istese… Onun bunu yapıp yapmayacağından çok, kendisinin istediği şeyin bu olup olmadığını düşünmeye başladı. Yıllardır yolunu beklediği o değil miydi sanki. Kâğıdı tuttuğu avucunu sımsıkı kapayıp arkasına yaslandı. Kendini dinlemek ister gibi yumdu gözlerini. İçindeki yıllardır susmak bilmeyen ses, bir anda susmuş; adeta yaşamla arasından çekilmiş, tüm kararları ona bırakmış gibi sinmiş, saklanmıştı.


Yaklaşık bir saat sonra iki kahve içmiş ve biraz olsun kendini toparladığına inanmış olarak çevirdi buruşuk kâğıtta yazılı rakamları. Karşıdan “Efendim” dendiğini duyunca yutkunmamaya özen göstererek aramadan önce belirlediği sözcükleri ardı ardına döküverdi dudaklarının arasından. Neyse ki ahizeyi tutan elinin titrediğini gören hiç kimse yoktu etrafında.


Merhaba Kerem, beni aramışsın.


- Zeynep… Zeynep sensin. Sonunda buldum seni. Buldum…


Kısa süren konuşma, akşam için randevulaşmalarıyla son bulmuştu.


Odasının içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelirken yerdeki lâcivert halı gözüne dizginlerini koparmış bir fırtına gibi görünüyordu. Bunca yıl sözde dinginliğinin ardına saklanmış her şey, tek tek bağını çözüp açığa çıkarken o, bir yandan korkup kaçmak diğer yandansa fırtınanın içine dalıp çırpınan yüreğine teslim olmak istiyordu.

***

Ertesi sabah işyerinin kapısından içeri girdiğinde burnunu hissediyordu Zeynep, havanın en az dünkü kadar soğuk olmasına rağmen. Odasına girince de halının rengi, bir önceki güne göre çok daha açık göründü gözüne, belli ki dinmişti fırtına. Kendisini aramaktan bir gün bile vazgeçmeden geçirdiği on beş yılını anlatan Kerem’in sesi hâlâ çınlıyordu kulaklarında. O konuştukça Zeynep’in gözleri yıllardır büründüğü dinginlikten yavaş yavaş sıyrılmış, canlanmış, sonunda da yıllar öncede kalmış parlaklığına kavuşmuştu. Masasının üzerinde ilgilenilmeyi bekleyen klâsörlere şöyle bir göz ucuyla baktıktan sonra uzun uzun süzmüştü sağ elindeki tektaşlı yüzüğü.

***

Yaşlı kadın kızının evleneceğini duyunca “Kiminle?” diye sorarken alacağı cevabı biliyormuş da duymaya hazırlanıyormuş gibi elinden telefonu bırakmadan en yakınındaki koltuğa oturuvermişti. On beş yıldır bir kez olsun görmediği, hangi şehirde bile yaşadığını bilmediği kızının “Kerem’le” dedikten sonra hararetli hararetli anlattıklarının çoğunu anlayamamıştı çünkü kulağında kocasının ölmeden kısa bir süre önce “Bir gün birbirlerini bulurlarsa onlara sadece mutluluklar dile” deyişi çınlıyordu. “Mutluluklar dilerim kızım, peki artık dönecek misin, görebilecek miyim seni” derken sesi varla yok arasındaydı, aynı yaşam gibi. “Göreceksin anne çünkü kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Beraber geleceğiz Kerem’le. Nikâhımız orada, yirmi iki Ocak’ta kıyılacak.” Kadın bunları duyduktan sonra aklı karmakarışık olmuş, “Madem eninde sonunda Kerem’le evlenecekti, neden ona Kerem’in boşandığını söylediğimde çıkıp gelmedi” diye düşünmüş ama bir şey sormamış, söylememişti. Telefonu kapattıktan sonra da aşka yenik düşmüş gibi yığılmıştı oturduğu koltuğa.

***

Annesiyle konuştuktan sonra Zeynep ister istemez geçmişe, on beş yıl önceki yirmi iki Ocak akşamına gitmişti. O geçmişe doğru yolculuğa çıkarken ofisinin duvarlarının uçuk mavisi önce dalgalanmış, sonra da çok yavaş ilerleyen bir bulutun gölgesinde kalmış gibi sönmüştü. Sonunda bulut yaptığından utanmış olmalı ki ansızın bir kenara çekilivermişti de duvarlar boğulmaktan kurtulup nefes almaya başlamıştı yeniden.


O yemeklerini çok sevdikleri, sık sık gittikleri yerdeydiler yine. Kerem’in doğum gününü kutluyorlardı baş başa. İki yılı aşmış ilişkilerinin neredeyse tüm özel günlerini orada geçirmişlerdi zaten. Kerem “Önümüzdeki yıl yirmi iki Ocak’ta evlenelim mi?” diye sormuştu. Tam “O kadar bekleyemeyiz” diyecekti ki masanın yanında bir kadınla, dört yaşlarında bir kız çocuğu belirivermişti. Ne olduysa ondan sonra olmuş, Zeynep ağlayarak dönmüştü eve. Alelacele odasına gidip bir bavul eşya topladıktan sonra da annesiyle babasına “Kerem evliymiş, bir de kızı varmış, gidiyorum ben. Gitmezsem boşanacakmış, bırakmayacakmış peşimi” demiş; onlara kendisini anlamaları, yolunu kesmemeleri için yalvarmıştı. Çaresiz katlanmıştı annesiyle babası tek evlatlarının gidişine. Okumuş, mesleğini eline almıştı Zeynep. Yaşı da küçük değildi ki, gelmezdi ellerinden durdurmak, gidişine engel olmak. Açtığı telefonlar haricinde kimse onunla bir bağ kuramamış, nerede olduğunu hiç bilememişlerdi. Zaten karı koca kızlarının yerini bilmediklerine Kerem’i inandıramadıkça Zeynep’e hak vermiş, bir süre sonra da sorgu sualden vazgeçip kızlarının iyi olduğunu bilmekle yetinir olmuşlardı.


Dün akşam Kerem’in teklifine “Evet” demiş ardından da eklemişti, “Yirmi iki Ocak dışındaki bir tarihte olmaz ama” diye. Bunu duyan Kerem başını önüne eğince çenesinden hafifçe tutarak onu kendisine bakmaya zorlarken en az kendisi kadar yorgun olduğunu okumuştu gözlerinden. Kerem aşkın peşinden koşmaktan yorulmuştu, kendisiyse hem beklemekten hem de…


Kerem bir ara “Gidişinden beri hiç doğum günü kutlamadım” demiş, kısa bir duraklamadan sonra da “O yıl bana vereceğin hediyenin hayatımda aldığım, alabileceğim en güzel hediye olacağını söylemiştin, neydi o?” diye sormuştu. Zeynep “Aslında hediyemin aynısından sende zaten olduğunu öğrenmekti beni en çok üzen; kaçmama, ortadan kaybolmama, bunca yıl ailemden uzak kalmama neden olan” demiş ve çantasından çıkardığı on dört yaşındaki kızının fotoğrafını koymuştu Kerem’in önüne, “Sakladım hediyeni, hatta gözüm gibi baktım ona” diyerek.


Zeynep yerdeki lâcivert halının yavaş yavaş da olsa dalgalanmaya başladığını fark etti ama korkmadı bu kez gelecek fırtınadan. Çünkü Kerem onun yüzünden boşanmamıştı. Çünkü Kerem aradan geçen bunca yıla rağmen ona duyduğu aşktan vazgeçmemişti. Çünkü Kerem bir kızı olduğunu bilerek gelmemişti, o Zeynep’e gelmişti. Ve genç kadın artık önünde korkacağı, aşamayacağı hiçbir fırtınanın kalmadığına tüm yüreğiyle inandığı için “Evet” demişti ona. “Sende kim oluyorsun” der gibi alaycı bir gülümsemeyle baktı halıya.


*


12 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


1/706
bottom of page