top of page

YILLANMIŞ BİR AŞK HİKAYESİ Cevat İle Cemile


1987 Yılının bir temmuz günü başlamıştı Pirireis Ortaokulu’ndaki görevine. Türkiye’nin en uç illerinden birinden gelmişti.

Okulun burnundan kıl aldırmaz öğretmen grubunun içine girmesi çok kolay değil, çok emek vermesi gerekiyordu. Cevat’ın hayata bakışı onlara çok benziyor, yine de içlerine giremiyordu. Birkaç kez denedi, birkaç kez bir konuya dair düşüncesini söyledi. Hiçbiri ne lehte, ne aleyhte bir şey demeyince, “yok yok bu böyle olmaz, bırakayım akıp gitsin su, nasıl olsa yolunu bulur. Çelik halat örmüşler çevrelerine,” deyip vazgeçti.

Günler birbirini kovalıyor, geçen gün geride kalıyor; zaman nehrin üstünde yüzen bir kayığa binmiş, akıp gidiyordu. Dönemin bitmesine az bir zaman kalmıştı, Cevat hemen her gün okul bahçesinin bir köşesinde, öğrencileriyle sohbet etmektedir teneffüslerde. Nasıl olsa bir gün o aristokrat arkadaş grubu Cevat’ı tanıyıp geçen günlere hayıflanacaktır.

Cevat'ın dersine girmediği sınıflar onun derslerine girmesi için okul idaresi üstünde baskı oluşturmaya başlamıştır. Diğer branş öğretmenin sert, sevgisiz davranışları buna eklenince, öğrenciler illallah etmiş, anne babalarını da okula göndermeye başlamıştır. Okul idaresi de “çocuklar söz, seneye o gelecek dersinize,” deyip savmıştır başından.

Cevat, salonu olmayan bu mahalle okulunda hazırladığı 18 Mart Programı ses getirmiş yaptığı ve konuşmayla da taht kurmuştur. Demiş ki: “Biz hepimiz birer Mustafa Kemal’iz, biz hepimiz birer Kuva-i Milliye’iz, biz hepimiz birer Kubilay’ız!” Konuşma, Hacı Ahmet Mahallesi’nde, İplikçi’de, İstiklâl’de yankılanmıştır.

Tayin döneminde tayin isteyip gitmeyi kafasına koymuştu. Normal koşullarda onun tayin isteme hakkı yoktu, fakat azınlık okullarına tayin istemesine yasal bir engel yoktu. Öyle de yaptı, istekte bulunduğu okullardan birincisine tayini yapılmıştı. Okulun en genci, en toyu on yıllık öğretmen olmasına karşın oydu. Cevat tecrübeli bu seçkin eğitimcilerin arasında tecrübesini geliştiriyor, yeni şeyler öğreniyordu.

... Beyoğlu Öğretmenevi’nde Okul Aile Birliğinin öğretmenler günü vesilesiyle verdiği yemekte, hiç yerinde oturmamış, öğretmen veli, hemen herkesi masasında ziyaret etmiş, şerefe diyerek birer yudum içmişti… O gün Cevat Cemile’nin yanına gidince nutku tutulmuş öylece kalakalmıştı, Cemile’nin kendine güveni, içtenliği, Cevat’a esaret halkasını takıvermişti. Günün hangi saatinde olursa olsun, Cemile ile her karşılaştığında yüzü kızarıyor tutulup kalıyordu.

Eeee şimdi n’olacak, yarın ne getirecekti, Cemile Cevat’ın arkadaşı mı olacak ya da aklını başından alan işveli bir kısrak mı? Cevat baba yadigârı “Hislon” marka çelik kordonlu demode bir saat takıyordu. “Aman dedi Cemile bu ne canım, boş ver bunu, senin koluna Rolex yakışır, sana Rolex almak lazım,” dedi.


Cemile Cevat’a on gün sonra Rolex marka saati uzatıp “buyur hayatım güle güle kullan,” demesiyle… Ne diyeceğini şaşırmış, sadece yarım yamalak teşekkür ederim, çok incesiniz,” diyebilmişti.

Bu bir arkadaşın, bir arkadaşa hediyesi mi, ne bileyim mercimeği fırına vermek miydi? Cevat, gündüzleri hayal dünyasında gezinirken, geceleri ateşli ateşli rüyalar görüyordu. Yine de o rüyaları hayra yorma cesaretini gösteremiyordu. Cevat bundan sonra baba yadigârı “Hislon,” marka saati mi, asilzadelerin Rolex’sini mi kullansaydı? Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman doğru dürüst veremedi. O, baba yadigârı Hislon ile asilzadelerin Rolex’si arasında günlerce gitti geldi.


Cemile, dik başlı, özgüven zirvede bir kadındı. İstanbul’un en iyi okullarında okumuş, madamların, mösyölerin mezun olduğu okuldan mezun olmuştu. Çok geniş, gerçek anlamda aristokrat bir çevresi vardı. Öz güven “Ilgaz Anadolu gibi gökleri bulutlu başı nedeniyle görev yaptığı okulun yönetim kurulu, başta okul müdürü ile ters düşmesi onun onun gelene ağam giden paşam demeyen kişiliğinden ötürüdür. Hal böyle olunca tazminata mazminata ehemmiyet vermediğinden yıl ortasında istifayı basıp çekip gitmişti. Okul müdürü Leon Efendi:

“Bırakın gitsin, okulun huzura ihtiyacı var, tadımızı kaçırıyor, dik başlı, vali padişahtan torpili de olsa istemiyorum,” deyip kapatmıştı kapıları. Çekip gitmişti Cemile çekip gitmesine de Cevat’ın, her daim gülen gözleri, çakılıp kalmıştı beynine. Evini arayamazdı, okula gidemezdi, okul çıkışında bekleyemezdi. Ne yapacak, nasıl hareket edecekti bilemiyordu, bu kadar öz güvenli kadın naçar kalmıştı. Yolda belde görürüm diye evine girmiyor, dolaşıyordu İstanbul sokaklarında. Cevat’ın ilgisini en çok hırdavatçılar çarşısı çektiğini bildiği için kadın başına buralarda dolaştı.


Cevat garip bir adamdı, keserlere, baltalara, testerelere, bıçaklara… saatlerce bakar yine de canı sıkılmazdı. Özellikle Mercan yokuşunun üstünde kurulan Polonya Pazarına gitti mi, üç beş saatini burada dolaşarak geçirirdi. Cemile Polonya Pazarı’na bile gitmiş, fakat tesadüf etmemişti. Sanki o da cephe almıştı ona. Cevat, bir arkadaşı ile on günde, on beş günde bir Beyoğlu Öğretmenevi’ne gider bira içerdi. Oraya da uğramaz olmuştu. Yoktu Cevat, onu göremedikçe, öfkesi merakı artıyor, merakı artıkça nefreti de büyüyordu. İnat etmişti telefon da etmeyecekti, bir de okulun oralarda dolaşırken Bay Leon görürse ne derdi arkasından. “He he derdi, mağrur Cemile, gelip yalvaracak,” Allah yazdıysa bozsun, böyle bir vaziyet aklına geldi mi, Şişhane’den Tünel’e doğru koşmaya başlıyordu. “Olmaz, olamaz diyordu, taş basarım göğsüme, olmazsa taş bağlayıp ayağıma atıveririm kendimi Galata köprüsünden aşağı!”

O günler yeni bir müzik kutusu çıkmıştı, adına wolkmen diyorlardı. Çok sevdiği deyişleri doldurup kulağına da kulaklığı takıp İstanbul kazan, Cemile kepçe ha bire dolaşıyordu. Haliç’in kenarına oturup çevirip çevirip dinliyordu: Aşık Müslümi deyişini:


Aşıklarda olan efkar Artar gider artar gider Tutar yükünü cevherden Satar gider satar gider! Aşk aşığın aynasıdır Aşık aşkın çırasıdır Maşuk onun belasıdır Çatar gider çatar gider!”


Cemile, Cevat’la görüşebilmek için abartısız üç ay emek vermiş, bir netice alamayınca “şeytan görsün yüzünü,” deyip kapamıştı Cevat defterini. Ay değil, yıllar yıllar geçmiş, bir daha görememişlerdi birbirlerini. Sosyal medya gündelik hayatın vazgeçilmezi olmuş, eski arkadaşlar birbirlerini bu sayede bulurlar ya… Cevat da Facebook’un arama çubuğuna Cemile’nin adını yazıp aramaya koyuldu. Yaklaşık on tane Cemile A. Vardı. Tesadüf bu ya hiçbiri profiline resim koymamış, hepsi de börtü böcek resimleri koymuştu. Profillere tek tek baktı. En sondaki Cemile A. Hemen ekledi. Cemile de bilgisayarın başındaymış kabul edip bir de selam babında el sallamıştı. O gün epeyce yazıştılar. Sonra birbirlerine cep telefonu numaralarını vererek hemen her gün konuştular. Böyle böyle beş altı yıl telefonla görüştüler. Sosyal medyada bir de güzellikleri paylaşıyorlardı insanlar, onlar da birbirlerini güzelliklerden haberdar ediyordu. Bu kırkından sonra azmak mıdır, ya da hayata yeniden merhaba demek midir? Bizim oralarda derler ki, “kırkından sonra azanı teneşir paklar!” İnsanın sevmesi, sevilmesi azmak mıdır, insanlar hep kavga mı etsinler, hep birbirlerini boğazlasınlar? Bu ayıp, azmak, mazmak nasıl bir şeydir, kime göredir? Bu yürek midir, kalp midir, hakikaten bu nasıl bir şeydir? İnsan yüreğinin sesini dinlememeli mi kısacık hayatında? Ona buna göre değişen göreceli, izafeli şeyler için hayatını karartmalı mıdır?

Gecenin on biriydi, Cevat’ın telefonu çalmaya başladı. Cevat televizyonu kapatmış, kişisel bakımlarını yapmış yatmaya hazırlanırken:


“Alo, alo!”

“Ne alo su, tanımadın mı, ne müsteşar gibi, resmi resmi konuşuyorsun?”

“Yok, yok heyecanlandım birden, tutulup kaldım, suçüstü olmuşum gibi!”

“Sen neler diyorsun Cevat Allah’ın seversen?”

“Ne yalan söyleyeyim pijamalarımı giyerken yakalandım, sen karşımda imişsin gibi bocaladım; hepsi o!”

“İlginç, ilginç olduğu kadar da komik! Yarın Salihli’deyim, sabah kahvaltı yapmadan yola çıkarım, belki birlikte yaparız kahvaltıyı, bu gece uyku tutmaz beni!”

“Buyur, buyur, başım üstüne!”

“Buyur buyur denmez, çok özledim, denir. Bugün sen de bir tuhaflık var!”

“Aşk olsun, uğruna can baş feda osun. Telefon görüşmelerimiz bile ömrüme ömür katıyor, seni görünce kim bilir kaç yaş gençleşirim?”

“Şimdi sen konum gönder, ben doğru sana gelirim, seni uykuda bile yakalarım.”


Uyku tutmamıştı Cemile’yi, yol hazırlıklarını çok önceden halletmiş, Seat İbiza’sını servise götürüp uzun yol için bakımdan geçirtmişti. Valizler arabaya akşamdan koyulmuş, o sadece kol çantasını alıp çıkacaktır yola. Gece saat 03.00 gösterdiği sırada kurduğu telefonun alarmı çalmadan uyanmış, ağzına bir iki parça bir şey atıp çıkmıştır yola. Yol yaklaşım levhalarında Ankara, İzmir kaç kilometre olduğu yazmaktadır. Bu yol onu Ankara’ya götürecekti. Fakat o, Salihli’ye gidecekti. Aslında Anıtkabir’e gidememişti. Belki Cevat’la bir fırsat bulup birlikte giderlerdi. “Bakalım, nasip kısmet,” dedi.


Saat 09.15 de Cevat’ın oturduğu evin önünde, köylülerin tam da işe gittiği saatte İstanbul plakalı bir Seat İbiza durdu. Bugünler ova köylülerinin çocuk bakımı kadar itinam isteyen bağcılık işleri vardır. Salkımların üstündeki yaprakların alınması, üzümlerin güneş ışınlarından doğrudan faydalanılması için yapılır. Öğretmen okulu çıkışlı, köy enstitüsü ruhlu Ali Rıza bağ bakımında köylüden daha köylü olmuş, bağ bakımın kitabını yazmaktadır. Bağı, kendi traktörü ile sürer, kendisi budar, kendisi ilaçlar, kendisi aşılar…


Cemile arabanın içinden çıkmamış, köylülerin meraklı, kontrollü bakışları altında dışarı çıkıp çıkmamanın gelgitlerini yaşamaktadır. “Ben geldim,” diye de Cevat’ı aramamıştır. Cevat, sabah sporu için kurulmuş saat gibi her gün 06.30 da kalkar, sporunu, yürüyüşünü yapar ılık suya duşunu alır, krallar gibi bir kahvaltı yaptıktan sonra güne başlardı. Bugün Cemile geleceği için spora gitmemiş, yalnızca kuş sütünün eksik olduğu harika bir kahvaltı hazırlamıştır. Hava almak için dışarıya çıkan Cevat evin önündeki 34 plakalı kırmızı renkli Seat İbiza’yı görünce, koşarak aşağıya iner.


“Hoş geldin sultanım, hoşluklar getirdin, ömrümün baharı; ne kadar mutlu oldum anlatamam!”

“Hoş gördük, canımın içi, gülüm; hoş gördük! Ne güzel hiç değişmemişsin, eh azıcık alnın açılmış!”

“Sen de öyle ömrümün baharı, sen de hiç değişmemişsin!”


Cevat, Cemile’nin çantalarını evin boş odasına çıkarıp tek tek dizdi. Sonra doyasıya sarıldılar birbirlerine, otuz yılın özlemiyle yoruluncaya kadar sarıldılar. O ne sarılış, her yanları yalıma kesmişti. Kavuşma ihtirası yalımları harlandırdıkça harlandırmıştı. Cevat 90’lı yıllarda Cemile’nin hediye ettiği Rolex marka saati, bir sahil kasabasında deniz kıyısında güneşlenirken, çantası bile birlikte çaldırdığında çok üzülmüştü. Bu üzüntüsünü Cemile’yle de paylaşıp özür dilemişti.


Daha ayaktaydılar, onca yol gelen Cemile yorulmamış gibiydi. Çantasını açtı, bir paket çıkarıp Cevat’a uzattı. Cevat, mahcup mahzun paketi alıp incitmeden açtı:


“Teşekkür ederim ömrümün baharı, neye zahmet ettin, senin gelmen bana verilen en harika hediye zaten. Allah'tan başka ne isterim ki?”


“Uzat kolunu ben takmak istiyorum, hiçbir koşulda kolundan çıkarma, sıcağa, suya, deniz suyuna dayanıklıdır!”

İki can birlikte başa başa bir kahvaltı yaptılar ki, ömür, ömür. Ardından Cevat’ın "aşkı öpücüksüz, kahveyi sigarasız sevmem," yıllardır söylediği tiryaki sözünü söylediler, köpüklü kahveyi sigarasız içtiler.


“Fark ettin ya dedi Cevat, benim tekerleme güme gitti. Ne öpücük, ne sigara…” desem de sen sigarayı at, öpücüğü akşama saklıyorum, bu konuda alacağımı hiç bırakmam, yarın öleceğimi bilsem de! Ben alacağımı borç sayıp “Allah borçlu canımı almasın diye dua ederim!”

“İyi imiş, kendini güzel şartlandırmışsın, borçlu kalmazmış, sen ne dediğinin farkında mısın, bana olan borcunu ödemeye ömrün vefa etmez, kasaba delikanlısı, meydanı boş buldun salla gitsin; söyle ömrün yeter mi?”

“Aşk olsun, kalbimi kırıyorsun, bilerek mi, ömrümün baharı?”

“Sen de çok atıyorsun be canım! Borçlu, alacaklı nasıl laflar öyle?”

“İyiden iyiye mahcup ettin beni!”


Cevat’la Cemile, ovanın yeşilliğini doyasıya yaşamak için Kırmızı İbiza’ya binip tozlu topraklı yollardan geçerek ova köylerini gezebildiği kadar gezip Salihli’nin aydınlık yüzlü insanlarıyla kâh selamlaşıyorlar, kâh durup sohbet ediyorlardı. Özellikle kadınların hayata bakışı tam bir cumhuriyet kadını duruşunda olması keyiflendiriyordu onları. Zaman yeşilliklerin arasında akıp gitmiş, gün akşama kavuştu, kavuşacaktır. Ankara İzmir yoluna çıktılar. İbiza’yla Kemaliye yol ayrımından Kavukdere rampalarına sardıklarında güneş, ufuk çizgisinde kırmızı bir ateş olmuş onlarla vedalaşırken Cevat’la Cemile’yi bir hüzün kaplamıştı. Cemile yüze sabitlediği İbizası bu gönül yolcularını bir menzile doğru alıp gidiyordu. Kovukdere rampasının bitiminde Yunus Emre tabelasını gören Cemile:


“Yarın ziyaret ederiz değil mi?”

“Ederiz, ederiz gönüller sultanımızı, Taptuk’un “bizim Yunus,” dediği Yunus’umuzu; birer de Fatiha okuruz!”

“O, Fatiha beklemiyor bizden, o diyor ki, birbirinizi sevin, dil din ayrımı yapmadan kucaklayın birbirinizi diyor.”

“Çok doğru!”

Cemile, İbiza’nın navigasyonuna Şarap akademisi adresini yüklemişti, Karaoğlanlı köyünde. Navigasyon, hiç şaşırmadan onları Şarap akademisinin önüne kadar getirdi. Arabayı Şarap evinin girişe park ettiler. Şarap akademisi haşmetli, vakur bir duruşla tepeye kurulmuş, çevreyi gözetim altında tutuyordu. Az ötede bulunan yanardağ ağzının jeolojik rengine uygun bir mimari ile yapılmış, egzotik bir yapıdır. Buralarda bu yapıya benzer bir yapı yoktur; çok uzak diyarlardan bir nakliye aracına koyulup getirilmiş gibi durmaktadır tepenin doruğunda. Şarap akademisi, sevda dağı gibiydi, romantik, Ankara İzmir yolunu gözetleyip duruyordu. Bak dedi Cevat, bu dağa gel bir ad koyalım bu dağa “sevda dağı diyelim. Bak şimdi şu ezginin harikalığına deyip Musa Eroğlu’nun seslendirdiği ezgiyi, davudi sesiyle öyle bir aşkla söyledi ki, Cemile onu yeni tanıyormuş gibi gururla dinledi.


“…Sevda dağlarına götürün beni

Yorulmuş gönlüme heyecan gelir,

Çiğdemler toplasam dursam yoluna,

Belki ziyarete o canan gelir !”

Cemile Cevat’ın koluna girip “haydi biraz yürüyelim, şu bağları yakından görelim, bu üzümler şaraplık olmalı. Bum şaraplık üzümleri cinsleri nedir, adlarını öğrenmek isterim, senin de ilgini çeker diye düşünüyorum. Baksana tek tük alacası düşmüş, ne olursa olsun ben alacası çıkan salkımlardaki siyahlaşmaya yüz tutan üzümleri tane tane koparıp yiyeceğim!”

“İyi olur, biri anlatsın bize. Baksana nasıl canlı öküzgözü gibi sanki her bir tanesi!”

“Aslında kurt gibi de acıktım, bağları yarın gezeriz, gidip bir karnımız doyuralım, olmaz mı?”

“Olmaz olur mu, ben de açım, önden çorba içeriz, çorbanın içine buranın ekşi maya ekmeği meşhurdur, çorbanın içinde enfes olur!”

“Ne çorbası bu çorba?”

“Tarhana çorbası, arkasından da birer güveç, eh olmazsa olmaz şarabımız!”

Şarap akademisi gurmesi Cevat’le Cemile’nin yanına gelip:

“Uğur, benim adım bu akşam ben yardımcı olacağım size. Umuyorum memnun kalırsınız!”

"Memnun olduk," dediler!

"Ben Cemile!"

"Ben Cevat!"

Çorbaları büyük kâselere koyup getirmişlerdi. İnsanlar artık yöresel tatları öne çıkarıp pazarlamaya başlamışlar. Tarhana çorbasının içine ev ekmeği, ekşi, maya ekmek doğramak çok eskiden beri süre gelen bir gelenektir. (Gelenektir; ama aslında ekmek doğramak karın doysun diyedir. Bunun gelenekle bir alakası yoktur!) Ekmekler özel olarak fırınlanmış, parça parça. Uğur’la bir iki sohbet etmeyi Cevat da Cemile de çok sevmiştir. Uğur, birikimli, aklı başında, karşısındaki insana güven veren bir gençtir. Yaşıtlarından hayli ileridedir.


“Aferin Uğur sana, dedi Cemile. Kendini çok iyi yetiştirmişsin, çok okumuş, hayatı anlamak için kafa yormuşsun. Kutluyorum seni; annene, babana bir vatandaş olarak teşekkür ederim!”

“Teşekkür ederim efendim, o sizin teveccühünüz, söyledikleriniz çok kıymetli benim için. Fakat annemle babam ayrı, ben annemle kalıyorum. Babam… Babam işte, o kadar. Annem, derler ya hani, “saçını süpürge ediyor,” tam da öyle. Onlar ayrı olunca daha çok titriyor üstüme. Annem de bu akademinin mutfağında çalışıyor. Onun hakkını hiçbir zaman ödeyemem. Muhafazakâr biri değilim, bizim yörede insanların her cümlesinde Allah’ın adı geçer. Ben de annem için onlar gibi diyorum, Allah ondan razı olsun, köprü olsa geçmem üstünden! O benim her şeyim, arkadaşım, sırdaşım, rehberim… “

“Aferin Uğur, ne kadar etkileyici konuşuyorsun, aklı başında cümlelerine bir de sesinin naifliği eklenince seninle sohbete doyum olmuyor, yolun açık olsun Paşam, ayağına taş değmesin! Ben İstanbul’da oturuyorum, orada hatırı sayılır bir çevrem var, bir dileğin olursa, memnuniyetle elimden geleni yapacağından emin olabilirsin!”

“Eksik olmayın efendim, biz annemle koca bir orduya karşı savaşabiliriz, hayat boyu başım dik olacağım, kimseden bir şey istemeyeceğim; lütfen yanlış anlamayın, size çok saygı duyuyorum. Benim hayat anlayışım böyle!”

Ne diyeceklerini bilememiş, tutulup kalmıştı Cemile’yle, Cevat! Bu yaşta, bu zamanda böyle bir özgüven, bu hak bilir anlayış. Göz göze gelen Cemile’yle Cevat’ın içlerinden geçti bu cümleler.


Uğur, bir istekleri olur düşüncesi ile rahatsızlık vermekten korkarak ara ara onlara bakıyordu.

“Tamam Uğur, dedi Cevat, teşekkür ederiz, biz kahvemizi dışarıda Ankara İzmir yolunu gören bir yere oturup içmek istiyoruz!”

“Afiyet olsun, buyurun ben yardımcı olayım, buyurun!”


Ankara İzmir yolundan tek tük arabalar geçip gidiyordu. Düzlüklere tütün dikilmişken yamaçlarda hayat iksiri zeytin ağaçları vardı. Tütün tarlarında daha gece işi başlamamış, bir ay sonra bu işin en cefalı günleri başlayacaktır. “Acı Tütün,” Cumalı’nın ruhu şad olsun, bu romanında tütün işçilerinin dramını ne kadar güzel anlatır. Hele Zeliş’le Cemal’in aşkı! Zeliş de âşık olunmayacak bir kız değildir ki! Yıldızların ateş böceği misali ışıkları, tarlaları bağları, zeytinleri, tütünleri, taşları, toprakları yıkıyordu, Çok uzaklardan milyon yıl öteden insanlığın hayatına çeşni katıyordu. Ay ışığı, tütün tarlalarında Zelişlerin gece mesailerinde feneri oluyordu.


Cevat’la Cemile ahşap sandalyelere oturmuş, gökyüzünde milyon milyon, milyar milyar delik açıp pörtleyip çıkan yıldızların ara ara kayıp gidişlerine takılıyor; sonra birbirlerine bir dilek tut, ben tuttum, sen de tut diyorlardı. Çok uzaklarda bir başına yanıp sönen yıldızların en parlağına dikkat kesilmişken, sol yanlarında bir yıldız krater gölüne doğru akıp giderken, Cemile birden sesini kontrol edemeyerek yüksek sesle:

“Bir dilek tut, çabuk!”

Çabuk derken yıldızın akışına yetişmeye çalışıyordu sanki. “Bir dilek tut, çabuk!”

Onlar “tuttum, tuttum” derken arkasında bir kuyruk bırakıp akıp giden yıldız çoktan krater gölüne dalmış yıkanmaya bile başlamıştır çoktan. Sağda solda yanan bir ışık olmadığı için gökyüzü ışık denizi olmuş, yıldızlarla sarmaş dolaş kucaklaşıyor.

“Ne tuttun dedi Cemile!”

“Önce sen söyle,” dedi Cevat!

“O zaman ben bir iki, üç diye saymaya başlayacağım, üç dediğimde tuttuğumuz dileği yüksek sesle Ankara İzmir yoluna doğru sesleyeceğiz, tamam mı, anlaştık mı?” dedi Cemile.

“Anlaştık,” dedi Cevat.

“Bir, iki, üç!”

“Seniiiiiiiii!”

“Seniiiiiiiiii!”

İkisi de aynı anda “seni,” diye Ankara İzmir yolundan gökyüzüne doğru seslemişti.

“Onca yolu boşa mı teptim,” dedi Cemile, onca yolu sana kavuşmak için teptim, yarın İstanbul’a gidiyoruz!”

“Yarın İstanbul’a mı gidiyoruz, o nereden çıktı?”

“Eeee, nasıl olacak o zaman, sen geldin ya bir de onca yolu tepmeye ne gerek var?”

“Evet gerek var, onca yolu senin için teptim, onca yolu seni almak için teptim; yarın birlikte dönüyoruz!”

“Ama nasıl olur?”

“Olur, olur bal gibi olur; Seat’a binip gideceğiz!”

“Ben İstanbul’da yaşayamam, benim İstanbul’a gitmem demek, diri diri mezara girmem demek!”

“Sen yine kaybettin kendini ne dediğini bilmiyorsun, mezarda mı yaşıyorum ben, öyle boyundan büyük kocaman kocaman laflar ediyorsun, aklım almıyor!”

“…”

Vakti gece yarısını geceli çok olmuş, akademinin horozları bir nöbet ötmüş, iki üç saat sonra tan yeri kızaracak, sonra güneşin ateş kırmızı ışınları, top güllesini sağa sola dağılan ışınları fırlayıp çıkacaktır. Akademinin beş altı odasının misafirlerinin kimileri uyumuş, kimleri mekan değişikliğinin fantezisini yaşıyorlardı belki de. Özlemle, ihtirasla başlayan gün, karasal iklimin gece serinliği ile ısırmaktadır yüzlerini. İhtirasla başlayan günü devirmişler, yeni gün “bencik” bir ihtirasla zehirlenmek üzeredir. İki dominant karakterin “ben” gururları onları bir çıkmaza doğru sürüklemeye başlamıştır. İki aklı başında insan yaman bir ergenliğin kör kuyusunda yıkanmaya çalışırken, az sonra suyun yükselen debisi ile boğulup gideceklerdi belki.


Akşamdan beri Cemile ile Cevat’a kılavuzluk eden Uğur, duyduğu saygı ile yüreğinin başköşesine yerleştirmişti onları. İşittiği ve konuşmalardan anladığı kadarıyla bir açmazın içindedirler.

“Cevat abi, Cemile abla, sizi çok sevdim, kanım ısındı sizlere. Duydum ki ikinizde kendi dediğinizin olması için, diretiyorsunuz. İzniniz olursa bir iki kelam etmek isterim!”

“Aaaa ne demek çok seviniriz,” dedi Cemile, çok seviniriz dedi Cevat!”

“Benim bir sevenim olsa, onunla Fizan’a giderim. Bu konuda inatlaşmayı, tartışmayı ergenlik psikolojisi olarak değerlendiriyorum, hiç kusura bakmayın! İkinizde benim horozum derseniz, bekleyin sabah olacak diye. Bunu birinize değil, ikinize de söylüyorum. Kim, kimi daha çok seviyorsa, o tamam desin bu mesele de tatlıya bağlansın! Benim sevdiğim olacak da sıpanın kuyruğu suya değdi, değmedi münakaşası, yapacağım; öyle mi?

“…”

“Ne düşünüyorsunuz?”

“Doğru söylüyorsun, dedi Cevat!”

“Doğru söylüyorsun, dedi Cemile!”

Cemile, dediğinin yaptırmanın verdiği gururla Seat ibiza’yı Susurluk’tan, Bursa istikametine doğru güvenle sürerken o da Cevat bir sürpriz yapıp:


“…Gel gönül gidelim aşk ellerine Muradın var ise bir tane yeter Fikreyle kıldığın amellerine Havayı cehline efsane yeter Efendim gül yüzlüm tabibim…”


Cemile Turabi’nin bu deyişini söylerken Cevat’ın gözünden birkaç damla yaş süzülüp yanaklarından aşağı akıp gitti…







122 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/683
bottom of page