YAZMAK ve OKUMAK
- Aydın ŞİMŞEK
- 15 Şub 2023
- 7 dakikada okunur

Aydın ŞİMŞEK
*
YAZAR ADAYININ SERÜVENİ/ 1
“Eğer okumak için zaman bulamıyorsanız
yazmak için de zamanınız yoktur. Bu kadar basit.”
Stephen King
Uzun zamandır yazmaya çabalayan; şiir, deneme, eleştiri, roman, kuram kitapları olan birisiyim. Bu güne kadar doğrudan deneyimleyerek öğrendiğim önemli şeylerden birisi de, bireysel olanların kesin bir çizgide tutulmasının, kurallar içinde tanımlanmasının ve belli bir doğrunun parçası olarak sabit kalmasının mümkün olmadığıdır. O nedenle de, bireysel olanların toplumsal akılla, her yönüyle kavranılması da açıklanması da pek mümkün değildir. Bireyi oluşturan şeylerin ne kadarına birikimimiz ve akılcı yöntemlerimiz ulaşabilir ki? Hele bir de bilinç dışında duranlar… Travmalar, çocukluk, içine doğulan coğrafya, içinde büyülen dil ve zorunlu olan üst dil, aile, okul, iş hayatı… Tüm bunların bireydeki etkisinin tam olarak karşılığını söyleyebilir miyiz?
Yazmak da bir tür yaratıcı eylem olduğuna göre; yaratıcılığın yalnızlığa kadar inen ve çoğu zaman toplum tarafından anlaşılmayan, hatta anlam verilemeyen yanının olması bu eylemi iyice bireyselleştiriyor. Böyle dramatik bir durumun içinde, bir tür iyileşme ve iyileştirme amacına odaklanmak ya da egemen akıl tarafından üstü örtülen değeri/değerleri yeniden ortaya çıkarmaya yönelmek… Hem fiziksel hem de ruhsal olarak bedel ödemenin neredeyse kaçınılmaz olacağı yazınsal yaratım içinde olmak pek de akıl işi olmayan bir durum gibi gözüküyor.
Hele hele günümüzde tekno-sermayenin devasa işleyişi içerisinde, hayatın oldukça hızlanmış olması da ayrı bir sorun gibi dururken. Hız denilen bu yeni ideolojinin gündelik yaşamımızdan tutun da geleceği ilişkin tüm planlarımıza müdahale ettiği düşünülürse, üstelik bu müdahale şeklinin kesintisiz bir güç olduğu algılanırsa, bireyin tüm oluşumlarına ulaşmak pek mümkün gözükmüyor.
Yeni meslek gruplarının etkin ve dinamik bir şekilde hayatı kuşattığına tanıklık ediyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun “Geleceğin Meslekleri” raporuna göre, şu an ilkokula başlayan çocukların %65’i henüz var olmayan mesleklerde çalışacak. Bu mesleklerden bazılarını anımsatmak isterim: Veri Analistleri ve Veri Güvenlikçileri, Yaratıcılık Danışmanları, Nesnelerin İnternetçisi (yakında nesneler arasında doğrudan bağlantıların gerçekleşeceği öngörülmekte). Nano Teknoloji Mühendisliği, Biyokimya-Biyomedikal ve Genetik Mühendisliği, Robot Mühendisliği, Mikro Cerrahi Tıp, Sanal Güvenlik Sistemleri, Sanal Ekonomi ve Sanal Para Yöneticiliği, İş Sürekliliği Uzmanlığı, Siber Müşteri Analistliği ve Siber Konsiyerj, Bloggerlık, İçerik Yöneticisi, Online Politik Kampanya Yöneticiliği, Video Gazetecilik, Okul-Ev İlişkiler Uzmanlığı, Çevre Yenileme Uzmanlığı, Yeşil Pazarlamacılar, Enerji Brokerları, Gaz Toplama Sistemi Operatörleri, Molekül Biyoloji Uzmanlığı, Yapay Zeka Yazılım Uzmanlığı, Yapay Organ Tasarımcıları, Ekologluk, Ergonomi Mühendisliği, Gıda Mühendisliğindeki yeni tasarımlar, Uzay Mühendisliği, Enerji, Medya ve Eğlence sektöründe beklenen güçlü değişimler… Bu gibi yüksek teknolojik atılımların klasik eğitimi, hukuk içeriklerini, etik-estetik değerleri hızla aşındırdığını da görmeye başladık.
Aslında bu devinim dünden bugüne sürüyor. Özellikle de 16.yy ile başlayan Keşifler Çağı “yeninin aranışı” için, hem ekonomik alt yapıları güçlendirdi hem de rekabetçi sistemler yarattı. Son yirmi yıl içerisinde ise tarıma dayalı ekonomilerin büyük bir kısmı sanayiye dönüştü. Sanayi ise, önce hizmet sektörüne sonra da yeni tip sermaye ile yaşamın her alanında, doğrudan müdahaleci ve yaratıcı bir melezleşmeye evrildi. Günümüzde ise ekonomik-siyasal güç dengeleri ve mobil müdahale araçları çeşitlenip yaşamın her yönünü kuşattı. Modernizim klasik birey anlayışı dönüştü, dönüşmeye devam ediyor. Yeni tip yaşam biçiminin kısaca özeti; vitrinde olmak, görünebilmek ve rekabetçiliktir artık.
Bu büyük değişimi gözlemleyen birisi olarak, yazmanın kesin kurallarının olduğunu hiç düşünmedim. Olsa olsa geleneğin kimi eğitici/ terbiye edici, yol gösterici yanları vardır; orada her yazarın belli bir süre geçirmesi kaçınılmaz olsa da, zihinsel arka planda gelenekten kopmak, ondan ayrışmak isteği olduğunu düşünüyorum. Geleneğin oluşturduğu birikimi anlamadan yazmak eksik yazmaktır, çünkü tekrara düşmemek içindir aynı zamanda gelenekle ilişkilenmek. Bir bakıma yazmak dediğimiz şey de bizden önceki yazarların getirdiği anlatım biçimlerini, formları eğip büküp yeni bir biçim ve içerikler oluşturup, yeni formlar yaratma işidir.
Öyleyse bizden önce yapılmış hazır formlar varken neden orada kalmayıp yeni arayışlara giriyor, yeni düşüncelerin peşine düşüyoruz? Çünkü insanın doğası, dürtüleri durağan bir hayata izin vermiyor. Şimdiki an tüm geçmişten daha özel, daha çekici ve kışkırtıcı geliyor. Hem zihin hem gövde, hem arzu hem de tin şimdiki zamanda var oluyor. Elbette şimdiki zamanın tüm değerlerini yeni içerik ve biçimle sunmaya içten içe hazırlık yapan gelecek bir zaman da var. Bütün geçmiş şimdiki zaman tarafından aşılırken, şimdiki zaman da gelecek için eğilip bükülecek ve yeni bir durum oluşturacaktır. İşte yazar da bu diyalektik bağ ve helezonik ilerleyişte yerleşik kalıpları önce öğrenip kavrıyor, sonra ona başkaldırıp aşındırıyor ve o kalıpları kırıyor. Yazarı bu çabaya sürükleyen şey öncelikle onun düş dünyasıdır. Sözden yazıya geçişin nedenlerinden birisi tanıklık ve umutsa diğer bir nedeni de geleceği bilme ve öğrenme istencidir. Çünkü değiştirilmek istenilen bir şey varsa orada tanıklık, umut ve hayal gücü hep olacaktır.
Tarihten günümüze akan büyük yazarların da güçlerini bu kaynaklardan aldığını düşünüyorum. Dede Korkut Masalları’nın Deli Dumrul’undan aşkı ve fedakârlığı, Binbir Gece Masalları‘nın Şehrazat’ında itirazı ve kadının kendi bedenine sahip çıkışını, Don Kişot’un şövalyeliğinden feodalizmin sonunun geldiğini öğreniriz. Ve bu üç anlatı da, yeni tip birey ile karşılaşma zamanına hazır olmamızı ister. Tanıklıkların, umutların ve hayal gücünün güçlü etkisi gözlemlenir kurgularında.
Giriş-Gelişme-Sonuç gibi sıralı örgüye dayalı, bildiğimiz klasik anlatı dili olduğu gibi, böyle bir örgüyü daha başından yok sayarak, rastlantılarla ilerleyen farklı yazınsal maceraların varlığı da hatırlanmalı. Örneğin, Calvino’nun “Görünmez Kentler” adlı çalışmasında, hükümdar Kubilay Han’ın merak ettiği kentlere Marco Polo seyahat ederek, oradaki izlenimlerini anlatır. Ancak bunlar gerçekte varolan kentler değildir. Yok kentleri bir mimari estetik içinde kurmacaya dönüştürerek anlatan Calvino, geleneksel anlatı dilinin çok dışına çıkmıştır. Bazen tam da böyle olur; yazılan metinde hangi imgenin gerçeğe, hangi imgenin ise kurguya ait olduğu silikleşir.
İnsan bilemediğinin karşısında kuşkusunu, korkusunu, yabanıllığını düşlerinin peşinde koşarak aşmıştır. Bu nedenle yazar da hem gerçeğin o sert, acımasız ilişkileriyle yüz yüzedir hem de buradan çıkıp özgür kalabilmek için gerçeği soyutlayarak yadsımak zorundadır. Yani bize farklı bir gerçek önermek durumundadır.
Böylelikle bir yandan kendisinden önce neler yapıldığına dair bilgileri toplayacak; sanat akımlarını ortaya çıkaran sosyo ekonomik-sosyo politik süreçleri irdeleyecek, bir yandan da yazar-birey olarak kendisi için yol ayrımlarının nerelerde saklı olduğuna ilişkin ipuçları arayacaktır.
Görülüyor ki yazan birisinin yazma nedenini tek bir şeye indirgememiz mümkün değil. Çoklu, parçalı ve bazen de kendisinin de anlam veremediği şeyler dünyasından ortaya çıkan bu istencin dışavurumu, her seferinde aklın sınırlarıyla açıklanamaz, aklın sınırlarında analiz edilemez. Yazma serüveninin akılla olan ilgisi inkâr edilemez elbette, ancak sezgi, nedensizlik, bireyde var olan kör noktaların da işin içinde olduğunu bilmekte yarar var.
Tüm karmaşanın içinde bir dil serüveni olan “Yazma Cesareti” özel bir durumdur. Bu duruma tahammülünü sağlayansa, bireyin kendini yazınsal olarak gerçekleştirme ve anlamlandırma çabasıdır. Uzun soluklu bir yolculuk olacağını hemen kestirebileceğimiz bu çabanın karşılığı, ancak iyi bir ürünün ortaya çıkmasıyla mümkündür. İyi ürünse daha ilk adımda “Yaratma Cesareti”nin doğal sonucudur.
İşte tam da bu nedenle yazmanın “kendine özgü” halleri, her yazar adayını “kendince” kılar. Biz beğensek de beğenmesek de, bize uygun olsa da olmasa da o bir yazandır.
“Yazan kişi!”
Doğru duydunuz, yazar değil de “Yazan kişi!” Bile isteye söylüyorum bunu. Çünkü “yazan kişiden”, “yazar kişiye” vurgusu, içerisinde kimi sorgulamaları taşıyan, tartışma alanlarına açılan, belki de bazı ayırt edici taleplerde bulunan bir söylem.
Yazan kişi öncelikle ısrar etmeyi bilmelidir. Sonra da onlarca içeriğin ve onlarca biçimin olduğunu, kendisinden önce neredeyse denenmemiş bir alanın kalmadığını bilerek ve bunu kabullenerek başlamalıdır işe.
Yazan kişinin cesaretini terbiye edecek tek şey de yine kendinden önce denenmiş ve gerçekleştirilmiş olanlardır. Tersi bir durum yaratma cesareti değil, olsa olsa cahil cesareti olacaktır. Eğer ısrarlarını iyi bir okur olarak kalemiyle buluşturursa, o zaman doğrudan deneyimlemekten de çekinmeyecektir. Deneyimleme de kişiseldir; “bence” deme halinin zaman içerisinde oluşturacağı özgüven, deneysel çalışmaların da önünü açacaktır. Böylece tek bir yerde sıkışıp kalmak gibi bir sorunun aşılmasına katkıda bulunacaktır.
Deneysellik yazan kişi için önce dilde başlayan, sonrasında yine dilde süren bir çabadır. Çünkü edebiyat-sanat disiplinlerinin tümü “dünyaya dilin içinden bakmayı” gerekli kılıyor. Daha ilk adımda bu dilin niteliği konusunda kararlı olmalı yazar adayı. Louıs Althusser, “Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş” adlı kitabında dil sorunun can yakıcı özelliklerine vurgu yapar. “Dil ve hukuk olmadan, üretim ilişkileri ve ideolojik ilişkiler olmadan, dünyada hiçbir şey insan için somut değildir. Zira onu ne adlandırabilir, ne atfedebilir, ne üretebilir, ne de ona niyetlerimi bildirebilirim…”
Dil de insan yaşamının diğer alanları gibi politize olmaya-edilmeye açık bir organizmadır. Dil üzerinden, kendinde olanı paylaşmaya yönelen yazar adayını bekleyen en büyük tehlike de politik olan metinlerle, estetik metinleri ayıracak kriterlerin çok da belirgin olmayışıdır. Politik bakımdan yararlı bir metinle, estetik bakımdan yararlı bir metnin yolculuğu farklı değerler üretmektedir. Politik metinlerde ideolojik-politik tarafgirlik, öğreticilik, mutlaklık, pozitiflik ve kesinlemeler varken, estetik bakımdan kurulan metinde çoğu zaman doğrudan tarafgirlik ve öğreticilik yoktur. Politik metinlerin içeriğini kuran ve yönlendiren dil bir tür iktidar adayı iken, estetik bakımdan kurulan dil daha başından iktidar karşıtıdır. Bu nedenle de kesinlemelerden, itiaat ve buyruklardan, sınırlandırılmış, şekillendirilmiş dünyanın kurallarından uzak durur. Gazete manşetleri, köşe yazıları, siyasi yorum metinleri, hukuk yazıları vs. politik dil üzerinden ilerlerken, şiir, roman, öykü gibi metinler estetik dil ile kurulur.
Gerçeğin içine doğan estetik dil, yine gerçeğin olanaklarını dönüştürerek kurmacaya yönelir. Bu yönelişin kendisi gerçeği yansıtmaya değil, onu parçalayarak, değiştirip dönüştürerek yeni bir söylemle yeni bir algılama alanı yaratmaya dönüktür. Gerçeğin içinden geçerken, onun değerlerinden kopmadan ilerler kurgu, ancak ona yeni içerik ve biçimler ekler; sadece akıl alanından değil aynı zamanda sezgi alanından da şeyler katar. Böylelikle aklın sınırlarını sezginin çağrışımlarıyla birlikte örgüler ve dönüştürdüğü gerçek, artık yeni bir gerçekliğe -belki de büyülü gerçekliğe- kapı aralar. Georges Bataılle’nin’nin “Gözün Hikayesi” adlı kitabında bu konuya değinirken şunları söylüyor: “Romancının imgelemi ‘olası’dır, roman her açıdan irdelendiğinde gerçekleşebilecek bir şeydir. Kendine güveni eksik bir imgelem türüdür (en görkemli tasarımlarda bile), kendini sadece gerçekliğin koruması altında ortaya koymaya cesaret eder. Ancak şairin imgelemi ‘olası değil’dir, şiir hiçbir koşulda gerçekleşmeyecek bir şeydir -bunun istisnası sadece kendisinin sergileyebileceği biricik göstergeyle, fantazinin gölgeli ya da ateşli gerçekliğidir. Roman gerçek öğelerin rastlantısal karışımlarıyla ilerler...”
Her yazanın yazma nedenselliği kendinde anlamını bulur. Kimileri yazmayı bir amaç olarak merkeze alırken kimileri de yazmayı bir oyun alanı olarak görebilir. Bir başkası için salt bir rahatlama, ruhsal boşalım aracıdır da kimisi için ülküsel bir durumdur.
Umberto Eco ise “Nasıl Yazıyorsunuz” sorusuna: “Soldan sağa” diyerek ironik bir cevap verir.
İşte bu çoklu nedensellik yazmayı tek bir bilgi ve kurala indirgemeyi engeller ve yazmayı bireyselleştirir. Aynı zamanda da yazan kişi yazdığı dilin tüm olanaklarını bilmelidir. Bir dil öğrenmeden ve sonrasında da bir dil kurulmadan estetik yapı gerçekleşemez. Hatta içine doğduğu dili dönüştürme çabası da dönüştürmek istediği dilin olanaklarıyla gerçekleşeceği için, her yazar bir dil macerasıdır. Bu nedenle de arayan ve sıklıkla da aradığını bulamayandır yazan kişi. Aranışlardaki yenilgilerde, umutsuzluklarda, vazgeçişlerde hatırlanması gereken tek şey vardır; yazar, hiçbir koşulda yazmaktan vazgeçmeyen kişidir.
*
Comments