top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Yazar Ne Yazar



Şenol YAZICI

*


"...

Edebiyat Ağalarına, Anamalcı Düzene ve Yayın Tekellerine Karşı

Kimsesiz Yazar Ne Yazar?


Yaşar Kemal der ya; o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler; güzel bir devrin sona erdiğini anlatır bu söz. Yazarların da her yazdıklarının kitap olduğu o altın devir bitti.

...

Yasaların bakışı belli: En son bandrolle olmayan kazançtan vergi alacak ve ekonomiyi düzlüğe eriştirecek bir şair, yazar başbakanımız, umudumuz ECEVİT çıktı, göndere tüy dikti. Bu ucube yasayı da konu eden bir tanrı kulu da 20 küsür yıldır çıkmadı.


Hiç rüya görmeyin bizde medya, iletişim ortamı, burjuvazinin tekelindedir, onun da kimi kolladığı "fıtratından" bellidir. Ona o imkanları sağlayan, ucuz krediyi bulan kimse onun emrinde olması doğal değil mi?

İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Onurlandırılmayacağımız kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşullarını bulmalı ya da oldurmalıyız.


Bunlardan biri, dahası ilki, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir. Bir de "KORSAN KİTAP YAZMAK"

…"





Marx’ın, Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında yazdığı, Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için, deyişi isabetsiz bir varsayım mıydı? Anamalcı düzenin simgesi, hesap özeti, işletim, ayakbastı parası, ,... dahil düzenin garip meşruiyetini arkasına alıp en haramice yöntemlerle bizi tırtıklayan bir banka, okunmuyor, satılmıyor dediği kitapta ne arıyor olabilir dersiniz?


Bu değinme, üstüne bir kütüphane dolusu kitap yazılabilecek konumuzu anlatmaya yetebilir aslında: Günümüzün tek tanrısı vardır, o da PARA...


Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları, serbest rekabeti ve fırsat eşitliğini yok etmesi nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor. Ne var ki olmadığı ülke, yer almadığı bir alan yok.

Kapitalist düzenin bir üretimi, belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması olan tekel, hemen her alanda; ekonomi, siyaset, kültür, ahlâk da içinde… Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, salt para, kazanç ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme…





İLK TEKEL ALGISI


Onu ilk algıladığımda üniversitedeydim. Devletimizin ekonomik tekelinin ürettiği dünyanın en kötü sigaralarını içmeye yeni başlamıştık. Kaçak sigaralar akıldışı fiyatlar, büyük cezalarla vaat edilmiş ülke gibi dururdu. Ayaklarını denetleyemediğimiz bir merdivene çıkmış, gökyüzüne bir avize takmaya çalışıyorduk. Gençtik, ama hiç çiçek açmayan baharlar gibiydik, öyle hüzün yüklüydük. Ezberlenmiş bir hüzündü bu. Başkaldırımız intihar yürüyüşüydü... Umutsuz şiirler, yazılar yazıyorduk. O yükseklikte, karşımızda bir ayna, ne kadar doğru dediğimizi ölçemeden, konuşuyor, ezberimizi seslendiriyorduk. Siyasî tekel bizi esir almıştı. Sistemi arkalayan karşı tekelse avantajını iyi kullanıyor, bizi tek tek, sözcüğün tam anlamıyla katlediyordu.


Son dünya savaşı sonrasında geçerli siyasî düzen, düşünce ve biçimlerin kaynağı, çerçevesi olan demokrasiyi gelişen büyük teknoloji evrenin her yerine çiçektozları gibi dağıttı. Bu her ne kadar insanlığın yararına, mutlak yönetimlerin sonunu hızlandırmışsa da, demokrasiyi güçsüzlük gören özellikle azgelişmiş ülkelerde bazı kuruluşlar, kendi politik çizgisinin egemenliği için yollar arayacak, bu da siyasette tekelleşmeyi getirecektir.





EN TEHLİKELİSİ

Siyasette tekelleşme, işlerliği oldukça anlamlı olan kurumları geri çekilmeye zorlayarak toplumun nefes alma özgürlüğünü yok edebilir. Kimi ülkelerde bu tarz tekelleşmenin, iktidarı da yanına alıp, kitleleri sürülere çevirdiği, demokrasiyi tıkadığı, yeni tiranlar, dukalar yarattığı, seçim mekanizmasını da işlevsizleştirdiği çok görülen örneklerden.


Günümüzde yaygınlaşan salt demokrasi olmadı. Kapitalizm dünyayı örümcek ağı gibi sararken, doymayan bir ihtirasla yeni pazarlar, satılabilecek yeni ürünler peşinde… Artık büyük ülkelerin gelişmiş kentlerinde, fabrikalarında ve işçinin alın terinde çıkarlarını aramakla yetinmiyor. Onu para kazanmak uğruna kutupları kirletirken, uzayda ozan tabakasını delerken, dünyayı zehirlerken görebileceğimiz gibi, kavramları, hatta hiç akla gelmeyen somut olmayanları da metalaştırarak satarken görürsünüz. Kısaca her şey artık ticaretin konusu: İnançlar, sevgiler, acılar, dostluklar gibi sanat da pazarda… Bu paranın tanrılaştırıldığı, çürümenin evrenselleştirildiği bir dönem. Edebiyat bunların içinde belki de en anlamlısı. Çünkü edebiyatın inandırma, inanç, ahlâk, toplum oluşturma özelliği var. Yazarların bu yeni düzende kabullendikleri rol asıl sarsıcı olan. Hangi tekel daha çok kazanır da beni de yanına alır, aklıyla insanlığa ihanet ediyoruz, farkında değiliz.





ÇÜRÜME

Çevremize bakınsak, çürümenin her türlüsünü aramadan görebiliriz. Kirli söylentilerle gölgelenmeyen çok az edebiyat yarışması var. Üç beş kuruş için uyduruk kalemleri Nobellik, ama hakkı yenmiş yazar gösteren ne çok dergi, gazete… Yeter ki parayı versin, herkes başımızın tacı; bakıyorsun çağdaşlık öğreten bir yayın organında çağın düşmanı kim varsa en gösterişli haliyle boy gösteriyor. Para için, ün için, iktidar için utanma duygumuzu yitirdik. Çok saygın isimlerce göklere çıkarılan, yüz binler satan kitaplar, altı ay sonra kimsenin anımsamadığı oluyor. Bilmem ne belediyesinin, bilmem hangi üniversitenin kıt kaynaklarından umulmadık harcamalarla yapılan adı göklere çıkarılan, içi tamtakır etkinlikler, festivaller düzenleniyor. Açlıktan nefesi kokan, ömründe kitap görmemiş, gereksinme listesinde en son sanatın yer aldığı izleyicilere bakıyorsun… Davetli sanatçılara sonra… Al gülüm ver gülüm, her yerde aynı isimleri görüyorsun. Bilmem ne kolonisi gibi çalışan, yontulmamış bir iktidar hevesiyle kazaen kurulmuş A derneği, B takımı… Ya da siyaset tekelinin bir uzantısı, bir eski zamanın olmaya özenmiş, özenmekle kalmış şair eskisi. Sanatta ne yapmış bu, diye bak, bir şey bulamazsın. Yozluğun dayanışmalı tekeli…


KİMSESİZLİK ve MUHALİFLİK

Basın – iletişim araçları, yani dünyadan haber alma özgürlüğü, insana uymayanı ortaya koyandır. Bu da muhalifliği getirir. Ne var ki bizde iletişim ortamı, ya burjuvazinin tekelindedir ya ilkel siyasetin emrinde, en çok da egemen iktidarın... İnsana saygılı bir basına gereksinmemiz önceliğimiz olmalı. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklememiz gerekmekte. Bizi salt sömürülecek birer pazar ya da beyni yıkanmaya aday saf gören basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız ne kadar olur ki? Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşulları bulmalıyız.

Bunlardan biri de, belki de salt ülkemize özgü imece dergiler arkasız yazarın çıkış kapısı olabilir…mi?


Evet olabilir, yol uzar, ama olur. Ticarî tekelleşmeden kabul görmeyen yazarın vazgeçilmezi olan imece dergilere önem vermeliyiz. Ekonomik bir hesabı olmayan, imece yaşayan bu dergilerde de toplumsal hastalıkların bir bölümünü görmek doğal. Doğalarından kaynaklı engeller, en büyük benim duruşu, biz olmazsak dünya dönmez, edebiyatı biz kurtardık tavrı hepsinde var. Profesyonel olmayışın argınlığını, imece yapılanmanın ekonomik açmazlarını, kurumlanamayışın çok başlılığını, arka aramanın kuralsızlığını taşısalar da işini en etik yapan özgün girişimler onlar gene de. Varlıkları bir şans. Onlarda tekelleşme yok mu, var tabi, hem de en keskini. Olması gereken de bu. Çünkü her dergi bir anlayış, kendine özgü bir gelenek oluşturma gayretidir. Bunlar yoksa neden çıksın ticarî hesabı olmayan, ama dünya emek, sıkıntı isteyen bir dergi? İşte onun tekel olma tavrını hoş gösteren de bu. Tekel bir çıkar savaşıdır, yani para kazanma mücadelesi… Sözünü ettiğimiz dergilerin parasal bir şansları yok zaten… Yalnız yazarın sığınabileceği bize özgü bir liman gibi duruyorlar hala. Başka türlü yazar okura nasıl ulaşacak, başardığıyla nasıl yüzleşecek? Tabi bir gazetenin eki bilmem ne kitaba bir sayfa ilân için birkaç kitap basım parası verecek gücünüz varsa sorun değil, ona yaslanın. Ki bu sadece reklâmdır, gereklidir, ama yazarın ilklerinden olan yazısıyla kabul görmek değildir.





TEKELLEŞME AZINLIĞI EZEN KURALSIZ BİR DÜNYADIR

Bir çıkar birlikteliği, ötekilere yaşama hakı tanımayan bir iktidar savaşı olan, kimi zaman toplumun güçlerini kullanarak kendini meşrulaştıran tekelleşme, öteki rol sahiplerini de zorlayacaktır günü gelince. Bu yolda en acımasız yöntemlerin, en etik dışı söylemlerin kullanıldığı, büyük bir kuralsızlığın egemen olduğu olur. Kimi zaman giderilmesi olanaksız yaralar açarak yerleşmeye çalışan tekelleşme, toplumsal kurumları dönüşümsüz bir biçimde yok ederken şiddeti egemen kılabilir. Bu da demokrasiyi kemirir.

Ülkemizi 12 Eylül müdahalesine taşıyan süreci bu yönlü keskin bir örnek olarak anımsayabiliriz.


Tekelleşme insanlığın yararına çalışan bir peygamberlik değil elbette. Ne var ki günümüz tekelleri, serbest rekabeti yok edip çok para kazanmak amacın da olsa da, çıkarcı yapısını insanlık yararına bir dinmiş gibi sunmayı, insanı kul yapmayı iyi biliyor. Bozuk sosyalizasyonun ürettiği yalnız insana oynuyor. Birlikte daha güçlü olunacağını iddia ediyor, aitlik vaat ediyorlar. İnsan doğasının güç ve iktidar düşkünlüğü, yalnız bireyin korunmasızlığı ve güçsüzlüğü çoğu kez aidiyetleri yaratandır. Oysa tekelleşme birliktelik değildir, egemen bir güç ve ona hizmet edenler vardır sadece. Sizi birey olarak hiç hesaba katmayan bir egemenliktir bu.


Bu yapısıyla güçlendiği toplumlarda, etik değerleri hızlı bir değişime uğratan günümüz tekelleşmesi, ekonomi, siyaset medya üçlemesinde başladığında değerleri hızla eritirken, düşünceye, sanata, yazına sıçrayınca artık poetika, erdem birilerinin istediği, dayattığına dönüşüyor ve gerçek çürüme başlıyor. Yaygın iletişim ortamında ağır reklâm bombardımanına uğrayan bilinçsiz birey, karşı koyma yeteneğini yitirip piyona dönüyor. Teflon tava kullanmayan uygar değildir, bu partiye destek vermeyen, şu gazeteden başkasını okuyan vatan hainidir, mercimek yemeyen gelişemez, keçeye kılıç çalmayan, bizim gibi inanmayan kâfirdir… söylemleri yabancımız değil, örnekleri çoğaltabilirsiniz.


Bir aşamadan sonra onun dediği yazıyı okur, onun önerdiği kitabı satın alır, ideallerini savunur olursunuz. Altyapısız, hele umarsız insan hızla değişir. Dünün toplumcusu, bugünün post modernisti kesilir, dünün solcusu, bugünün sağcısı, bugünün solcusu, yarının sermaye bekçisi olur erinçle. Kurgusunu, kitabını birilerinin özenle, cilâlayarak hazırladığı ve sizin de ezberlediğiniz yeni bir dininiz vardır. Ne kadar ümmet olduğunuz kimsenin umurunda olmasa da cüzdanınızı onların emrine vermeniz çok anlamlıdır. Bu yeni tip aitlikte görünmeyen eşkıyalarca soyulurken kendinizi mutlu bile hissedebilirsiniz.


ÇIKIŞ BİREYDE

Oysa nasıl ki küçük işletmeler, serbest piyasa ekonomisi, tekelleşmenin acımasızlığına engelse, anlayış ve ideoloji tekelini kıracak olan da kul olmayı yadsıyacak bireydir.


Çağımızın insanlığa en büyük armağanının, bireyin ordusu, surları, kaleleri, topları tüfekleri olmadan ya da İnce Mehmet tipi bir aykırılığa düşmeden kendini ifade edebilme yeteneği kazanmasıdır, diye düşünüyorum. Kuşkusuz bozuk kentleşme ve ahlâk erozyonu sonucu yalnızlaşan insanımızın kederi savunulamaz. Bireyin özgür ve özgün düşüncelerinin tektipleşmeye, sürüdeki herkes olmaya, o sonsuz huzura, kireçlenmiş ruha bir tavır olacağına inanırım. Direnen, güç ve çıkar birliğinin omurgasını kıracak olan bilinçli bireydir. Bireysel anlayışın üstünleşmesi demokrasinin en büyük ütopyası olmalı. Çünkü renkler ve ülküler bireyden çıkar, kitlelerden değil. Bu idealist düşünceler yaygınlaşıp, paylaşıldıkça, paydalarında buluşuldukça evrensel güzelliğe yaklaşılır.

Son başarı için kitlelere, aydınlık düşünceler içinse bireye gereksinme vardır. İsa vardı diye Hıristiyanlık, Muhammet vardı diye Müslümanlık vardır. Sokrat vardı diye felsefe, Spartaküs vardı diye başkaldırı vazgeçilmezidir insanın. K.Marx vardı diye emekçi sınıfın hakları fark edilmiştir. Atatürk vardı diye, çağdaş Türkiye oluşmuş, azgelişmiş ülkelerin, gelişmişlerin oyuncağı olması kaçınılmaz kader olmaktan çıkmıştır. Toplumsal mücadeleyi ne kadar savunursak savunalım, aydınlanmada bireyin önemi görmezlikten gelinemez.


Yazarın ise belki ilk adımı, belki vazgeçilmezidir kendi olmak, her şeye ve herkese karşı farklı düşüncelerini savunmak… O düşüncelerdir, egemen güce ilk tavır. Donkişot benzeri bir başkaldırı gibi gözükse de gerçekte daha büyük bir ideali yaratma gayretinin, yani bulamadığının yerine, daha evrensel olacağını savladığı bir din üretme gayretinin ilk adımıdır da… Yazar bu çıkışla ayağa kalkarken azgın insan nehrinde ötekilere, en çok da mazlumlara tutunulabilecek bir dal olma savındadır.


YAZARIN GERÇEKLERİ

Bir kuralsızlık içinde gidiyormuşuz gibi dursa da, yazın dünyasının bir ekonomisi var. Başka türlü durmadan kurallarını ve beklentilerini yükselten dağıtım firmaları, irili ufaklı yaşam savaşı veren yayıncılar, karşılarında giderek devleşen, tekelleşen banka yayıncılığı, şu an içinde bulunduğumuz Tüyap ve benzeri pahalı dev organizasyonlar olan kitap fuarları nasıl yaşar, nasıl bir uyumla çalışır? Kuralsızlık bizde çok rastlansa da, ekonomi kuralsızlığı hiç af etmez. Az düşünsek para için yapılmayan / yapılamayacak sanatın, sanatı üretmeyenlerin ekmek kapısı olduğunu görmek zor değil… Kimisinin ise bol kazançlı işi…


Kültürün politikası ise bir kültürsüzlük terörü… Basın tekelleri, kimi devlet desteği ile yayıncılığa, hatta satıcılığa, dağıtımcılığa… kısaca her alana el attılar. Elerinde bulunan iletişim araçları yoluyla, reklâm gücüyle dayattıkları kitaplar peynir ekmek gibi satılıyor. Ötekilerin hiç şansı yok. Yaşar Kemal çağını tamamlamış bir anlatıcı onlara göre, post modernist kim varsa o çağdaş roman yazarı… Yerli donanım yetmeyince uluslararası yayın tekellerinin bayatlamış kitaplarına sarılıyorlar dört el. Kısa sürede liste başı oluyor bastıkları… Bütün kitapçılarda birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Kaçı okunup bitiriliyor, kaçı adını hak ediyor o ayrı… Her taraf kitabı yayınlanmış köşe yazarlarıyla, öte yandan da ün kazanmış bütün yazarlara köşe açan gazetelerle dolu. Onlarda, doğal olarak nerden gelirlerse gelsinler, sermayenin, oku dediğini yinelemekten öte bir şey yapmıyorlar. Başlarına şıh sarığı geçirilmiş ama marifeti meçhul insanlar çoğu. Marangoz, ama adı var ya, kuyumcuya da ayar öğretiyor. Bir örnek, oynadığı role göre hayli yorgun bir başka değerimiz, bir gazetenin kitap ekinde dergici ül azam, dergiciler piri… O demişse, kapanmış dergiler, çıkma söylentisi olanlar bile azizleşiyor. Bir sağ dergilerde, bir sol dergilerde artık kimsenin paylaşmadığı yazısına yer buldukça hümanizmanın doktoru kesiliyor. Bugün keşfettiğin bu hümanizma dün nerdeydi, diye kimse sormuyor. Belki de gereksiz. Asıl onlara o rolü verenlere sormalı. Niçin? Ellerine geçirdikleri köşelerde günüyle, ülkesinin nabzıyla hiçbir yanıyla örtüşmeyen yazılar yazıyorlar. Hiç yinelemedikleri, elli yıl önceden kalmış artık sislenmiş, yıpranmış dağarcıklarından ne geçerse ellerine, onu iktidarın büyük sarhoşluğunda güncel sosla kolajlayıp yazıyorlar. Taht verip taht alıyorlar. Kim bu ulu büyüklerimiz? Ne olmuş edebiyata katkıları, diye kimse sormuyor? Nazım Hikmet mi, Orhan Kemal mi, Kemal Tahir ‘mi, Sait Faik mi bu dostlar, hakkı yenmiş, şimdi itibar iadesi yapılıyor? Yaratıcı sanatta büyük değerlerimiz Yaşar Kemal ya da Nobelli yazarımız Orhan Pamuk bilirkişi olsa neyse. Ki onlarda gündelik siyasette bilirkişiliği yeğliyor, ayrı. Ah marangoz, diyesi geliyor insanın, Attila İlhan dışında hep hata mı yaparsın, diyesi…


Gerçekte belki de işimizin güzel yanlarını görmüyoruz. Benzer koşullarda yazarın, öteki sanatçılardan daha şanslı olduğu kesin. Satmasa da yazmasını engelleyecek bir güç yok. Beklenti para değildi ki zaten, daha çok okunmaktı, o olsa bari. Kitabı gereğince yapacak, tanıtacak, sonra satacak becerikli bir yayıncı bulabilse… Bulsa tekelmiş mekelmiş diye hiç bakmayacak da… nerde? Artık tekeller, yazdığına değil, 60’ların Almanya’sı gibi, dişine bakıyor, gözüne bakıyor… ünlü değilsen, kim okur seni diyerek, kitabını basmıyor, dağıtmıyor. Bırak kitabı, az çok okuru olan dergiyi de dağıtmıyor, üste para istiyor.


Ünlü olup da satmayan kim var ki? Şarkıcı, politikacı, işadamı, mafya ya da derin devlet eskisi… Kim ne bulursa onu yazıyor ve satıyor da… Edebiyat mı? O, Edebiyattan kovulalı çok oldu, bize yeni yeni yansıyor. Bizim tekellerimiz de bize benziyor, kendimiz üretemeyiz, kopya ederiz, o da Batı’dan olacaktır tabi. Kapitalist edebiyatın başka umarı mı var sanki? Ne gerek var onca betimlemeye, tahlile, edebi karakterlere ve tutarlılıklar derdine… Ne gelirse aklına yaz işte. Yeter ki adın olsun, yeter ki reklâmın yapılsın, bak bakalım satar mı satmaz mı?


Yazarın yazmak dışında ne olur derdi, okura ulaşmak değil mi? Değilmiş. Geçenlerde birçok ünlü yazarın konuk olduğu, niçin kitap okumuyoruz konusunun irdelendiği bir program izledim. Söz korsan kitaba geldi. Bir yoluyla tekelleşme yolundaki yayınevlerine kapağı atmış arkadaşlar, konuyu bırakıp korsanı tartıştılar uzun zaman. Kimse kitap fiyatlarındaki anormalliklerden, bir liraya mal olan kitabın on katına satıldığından, asgarî ücretle ortalama otuz kırk kitap alınabildiğinden, yayın, tanıtım, dağıtımın tekellerin elinde olmasından, küçük yayınevlerine ve sıra yazara yer kalmayışından, korsanın bile onlara yüz vermediğinden söz etmedi. Yazar bile sahibinin sesi olmuş.





EDEBİYATIN BRÜTÜSÜ ECEVİT

Bu işten para kazananlara, kültüre katkın var diye vergi iadesi veren devlet, yazarın bin bir güçlükle yaptığı kitabına, sözde onu korumak adına, denetim pulu için para istiyor. Sevgili şair Ecevit’imizin giderayak iyiliği bu. Önce her yazar boynunda yazarkasayla dolaşsın diye düşündüler, baktılar olmayacak, bandrol bulundu; dolaylı vergi… Olmayan kitap korsan kabul ediliyor. Kuşkusuz korsan kitap etik dışı, kuşkusuz hırsızlık, bizzat yayınevi tarafından el altından satılanları saymazsak tabi… Hepsi değil ama bir bölümünün bunu yaptığı kesin. Bu ülkede değme matbaa tasarlanmış kitabı kusursuz dizemiyor, ali okulu mezunu arka mahalle korsanları 500 sayfalık özel cilt kitabı birebir taklit edecek, inanması zor. Sen kitapçıya 300 liraya sat, diye 200 Liraya ver kitabı, öte yandan elim darda, diyerek sahafa, toptan alana 3- 5 liraya… İnternetten 150 liraya sat. Kelepir kitapçı dükkânları ne çabuk unutuldu? Ne oluyorsa esnaf erdeminden söz eden kitapçıya oluyor. Bu da başka bir hırsızlık tekeli.


BANA NE OLUYOR?

Hırsızlık da bana ne oluyor? Bu ülkenin kolluk güçleri yok mu? Kitap dediğin esrar gibi zuladan mı satılır, sanki? Hem paramı, kullansın diye yatırdığım bankanın, işletim adıyla benden kestiği yasadışı parayla yaptığı ve sattığı kitapların korsanlığı o bankayla yetkilileri bir de korsanları ilgilendirir, beni değil. Kara para aklama sürecinin bir parçası gibi de duran korsan kitapla mücadelede önceliği yetkililere bırakmak doğru bir adım olabilir örneğin. Bize bunu dert ettiren de düşünce tekeli... Onlar gibi düşünür oluyorsunuz. Beynimiz günün akşamına kadar iletişim araçlarınca yıkanıyor ya artık ezbere konuşuyoruz. Bu yayın tröstlerinin karşısında Guliver’in Devler Ülkesinde’ki haline dönmüşken daha çok yazdığımıza, kendi sorunlarımıza bakmamız gerekmez mi? Benim yazar olarak, ülkemdeki bütün sorunlardan haberdar olmam gerekli elbet. Ne var ki önceliğim kendi alanımda olmalı. Kendi işimi bilmiyor, iyi yapamıyorsam, dünyayı bilsem ne olacak?


CEPHEDE DURUM NE?

Yazar, satmanın yükselişin başlangıcı olduğunun farkında. O zaman herkesin işaret ettiğine bakıyor. Ne demiş Batılı? Edebiyatta her şey yazılabilir. Bizim iç kırıcı bulduğumuz ya edep dediğimiz bu söz, hele sansür gözüyle düşünürsen bir düş gibi gözükse de, içerdiği anlam yönünden ürkütücü… Edebiyat o kadar kolay değil diyorsunuz değil mi şimdi? Kolay aslında, aybaşı sancılarını, üç beş iç gezinmesini, iki de ağza alınmayacak aşk maceranı yazdın mı, bir de tekelleşme elinden tutarsa Nobel bile alırsın. O da yetmezse mezhebine, hapishane anılarına, siyasetine yaslanır, bir başka tekelleşme üretir, yükselirsin. Düşünce yazısı mı diyorsun, ondan kolayı mı var? İki samimiyetsiz, burada ne işi var şimdi, dedirten yoksul sömüren cümle, birkaç 12 Eylül öncesi söylem, bir yazarla tanışıklığını, omzuna dokunmasını, seni sevmesini / sevmemesini, bir başka egemen anlayışın neresinde yer aldığını anlatır, biraz dedikodu, biraz siyaset yapar… bir eşsiz edebi yazı çıkarırsın ortaya. Doğrudur, edebiyatta her şey yazılabilir, sadece kullanılan biçim ve dil her şey olamaz. Bu dil, bu biçim, bu anlayışla bırakın batının işaretine bakan tekellerin gözüne girmeyi, ülkemiz çocuk edebiyatında örneklerini çok gördüğümüz taklit Harry Potterler bile yazamazsınız. Uzun cümle bile kuramayan bir edebiyat; kişisel anılarını, bunalımlarını, cinsel sorunlarını, aşktaki beceriksizliğini… tek malzeme gören, liseli öğrencinin günlüğü gibi aktaran bir edebiyat bu kadar olur. Edebiyat olmaz, ama tekel, ben satarım diyorsa, satar. Siz de büyük yazar olursunuz.


En iyi kendi yaşadığımızı bilmez miyiz? Karl Marx, insan doğanın talihsiz çocuğu, der ya, çok talihli bir insan olmadığımı düşünürüm. Gözümü açtığım 60 İhtilâli, kan gövdeyi götüren, siyasî tekelleşmenin kendini şiddeti de kullanarak kabul ettirmeye çalıştığı savaş alanında piyon olduğumuz 60 – 80 yılları, 12 Eylül açık faşizmi, sivili, askeri yığınla darbesi, hiç nefes aldırmayan ekonomik sorunları, bitmeyen iç çatışmaları, nerede duracağı bir türlü belirlenemeyen, yerini bulamayan kadını erkeği, genci, çocuğuyla talihsiz bir ülke olduğumuzu da…

Tekeli ilk algılamamdan bu güne onca yıl geçti. Şimdi ne değişti? O kötü sigaraların üreticisi tekel, iyileştirilecek yerde, yabancı tekellerin çıkarına yok edildi. Siyasî tekelleşmeler iki kutuptan bin kutba çıktı. Ben, gene ayakları yere tam basmayan bir merdivenin üstünde gökyüzüne avize takmaya uğraşıyorum. Gene aynalara konuşuyorum, gene ne kadar doğru dediğimi ölçemiyorum. Uğruna savaştığımı sandığım halkım, gene bana çok uzak ve gene bir dağ gibi sessiz, gözlerine gözlerine bakıyorum, boşuna, bana gene yanlış yapıyorsun der gibi mi ne?… Ne var ki bir fark var gene de: Şimdi sesimde hüzün yok, kimsenin sesi değilim. Aldırmıyorum, çünkü bu kez bir tekelin ezberini yinelemiyor, ülkemin algıladığım gerçeğinden kendi sesimi bulmaya çalışıyorum. Ötekiler kimin umurunda, ben inandığımı söylüyorum. Yanlışsa sözüm, zamanın çöplüğünde erir gider. Ama ya doğruyu söylüyorsam?..


Bu ülkede edebiyatçının, yazıncının konu sıkıntısı çekmeyeceği ortada olması bir yana, onuru olan edebiyatçımızın tarihsel bir sorumluluğu da var. Onun bütün çıkarların ve beklentilerin üstünde özgürce yükselen sesi ümit edilen geleceği kuracak objektif, doğru, tarafsız tek sestir diye inanıyorum.


HERŞEYİ YAZABİLEN BİR EDEBİYAT

Her şeyin yazılabilmesi bu açıdan çok önemli bir özgürlük ve ilk adımdır. Ne var ki edebiyatın içini boşaltmak, edebiyattan edebiyatı kovmak değil. Bu bakış açısında halkıyla, insanıyla ilişkilendirilmiş yazın eseri değerlidir, satmasa da, okunmasa da… Görülmüştür ki moda bakış açılarının ya da tekellerin ürettiği çok kitap, kısa sürede tarihin çöplüğünde yer alıyor; ancak nitelikli olan yarını kucaklar. Nietzsche Ağladığında en çok satan kitaplarından oldu, şimdi nerde? Tekelleşmenin satma gücünü kanıtlıyor bir tek. O zaman kendi çapında yayıncı belki az, ama iyiyi yapmaya gayret ederken, okura büyük iş düşüyor. Nasıl ki demokrasinin umulanı vermesi için bilinçli seçmen istiyor, iyi edebiyat da seçmeyi bilen okur bekliyor. Kolaya reklâma bakmayan iyi kitabı arayan, bir kitabı en ucuz nasıl alacağını yasal zeminde bilen tüketici bilinçli okur gerekli bize. Kuşkusuz okura yol gösteren iyi eleştirmen ve dergiler de önceliklerimiz arasında... O zaman eleştirmenlerin de kitap eleştirisi adıyla eş dost kitabını övmeyi ya da moda bakış açılarını gözlük olarak kullanmayı bırakıp, editörün işi olan nokta virgülle uğraşmayı öteye geçip yapısalcı değerlendirmelere başlamalarını bekliyoruz. Dergilerin de popüler olana aşkla hizmetin yerine nitelikli yazan, ama arkasızlıktan sesini duyuramayana açılması beklenen kuşkusuz…


ÇÖZÜM: KORSAN KİTAP YAZMAK

Ne kadar yazsak da, konuşsak da, yazar kendi sesi olsa da her şeye karşın bir soru ortada kalacak biliyorum. Basım, Dağıtım ve Okura ulaşım nasıl olacak?.. Çünkü bu yön parayla gerçekleşebilecek bir süreç ve para, akıl gibi, yaratıcı güç gibi, hatta kimi coğrafyalara denk gelen elmas gibi masalsı bir biçimde arada bir yoksullara denk gelmiyor. Bir çıkış kapısı bulamıyorum. Çünkü vahşî kapitalizme görgüm, bilgim yetmiyor. Gene de bir yol aklıma gelmiyor değil, dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak, direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi duruyor, o da: Korsan Kitap Yazmak...

37 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page