top of page
Yazarın fotoğrafıNurten B. AKSOY

Yalın mı Yalnız mı

Güncelleme tarihi: 24 Nis

Nurten B. AKSOY

*


"Çocuktum, ufacıktım / Top oynadım, acıktım. Buldum yerde bir erik / Kaptı bir Ala Geyik. Kaçtı hemen ormana / Bindim bir akdoğana. Doğan, yolu şaşırdı / Kafdağı'ndan aşırdı."


Ufacık çocuklardık, sokaklarda top oynardık ve hep Kafdağı'ının ardındaki hayal ülkeyi düşlerdik... İlkokula başladığımızda okumayı söküp yazmayı da öğrendikten sonra Türkçe derslerinde anlatılan ilk konulardan biri, galiba isimler ve onun düştüğü hallerdi. (!)


Hani "ismin beş hali vardır" diye anlatırdı öğretmenlerimiz; yalın hali, -i, -e, -de ve -den hali diye... Hepimiz bu bilgiyi ezberlemiştik hafız gibi o yıllarda; ama anlamış mıydık acaba, bundan pek emin değilim. Sonra ortaokul yıllarımız başladı. Cümlenin ögelerini; özneyi, nesneyi ezberledik Türkçe derslerinde, en çok da "gizli özneyi" öğrendik... Kendimizi saklamamız, gizlememiz öğretildi hep bize çocukluğumuzda, gençliğimizde, okulda, hayatta; o yüzden “gizli özneyi” çok sevmiştik. Çünkü o yıllarda ortalarda olmak ayıptı.


Yahya Kemal Türkçe için “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyordu ama bize o süt hiç doğru dürüst emzirilmedi ki kendi dilimizin tadına varmadan başka lezzetler sundular önümüze. Daha kendi dilimizin kurallarını doğru dürüst öğrenemeden, bir de yabancı dil öğrenmeye başladık; "what is your name" dedik, kimsenin gözlerinin içine bakamadan, “hello” dedik utanarak, “thank you” dedik çekinerek

Sonra zaman geçti, büyüdük, genç olduk… Lise yıllarında edebiyat öğrendik, hem de öyle böyle değil; Yunus’tan Karacaoğlan’a, Fuzûlî’den Nedime… Ama biz en çok Orhan Veli'yi sevdik;


"...Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum..."


Edebiyat öğreniyorduk ama “dil” bilgimiz yani Türkçe ilkokulda öğrendiklerimizle sınırlı kalmıştı. Çünkü biz Türkçeyi zaten biliyorduk (!) kurala, kaideye gerek yoktu ki... Şairin dediği gibi; "Her şeyi söylemek mümkündü, duyuyorduk ama bir türlü anlatamıyorduk..."

İşte bu hal ile yazmaya başladık... Hep zayıf aldığım, ağlayarak sınavlarına girdiğim kompozisyon derslerinde yazdım, yazdım, yazdım... Daha doğrusu yazamadım ya da yazdıklarım öğretmenlerim tarafından beğenilmedi, kim bilir; ağladım, üzüldüm, nefret ettim yazmaktan…


Üniversite sınavlarına girdim vakti gelince ve bu kadar cehaletle Fen bölümü mezunu olmama karşın (!) Edebiyat Fakültesini kazandım, Türk Dili ve Edebiyatı okumaya başladım. Bir yandan


"Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedadır."

diyen Nedim'den öğrendik İstanbul'u sevmeyi, bir yandan Yahya Kemal'in şiirindeki gibi bir tepeden baktık ona...


"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer."

diyerek dolaştık yokuşlu yollarında…

Edebiyatı lise yıllarından beri zaten çok severdim, çok iyi bir okurdum ama işte o kadar. Dil dersleriyle başım hep beladaydı. O; ilkokulda ismin halleri diye öğretilenler, bu sefer de "akuzatif hali, datif hali..." diye Türkçe olmayan halleriyle çıkmıştı karşıma. Sınavlar hep korkulu birer rüyaydı benim için. Daha konuştuğum Türkçenin kurallarını tam çözememişken Uygurca, Göktürkçe öğrenmeye başlamıştım. Oysa biz Necip Fazıl'ın dediği gibi İstanbul Türkçesine aşıktık.


"Gecesi sümbül kokan, Türkçesi bülbül kokan, İstanbul, İstanbul…"


Sınavlar, notlar, boykotlar, işgaller derken her şeye rağmen başarıyla bitirdim okulumu. Öğretmen oldum. O, bize çok da iyi öğretilmeyen bilgileri bu sefer ben öğretmeye başladım. Öğrencilerimle birlikte ben de yeniden öğrendim, öğrettim... "Başarılı oldum mu acaba?" diye düşünüyorum bazen ve işte o zaman, yıllar öncesinde yetiştirdiğim pek çok öğrencimi görüyorum, gururla izliyorum onları ve çorbada tuzum olduğu için mutlu oluyorum tabii.


Ama bunca yıllık öğrencilik ve öğretmenlik yaşamımdan sonra, ben "ismin hallerini" daha yeni yeni öğreniyorum. Evet "İsmin beş hali vardır" diye öğrenmiş ve öğrencilerimize de öyle öğretmiştik; ama şimdilerde bir kez daha, yeniden öğreniyorum.


Aslında hayatta ismin daha doğrusu insanoğlunun tek hali varmış meğer: O da YALIN HALİ... Ve insanoğlu bunu ancak yaşamının son zamanlarında, çoluk çocuğu ev bark sahibi olup yuvadan uçtuğunda, sevdikleri yavaş yavaş başka âlemlere göç ettiğinde öğreniyor.


Yani kısaca yaşamın boyunca ismin her halini yaşıyorsun; bazen "SENİ" alıyorlar, bazen "SANA" geliyorlar... Kimi zaman "SENDE" kalırken, gün geliyor, bir de bakıyorsun "SENDEN" gitmişler ve anlıyorsun ki bir tek "SEN" kalmışsın; yani YALIN halinle... kendinle bir başına, kendinle baş başa...tıpkı Orhan Veli'nin dediği gibi...


Bilmezler yalnız yaşamayanlar, Nasıl korku verir sessizlik insana; İnsan nasıl konuşur kendisiyle; Nasıl koşar aynalara, Bir cana hasret, Bilmezler…

103 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page