top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

ULUDAĞ'IN YAMACINDA


"İrbam! Benim bugün derneğe gitmeye niyetim hiç yok" dedi Doğan. "Benim de yok, yok olmasına da Hasan Gazi:

Seminer çalışmalarına katılmak arkadaşlarımızın temel ödevidir," demişti.

"Uludağ'a çıkıp şehri tepeden izlemek istiyoruz. Haydi, sen de gel, nasıl olsa adamların gözüne batmaya başladık. Karşı çıktın mı, eleştirdin mi hain oluyorsun. Sen uyuyunca biz Pirhasan'la kavilleştik gitmeyeceğiz. Alacağız "papazkaramızı" az da çerez, uzaklaşacağız bugün dünyadan, “bizimkileri" de yüreğimizde götüreceğiz, Uludağ'ın tepesine, seninki mahzun kalmasın sen de gel...

Doğan'ın dedikleri İrbam'ın yüreğini hoplatmıştı. Doğan bir de "bizimkiler" demişti ya… Kararını verdi İrbam,"tamam anasına satayım ben de geliyorum, bunaldım zaten!"

"Pirhasan boş şişeleri torbaya koy! İki papazkarası al gel, yanında da bir iki çeşit çerez olursa yeter de artar bile, biz ortalığı biraz toparlayalım, dağınık kalmasın. Bakarsın "bizimkiler" bir gün aniden gelebiliriz " demişlerdi ya, hiç belli olmaz onlara. Hem anam der ki "evini temiz tut konuk, kendini temiz tut ölüm gelir!"

Doğru oğlum, dedi İrbam. “Biliyor musun Doğan, ocakta kaynayan bir tencere, tertemiz bir ev, gülen bir anne, gülen bir baba süslemiştir rüyalarımı. Bak biz üç arkadaş bir aile olduk!

“…

"Her gün tencerede bir şeyler kaynatmaya çalışıyoruz, hiç olmadı dağdan topladığımız kestaneleri kaynatıp yiyoruz. İnanın bu sıcaklığı evimde bulamıyorum. Ah bir dinleseniz beni, tatillerde bile gitmeyelim diyeceğim; ama dinlemezsiniz. Adam, hoş geldin yavrum diyeceğine, “ne zaman geldin sen" diyor! Be Allahsız adam, ben senin evladın değil miyim, hoş geldin yavrum deyip sarılıp öpsen gavur mu olursun, anam sandığında mı getirmişbeni? Ömrü boyunca anneme hiç gün güneş göstermedin, pis pis içtin, pis pis dövdün. Her akşam kavga, her akşam kavga, her akşam domuz başı kaynattın evde. Yüzünü görmek istemiyorum, ama annemi çok özlüyorum ne yapayım... Daha neler, diyeceksiniz değil mi, İnanın yarısını bile anlatmadım daha. Hem biliyor musunuz, benim harçlığımı bile Almanya'da çalışan ablam gönderiyor eniştemden habersiz!

“…

"Eniştem domuz gibidir, bir haberi olsa, alimallah kıtır kıtır keser ablamı. Müslümanlar domuz yemez ya bizimki "ben domuz yemem, bana domuz yediremezsiniz" diye hava atmış, atmış atmasına da... Arkadaşları punduna getirip bir güzel yedirmişler. Bizimki de olmuş kır bir domuz. Adam domuz, tam bir domuz! Burnu da zaten aynen onun çalağına benziyor...

Anlatılanları Pirhasan duymamış gibiydi, çömelmiş, eline aldığı pırnal çubuğu ile oynuyor yere bir şeyler çizmeye çalışıyordu. O bakkala gideceği zaman kot mont, kot pantolon giyer, ince dudaklarının arasına süzgeçli sigarasını alır, estire estire gider gelirdi. Bakkal alış verişi ona aitti. “Bakkaldan bir şey alınacak mı,” diye sıkça sorardı. Bakkala gitmeye hiç üşenmez on sefer git de, on sefer gidip gelirdi.

Pirhasan o anda hiçbir şey söylemedi, öylece baktı, baktı. Sonra yüzünü toprağa çevirdi, bir zaman hiç konuşmadan sessizce durdu. Oysa bakkal çakkal işleri onun işiydi, hiç gocunmaz seve seve gidip gelirdi. Nedense, o anda ne oldu, bilemedik. Kim bilir Almanya'da işçi olarak çalışan babası düşmüştü aklına, belki de Trabzon'daki annesi, belki de… Hiçbir şey söylemeden mutfağa yöneldi. Mutfak, bahçe içinde, başka bir yapıdaydı. Boş şişeleri torbaya doldurdu, sigarasını tüttüre tüttüre bir kelime etmeden bakkalın yolunu tuttu.

Pirhasan bakkala gidince, Doğan'la İrbam ortalığı toparlamaya başladılar. Aradan on, on beş dakika geçti geçmedi, Pirhasan'ı eli yüzü kan revan içinde karşılarında görünce, beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Pirhasan'ın o hali korkutmuştu onları. Bir şeyler söylemeye yeltendiler, iki sözcüğü yan yana getirip hiçbir şey diyemediler. Önce Doğan denedi, beceremedi. Sonra İrbam. Ama ne çare, onun da nutku tutulmuş, lâl olmuştu. Doğan da İrbam da kanı görünce dizlerinin bağı çözülmüş oldukları yerde çakılıp kalmışlardı.

Pirhasan acı içinde kıvranıyordu. Sapsarı yüzü gelincik tarlasına dönmüştü. Kıvır kıvır saçları çaresizliği yaşamıştı, yalnızlığı yaşamıştı. Tarak işlemeyen o sarı saçlar, ıslatınca bile eğilmeyen o aksi saçlar, kulakların üstüne düşmüştü. Sarışın yüzün mavi gözler, gelincik tarlasının içinden "ben korkmuyorum, bana bir şey yapamazlar,"der gibiydi. O iki mavi gözden, bir damla yaş bile gelmemişti. Acısını, çaresizliğini gömmüştü yüreğine. Ne de olsa erkekler ağlamazdı. İrbam Pirhasan'ı orada bulunan bir taşın üstüne oturttu. Mutfağa yöneldi, bir maşrapa su getirip Pirhasan'ın elini yüzünü yıkamaya çalıştı, maşrapada ne kadar su olacaktı ki yetmedi, temizleyemedi. İrbam, Pirhasan'ın koluna girdi, mutfak yakındı oraya götürüp temizlemeyi düşündü. Koluna girdi, girdi lâkin Pirhasan'ın bacakları uzundu, yerlerde sürünüyordu taşırken. Üstündeki kot pantolon ağına kadar yırtılmıştı, ayağına dolaşıyor, az kalsın düşeceklerdi ikisi birden. "Doğan ne bekliyorsun, ne bakıyorsun öyle yağmurda kalmış hindi yavrusu gibi? Toparla kendini, yakışmaz bize acizlik, yardımcı ol, Pirhasan'ı taşıyalım! Sesi öfkeliydi, emirdi, demiri delecek kadar etkiliydi.

İncitmeden, acıtmadan, bir ananın sevecenliğiyle bir güzel temizlediler elini yüzünü. Eli yüzü yıkanınca, Pirhasan kendine gelir gibi oldu. Cılız bir sesle: "Susadım bir bardak su verin, içim yanıyor" dedi.

"Zararı olmaz mı" dedi Doğan.

"Ne zararı olacakmış, doğum mu yaptı, bu adam?".

"Ne bileyim ben, öyle derler de."

"Boş ver sen diyenleri. Doldur bir bardak içsin Amerikalım. Nasılsın aslanım, iyileştin değil mi biraz, çok acımıyor değil mi?"


Pirhasan, tam bir Avrupalı görünümündeydi: Kıvırcık, sarı saçları, sapsarı bir yüzü ve bu yüze hakim iki masmavi göz ve de her daim üstünde kot bir mont, kot bir pantolon ve ağzında süzgeçli bir sigara. Doğan buna sebep "Amerikalı" demiş, o da sevmişti bu lakabı.

Ev sahipleri Bekir Çavuş, Uludağ'dan kestiği kestane ağaçlarını yontmak için bahçe kapısından içeri girdi. Pirhasan'ı o halde görünce şaşırıp kalmış, birkaç dakika sonra:

"Ne oldu çocuklar, ne oldu sana Pirhasan, kim yaptı, kim ?"

"Yok bir şey, önemi yok Bekir Amca! Pirhasan bakkala giderken önünü kesmişler, sonra da ..."

"Tamam Doğan kim yaptı sen onu söyle. Ben onların ağızlarına bir güzel..."

"Sen takma kafana Bekir Amca, biz onların cezasını veririz, dedi Doğan. Dedi demesine de geçenlerde sınıfta onu da benzetmişler, hâlâ cezası verilecek!

"İrbam sen Pirhasan'la ilgilene koy, ben fasulye ıslatayım, biraz geç kaldık; ama olsun biraz fazla kaynattık mı tamamdır. Bekir Amca akşama siz de gelirsiniz değil mi, çok ıslatacağım?"

"Olur mu Doğan yavri, siz bize buyurun bugün!

"Fattime, Kız Fatime!" diye aşağıdan yukarı bağırmaya başladı hanımına. Balkon kapısı açıldı, perde dışarı doğru rüzgârlandı.

"Ne o yine Beço, aşşa indin mi, birakmıysın işimi yapayum?"

"Dellenme gız, canımı sıkma benim!" Sonra Boşnakça daha öfkeli sesini yükseltmeye başladı. Öyle anlaşılıyordu ki, küfür ediyordu, öfkelendiği zaman, yarı Türkçe, yarı Boşnakça güneş yüzü görmeyen küfürleri sıralardı art arda... Neden sonra Fatma Kadın:

"Pirhasan, Pirhasan geçmiş olsun yavri, ben seni gömedim, geçmiş osun, ben Beço'ya gızdım, ne olur beni yanlış anlama, ben seni gömedim. Beni kınama emi, ben sana nasıl kızam yavri, kızmadın del mi?"

"Kızmadım teyzeciğim, hiç kızar mıyım, hiç yanlış anlar mıyım? Kendini ferah tut. Ben seni annemmişsin gibi seviyorum. Annem Trabzon'da, babam, Almanya’da, siz buradasınız. Hasta olduğumda önce Doğan'la, İrbam'a sonra da size koşarım!

"Allah razı olsun yavrim. Kâmil'imden, Kemal'imden ayırmam sizi ben, biliyosunuz. Ama benim akılsızlam Kemalimle, Kâmilim başka kız yohmuş gibi ikisi de bir kıza aşık oluş. Evde biri vaken, öbürü evi terk ediyo, birinin otuduğu sofaya digeri otumuyor. Yalnız kalsalar, bir kaşık suda boğacakla birbirlerini. Çok üzülüyom çocuklar çok, ne edeceğimi bilemiyom bir tülü, Allah akıl fikir vesin!”

Bekir Çavuş:

" Konuşup durma kız, kadın çocuk zaten yorgun, bir de sen yorma akşama bir şeyler hazırla birlikte yiyeceğiz, hadi durma!"


Bakkala papazkarası almaya giden Pirhasan eli boş dönmüştü. Taş döşemeli yolun sonundaki bakkala varmadan, briket yapılı yıkık evin kendine tuzak olacağından habersiz beş altı kişinin saldırısına uğramıştır. Zemherinin aç kurtları gibi çullanmışlar üstüne. Fırsat vermeden vurmuşlar. Vurmuşlar, vurmuşlar, işlerini bitirince de ağır adımlarla ayrılmışlar oradan. Mahallede hiçbir Allah'ın kulu da görmemiş, görenler de örtmüşler pencerelerini çekmişler perdelerini... Pirhasan, yerden kendisi kalkmış, burnunun kanını akıta akıta da evin yolunu tutmuştur...

Bekir Çavuş:

“Çocuklar şarapları almaya gidiyorum, ne olursa olsun, bugün Uludağ'a gideceksiniz, hazırlanın," diyerek bakkala gitmiş, çok geçmeden papazkaralarını alıp gelmiştir.


Doğan, İrbam, Pirhasan, Uludağ'ın yeşilliklerinin bir bölümünü geride bırakmışlar; ama kestane ağaçlarının bulunduğu yere ulaşamamışlardı daha. Uludağ'ın kestane ağaçları, uluydu, uzanıp gidiyordu gökyüzüne sırım gibi, iğ gibi. Teleferik mahallesi halkı kışın hem kestane topluyor, hem de kestane ağaçlarını kesip yakıyordu. Doğan, Pirhasan, İrbam, adam başı iki kestane ağacı kestiler mi bir ay ısınıyorlardı. Ağaçların başını iple bağlıyorlar, yedeklerinde çeke çeke, yorulmadan hop aşağı indiriyorlardı. O kadar kolay değildi yalnız. Teleferik üstlerinden gidip geldikçe bir ağacı, bir çalıyı kendilerine siper edip saklanıyorlardı. Ne de olsa devletin ormancısı, ormanda teleferikte olabilirdi. Aslında onlar değil bir ağacı kesmek bir dalın bile kırılmasından üzüntü duyuyorlardı. Ama ne çare anadan babadan, kardeşten ayrıydılar. Yemeklerini kendileri pişiriyor, evlerini kendileri temizliyor, çamaşırlarını, bulaşıklarını bile kendileri yıkıyorlardı. . Alışmışlardı böylesine Fakat bir şeyi içlerine hiç sindiremiyorlardı bir türlü!


Sevdikleriyle Kafkas Pastanesi'nde bir pasta, bir keşkül yiyememişlerdi ve en çok buna yanıyorlardı. Onların inandıkları düşüncenin ahlak anlayışı böyle şeylere müsamaha göstermezdi. Yoksa “revizyonist, kaypak" derlerdi. Bu kavramların ne menem şey olduğunu bilmeden söylerlerdi hem de.

Uludağ'ın karlı yamaçlarına varamadılar ama esintinin "bizimkilerden" söz ettiği yere vardılar. Esinti, Doğan'ın kulağına eğildi önce, bir şeyler fısıldadı, Doğan başını salladı, tamamdı bu. Sonra İrbam'ın yanına yaklaştı, eğildi epeyce anlattı. İrbam önce yüzünü astı, neden sonra bir gülün açışı gibi açmaya başladı. Sonra birden İrbam karaya kesti... Rüzgar esmedi, dile geldi, konuşmaya başladı. "Sen dedi, Ümran’ı düşlüyorsun, Nevin seni, sen Ümran’ı. Kararsızlığın yarın seni muhannete muhtaç edecek, Ümran kırlangıç misali, Nevin serçe misali uçup gidecek. Sen de umutsuz, aşksız kalacaksın, bilmiş ol..."

Esinti, acısı dinmemiş, yorgun argın, oracığa çöküveren Pirhasan'ın karşısına geçti, gözlerini, gözlerine çevirdi, bir müddet öyle bakıştılar. Esinti Pirhasan'ın acısını yüreğinin derininde duydu ve bütün sıcaklığı ile kucakladı. Ana sıcaklığı ile kucaklıyordu; acısını, özlemini sıkıntısını yüreğinden yüreğine taşıyordu. Sonra Pirhasan'ın Mükerrem’i olup bir öpücük konduruverdi alnına. Pirhasan acıyı duymaz oldu. Mükerrem’i sarar gibi sarmaya başladı. Pirhasan hem sarıyor, hem de "aman Allah'ım ne güzel, ne güzel ne hoş dünyalar varmış, yaşamak buymuş demek!" Bir düş sarmıştı bedenini alıp götürmüştü kendinden. Mükerrem kollarında geceyi düşlüyordu, sabah olsun istemiyordu hiç... Hani, askerden izne gelip sevgilisini saran delikanlının sabahı istememesi gibi...

Doğan, taş masanın köşesine ilişmiş, Uludağ’ın tepesine bakıyor, sonra da Pirhasan'nın mutluluğunu İrbam'ın açmazını seyrediyordu kırık dökük.

"Doğan bana bak" dedi İrbam "günler var adını söyleyeceğim dedin, ama söylemedin! Veli-nebi torunu mu bu, yoksa kırklar diyarından mı? Bak Doğan, biliyorsun senin, cananın bizim yoldaşımızdır, bizden saklaman, yakışık almıyor, değil mi Pirhasan

“…”

"Söylemem adını, söylemeyeceğim de, adını ben koymadan göremeyeceksiniz hiç. Anasının, babasının verdiği adını değiştirmeliyim önce, sevdiğimin adını ben koymalıyım.

"Gülenay"demeliyim adını ben koymalıyım "bir çınar" diye dikmeliyim yüreğimin baş köşesine, graniti işler gibi de işlemeliyim beynimin derinliklerine. Sonra, ala şafakta, al bir at almalıyım rüzgardan. Terkisine bindirip yıldızlara sürmeliyim. Onun yoluna can baş koymuşum ben. Bu bir sihir, bu bir sevda, kutlu bir sevda... Doğan bunları söylerken, gözleri ışımış bakışları önündeki taş masaya takılmış, hareketsiz kalmıştı. Birden sus-pus olmuş, bıçak gibi kesilmiştir konuşması, diyecekleri takılıp kalmıştır dilinin omurgasına... Birden ürkütücü bir sessizlik... Ve Doğan kendi kendine: “Benim Gülenay'ım", benim Gülenay'ım..."

Ne Pirhasan, ne İrbam anlamıştır söylediklerini. Gülenay… Gülenay… Gülenay! Taş masanın üstündeki iki papazkarası şarap, bir kaç parça meze külahların içinde. Taş masa, masa gibi masadır, Allah'tan öyleymiş. Öyle diyor Pirhasan. Bizim için kesilmiş biçilmiş; sonra da bizim soframız olsun diye hizmetimize sunmuş adı güzel, kendi güzel Muhammet!

İrbam papazkarasının mantarını zorlanmadan açtı. İlk kadehi Pirhasan'a verdi. "İç koçum, iç Amerikalım iç, şifadır... Ulan Amerikalı seni çok seviyorum biliyor musun? Hele şu sapsarı kıvır kıvır saçlarınla, mavi gözlerin yok mu? Hoş benimkiler de yeşil fakat seninkiler başka!

“…”

İkinci kadehi Doğan'a uzattı. Doğan kadehi eline aldı, havaya kaldırdı, "şerefe" diyecekti vazgeçti. Öbür eliyle kadehi okşamaya, işaret parmağıyla da üstünde kendince şekiller çizmeye başladı. İrbam en son kadehi kendine doldurdu... Papazkarası, kan kırmızısı gibi parlıyordu, çok hoştu, adamın gözünü alıyordu rengi. Üç arkadaş bakışlarını taş masanın üstünde birleştirdi. Mutluluk şarkısını söylüyordu gözleri. Kadehlerinin bir yanından "bizimkiler de" tutmuştu. Şimdi altı çift göz aynı yere bakıyordu, taş masanın üstünde kavuşan papazkaralı ellere bakıyorlardı. Öyle kaldılar bir müddet. Sonra üç kadehli altı el, aynı anda havaya kalktı: "Sevdamıza" dediler. Doğan'ın eli Gülenay'ın, İrbam'ın eli Ümran'ın, Pirhasan'ın eli, Mükerrem’in elindeydi. Bir dikişte diplediler. Bir damla bırakmadılar. Boşalan kadehleri taş masanın üstüne koymadılar, öyle bakıştılar; sonra sarıldılar birbirlerine kurşun işlemezcesine.

İrbam, "ikinci"marka sigarasını çıkardı cebinden, "yak Amerikalım yak, bir şey yapmaz, kepeklendirmez sarı saçlarını." Amerikalı hep filtreli içtiğinden istemeye istemeye yaktı. İrbam, Ümran'ı, Pirhasan Mükerrem’i anlattı dakikalarca. Doğan dinlemiş dinlemiş, sonra da "adını ben koyacağım " diye başlamıştı yine...

Gün ikindiye devrilirken Uludağ'ın en tepesinde kara kara bulutlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Kara bulutlar yavaş yavaş dağı örtmeye, sonra da aşağılara doğru sarkıp ağaçları, teleferik direklerini, evleri, Bursa şehrini, sevdaları güzellikleri görünmez etmişti. Her yer kara bir bulut, kara bir dumandı şimdi. Birdenbire bir şimşek, mavili, kırmızılı şimşekler. Önce Uludağ'ın yücesinde çakmaya başlamıştı. Sonra birden bir şimşek de hemen yanı başlarında patlamıştı. Sonra bir yağmur, bir yağmur, yaman bir yağmur...

Taş masanın üstünü toparlayamadan yolu ele aldılar. Taş masa, papazkarası şişeleri, "bizimkiler" arkada kalmıştı çoktan. Uçarcasına koşuyorlardı. Gece gibiydi her taraf, ayaklar bir boşluğa bassa felaketti bu. Sonra birden kazık gibi çakıldılar bulundukları yere, göz göze geldiler. Soğuk terler döktüler bunun üzerine, konuşmadan anlaşmışlardı. "Ya aç kurtlar biraz sonra ava çıkar mıydı acaba?" Hiç kimse bu sorunun yanıtını vermeye cesaret edemeden karanlığın belalısını geride bırakmak için uçarcasına eve doğru koşmaya başladılar...

Eve geldiklerinde Bekir Çavuş'u kapıda bekler buldular. Yüzü asıktı, öfkeliydi; kendini zor tutuyordu, patlayacaktı. Öfkesini içine gömerek öz evlatlarına sarılır gibi sarıldı Doğan'a , İrbam'a, Pirhasan'a...


53 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


1/706
bottom of page