top of page
Mehmet ÇOBAN

SÜLÜK




Mehmet ÇOBAN


Hava çok bunaltıcıydı. Bölgede temmuz ayının en sıcak günleri yaşanmaktaydı. Burası; Osmanköy, Yağlılar, Kaleoba ve Susuzyayla köylerinin meralarının kesiştiği yerde bulunan Çaltarla’ydı. Mülkiyeti Susuzyaylalı Yusuf Çamlı’ya aitti. Tarlanın, Yağlılar ve Kaleoba köylerine sınır bölümünde mısır ekiliydi. Mısırları domuzlardan, porsuktan, kargalardan ve bilumum zararlılardan korumakla görevli olan Yusuf Çamlı’nın 9-10 yaşlarındaki oğlu Mustafa’ydı.


Mustafa, yaşıtlarına göre daha az gelişmiş; cansız, çelimsiz ve bakımsız bir çocuktu. Oysa babası onun köy çocukları içinde; en akıllı, en becerikli, en cesur, en yaman olmasını istiyor ve düşlüyordu. Bunu sağlamak için dedesinden babasından öğrendiği yöntemleri kullanıyor; Mustafa’dan da kendi söylediklerini, öğretmenin dediklerini ve köy imamımın telkinlerini harfiyen uygulamasını istiyordu.


Mustafa, okula gitmediği zamanlarda babasına koyun gütmede yardımcı oluyor, şimdi de mısır bekçiliği yapıyordu. Tarladan hiç ayrılmayalı on günü geçiyordu. Annesi ya da babası günde bir kez ona yiyecek getiriyor, bırakıp gidiyorlardı.

O gün de geçen günlerden farklı bir gün değildi. Annesi kuşluk vakti Mustafa’ya yiyecek getirdi. Kahvaltısı bitinceye kadar onunla kaldı, torbasına ekmek ve azık bırakarak tarladan ayrıldı. Öğleye doğru sıcaklık artmaya başladı. Mustafa’nın yalnızlıktan çok canı sıkılıyordu.


Kendini cezalandırılarak buraya bırakılmış gibi hissediyordu. Okulunu ve arkadaşlarını özlüyor, okulun açılmasını, arkadaşlarıyla oyunlar oynayacağı günü iple çekiyordu.

Okul dışında arkadaşları ile buluşup oyunlar oynaması babası tarafından yasaklanmıştı.


Oyun karın doyurmazdı. Oyun oynayan çocuklar asıl görevlerini unutup haylaz olurlardı.

Mustafa yanlış ve hatalı bir iş yaptığında onu sert biçimde azarlıyor ve aşağılayıcı sözler söylüyordu. Bunları yapınca davranışlarının düzeleceğini sanıyordu. Oysa ki Mustafa olumsuz etkileniyor, eli ayağı dolaşıyor, eskisinden daha çok hata yapıyordu.


Cinli Ağıl tarafında bir eşek uzun uzun anırdı. Çolak Himmet’in Yatak Yerinde bir köpek bir süre çemkirdi. Mustafa susadığını hissetti. Çevredeki tek su kaynağı, yegane su içilebilecek yer, Kokulu Çökek’ti. Kokulu Çökek: iki tarlayı birbirinden ayıran deremsi bir yarığın, komşu tarla tarafındaydı. Ününü ve kokulu sıfatını güzel aromasından değil, rutubetli ve ekşi kokusundan almaktaydı. Bünyesinde barındırdığı ve çevresindeki tüm canlılar su ihtiyacını ondan karşılıyorlardı.Su içmek için Kokulu Çökek’e doğru yöneldi. Giderken gözüne büyük bir karınca yuvası ilişti. Yüzlerce karınca harıl harıl yuvaya yiyecek taşıyorlardı. Can sıkıntısından hiç gereği yokken ayakkabının burnu ile yuvayı dağıttı. Çökek’e geldiğinde, Önündeki ihtiyar söğüt ağacından bir kuş havalandı. Söğüdün birkaç dalı bir süre sallandı. O da susamışta dallarıyla sanki suya uzanmış gibiydi. Çökek’in başına geçti. Suyun üst tarafı durgun ve berrak görünüyordu. Eğildi. Bir elini çökek’in bir yanına, öbür elini öteki yanına dayayarak sudan kana kana içti. Susuzluğunu giderdikten sonra işinin başına geri döndü. Bir süre sonra boğazına bir şey takılmış gibi oldu. Tükürdü. Ağzını temizledi. Değişen bir şey yoktu.


Ertesi günü tarlaya babası uğradı. Mustafa sıkıntısını ona söyledi.

“Aç bakalım ağzını” dedi. Babası. Dikkatle baktı.


Manzarayı gördükten sonra, gayet sinirli bir biçimde: “Çökekten su içtin değil mi?” “Ulan ben sana söylemiyor muyum suyu avucunla içeceksin diye, yapışıp öyle içtin değil mi? Boğazını sülük tutmuş. Mustafa’nın başından kaynar sular döküldü. Babası söylenmeye devam ediyordu. Ulan ne kalın kafalı adamsın. Ne söylesek boşuna. Sen adam olursan dağdaki çakallar da adam olur. Ben senin yaşındayken 100 koyun güdüyordum. Babası Mustafa’yı teselli edeceğine korku ve endişesini daha da arttırmıştı.


Yusuf Çamlı biraz sakinleştikten sonra, oğlunun sorununu çözmek için onu alıp köyün yakınındaki harman yerine götürdü. Sülüğün tuttuğu yeri bırakması için herkes bir öneride bulunuyordu. Önerilenler uygulanıyordu. Herkes çok meraklıydı. Mustafa’ya ağzını açtırıp bakıyorlardı. Önce ağzına bir alet sokarak sülüğü oradan çıkarmaya çalıştılar. Olmadı. Sonra avuç avuç ağzına tuz doldurarak, tuzun etkisiyle sülüğün tuttuğu yeri bırakacağını varsaydılar. Mustafa için yapılanlar bir işkenceden farksızdı. Çok acı çekiyor, kendini ölecekmiş gibi hissediyordu. Hemen herkes sülüğe odaklanmıştı. Mustafa’nın hayatı tehlikeye girer, kalıcı bir hasar kalabilir gibi düşünceler kimsenin umurunda değildi. Tüm yapılanlara rağmen bir çözüm bulunamadı. Mustafa’ya uygulananlar, onu fiziksel ve ruhsal yönden oldukça yıpratmıştı. Kendinden geçti. Onu bir köşeye yatırdılar.


Ölmüştü. Mezarını kazdılar.Gömdüler. Herkes çekildikten sonra mezarda sorgu başladı. Sorguyu yapan elinde devasa bir topuz bulunan bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir devdi.

Müslüman mısın? Allah için ne yaptın? Büyüklerinin sözünü dinledin mi? onları üzdün mü? Sorular arka arkaya geliyordu. Müslüman olduğunu kanıtlamak için “kelime-i şahadet “getirmesi gerekiyordu. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne..dedi.Şaşırdı. Arkasını getiremedi. Dev topuzunu Mustafa’ya indirdi. Vücudu zerreler halinde dört bir yana dağıldı. Karıncalar dağılan zerreleri toplayarak tekrar eski haline getirdiler. Mustafa, bir gün önce karıncalara yaptıklarını hatırlayarak yaptığından utandı. Dev sorgulamaya yeniden başlayacaktı ki.. annesinin seslenmesiyle gördüğü kabustan uyandı. Ölmemişti, başına gelen sıkıntıları bir anlığına unutup yaşadığına çok sevindi.


Köyde bir çözüm bulunamayınca Mustafa’nın Balıkesir Devlet Hastanesi’ne götürülmesine karar verildi.


Mustafa ve babası İvrindi’ye kadar yaya olarak geldiler. Balıkesir’e gidecek dolmuşu buldular. Dolmuşun kalkmasını beklerken Mustafa etrafına göz gezdirdi. Ne çok ev ve araba vardı. Her yer betondu. Köydeyken onun tüm hücrelerine kadar, yeşil yaprak kokusu, kekik kokusu, gelincik kokusu, papatya kokusu sinmişti. Şimdi ilk defa asfalt kokusu, eksoz kokusu ve lastik kokusu ile karşılaştı. Dolmuşa binince bir de bunlara benzin kokusu eklendi. İçi bir tuhaf oldu. İlk defa dolmuşa biniyordu. Dolmuş, ana yola çıkıp hızlanmaya başladığında, pencereden dışarıya bakıyordu. Yolun kenarında ağaçlar hızla geriye gitmeye başladı. Bu durum gittikçe hızlandı. Buna baş dönmesi, mide bulantısı da eşlik etti. Mustafa olacakları engelleyemedi. Bünyesine giren ne kadar zararlı şey varsa dışarı atmak istercesine kustu. Babası çok kızdı ama dolmuştaydı. Kızdığını sadece bakışları ve mimikleriyle belli edebildi.

Balıkesir’e geldiler ve sorarak hastaneyi buldular. Dertlerini anlattılar. Onları bir odaya yönlendirdiler. Baba oğul’u beyaz önlüklü birisi güler yüzle karşıladı. Mustafa’yı bir koltuğa oturttular. “Aç ağzını “ dedi görevli. Mustafa açtı. 15-20 saniye sonra sülük bir aletin ucundaydı. Mustafa bir şey hissetmemişti. Görevli: Geçmiş olsun, gidebilirsiniz! Dedi.

Mustafa bunca gündür çektiği sıkıntıların hastanede bu kadar kolay ve çabuk çözülmesine hem çok sevindi hem de çok şaşırdı.

19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page