top of page
Arife KALENDER

ŞİDDET ve KADIN

Güncelleme tarihi: 5 Oca 2022


“Gerekenden fazlasına erkekler

tamah ederek ve çıldırarak hevesten

sopayı silahı yakıştırdılar ellerine

her biri yarış atıydı tarihin

kim önde gidecek, kim ipi göğüsleyen


tadına bakarak

koca memelerle dolgun kalçaların

kulağa gümüş küpe, gerdana altın

ihanet, yitirme korkusu, yenilgi

patlar tokat, iner tekme bedene

kocaman gözlerle bakar korku

kapatılmış evlerin penceresinden


”…Korkunun Fotoğrafları-A.K.)


Şiddet: Sahip olunan fiziksel, ekonomik, cinsel gücün; yaralama ve öldürme amacıyla başka insana, bir gruba, topluma; tehdit ve söz yoluyla ya da bizzat saldırarak uygulanmasıdır.


İlk insanda direk fizikî güç olarak karşımıza çıkan şiddet, modern çağa gelinceye değin çeşitlenmiş, bireyi hırpalamayı sürdürmüştür. Bugün şiddeti uygulamalara göre:1-Fiziksel Şiddet,2-Duygusal şiddet,3-Ekonomik şiddet,4-Cinsel şiddet, 5-Tehdit, 6- Çocuğu kullanma, 7-Sindirme, etkisizleştirme… sınıflandırabiliriz.


Fiziksel şiddet herkesin bildiği her yerde rastlanan bir olgudur. Yalnızca kadınlara değil, özellikle toplumların en zayıf halkasını oluşturan yaşlılar ve çocuklar da bundan payını alır. Bunun kökleri çok eskilere dayanır. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi, cinsel istismarı, meta olarak alınıp satılması, çeyiz, başlık parası, namus, töre, evlilik ritüelleri adı altında kadının bir önceki evresi olan ‘kızlık dönemi’ şiddete açık alanlar olarak karşımıza çıkar. Çocuklukta fazlalık ve kurtulunması gereken bir canlı (boğaz, ekmek tüketicisi), gençlikte namus tehditçisi sayılan kız çocukları için söylenenler bitip tükenmez. “Kızın var mı derdin var, kızını dövmeyen dizini döver, kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır, kızın gözü bağlıyken evlendir ki başın ağrımasın” bunlardan bazıları.


Olgunlukta şeytan ve günahkâr sayılan kadın için: “Kadın deniz gibidir güvenmek olmaz ha, karın güzelse hep bir gözün açık uyu, karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme, dayakla uslansın ki başka yere bakmasın, erkeğine itaat eden kadın cennetliktir. Kadın çizmeye benzer erkek ayağa, kadının içi kirlenince temizlenmez ama ayak yıkanınca tertemiz olur…”söylenen sözlerdir. Yaşlılıkta işe yaramaz yani atıl olarak görünen bu ‘dişil cins’ gençliğe göre namus ve aldatma konularında artık aklandığı için ve de ‘analık’ kavramıyla kutsallığa yakınlaşsa da, üretimden düştüğü hatta tümüyle tüketici olduğu için şiddet uygulamalarından biraz uzaklaşır. Ancak yine de parası ve cinselliği nedeniyle tümüyle ölümlerden, dayaklardan kurtulamaz. Görüldüğü gibi; insanı tamlayan, insan soyunun etkin üreticisi ve eğiticisi olan dişi cinsin tüm yaşam evreleri, sistemlerin ve erkek egemenliğinin kuralları ve yasaları gereği şiddet için hazırdır.


Duygusal şiddet; erkeğinden sevgi, saygı, şefkat ve güven bekleyen kadının tam tersi durumlarla karşılaşmasıdır. Doğadaki tüm dişiler için ‘yuva’ önemli bir kavramdır. İnsan soyunun sağlıklı ya da hastalıklı sürmesi de bu kavramla sıkı sıkıya ilintilidir. Doğal yapısı gereği; kurduğu yuvada güvenlik ve sevgi içinde doğurmak ve doğurduğunu büyütmek isteyen kadın için onaylanmak, özel olduğunu duyumsamak ve yaptıklarının beğenilmesi önemli ve yaşamı yürütücü etkenlerdir. Bunun tam tersi ise, yani aşağılanma, alay sanma, önemsenmeme, saygısız niteleme ve davranışlar, ihanet ve yok sayma, küfür ve aşağılayıcı sözler, bağırtı ve kinayeli sindirme taktikleri kadının doğal yapılanmasını alt üst eder, yuva kavramı ve duygulanmalarını yok eder, çocukların sağlıksız büyütülmelerini getirir.


Günümüzde çağdaşlık adına! Dayak atamayan erkeklerin sıkça başvurduğu bu durum; insan benliğini sıfırlayan, özgüveni ve bireysel kimliği yok eden bir şiddet türüdür. Lâkap takmalar, yemeklerin başına dökülmesi, evlerin dağıtılarak pis havasının verilmesi, alaysı seslenme ve mimikler bu guruba girer. Fiziksel şiddetin açıkça ve sıkça uygulandığı toplumlarda, duygusal şiddet incelemeleri çok yapılmaz, nedenlerine değinilmez, eşler arasındaki bir tür ikili iletişim daha doğrusu iletişimsizlik olan bu durumlar başkalarına ‘özel’ başlığı altında anlatılmaz. “Eşim beni dövdü” diyen kadına acımayla bakılırken; aynı acıyı yaratan “Eşim bana kurbağa dedi” ifadesine gülünür ve kadın bu nedenle tepki gösteriyorsa bağışlanmaz…”Döver de söver de” sözünün çok hafifidir alaysama. Duyguların ve duygusal gereksinimlerin; karşı cins tarafından sürekli istismar edilmesi, yaptırım ve tehdit olarak ortaya çıkması her gün dayak yemek kadar yaralayıcı bir durumdur.



Cinsel şiddet tarih boyunca binlerce örnekle karşımıza çıkar. Tarih boyunca kadın taciz ve tecavüz karşısında ‘ağızsız-dilsiz’ durmak zorunda kalmıştır. Çünkü gerek tek tanrılı dinler, gerek ekonomik ve sosyolojik yapılar kadını suçlu bulmuşlardır. “Dişi it kuyruk sallamazsa erkek it gitmez, kadından olmazsa erkek cesaret etmez, kadın gel demiştir…” ifadeleri erkeği haklı çıkarırken, kadın da ‘tarihin suçlusu’ olarak hakkını aramamış, hatta en yakınlarına bile söyleyememiştir. Bir şiirimde “Savaşlar vahşetini önce kadınlarda sınar” derken evrensel bir acıya değinmek istemiştim. Geçmişten günümüze savaşlar ölümden çok başka ölümler getirmiştir insanlık onuruna. Hiçbir savaş yoktur ki yenilen ülkenin kadınına tecavüz edilmeden sonuçlansın. Kin ve nefretin aktığı tek yer kadın bedeni olmuştur çağlar boyu.


Tehdit, Sindirme, çocukları kullanma kadın üzerindeki şiddetin öteki türlerini oluşturur ama tümünü oluşturan nedenlerin başında ekonomik şiddet gelmektedir. Çünkü şiddetin başlama noktası da sürme ve gelişme noktası da tarihten günümüze ekonomidir.


İlk insandan günümüze bir yolculuk yapacak olursak; anaerkil dönemde kutsal kadının, çoban kabilelerin oluşmaya başlamasıyla birlikte; değişime uğradığını, gücünü yitirmeye başladığını görürüz. Doğurganlığı ile kutsallaşarak ilaheliğe yükselen, tanrıça olan, barış içinde doğayı keşfederek ve ona zarar vermeden kullanan kadınlar şiddeti tanımaz bile. Onların tek sorunu soyun devamı, doyumu ve yeniden üremesidir. Doğadaki her şey kadar çocukları da kutsaldır, yaşamaya hakkı vardır.


Anaerkil dönemlere ait yazıtlarda idam cezalarına rastlanmaz. Hatta Sümerler’de; suç işleyen insan anasından özürlü doğmuştur. Yeni bir eğitim ve yapılanmayla düzelsin diye, ana rahmi olarak düşünülen, karanlık bir yere kapatılarak (hapishane), rahibeler tarafından eğitime tabi tutulurdu. Binanın penceresinin ve ışık sızdıran bir yanının olmayışı, oradaki kişinin, kadın tarafından ziyaret edilerek eğitiliyor, doyuruluyor olması, direk ‘ana ve cenin’ imgesini işaret ediyordu. Suçlunun serbest kalması ise ‘özürlü doğanın’ yeniden sağlıklı oluşu anlamına geliyordu. Bu toplumlarda en büyük suç cana zarar vermek ve cana kıymaktı.


İlk kadınlar hayvanları evcilleştirerek, bitkileri, etleri, yiyecekleri saklama metotları üreterek, örtünmek ve ısınmak için dokumayı bulurken; yani doğayı yaşam için kullanışlı ve yararlı hale getirirken; doğadaki tek bir ağacın, kuşun bile zarar görmemesi için çaba harcar, onları hayranlık ve tapınma duygularıyla korurlardı. Orta Asya Türklerindeki yaşam ritüelleri, Şamanizm, Kızılderili, Aztek ve Eskimo geleneklerinin çoğu bu dönemlerden gelen inançsal ve felsefik göstergelerdir. Örneğin; bizdeki tasavvuf düşüncesinin ve şiirinin benzerlerini okyanus ötesi Pasifik adalarında bulmak, insanlığın doğruyu ve güzeli her yerde eş veya ayrı zamanlarda bulduğunun, aradığının göstergesidir. İnsanlığın ilk yıllarında ‘öldürme eylemi’ yalnızca avlanmak, yalnızca doymak için hayvanlara uygulanan bir yöntemdi.


Hayvanlar evcilleştirilip, av sahalarının genişlemesiyle birlikte; paylaşım alanlarının kavgası da başladı. Daha çok hayvan daha çok et, süt, deri demekti. Zenginlik ve rahatlığın çekiciliği belki de bu dönemde başladı. Sürüler arttıkça onların beslenmesini fiziksel olarak kadınlara göre daha dayanıklı olan kabile erkekleri üstlendi. İlkel tarım alanlarının ve otlakların korunma gerekliliği, ilk askeri birlikleri oluşturdu. Ateşin ve silahın bulunmasıyla tümüyle doğaya etkin olan insanda erklik dengesi değişti. Çiftçi, çoban ve asker olan erkek ekonomik gücü eline aldı. Kadın artık içerdeydi. Obanın, sitenin, çadırın, çardağın içinde. Sitelerin oluşması, toprağa yerleşmeyle birlikte; kadın soyun sürdürücüsü, evin bekçisi, üretimin denetçisi konumuna geldi… Ekonomik ve sosyal gücünü kaybeden kadınlar yetkiyi erkeklere bıraktı ve “parayı veren düdüğü çalar” sözü uygulanmaya başladı.


Dışarıda güçlenen erkek, içerideki kadınlardan da ailedeki yaşlı bireylerden de övgüler aldı, öz güveni arttı, giderek kahramanlaşmaya başladı. Erkeğin bulunduğu birimde koruyucu ve doyurucu güç edinmesi, kız çocuklarını işe yaramaz kılarken; oğulların, erkek çocukların değerini artırdı. Erkeğin aile ya da obayı yönlendirir güce erişmesiyle soy ve kan kavramını da belirlemesini getirdi. Çocukların velayeti babaya geçerken, analar yalnızca doğurucu duruma indirgendi. Kız doğurduğu zaman aşağılanma, erkek doğurduğu zaman ödüllendirme o günlerden kaldı.


Üretimin artmasıyla birlikte siteler arası mal takasının başlaması; giderek paranın bulunması erkeği ticarete, sonra da kapitale ulaştırdı. Bir zamanların ilahesi olan kadınlar; artık birer meta olmaya, köle tüccarları tarafından alınıp satılmaya başlandılar. Ucuz cinsellik, ucuz emek derebeylerinin, ağaların, sultanların saraylarında kadını en aşağı konumlara çekti. Evlerde, varlıklı ailelerin yaşamlarında ise ‘ana’ kavramıyla saygı gördü. ‘Çocukların hatırına’ varlığına katlanılan bir cins durumuna getirdi. Tek tanrılı dinlerin emir ve ayetleri gereği çoğu yerde erkeğe çok kadın (doyurmak ve korumak adına) öngörülürken; kadının erkeğe itaatsizliğine karşı da ağır cezalar verildi. Bu durum kimi yerde evden, çocuklarından uzaklaştırılıp, ‘düşük kadın’ nitelemesiyle sokağa atmak olurken; kimi yerde ölümle, kimi yerde diri diri gömülüp taşlanarak öldürmeye kadar vardı. Yine inançların körüklemesiyle cadı veya büyücü sıfatlarıyla alanlarda yakıldı, öldürmek için peşlerine atlılar salındı.


Ortaçağ Avrupa’sındaki atasözü: “Bir kadın evinden dışarıya üç kez çıkmalıdır. Vaftiz için, evlilik için, mezara gitmek için” kadının tutsak yaşamını bu sözlerle özetlerken; başka bir söyleyiş de: “Kadın, kedi ve baca evi hiç terk edemez” şeklindedir.


“Adem ile Havva” anlatısıyla tüm dinler, kadını suçlu ve korkulacak yaratık olarak gösterirken, İslamiyet duruma daha demokratik bakmış, suçu hem erkeğe hem kadına yükleyerek eşitlemiştir. Ancak tüm dinlerde erkek kadını cezalandırıp dövebilir. İslamiyet. “Ey insanlar Kadınlar hakkında Allah’tan korkunuz, sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Hanımları üzmeyin, onlar Allahü Teâlâ’nın size emanetidir, yediğinden yedir, giydiğinden giydir, cennet anaların ayağı altındadır” dese de; gerektiğinde “kadını hafifçe dövme” izni verir. Bunun nedeni, kadını erkeğe göre çirkin olan davranışlarından vazgeçirmektir. Dövülmekten hoşlanan (mazoşist) kadınları dövmekse; onların ruh sağlığı için gerekli görülmektedir.


Eski Yahudi toplumları kızları hizmetçi sayar, utancından dolayı babasının onu satmasını haklı kabul ederdi. Kızlar ancak babanın hiç çocuğu yoksa miras alabilir; her Yahudi sabah duasında: “Ezeli İlahımız, kâinatın kralı beni kadın yaratmadığın için sana hamdolsun” derdi.


Hıristiyanlıkta kadın, şeytanca kötülüklere kapı açar, erkeği yasak ağaca götürür, onun ahlakını bozar. Aziz Saint Paul: “Her erkeğin başı İsa, her kadının başı erkektir. İsa’nın başı Tanrıdır. Erkek Tanrının şanı ve çehresidir, kadın da erkeğin şanıdır. Çünkü erkek kadına bağlı değildir, kadın erkeğe bağlıdır, kadın erkek için doğmuştur,” der.


Örneklerde de görüldüğü gibi inanışların hemen hemen tümünde erkek, tanrısal güce eş bir güce sahiptir, kadın ona boyun eğmek, itaat etmek durumundadır. Çağlar boyu bu öğretilerle büyütülen erkeğin şiddet kullanma hakkı sorgulanmadan günümüze kadar gelmiştir. Erkeğe bağlı kalması, onun sözünden çıkmaması emredilen kadının; bu koşullarda “Kocamdır, babamdır, ağabeyimdir, amcamdır. Döver de söver de” demekten başka yolu kalmamıştır. Bu emirlerin toplum etiği olması, töre durumlarına gelmesi ise ‘şiddeti daimi ve meşru ‘ kılan olgular yapar. Bugün kadının zamanları ve kemikleşmiş emirleri aşarak ekonomik, psikolojik, eğitimsel olgularla bile özgürleşebilmesi, kimlik ve kişiliğini koruyabilmesi tek başına zor gözükmektedir.


“Analık” kavramı kadına kutsallık ve saygınlık kazandırırken; çoğu kez de onun ayak bağı oldu, erkeğin boyunduruğuna baş eğmesine neden oldu. Erkeğin çocukları kullanarak; baskı yoluyla kadını evlilik içinde tuttuğu, çocuklarını göstermemekle, almakla tehdit ettiği, annelerine karşı kışkırttığı, hatta dövdürdüğü, öldürttüğü bilinen gerçeklerdir. Aile içi taciz ve tecavüz olayları bile, çocukların duymaması adına yüzyıllarca saklanan bir olgudur. Tarihin her döneminde ‘analık’ kavramı kadını, babalarının şiddetine baş eğdirmiştir. Kadını doğurduğundan ayrı ele almak eksik bir yaklaşımdır. Çünkü analık olgusunda hem kadın, hem çocuğu birlikte anılır, yaşam koşulları birlikte hazırlanır. ‘Baba’ olaylara daha dışardan ve acımasız bakabilir. Kadını zorlayabilmek için (ki bunun örnekleri hayvanlar aleminde bile çok. Dişi ve erkek aslan hikayeleri) gerekirse çocuklarını harcar.


Dişi cinsin hayatının üç evresi de lanetlemelerle doludur. Kız doğduğu zaman : “ kız yerine taş doğuraydım, kızın varsa derdin var, bir boğaz daha geldi, kıza emek çekme ele gidecek, kız evi ölü evi, kızını dövmeyen dizini döver…” dinilirken; kadınlıkta: “ ‘kadın denize benzer, güven olmaz’, ‘karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etme’, kadın çizme erkek ayaktır, ayak yıkanır çizme kiriyle kalır’, ‘kadın erkeğin elinin kiridir’…”sözleri kullanılır. Yaşlı ve atıl duruma gelince: “moruk, yaşlı cadı, eski minder…” sıfatlarıyla aşağılanır. Yaşamı kadınlar üretip güzelleştirdiği halde; doğumundan ölümüne dek aşağılanmaktan, şiddetten ve horlanmaktan kurtulamaz.


Genel bir sıralamayla bakacak olursak; ilk insanda şiddetin olmadığını, insan öldürmenin suç sayıldığını, avlanmanın bile zorunluluk olduğunu biliyoruz. Paranın bulunuşuyla birlikte, bir cinsin yavaş yavaş gücü eline aldığını ve güçsüzü hırpaladığını görüyoruz. Ekonomik gücü destekleyen inanç sistemleri de kadına fazla hak tanımıyor. Kilise ve şeriat yasaları; kadını evden dışarı çıkarmayan, erkeğe itaati emreden, her yaptığını ayıp, yasak, günah üçlemesiyle sınırlayan yönlendirmelerle dolu.


Para kazanma koşulları elinden alınmış, çalışması babanın, ağabeyinin, kocanın iznine bağlı, eğitim olanakları olmayan, bilisiz ve yetenekleri körelmiş bir cinse; çağlar boyunca “sen zayıfsın, yapamazsın, eksik eteksin, erkek kadar güçlü değilsin, erkekten korkulur..” telkinleri yapılmışsa, o bireyde özgüven kalır mı? Kader, denilen kavram genlerinde taşıdığı korkaklıktan, sindirilmişlikten başka nedir?


Yapılan bir araştırmada %56 kadın; şiddeti kadınların davet ettiğini söylüyor ve erkeği haklı gösteriyor. Kadın istemese erkek gelmez, kuyruğunu salladığı için erkek gider, öyle giyindiği için, böyle davrandığı için… gibi nedenlerle kendi cinslerini suçluyorlar. Peki bu kadınlar mazoşist, erkekler sadist mi? Evet, kadın kabullendiği 2.kimlik haliyle olaylara bakarken; erkeğin üstünlüğünü, kendisinin aşağı cinsten olduğunu zaten çoktan kabullenmiş. Üstün cinsin her türlü davranış özgürlüğü olduğunu söylüyor. Onun sınırlarını zorlayan kadın ise bu gurubun görüşlerine göre; şiddeti hak ediyor.


Bu yaklaşımla töre olaylarına bakacak olursak; ailenin emirlerine karşı geldiği için cezalandırılması gereken kızının, öldürülmesine emir verenlerden birisi de annesidir… Yani erkek şiddeti kadınlar tarafından desteklenmiyor olsa; belki bu boyuta gelmeyebilirdi. Ayrıca bugün dünyada seks pazarı önemli bir pazar. Seks köleleri ise, çoğunlukla kadınlar tarafından bu tuzağa çekiliyor. Gelişmemiş ülkelerde kadının yaşamını nasıl yürüteceğini töreler, gelenekler, inançlar yönlendiriyormuş gibi gösterilirken; aslında altta yatan gerçeğin para olduğu unutulmamalıdır. Evlilik, çeyiz, başlık parası gibi şeyler, töre örtüsü altında, şiddet olarak kadına dönmektedir. Kapitalist ülkelerde ise kadın tam anlamıyla metadır. Araba onun imgesiyle satılır, fabrika onun düşleriyle üretir. Paranın geldiği noktada ‘kadın’ en çok alınıp, satılan, bu arada da şiddetin yakınında duran insandır.


Şiddetin daha çok toplumsal değerlerin değiştiği, altüst olduğu dönemlerde sıklaştığı gözlemlenmiştir. Ülkemizdeki göç olgusu, ekonomik ve siyasal dengesizlikler, etik değerlerin hızlı değişimi, “ötekileşme” nin artması şiddeti tırmandırmış, yasalar da yetersiz kalınca güç gösterisi artmıştır. Ekonomik sistemin çürüttüğü, küçülttüğü ‘erkek egosu’ rahatlayıp, yüceleceği yer olarak kadını seçmekte, onu ‘hiç etmek’le var olacağını duyumsatmaktadır. Bu hastalıklı yapılanmada sosyoekonomik, psikolojik bir çok neden olduğu gibi; tarihin ona bahşettiği “Sen erkeksin, güçlüsün, zâdesin, kralsın” sıfatlarının yüreklendirmesini de unutmamak gerekir. Çünkü kadında boyun eğmeyi gerektiren zamanlar arası öğreti, erkek için de geçerlidir. Onu da güçlüsün, gücünü göster’e yönlendirmektedir.

Şiddetin kaynağını salt eğitime ya da ekonomiye bağlamak eksik olur. Yapılan araştırmalarda şiddet uygulayan erkeklerin çoğunun yüksek lisans mezunu oldukları görülmüştür. Ayrıca varlıklı erkeklerin yoksullara göre daha fazla şiddete eğilimli olduğu söylenebilir. Paradan alınan güce, erkeklik misyonu da eklenince şiddet kaçınılmaz gözükmektedir.


Bugün geldiğimiz noktada hem toplumda, hem aile içinde fiziksel ve duygusal şiddet artarken medyanın etkilerini, eğitim kurumlarının eksikliğini göz ardı edemeyiz. Öldürülmüş bir kadının çırılçıplak cesedinin gösterimi, hastalıklı dünyalarda şiddet duygusunu kamçılarken; okullarda yeterince sanat eğitimlerinin verilmeyişi, ezbersiz-yaşama dönük bilgilendirmelerin eksikliği, şiddete zemin hazırlayan olgulardır.


Yeniden tarihe dönecek olursak; eski Roma’da koca karısını dövebilir, boşayabilir; eğer zina işlemiş, kötü yola düşmüşse öldürebilirdi. 1700’lü yıllarda İngiltere yasaları da kocaya doğrudan karısını cezalandırma hakkı tanımıştı.19.YY’da ABD’de de aynı uygulama vardı. 1960 yılına kadar tüm dünya kadına şiddeti doğal saydı. 1970’lerde artan kadın hareketleriyle bu konuya dikkat çekildi ve günümüze kadar da tepkiler yeni düzenlemeler, yasal değişikliklerle geldi.


Atatürk kadınlara özgürlük yollarını açarken, onları cariye, halayık, odalık olmaktan da kurtarmayı amaçlamıştı. Haklarını koruyabilmeleri için seçme-seçilme olanağını verdi, medenî kanunla konumunu yasallaştırdı, çocuklarını da kendisini de koruma haklarına kavuşmasını istedi. Ne yazık ki ‘Türkiyeli Kadınlar’ bu haklar için büyük savaşımlar vermedikleri için, sunulan hakların yeterince bilincinde olmadıkları için; Atatürk’ün çabası yerini bulamadı, kadının köleliği, erkeğe bağımlı yaşayışı çalışsa da, okusa da, meslek ve para sahibi olsa da bitmedi… Üniversiteli eşler bile, erkek kimi ve neyi seçerse onu seçiyor, erkeğin yörüngesinde onun belirlediği alan içinde yaşıyor. Bu kabullenişi bilen erkek; ister seviyor, isterse dayak atıyor. Bir de işin içine patalojik olgular olarak; kıskançlık, geriye çekme, alaysama, lâkap takma, aldatma eğilimleri, duygusal işkenceler girince kadının çıkmazları artıyor.


Şiddet konusu aile içi, aile dışı iki insan arasında olabildiği gibi insanın doğaya, hayvanlara zarar verişine, tarihi zedeleyişine kadar varabilir. Orman yangınları da, ülkeden heykel kaçırma da birer şiddettir. Ama insanın insana kastı, daha dorusu tarihsel içerikli kadına şiddet konusu; bugün acil önlem alınması gereken bir durumdur. Kadınla erkek arasındaki bu savaşımdan en çok yarayı çocuklar almaktadır. Çocuk ruhlarını zedelemiş, yaralamış toplumlar ise geleceklerini kuramazlar... Böyle bakıldığında sorun yalnızca bir cinsin hırpalanması değil, ülkelerin geleceğinin yara almasıdır. Ruh ve beden sağlığı yerinde olan anneler, sağlıklı çocuklar yetiştirebilir ancak.

*

maviADA 28. Sayı


KIŞ 2013


DOSYA:


1."Hiçbir Yere Yolculuk"

2.Toplumcu Edebiyat



Etiketler:

43 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Σχόλια


1/706
bottom of page