top of page

ŞEYH BEDRETTİN


Galiba bin dokuz yüz yetmiş sekiz yılıydı. Nazım Hikmet’in yarattığı yapma destanlarımızın en güzel örneklerinden olan Bedrettin Destanını Cem Karaca yorumu ile dinleyince çok beğenmiştim. O güne kadar Bedrettin adını hiç duymamış, Bedrettin nasıl bir kişiliktir, hakkında en küçük, bir bilgim yoktu. O kadar çok etkilenmiştim ki, sözler müthiş, yorum o yılların ruh halime tıpa tıp uyuyordu. Dağların yükseklerinden kopup gelen bir çağlayan gibi gürül gürül akıyordu. Cem Karaca:


“Sıcaktı Sıcak Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı Sıcak Sıcaktı Bulutlar doluydular Bulutlar boşanacak Boşanacaktı O kımıldanmadan baktı Kayalardan Iki gözü iki kartal gibi indi ovaya Orda en yumuşak, en sert En tutumlu, en cömert En seven En büyük, en güzel kadın; TOPRAK Nerdeyse doğuracak doğuracaktı.”


Bin dört yüz on beşlerin toplumsal bir olayı yine olağanüstü sözlerde yeniden vücut bulmuş ve olağanüstü bir yorumla yeniden dünyaya gelmişti. Nazım Hikmet bu şiiri Bursa Cezaevinde hükümlü iken okuduğu bir risaleden etkilenerek yazmış. Şimdi Nazım’ın entelektüel derinliğine şapka çıkarmaz mısınız, cezaevi koşullarında bu kadar nitelikli bir şiiri yazmak, 1938 yıllarının yazılı kaynaklarının yetersizliğini göz önüne getirip fevkalade olduğunu kabul etmez de ne yaparsınız?

Hiç vakit kaybetmeden Bursa Altıparmak’ta bir kitapçıya giderek, Necdet Kurdakul’un “Bütün Yönleriyle Bedrettin,” adlı eserini aldım.


Anadolu toprakları büyük bilgelere, hümanistlere, filozoflara ev Sahipliği yapmıştır: Eflatun, Homeros, Hacıbektaş, Yunus, Nazım Hikmet, Namık Kemal, Tevfik Fikret gibi şahsiyetler Anadolu topraklarında insan sevgisinin ana fikrini yazmışlardır.

Yazıma başlarken, “ben Bedrettin’i Nazım ve Cem Karaca ile tanıdım,” demiştim ya. Beni etkileyen, büyüleyen şu dizelerin sihrine bakar mısınız?


“…Hep bir ağızdan türkü söyleyip Hep beraber sulardan çekmek ağı Demiri oya gibi işleyip hep beraber Hep beraber sürebilmek toprağı Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek Yarin yanağından gayri

Her şeyde,

Her yerde hep beraber diyebilmek için On binler verdi sekiz binini...”


Her duyduğumda, yine aynı heyecan, yine aynı vakur ruh halimle dinlerim. Konunun didaktik anlatımına geçmeden, Nazım Hikmet adının altını bir kez daha çizmek lazım. Sonra bu destanın müziğimizin güçlü isimleri Cem Karaca ve Zülfü Livaneli tarafından icra edilmesi, Bedrettin adının yarınlara taşınmasında muhteşem bir görevi yerine getirdiği kültürün bir milletin tarihsel geçmişinin bilinir olmasında çok değerli olduğunu aklı başında her insan kabul eder. Müzikle gücü daha da artan bu destan, Nazım gibi ölümsüzler ülkesinin nüfusuna kaydedilmiştir.


Şeyh Bedrettin, 1358-1420 yılları arasında yaşamış, büyük bir Türk bilgesidir. 62 yaşında katledildiğinde hiçbir koşulda zalimin karşısında eğilmemiştir. Babası Osmanlı kadısı, yani hakimidir. O, Simavna Kalesini, savaşarak kazandığı için, Osmanlı kaleyi ona vermiştir. Simavna bugün Yunanistan toprakları içinde kalmış, bir Osmanlı toprağıdır. Annesi, kalenin tekfurunun kızıdır, meraklıları için diyelim Hıristiyan’dır. Yani, Osmanlı padişahlarının anneleri gibi, onun annesi de sonradan Müslüman olmuş, Melek adını almıştır.


Yapıtları:

Ölümünden sonra eserlerinin birçoğu gizlenmiş veya kaybolmuştur. Menakıbnameye göre 48, başka kaynaklara göre 38 yapıtı vardır. Bazı yapıtlarının adı bilinmekle beraber günümüze ulaşmamıştır. En iyi incelenmiş yapıtı Varidat'tır.


Ayrıca, Letai'fü’l-işarât, Ukudü’l-cevahir, Teshil, Meserretü’l-kulûb, Nurü'l-kulub, Çerağu'l-fütuh


Bedrettin, hayat derslerini, annesinden almış, Grekçeyi de ondan öğrenmiş, babasından da hukuk dersleri almıştır. Bedrettin, kendini yetiştirmek ve öğrenmek için yoğun bir emek vermiştir. Edirne’de fıkıh, Bursa’da astronomi, matematik öğrenmiş, Konya’da Mevlana’nın müritlerinden feyz alıp gönül dünyasını zenginleştirmiştir. Ona Konya da yetmeyince, yönünü, Mısır’a çevirmiş, Kahire’de bilginlerle, ulemalarla gönül sohbetleri yapıp felsefi ve entelektüel birikimini daha da artırmıştır. Mısır’da ulemadan biri ona iki cariye vermiş. İşte Bedrettin onlardan adı Cazibe olan Habeşliyle evlenmiştir. Yine meraklılarına magazinsel bir bilgi daha verelim. Bedrettin tek evlilik yapmış, yani medeni kanunun tek eşli olma esasını bin dört yüzlü yıllarda hayata geçirmiştir. Yine o yıllarda beyler, şeyhler, ağaların birden fazla kadınla evlilik yaptıklarını bunun da toplumsal bir zorunluluk olduğunu belirtmek lazım.


Bedrettin'in Kahire’de Hüseyin Ahlati ile tanışması ona yeni bir ufuk açmıştır. Artık Bedrettin bir tasavvufçudur. Neydi tasavvuf, nefsi terbiye etme, dünya varlıklarından uzaklaşıp onların esiri olmadan tanrı varlığına yönelme diye öz bir tanımlama yapabiliriz…

Bedrettin’in ilim irfan yolculuğu Kahire’de son bulmamış, oradan Tebriz’e geçmiştir. Tebriz’de Timur’un alimlerle yaptığı sohbetlere dahil olmuş, hem ulemanın, hem de Timur’un takdirine mahzar olmuştur. Timur o kadar çok takdir etmiş, o kadar çok takdir etmiş ki bazı tarihçilere göre Timur Bedrettin’in elini bile öpmüştür. Görüldüğü gibi, Bedrettin, ilim irfan yolculuğunda hakikaten çok emek vererek, derya deniz olmuş!


Şimdi konuyu herkesin az çok bilgi sahibi olduğu bir noktaya getirelim. Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki Ankara Savaşı, ilkokul okuyan, herkesin bileceği bir konudur. Bu savaştan malumunuzdur, Timur galip çıkmıştır. Savaştan sonra Timur, Yıldırım’ı yanında götürünce, Osmanlı başsız kalmış, bu başsızlık, Osmanlı’da on bir yıl süren taht kavgalarına sebebiyet vermiştir. Tarihte bu devrin adı Fetret devridir.


Yıldırım’ın dört oğlu, İsa, Musa, Süleyman ve Mehmet topladıkları kuvvetlerle kah birbirleri ile işbirliği yaparak, kah savaşarak kanlı taht kavgalarına girmişler. Nihayetinde Mehmet Çelebi kardeşlerini yenerek yönetimi ele almıştır. Timur’un adını andıktan sonra bir parantez açıp ona dair bir iki cümle etmek lazım. Öncelikle Timur bir Türk hakanıdır, Yıldırım’ı yenmesinden ötürü onu lanetlemek doğru bir anlayış değildir. Türk boylarının kendi aralarındaki savaşlardan ötürü, tarihsel gerçekleri çarpıtmamak lazımdır. Tarihçilerin tarihi doğru yazmak gibi, çok kutsal bir görevi vardır. Daha önce okuyup bilen var mıdır bilmem. Mesela, İzmir’i fetheden Türk komutanı Timur’dur. Şimdi parantezi kapatalım.


Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht kavgalarının uzun sürdüğünü bu savaşlardan Çelebi Mehmet’in galip çıktığını az önce ifade ettik ya. Şimdi şeytani bir iki soru sorarak, beyin jimnastiği yapalım. Diyelim ki, Mehmet Çelebi değil de Musa Çelebi, diğer kardeşlerini yenip padişah olsaydı, Bedrettin de sadrazam olurdu. O zaman Osmanlı’da hakim mezhep hangisi olurdu, Nakşibendilik yine devlette bu kadar etkin olabilir miydi, yine Anadolu’da Alevi katliamı olur muydu? Haydi, siz bu soruların cevaplarını düşünürken ben konuya kaldığımız yerden devam edeyim.


Kazasker Bedrettin yenilikçidir. Onun yenilikçiliği ilk olarak hukuk alanında görülür. Mesela kadın erkek eşitliği, üretimde hakça bölüşüm, insanların yaşama hakları, dinler ve mezhepler arasında eşitlik… Güzel değil mi, herkesin dini kendine göre, en yüce din değil mi, bu konuda kavga olur mu, bu uğurda insanlar öldürülür mü?


Tasavvufçular der ki, Tanrı kendi güzelliğini görmek için insanı yaratmış, onun tecellisi de insanın yüzünde, yüreğinde vücut bulmuştur. Ben derim ki insanın tanrısı, insanın vicdanıdır; Tanrının gücü sevgidedir, onun gücü hiçbir şeyde yoktur, onun karşısında demir dağlar erir, sarp kayalar un ufak olur. İnsanın yüreğinin köşelerinde keşfedilmemiş, sevgiler, farkına varılmamış tanrılar vardır. İnsan ruhu, bedeni tam tekmil çözümlenememiş çok bilinmeyenli bir denklemdir, bu güzellikleri ortaya çıkarmak için çalışmak harika olmaz mı?

Bedrettin’in taraftarları tam bir Anadolu mozaiğidir. İçinde her dinden insan Bedrettin’e gönül vermiş, birlikte dünyayı değiştirmek için el ele, gönül gönüle mücadele edip “yârin yanağından” gayrı her şeyi, her şeyi paylaşmışlardır. Bedrettin düşüncelerini hayata geçiren bir gönül adamı, büyük bir bilgedir. O aynı zamanda kılıçla, zulümle susturulmaya, asimile edilmeye çalışılan Türkmenlerin, ezilen, sömürülen insanların sesi olmuştur. Marksizm’in esamisinin okunmadığı bin dört yüzlü yıllarda geliştirdiği komün yaşamında ne sömüren, ne sömürülen vardır.


Bedrettin adını anıp Börklüce Mustafa’nın, Torlak Kemal’in adını anmamak onlara büyük bir haksızlık olur. Börklüce Aydın Karaburun’da, Torlak Kemal Manisa’da büyük bir güç toplamış, uygulamaları ile insanları mutlu etmişlerdir. Onların uygulaması Bedrettin düşüncesinin hayat bulmasıdır. Bu iki isim de Bedrettin gibi büyük birer devrimcidir. Devrimciliği Fransız İhtilali'ndan başlatmak doğru bir yorum değildir. Kuşkusuz Fransız İhtilali dünya halklarının uyanmasından yadsınamaz bir görev üstlenmiş, imparatorlukların yıkılmasına sebep olmuştur.


Şimdi konuya başka bir gözlükle bakıp insanların garipliklerine tanıklık etmiş olalım. İşin en garibi adının önünde profesör olan biri dedikleri ile resmen … (Burada kullanmak istediğim ifade yazımın ruhuna uygun olmadığı için üç nokta koydum.) Diyor ki Sayın Profesör Bedrettin için: “Stalin Şeyhi Bedrettin” O sayın profesör, devam ediyor, “eğer o yıllar Bedrettin başarılı olsaydı, Kızıl tehlike acısını 530 yıl önce getirecekti.”


Lafa bak, birilerine yaranmak için, adam iyi bir boyamış. Yine diyor ki bu beyzade,” Bedrettin asıldığı gün Türk ve İslam aleminin kurtuluş günüdür!” 1923 de mübadele günlerinde Serez’den bir sanduka içinde getirilen Bedrettin’in kemikleri Topkapı Sarayı’nın bir odasındadır. Devam ediyor Bay Profesör, “Bedrettin’in kemikleri ya yakılmalı, ya da denize atılmalı!” Öfkeye bakın, insanın sinirlerini hoplatıyor, değil mi?


Bedrettin’den sonra etkili, güvenilir iki isim: Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Yıldırım’ın oğulları arasındaki taht kavgasından Çelebi Mehmet galip çıkmıştır. İktidarını pekiştirmek için hemen icraata başlamış, öncelikle Bedrettin’i bilgisine hürmeten, (kitaplar böyle diyor) İznik’e sürgüne göndermiştir. Bunun üzerine Börklüce Aydın illerinde, Torlak da Manisa’da isyan eder. Börklüce ve askerleri üzerlerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğratır. Üstelik kılıçları tahtandandır. Savaş ganimeti olarak ele geçirdikleri metal kılıçlarla daha bir güçlü olurlar. Büyük ustanın dediği gibi, “yalın ayak ve yalın kılıçtılar, başları açıktı.” Karaburun dağlarının bıçaktan keskin kayalarının üstünde cenk etmektedirler. Bu esnada isyan genişleyip Çanakkale’ye kadar ulaşır. Bu sefer Osmanlı kuvvetleri daha büyük bir ordu ile saldırır. Elli bin kişilik ordunun başında Şehzade Murat vardır. Büyük usta savaşının sonunu şöyle betimliyor:


“…Sıcaktı, Bulutlar doluydular Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere Birdenbire gökten yağar, kayalardan dökülür, yerden biter gibi Bu toprağın verdiği en son eser gibi Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına çıktılar Dikişsiz ak libaslı, baş açık, yalınayak ve yalın kılıçtılar Mübalağa cenk olundu Aydın'ın Türk köylüleri Sakızlı Rum gemiciler Yahudi esnafları On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafa'nın Düşman ormanına on bin balta gibi daldı Bayrakları al, yeşil Kalkanları kakma, tolgası tunç saflar pare pare edildi ama Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama On binler iki bin kaldı…”


Mustafa yenilmiştir, yakalanarak, işkencenin en acımasızı yapılır. Buna dair Bizanslı tarihçi der ki, “parmakları pense ile tek tek kırıldı, olayı izleyen halk kemik çıtırtılarını duymuştur. Börklüce’de en ufak bir korku, teslimiyet yoktur. Celladına der ki

“Acele etme, zamanımız var yavaş yavaş kırarsın,” Bu sırada da “İriş Dede Sultan İriş!”der.


Aynen Nesimi’nin derisi yüzülürken “Enel hak,” dediği gibi. Bu tasavvuf anlayışının ruhiyatındandır, yani mürşidin gerçek varlığa ulaşmasıdır. Cellâtlar, af dilerse affedileceğini söylemelerine karşın, hiçbir şekilde eğilmemiştir. Cellatlar, Börklüce’den önce müritlerini gözünün önünde bir bir öldürür. Her baş düşerken “İriş Dede Sultan İriş,” derler. Sıra kendine gelmiş, önce bir bir parmakları kırılmış sonra, çırılçıplak soyularak, çarmıha gerilmiştir.


Sevgili okur, Mustafa ve geriye kalan iki bin adamının idamını Nazım öyle bir anlatmış, okurken inan gözlerim yaşardı. Diyor ki Nazım:


“…Boynu vurulacak iki bin adam Mustafa ve çarmıhı Cellat, kütük ve satır Her şey hazır, her şey tamam Kızıl sırma işlemeli bir haşa Altın üzengiler, kır bir at Atın üstünde kalın kaşlı bir çocuk Amasya padişahı şehzade Sultan Murat Ve yanında onun bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Beyazıt Paşa

Satırı çaldı cellat Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar Ve her baş düşerken yere Çarmıhından Mustafa Baktı son defa Ve her yere düşen başın kılı depremedi "İriş Dede Sultanım iriş" "İriş Dede Sultanım iriş" "İriş Dede Sultanım iriş" Dedi bir Başka bir söz demedi…”


Börklüce’nin yenilmesi Torlak Kemal ve askerlerinde müthiş bir moral çöküntüsüne sebep olur. Beyazıt Paşa, kan dökmekten çekinmeyen acımasız bir paşadır. Kısa zamanda Torlak Kemal ve askerlerini yener. Torlak da Börklüce gibi çırılçıplak soyulur sonra boynunda iple günlerce Manisa sokaklarında dolaştırılır, sonra idam edilir…

Bundan sonra Anadolu’da Alevi kıyımı başlar, ama ne kıyım. Dağ taş didik didik Alevi aranır, buldukları yerde acımasızca katledilir. Yani Anadolu’daki kıyım Yavuz’dan önce başlamış, sonra İkinci Beyazıt’la sürmüş; Yavuz’la en kanlısı, en vahşisi uygulanmış. Bitmiş mi katliamlar, biter mi, sonra Kuyucu gelmiş. Yani Kuyucu Murat. Kuyucu adı nereden gelmekte Alevileri kuyulara doldurduğu için bu lakap verilmiş. Böyle böyle altmış bin insanı katletmiş Kuyucu Murat. Daha yazsam konu dışına çıkmış olacağız. Bitti mi, biter mi, Sivas, Maraş, Çorum…


Bedrettin, İznik’ten gizlice kaçıp Kastamonu’daki İsfendiyar oğlu Beyliğine sığınır. Amacı Balkanlara geçip orada fikirlerini yaymak taraftar toplamaktır. Kastamonu’dan bir gemi ile Bulgaristan’a, oradan Deliorman mevkiinde kendini sevenlerle buluşarak çalışmalarına devam eder. Bir gün Çelebi Mehmet’in adamları onun dergâhına gelir ve adi bir yalanla, “biz seni seviyoruz, biz senin adamıyız,” diyerek, yalanla, dolanla, hileyle ele geçirir. Serez’in esnaf çarşısında idam edilir. Bedrettin idamını bir hikâyecikle anlatmaya çalışayım:


Onu yargılayan yargıçlardan biri, (aslında “yargıç” sözcüğünü böyle adamlar için kullanıp değerini düşürmemek lazım.):

“Ne o Bedrettin korktun galiba, bak yüzün sapsarı sarardı,” der. Bedrettin: “Güneş batarken sararır,” deyip onun algılayamayacağı muhteşem bir cevap verir.

“…Yağmur çiseliyor, beyaz ve çıplak mürted ayaklarının ıslak ve karanlık toprağın üstünde koşması gibi.

Yağmur çiseliyor, Serez’in esnaf çarşısında, bir bakırcı dükkânının karşısında Bedrettin’im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir…”


Bu konuda söylenecek o kadar çok şey vardır ki, onun gibi bir bilgeyi, örgütçüyü anlatmak kolay bir şey değil. Muhakkak eksik bir şeyler kalacaktır. Biliyorum, çok zor bir konuyu ele aldım. Eğitim enstitüsü yıllarından beri ilgimi çeken, ancak yazabildim onunla ilgili duygularımı. Eğer bir eksiklik, bir hata olmuşsa af ola.


Konuyu bitirirken Nazım Hikmet’e dair de bir şeyler söylemek lazımdır diye düşünüyorum. Şiirimizin yüz akı, dünya şiirinin büyük ustalarından birinin böyle muhteşem bir yapma destan örneği ile konuyu işlemesi, Bedrettin adının asırlarca yaşamasına vesile olmuştur. Sadece Nazım mı, diyeceksiniz, tabi ki hayır, Cem Karaca’ya ve Zülfü Livaneli’ye, sonra başka sanat emekçilerine de gönülden teşekkür ederim. Cem Karaca yorumu beni en çok etkileyen yorumdur. Hele bu bölümü onun sesinden dinlemek:


“…Yenildiler Yenenler, yenilenlerin dikişsiz ak Gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi Hep beraber kardeş elleriyle işlenen bu toprak Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu Deme... Bilirim O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim Ama bu yürek O bu dilden anlamaz pek O "Hey gidi kanbur felek hey, hey gidi kahpe devran hey", der Ve teker teker Bir an içinde Omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri, yüzleri kan içinde Geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak Geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları…”

Hele bu dizedeki sesin tonu, şiire acayip bir ahenk vermekte.


“Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla!”


Sesin gücüne, ifadenin muhteşemliğine… Harika!


Büyük bilge, ezilen, sömürülen, yok sayılan, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun herkesi kucaklayan Şeyh Bedrettin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.


25 Mayıs 2022 Salihli

120 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/683
bottom of page