top of page

SARI SAÇIN TELİ




Pazar alış verişi yapmak, yeşilliklerin yeşilini seyretmek, rokanın, maydanozun, dereotunun, ıspanağın yeşili, bütün yeşillerden güzeldir. Ya kerevizlerin, pancarların, doğada kendiliğinden çıkan ebegümeçlerinin, gelin alilerin ısırgan otlarının, turp otlarının, tay dişlerinin şevketi bostanların… Meyveleri saymıyorum bile, yazda başka, kışta başka…


Pazardan alış veriş yapmayı avamlık sayan sevgili aristokrat (!) ben halkım, halktan biriyim. Sen halkı tanımadan halktan yana olamazsın ki, ne diyor oğlumun ad kahramanı Uğur Mumcu,


Vurulduk ey halkım unutma bizi!

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize,

Çelik kelepçeler takıldı.

İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez!”


Günlerden pazardı, Salihli’nin Pazar pazarına gitmek için evden çıktım. Kış mevsimi olduğundan ocuğumu giydim, içlik, miçlik giy demelerine bakmadan, yürüyüp gittim. Hemen her zaman apartmanın giriş kapısından çıkar çıkmaz, YouTube açar, kulaklığı kulağıma yerleştirmeye çalışırdım. Çalışırdım çünkü kulağımın içi küçük olduğu için her kulaklığı kullanamazdım. Kulaklığım askılı kulaklıktı. Kızım evinde askılı kulaklık bulunca fotoğrafını çekip “bu sahipsiz kulaklık,” kimin diye sorunca oğlum:


“Baksana böyle kulaklığı kim kullanır, Niyazi!” Kulaklık ile ilgili maceralar sayfalar tutar.

Müzik dinlemeyi çok severim, son günlerde buna bir de radyo tiyatrosu eklendi. Müzik dinlemek, dizi izlemek, arada kitap okumak, bir şeyler karalamak… Tren yolu yürüyüş yolumdur. Yol boyu türlü türlü, cins cins bir sürü ağaç vardır: Kızılçamlar, fıstık çamları, ıhlamurlar, parkların süs ağaçları… Bahar aylarında bu yoldan yürümek, insanı kendinden geçirir. Hele ıhlamur çiçeklerinin kokusu adamın başını döndürür. Muhteşemdir, anlatılmaz gelip görmek lazım.


Salihli Lisesi’nden mezun olmuştum… Mezun… Yok mezun etmediler, o zamanın militan öğretmenleri okul hayatıma, hayatıma kastettiler; bu durumu bir kez daha aklıma getirip canımı sıkmayayım. Acaba yolda belde tanıdık birilerine denk gelir miyim diye dikkat kesilirim her daim… Maalesef bugüne kadar hiçbirine rastlamadım. Hoş rastlasam da tanır mıyım, tanısam merhaba der miyim? O yılların, müdür muavini aynı yöreden olduğumuz için beni de kendi gibi düşünüyor zannederek özel oluşturduğu militan sınıfa yazmış. Bu ifade aynen ona ait, böyle demişti.


Onun gibi değildim, onun baktığı yerden bakmıyordum hayata. Sınıf arkadaşlarım bir iki istisna yavru komandoları. Yalnız, yapayalnızdım. O nedenle lise arkadaşım yok gibidir…


Telefonda YouTube kanalı açık müzik dinleye dinleye pazara geldim. Alacağım çok fazla bir şey yoktu, gözüme yarayan bir şey olursa alacaktım. Bir iki bir şey alıp sırt çantasına koyarak sırtıma astım. Dönüş yolunda yine YouTube’den radyo tiyatrosu açıp dinleye dinleye eve doğru yürüdüm. O an nasıl oldu bilmiyorum, içime bir huzur geldi, tren yolu paralelindeki yürüyüş yolu boyunca ıhlamur ağaçlarının altına yaz günleri için gölgesinde dinlenmek üzere bırakılan banklardan birine oturup radyo tiyatrosunu daha dikkatli dinlemeye başladım.


Gün epey ilerlemişti, radyo tiyatrosu bitmiş, ben bir saate yakın o bankın üstünde dünyadan habersiz tiyatronun konusuna dalmış dinliyordum. Halide Edip’in Yol Palas Cinayeti. Kalktım eve doğru yürüdüm, on, on beş dakikalık bir yürüyüşle apartmanın önüne gelmiştim. Apartmanın giriş kapsını anahtarımla açıp omzumdaki sırt çantasına aldırmadan merdivenden çıktım yine. Zile basmadan kapıyı açıp sırt çantasını mutfağa bıraktım.


Fatma Hanım, çantadan öteberiyi çıkarırken, “sarı bir saç teli” ile karşılaşınca koşa koşa oturma odasına geldi, eh biraz da panik olunca:


“Bu sarı saç neyin, nesi?”

“Nereden bilirim, neyin nesi?”

“Ne demek neyin nesi, bu sarı saçın aldığın öteberinin içinde ne işi var?”

“Neren bilirim, sarı saç gelmiş çantamın içine girmiş, bilmiyorum!”

“Bilirsin, bilirsin, bal gibi bilirsin!”

“Sarı saçlı bir sevgilim yok, pazardan alış veriş yapan sarışın kadının saçları pazarcının mallarına karışmıştır!”

“Sarı saçlı sevgilin yok, peki kara saçlısı var mı?”

“Kahverengi!”

“Kahverengi mi?”

“Evet!”

“Bak eğer, bu sarı saçın aslı varsa, sonu nereye varır bilmem!”

“Allah Allah, nereye varırsa varsın o ne biçim laf, bir Pazar alış verişinden nereye geldik?”

“Bana bu sarı saçın mantıklı bir açıklamasını yaparsan, yaparsın!”


Telefonda sosyal medyayı açtım, bir taraftan da bu sarı saçın gizemini merak ettim. Acaba dedim, “bir ben var, bir de benden içeri” diyen Yunus gibi “içimdeki ben’in sarı saçlısı mı var,” diye vesvese etmeye başladım.


“Var mıydı, var mıydı, sarı saçlı, çekik gözlü, yanağının sol yanında tek gamzesi ve o gülüşünün sıcaklığıyla Uludağ’ın şahikasındaki karları eriten. Sahi var mıydı, dur bakalım, benim görünen benliğimin öyle ne sarı saçlısı, ne de çekik gözlüsü oldu. Ya bir ben var, bir de benden içeri, onun söz dinlemez, laftan anlamaz deli gönlü olduğunu bilirim.


“Dalıp gittin,” dedi Fatma Hanım!

“Dalıp gittim, benim söz dinlemez içimdeki ben var ya, onunla başım belada. Çünkü ne ben oyum, ne de o ben. Ben evi okulu, işi, çocuklarının ihtiyaçlarıydı çarşı pazardı, alışverişti, falan falan işte… O, fakat o, ne sözden anlıyor, ne küften; o, asi, o söz anlamaz, el gün dinlemez. O… O var ya, o gözünü budaktan esirgemez, 12 Eylül faşizminin en karanlığında, onun gerici yasalarına korkmadan, çekinmeden hayır deyip karşı durmuştu. İşte o var ya… Ona dair ne derim, hiç, hiç, bir şey diyemem. Ben, benim, o “ben içimdeki ben,” işte ona söz geçiremiyorum!"

“Sen, seni bilmezsen, ben seni nasıl bilirim, ya görünen ol; ya da içindeki kimse o! Öyle içindeki dışındaki bilmem ben!"


“Ben, onu içimdekini 80’li yıllarda yok etmiştim. Ben işte buyum, etten, kemikten yaratılan benim, bunun dışındaki her şey radyo tiyatrosu, boş ver gitsin!”


Radyo tiyatrosu, arkası yarın, nostaljik takılmak lazım o zaman. Radyo tiyatrosu için Muzaffer İzgü’nün Eskici Dede adlı radyo tiyatrosunu dinlemeye başladık…


Bir radyo tiyatrosu da ben yazarım belki.





Etiketler:

55 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/683
bottom of page