top of page
Bekir Özgen

ŞAŞIRTMA GECESİ

Güncelleme tarihi: 8 Oca 2022

maviADA Sanat Ödülleri 2013

Öykü 2.si

*

Hava erken kararmıştı. O gecenin bambaşka olacağını gösteren hiçbir ipucu yoktu. Giriş kapılarının önüne dayanmışlardı ki, yan komşularının balkonda oturduklarını gördüler. Sofra kurulmuş, burun delikleri et kokusunu dost tutmuştu. “Bu saatte,” dedi Yıldız Hanım. “Mangal sefası ha! Yazlığın kusuru da bu, işte… Bugüne kadar bir pişirimlik aşımız, kaygısız başımız vardı. Yazın tadını çıkarıyorduk ne güzel. Bu kiracılar da nerden çıktı şimdi? İkiz evde yaşamanın da bu sakıncası var.”


“Dur hele hanım,” diye çıkıştı kocası. “Daha dün bir, bugün iki… Belki iyi insanlardır. Hem kimi kimseleri de yok, baksana…”


”Görürüz.”


Tam içeri girmek üzerelerken, kiracı hanımın sesi duyuldu:

“İyi geceler komşu. Gördüğünüz gibi yemeğe yeni oturuyoruz. Buyurun bizlere katılın da soframız şenlensin. Bu saatte yatacak değilsiniz herhalde.”


Kocasından da destek geldi. “Evet, bekliyoruz.”


Yıldız Hanım bu çağrıya kulak asmasa da, kocası Tahsin Bey, “Kaç gündür buradalar. Daha bir hoş geldiniz bile demedik. Çağrılarını geri çevirirsek ayıp olur,” dedi.


“Rakının kokusunu alınca dayanamadın besbelli,” dese de Yıldız hanım da uydu kocasına. Kendi giriş kapılarını bırakıp onlarınkine yöneldiler.


Onları gören yeni kiracılar, balkon merdivenlerinden indiler. Yarı yola kadar gelip karşıladılar konuklarını. Ayaküstü tokalaşırken, “Ne iyi ettiniz de geldiniz. İnsanlar, en iyi, yemek masasında tanışır, kaynaşırmış. Buyurun. Hem yer içer, hem de söyleşiriz,” dedi Hamdi Bey.


Havaya renk katmak da Tahsin Bey‟e düştü: “Yoksulun kısmeti ayağına gelirmiş diye buna denir, işte.”


“Gönlümüz varsıl olsun yeter,” dedi Nadide Hanım. “Boğazımızdan inecek iki lokma değil mi?”


“Doğru söylüyorsunuz,” dedi Yıldız Hanım. “Yeter ki tatlı yensin, tatlı konuşulsun.”


Oturunca gördüler ki, oturdukları sofra konuştukları gibi pek alçakgönüllü değil. Kömür ızgarasında yeni pişmiş etle, burma rakısından tutun da; taze kavrulmuş Datça bademli mezesinden, midye tavasına kadar ne ararsan hepsi var. Geriye, buna uygun bir hava yaratmak kalıyordu. Bu da zor olmadı. Konu konuyu açtı. Sohbet koyulaştı. Alkol kana karışınca da bakışlar değişmekte gecikmedi. Önyargısız yakınlaşmalar, tedirginliğin yönünü dostluğa çeviriverdi. Bu da herkesten çok Yıldız Hanım‟a yaradı. İçindeki kuşkular eridi. Sökükleri dikilmeye, yaraları onarılmaya başladı.


Ayrıntılı tanışma faslı da arkadan geldi.


“Ben,” dedi Nadide Hanım. “Tahsin Bey‟i gördüm bir yerde. Gözüm ısırıyor. Ama ne zaman, nerede karşılaştığımızı belleğimin kuytu derinliklerinden bulup çıkartamıyorum bir türlü.”


Oysa Tahsin Bey onu yakından görür görmez tanımıştı. “Yanılmıyorsunuz, aradan yıllar geçti,” dedi. “Hiç unutmam, bir Cuma günüydü. Bana telefon edip kurumunuz için çok sayıda kitap istemiştiniz. Ben de üç dört büyük paketi arabama koymuş getirmiştim size. Öğle yemeğinden sonraydı. Salona gelen arkadaşlarınız kitapları birer ikişer kapışıp çaylarını içmeye başlamıştı ki, benim yanıma yaklaşan siz oldunuz. „Kitapları siz mi getirdiniz?‟ diye sordunuz. Benim, „Evet,‟ demem üzerine de:


„Yazar!‟ diye kekelediniz. „Tahsin Oktay Bey! Kendisi neden gelmedi?‟


Ne diyeceğimi şaşırdım. „O, benim,‟ desem siz mahcup olacaksınız. „Onun işi çıktı gelemedi, beni yolladı,‟ desem ben yalancı konumuna düşeceğim. Dondum. Susmayı yeğledim.”


“Aynen öyle olmuştu gerçekten de,” diye haykırdı Nadide Hanım büyük bir şaşkınlıkla. “Hiç unutur muyum, yerin dibine geçtiğim o anı…Hey Tanrım! Şuna bakın hele. Nereden nereye?”


“Görüyorsunuz ya dünya ne kadar küçük,” dedi Hamdi Bey. “Birer yudum rakı alalım da, şaşkınlığımızla pekişen tanışıklığımız yerini kalıcı dostluklara bıraksın.”


Konukları Tahsin Bey‟in önüne tepeleme doldurulmuş yemek tabağını sürdü. “Niçin zahmet ediyorsunuz?”


“Olur mu? Elimize yapışmıyor ya, komşu!”


Sağlığa ve şerefe kaldırdılar kadehlerini. Yeme içme faslı, kendi doğal akışında yürüyordu ki, Yıldız Hanım‟ın gözü, pencere kenarında duran bir romana takıldı. “Bakıyorum,” dedi. “Dinlence, izlence demiyor, kitap okuyabiliyorsunuz.”


“Evet,” diye yanıtladı Hamdi Bey. “Nadide olsun, ben olayım okumadan duramayız. İkimiz de Kemal Fuat hastasıyız. Siz gelmeden önce onun en beğendiğimiz Çalıntı Kimlikler adlı eserinden sayfalar okuduk. Yazar, yaşlılığı öyle güzel işlemiş ki, gözyaşlarımızı tutamadık.”


Yıldız Hanım, o satırları biz de dinlemek isterdik doğrusu,” deyince, Nadide Hanım aldı kitabı eline, açtı, buldu o yeri, başladı okumaya:


… Bayramlar, seyranlar gelip geçmiş, kapısını çalan, hatırını soran çıkmamıştı. “Yavrularım, canım ciğerlerim, varlarım yoklarım, yaşam sığınaklarım,” dediği oğulları yoktu ortalıklarda. Varlık içinde darlığa mı düşmüşlerdi? Kayıp mı olmuşlardı işin aşın ardında? Öyle bile olsa, şunun şurasında kaç adımlık yerdeydi ki ikisi de? Üfleseler solukları buraya ulaşırdı. İsteseler, yakını daha da yakına çekip analarını yanlarına alamazlar mıydı?


Onların bu aymazlığına konu komşu da parmak ısırıyor, ileri geri konuşmaktan geri durmuyordu. “Daha dün, gurk tavuğun civcivleri gibi analarının arkasında dolaştıklarını ne tez unuttular? Bunlar nasıl evlat böyle; insanın anası, toprak kadar elinin altında, gün ışığı kadar gözbebeklerinde olması gerekmez mi?” diyerek Anaca’nın iki hayırsız oğluna veryansın ediyorlardı.


Eltisi bile dayanamamış, “Okuyanlar, sağır bir Tanrı’nın çocukları mı olup çıkıyorlar yoksa?” diye dert yanmıştı. …. “İşte bu son cümle bize çok dokundu. Sizler de en az bizim yaşımızda olduğunuza göre, benzer yaşanmışlıklara tanıklık etmiş, belki de yaşamış olabilirsiniz.”


“Ne dersin Yıldız, evlatlar böyle hayırsız mı oluyor? ” diye sordu kocası Tahsin Bey.


Ev sahipleri, bu sorunun doğrudan Yıldız Hanım‟a yöneltilmesini anlamlı bulsalar da susmayı yeğlediler.


Ortalığın sessizliğini bozmaksa Yıldız Hanım‟a düştü. “Bütün evlatlar böyle mi bilmem ama, okumuş kısmının yürek bağları çabuk kopuyor. Padişahlar gibi önce yakınlarına kıyıyorlar."


“Bir dakika!” diye haykırdı Hamdi Bey. “Bu cümlenin tıpkısı okuduğumuz romanda da var. Bunu nereden bilebilirsiniz ki siz?”


Soru havada asılı kaldı. Diz boyu şaşkınlıktı aralarında gezinen. Kimse ne diyeceğini bilemiyor, büyümüş gözlerle birbirine bakıyordu ki, ortalığı yatıştırmak Tahsin Bey‟e düştü. Beyninde, ”Kitabı okuyan mı yoksa yazan mı olmak daha uygun düşerdi?” sorusu biçimlenmiş olsa da, “Görüyorsunuz ya, içmeden açılamıyor insan. Benim hanıma bir duble rakı daha verirseniz, eminim romanı baştan sona ezberden okur,” diye şakaya vurdu.


“Durun hele, Tahsin Bey,” diye ünledi Hamdi Bey. “Nadide Hanım kitabınızı aldığına göre, siz de bir yazarsınız. Ne yazıyorsunuz? Roman mı, öykü mü, şiir mi?”


“Bizimkisi yazarlık sayılmaz canım. Bir zamanlar okullar için yardımcı ders kitapları yazmıştık da.”


“Nasıl yani? Tekil değil de çoğul muydunuz?”


“Evet. Eşimle birlikte.”


“İyi ama sorduk soruşturduk, buralarda sizin yazar olduğunuzu bilen yok.”


“Haklı sayılırlar. Bizim yazarlığımız yıllar önceydi çünkü.”


“İki oğlunuzdan birine bir bavul dolusu karalama roman taslağı verdiğiniz doğru mu?”


“Bu da ne demek oluyor şimdi? Yıldız! Hamdi Bey‟in ne dediğini duydun mu, canım? Bugünlerde „böcek kulak‟ modası var ama siz ondan da ileri gitmiş, saklı gizli neyimiz varsa öğrenmişsiniz. Gel de şaşırma!”


Konu açılmışken, bir soru da ben soracağım dedi Nadide Hanım. “Geçenlerde yazar Kemal Fuat‟a, o sizin yinelediğiniz, „Okumuşların yürek bağları çabuk mu kopuyor ki, Padişahlar gibi önce kendi yakınlarına kıyıyorlar…‟ sözünü yinelediğimde hiçbir tepki vermedi. Belli ki bu satırları ilk kez duyuyordu. Bundan cesaretle, “Babanız ne iş yapar, o da yazar mı?” diye sordum. Gariptir, “Siz de kim oluyorsunuz?” diye tersledi beni. Ben de dayanamadım. “Kemal Fuat, sizin gerçek adınız mı? Soyadınızın Oktay olduğunu duymuştum da,” deyince yüzüme sert sert baktı. Asık bir suratla, ”Fazla ileri gidiyorsunuz,” dedi.


Bir kez daha şaşırdı Tahsin Bey. “Durun hele. Sizin dilinizin ucunda bir şey değil, daha fazlası var ...” diyordu ki, duruma el koyan Yıldız Hanım oldu:


“Yazın bu güzel gecesinde küçük iltifatlar... Birkaç yudum rakı… Gözün alamadığı cırcırböcekleri… Ve karanlığın arkasına sığınmış deniz varken, soru üstüne soru yağıyor. Gel de şaşırma! Bir yanda sıcak etle baharatı bol salata… Öte yanda beyaz peynirle kavun. Bir de yeni yüzler, almış seni gerilere sürükler. Gel de şaşırma! Şimdi kalkıp gitme zamanı desem olmaz; yakışık almaz. Burnumuzda hanımeli, yasemin kokusu, kirpiklerimize konmuşken bir iki çiğ damlası, gel de bardağı taşırma!”


Gözlerinde çözüm arayan bir gülümsemeyle, buz çıtırtılı rakı kadehine sarıldı.


“Şaşırma yetimizi yitirdiğimiz zaman, şaşacak bir şey kalmaz,” dedi Nadide Hanım. “Biz, sizin yanı başınızdaki ikiz daireyi boşuna kiralamadık. İstedik ki, bu Nazım kadar coşkulu, Aragon kadar hüzünlü, Borges kadar yaralı yazarın yanında olalım. Gönlümüze taht kurmuş olmakla kalmasın, gözümüzün de önünde olsun. Ona, çok ünlenen, adı var kendi yok bir lakapla değil, asıl adıyla seslenelim.”


“Gerçekten de şaşmamak elde değil,” derken, Tahsin Bey‟in gözlerinde, suçüstü yakalanmış bir çocuğun ezikliği okunuyordu sanki. “Bir insan kaç kişidir? Bazen bir, çoğu zaman birden fazla…Öyle olduğu için de insan kendinden hem çok uzak hem de fazla yakın. Birbirine karşıt duygular arasında gidip gelirken hem azalabiliyor, hem çoğalabiliyor. İki yaşamı birden üstlenebiliyor yani. Birisini kendisi için, ötekini başkaları için yaşayabiliyor. Ancak nasıl olursa olsun, gördüğünüz gibi, kişinin yolu sonunda kendisine çıkıyor,” diye betimledi duygularını.


Bunu söylerken sesindeki genişlik, davranışlarındaki rahatlık gözden kaçmamıştı. Geçmişin birikiminden fışkıran bu derin bilgeliğin hoşgörüsüne sığınarak, “Şaşkınlık, insanın en temiz hali olmalı. Biz, karı koca olarak, Kemal Fuat‟ı okurlarına bıraktık. Tahsin Oktay, bir sürelik de olsa, bize kalsın yeter,” diye takıldı Hamdi Bey.


Gün ağarmak üzereydi… Ortalığı kaplayan derin sessizlikte sustu yazar. O susunca, herkes sustu, ev bile.


Yüzüne vuran ışıklı bir şaşkınlıkla Yıldız Hanım‟ın kadifemsi sesi duyuldu o anda. “Bizim ailenin çoğu gizlerini bildiğinize göre, bilmediğiniz bir gerçeği de ben açıklayayım bari. Bu çok beğendiğinizi söylediğiniz Çalıntı Kimlikler kitabı var ya! Onun basılması için Tahsin‟in kapısını çalmadığı yayınevi kalmadı. Hepsinden de geri çevrildi. Gariptir, sonunda aynı eseri Kemal Fuat adıyla gören yayınevleri paylaşamaz oldular.”


“Hayret! Oğlunuz nasıl izin verdi buna?” sorusu yanıtsız kaldı Nadide Hanım‟ın.


Oralı olmadı Tahsin Bey. Konuyu değiştirmek istercesine, “Bakın hele,” dedi. ”Ne iyi ettiniz de bizi masanıza çağırdınız, kendinizden saydınız. Hep yaz yaz olmuyor. Konuşmak da gerekiyor. Dertleşmek, insanın derdini dindiriyor. Dinlendiriyor. Bu gece, siz şaşırdınız, bizi de şaşırttınız. Bu iyi bir şey olsa gerek. Umarım bundan böyle de, şaşkınlıklarımızın ucu hep iyiye çıkar.”


Hamdi Bey hoşnut görünüyordu. Yüzündeki gülücükle, “Sahipleri köpeklerine, eşler ve komşular da birbirlerine benzermiş. Bu geceyi yaşamasaydık, anlayamayacaktık birbirimize geç kaldığımızı. Dinlemiş dinlenmiş, konuşmuş anlaşmış olmak, ne güzel böyle. Artık meraktan çatlamayacak, uykulardan uyanmayacak, karanlıklarda kaybolmayacağız. Gülüşlerimiz, kenarda köşede unutulmayacak. Aklımızı aşmayacak düşündüklerimiz,” diye saydı döktü.


Yeni komşuların şaşkınlıklarına sığmıyordu kendine gelişleri. Denizden imbat, imbattan martı, martıdan dostluk, dostluktan gece yaptıkları… Hepsini kitaba sarıp kıvandıkları…


“Size doyum olmayacak nasıl olsa. İyisi mi bize izin verin,” diyerek ayağa kalktı Yıldız Hanım. “Ne iyi oldu. Ömrümüzü bozdurmadan, bu geceyi alıp kendimizin yaptık. Yaşama yeniden başlamasak da, saatlerin nabzını ne güzel tuttuk. Ancak kafamı kurcalayan küçük bir ayrıntı kaldı. Burada bulunmanız bir rastlantı olmadığına göre, izimizi nasıl sürdüğünüzü öğrenebilir miyim?” diye sordu.


“Sözüm ona yazar olan oğlunuz,” dedi Nadide Hanım. “Bizim hayırsızın can ciğer arkadaşıydı bir zamanlar. İçtikleri su ayrı gitmezdi. Kulağımıza kar suyu ta o günlerde kaçmıştı. Sonrasını da size anlattık sayılır.”


Gecenin sabaha değdiği yerde, gün ışığına çıkmayan hiçbir giz kalmamış gibiydi. El sıkıştılar.


Tahsin Beyler, sokak lambasının baygın ışığı altında evlerine girerlerken, “Tahsin‟im,” dedi Yıldız Hanım. “Görüyorsun ya, şu insanları…”


“Evet,” dedi kocası. “Tanımadıkça uzak, tanıdıkça yakın…“



Etiketler:

28 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Comment


Semihat KARADAĞLI
Semihat KARADAĞLI
Jul 04, 2021

Ortalığın sessizliğini bozmaksa Yıldız Hanım‟a düştü. “Bütün evlatlar böyle mi bilmem ama, okumuş kısmının yürek bağları çabuk kopuyor. Padişahlar gibi önce yakınlarına kıyıyorlar."


"Yeni komşuların şaşkınlıklarına sığmıyordu kendine gelişleri. Denizden imbat, imbattan martı, martıdan dostluk, dostluktan gece yaptıkları… Hepsini kitaba sarıp kıvandıkları…"


Ne kadar hoş bir öykü.

Like
1/706
bottom of page