top of page
1/2

AYVALIK'TA BİR YAZ GÜNÜ

Güncelleme tarihi: 27 Ağu



Şenol YAZICI

*

 

Siz nasıl hayal edersiniz bilmiyorum ama cennet bile bir süre sonra yeknesaklığa bağlar, tekdüzeliğe teslim olur, sıkılırsınız.


Yazlıklar da öyle.

Her gün papaz pilav yer mi?

Gördüğüm herkes öyle dersem yanlış bir sanmak olabilir, ama en azından ben öyleyim.

Her gün deniz, her gün su olur mu?










Tatilin en iyisi on gün, hadi benden de al bir beş gün; daha fazlası işkence, ekonomisi bir yana sıkıntıdan bayıyor.

Ki ben iki buçuk aydır buralardayım. Bir yılda okumadığım kadar kitap okudum, yazmadığım kadar yazı yazdım. Ayvalık sokaklarının neyi meşhur; arnavut kaldırımları, pardon Kozak granitleri, kaç parke var desen söylerim.


Öyle bir günde Zeki Sarıhan telefon etti. Sonunda dün itibarıyla Ayvalık'a gelmişti. İstersem görüşebilirdik.

"Ne diyorsun, sen?" dedim.

Şaşırdı.

İncineceğini hissettiğim için atak davrandım:



"Çakala tavuk yer misin demişler..." diye ekledim. Bu kez anladı, güldü.


Ne de olsa Sarıhan askerlik ya da meyhane arkadaşım değildi. Benden oldukça büyüktür. Epeydir tanışırız, parlak zihnini, duru anlatımını, isabetli yargılarını, benim ülkemde bir insan ne kadar tarafsız olabilir bilmiyorum ama tarafsız olmaya çalıştığını, biraz da dediğim dedik olduğunu bilsem de huyunu suyunu tam bilmem.

"Hemen buluşalım," demesin mi?

Birkaç gün önce Trabzon'daydı, ondan önce Ordu'da, daha önce Iğdır'da... Bu günlerde de 81. doğum gününü kutladı.

"Olur," dedim.

Enerjiye bak.



Birkaç gün önce Trabzon'daydı, ondan önce Ordu'da, daha önce Iğdır'da... Bu günlerde de 81. doğum gününü kutladı.

"Olur," dedim.

Ben ona gitmiştim. bu kez ona düşerdi ama... Belli bir yaştan sonra hep huy oluyor insan. Önceki görüşmelerimizden en çetrefilli söylediklerimi kolayca anlamasından algı yavaşlığı olmadığını biliyordum ama, yine de önlemli olmaktan zarar gelmezdi.

"Nasıl yapalım? " dedim.

Yanıt aklındaymış zaten.

"Çıktığın bir yer varsa oraya gelirim. Bu arada tanıdıklara da haber versek, bir grup oluştursak ya, " dedi. "Senin tanıdıklar, benim tanıdıklar..."

İrkildim, bu ne acele diyecektim, demedim. Bu konuda zaten yaralıydım. Deneylerim bana burada o işin çok zor olacağını söylüyordu.

Sosyal anlamda bir sorun yoktu, aksine başka yerlerden çok nazik ve uyumlu ilişkiler mümkündü. Ne var ki ortak hareket edecek bir grup, sıkı arkadaşlıklar ..işte o zordu.








" Zor olacağını düşünüyorum ama gelince konuşuruz," dedim

Sözleştik.


Yazdığım yazıyı bıraktım, zamanından önce gittim Sarızeybek'e. Daha gelmediğini görünce neyi amaçladığını bilmesem de Zeki Sarıhan'ın gönlü de olsun, bir kaç kişi bulayım bari dedim. Önce İ. Gözaçan''a telefon ettim. Daha önce Sarıhan'ın evine Gözaçan'la gitmiş, çayını içmiştik. Belki gelmek isterdi. Sonra da emekli milli eğitim müfettişi Namık Hocaya telefon ettim. İlgi duyarsan gel dedim.


O arada telefonum çaldı. Sarıhan arıyordu.

"Elimi sallıyorum, "dedi. "Gör elimi."

Şaka mı bu diyordum ki etrafıma bakınınca kalabalığın içinde, ileride sahibi görünmeyen bir kolun sallandığını gördüm.


Yok , bu adam ömrünü boşa geçirmemişti; öğrendiğinden kendini yaratmıştı..

-Zeki Sarıhan - U. Özışık-İ. Adem- Şenol Yazıcı- İ. Gözaçan- N. K. Akgök-
-Arka fonda bizim toplantımızdan habersiz masum insanlar vardı. Ayrıca Ayvalık gibi yerde gökyüzü ve deniz olmadan resim mi olur?
Bu nedenle fona azıcık müdahale ettik.-

Yanına gittiğimde pazar alışverişini de yapıp öyle geldiğini gördüm. Sonra Sarızeybek'in müdavimi olan arkadaşlardan U. Özışık, İ. Adem ve arkasından da davet ettiğim N. K. Akgök geldi.

Bir zaman sonra gelen İ. Gözaçan'la tamamlanmıştık, nerdeyse kendimle gurur duyacaktım, olmaz dediğim grubun bir modeli oluşmuştu bile..


Herkes birbiriyle tanıştı, ardından bir duralama, bana mı öyle geldi bilmiyorum ama olağan olmayan, tuhaf bir sessizlik duyumsadım.


Öner Yağcı bir devir Ulusal TV'de program yapıyordu. Bir programında kerhen konuk konuşmacı olarak beni de çağırmıştı. Niye kerhen dedim; o günlerde o gruba ve liderleri Perinçek'e karşı bir ön yargım vardı. Beni haklı çıkaran gelişmeler de oldu. Perinçek'in kanalında çay bile içememiş, çıkışta Programın bant kaydını dahi ancak parasıyla alabileceğimi öğrenmiş, Yağcı'ya ayıp olmasa bırakıp gitmeyi düşünmüştüm.


Ayten Mutlu da vardı etkinlikte. Uydurma bir stüdyoya canlı yayına girmiştik, herkeste o isteksizliği, söze başlayamama halini algılamıştım. O hali görünce Öner'in " Hepimizin ortak bir geçmişten, zorlu bir devrimci mücadelenin içinden geçtiğimiz" üzerine söylediği bir sözü temel alarak farklı bir bakış açısıyla başlamıştım sözüme: "Ne işe yaradı ki ?" demiştim.


Her ne kadar biz ağlasak da, üzüntümüzü, pişmanlığımızı dile getirsek de birilerinin laf etmesine asla katlanamadığımız, bizim kurusıkı, karşı tarafın sahici kurşunlarla kovboyculuk oynadığımız şanlı devrimci geçmişimiz, nerden aklıma geldiyse hakikaten ters eğitim etkisi yapmış, o zavallı stüdyoda bir an içinde olsa adrenaline tavan yaptırmış hepimize bir heyecan gelmişti. Öner ilk şok geçtikten sonra itiraz etmiş, Ayten Mutlu benden yana olmuştu bile.


Sonra edindiğim bu yöntemi uzun yıllar yaptığım programlarda uyguladım. Aslında

teknik basitti. Seslendiğiniz insanlarda genel bir ilgisizlik gözlerseniz daha iyi bir yöntem bulamıyorsanız onların tabularına dokunur gibi yapın.


-Şenol Yazıcı, İ. Gözaçan, N. K. Akgök, Zeki Sarıhan, Uğur Özışık, İsa Adem-

Bu toplantıda birileri de aynı şeyi yapamaz mıydı?


Birileri derken kim vardı ki başka?

Bu dünya nankördür. Yaşadığınız günce bir tanrı kulu çıkıp sizi övmez, belki öldükten sonra... Oysa bir bu konuda, rakiplerim de teslim ediyordu, önceden iyi konuşuyormuşum. Ne var ki o, o zamandı. Sonra Tanrı verdiğini geri almaya kalktı, fazla geldiğinden mi, yoksa azlığından mı bilmem ama beynim, durduk yere ameliyat istemişti ve olmuştum da. O günden bu yana bir program koordine etmemiştim. Denese miydim? Neden olmasın, bir başlangıç olurdu işte.


Soru dilimin ucundaydı zaten. Atatürk'le ilgili ciddi araştırmaları vardı Zeki Sarıhan'ın, birkaçından Tarih Kurumundan da ödül almıştı yanılmıyorsam, ama sanki ulusalcı diye kategorize edilmek istemeyen bir tavrı da vardı.

Eminim ki " Son dönem "ulusalcıların" trendi yükseldi, siz de Atatürk'le ilgili çalışmalarınızda bu yükselişi göz önünde bulunduruyor musunuz?" diye bir soru birazcık olsun tanıdığım küçük kitlemizin ilgilerini de düşünürsek ateşe benzin dökmek gibi bir etki yapardı ve en az bir saati kurtarırdı.


İyi de Zeki Sarıhan'ın bu alandaki performansını hiç bilmiyordum ve üstüne üstlük sonuçta benim konuğum sayılırdı. Masayı eğlendireceğim diye onu harcayamazdım.

Bu ciddi risk olurdu.


" Hocam Atatürk'le ilgili çok sayıda ciddi kitaplar yazdı." dedim arkadaşlara . Ardından Sarıhan'a "Atatürk'le ilgili yeni bir kitap var mı?" diye sordum.

"Üstünde çalıştığım bir kitap var, anıları..." "Orda şunu gördüm, " diye ekledi.


Bir an duraladı, paketinden bir sigara daha yaktı. Grup da kendi aralarındaki muhabbeti bırakıp ona dönmüştü bile. Zeki Sarıhan'ı düşünmeme gerek olmadığı o an anladım, verilen pası iyi değerlendiriyordu.


Yine de ben konuğuma bir jest daha yapayım dedim: "Atatürk zamanında yazılmış, "az bile yazmış" deyişi nedeniyle Atatürk'ün hoşgörüsüne önek gösterilen bir İngiliz istihbarat subayının yazdığı kitap vardı hani, 1932'e kadar ele alıyordu; BOZKURT muydu neydi adı? "

Bundan iyi malzeme çıkardı ama Sarıhan pası bu kez almadı, hatta anımsayamadı o kitabı ya da anımsamak istemedi nedense.

"Kimin kitabı bu?"

Niyeyse içerledim, bu kadar ünlü kitabın sükse bulamayışına... " Siz kitaplarınızı hangi yazarlardan yararlanarak yazıyorsunuz, Yılmaz Özdil'le , Lord Kinros'a mı, onlar Ata'yı övmekten başka bir şey bilmezler ki," diye de soramadım tabi.

"Cromwell miydi neydi?" diyerek 1600'lü yıllarda İngiltere'de yaşamış siyasetçi ve asker adamın adını ağzımın içinde geveledim.

" O değil," diye söylendi o ve bir kaç grup üyesi de. Ben de yeni anımsıyormuş gibi "Amstrong, " dedim.

"Evet o."

"Neydi fark ettiğiniz konu?" diye üsteledim.

Dedim ya birinin yapması gerekliydi bu rolü, yoksa bir yapışkanı olmayan gruplar çabuk yıkılırdı.

Hoca da ummadığımız bir şey söyledi: "1927, 1928 de Atatürk bu işi bırakacaktı."


Eminim herkesin ağzı açık kalmıştır.

Yok, hakkını teslim etmeli, Sarıhan bu işte benden daha iyiydi, insanları uyandırmak için cami duvarını kirletmekle kalmıyor, o duvarı yıkıyordu.


Doğru mu anladım diye düşündüm. Atatürk Kurtuluş Savaşına 19 Mayıs 1919'da başlıyor, kuruluşu, meclisi, cumhuriyeti, temel kurumları oldurmayı ancak başarmış, şapka kılık kıyafet gibi birbirine benzeyen bir millet yaratmaya çabalıyor, daha harf inkılabını bile yapmamış, geride asıl devrimler var, onlara sıra bile gelmemiş, TC cumhurbaşkanlığını, devrimleri, kan ve gözyaşı ile kurtarılan vatanı bırakacak... İyi de kime?

Atatürk diye bir şey kalmazdı ki.


Belki de 15 dakika bunu tartıştı grup. Eminim ki daha da tartışırlardı ama bugün Sarıhan'a konuk muamelesi yapma günüydü.


Konuyu değiştirmek için son döneminde İnönü ile neden küs olduğunu sordum. İlişkilerine değindik bir süre. Sarıhan benim taşıdığım paslarla yetinmedi, inisiyatifi ele aldı: "İnönü ile neden küstü Atatürk?" dedi. Küçük söyleşiden istenilen yanıtı alamayınca "Atatürk Orman Çiftliği yüzünden," dedi.


Sonra Atatürk'ün Hindistan'dan gelen parayla bu örnek uygulamaları uygulamaya koyduğunu, İş bankasını kurmasını ve Atatürk Orman çiftliğini satın almasını anlattı.


Kurtuluş Savaşı öncesinde türlü nedenlerle memleketin iç ve dış ticareti yabancılar ile Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarının eline geçmişti. Atatürk her alanda olduğu gibi bu alanda da örnek olmak istiyordu. Yaptıklarıyla millete ticarette de başarılı olabileceklerini anlatmaya çalışıyordu.

İş Bankası'nın kurulumu, Atatürk Orman Çiftliği projesi... gibi kimi girişimleri Hindistan'dan gelen parayla bizzat yapmıştı.


Bu kuruluşlar zamanın içinde çok da başarılı olmuş, amacına ulaşmıştı.


Ne var ki "milletin parası" nın üzerinde kalması Atatürk'ü yoruyordu.



Biliyorsunuz Mustafa Kemal Atatürk, 11 Haziran 1937'de Trabzon Atatürk Köşkü'nde vasiyetini yazmış, mal varlığını Türk milletine bağışlamış,

'Mal ve mülk bende ağırlık yapıyor. Bütün malımı, mülkümü milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. İnsanın asıl zenginliği manevi mirasındadır' diye söylemişti.


Havanın sıcaklığını unutmuş, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştik, pazardan buraya gelen arkadaşların marullarının yaprakları mahmurlamış, çoktan sandalyelere serilmişti.

Akşam yaklaşıyordu.


O sözü icat eden "İNSANı" en iyi bilenmiş: Gönül sohbet ister, çay bahane...

Kimse sıcaktan yakınmadı, akşamı ettik, hala konu bitmedi...



Tadı damağımızda kalan söyleşiyi bir sonraki buluşmada tamamlamaya sözleşip ayrıldık.


*


*ÇOK OKUNANLAR


*SÜPER POSTA

5 Günde Kendi sayfasında 108 ziyaretçi , 10 Beğeni,; İnternet Genelinde 135 ziyaretçi, Kendi sayfasında hiç yorum yok, Sosyal medyada 3 Yorum aldı .


Bu özellikleriyle BİR İLK YAZI, SÜPER POSTA


158 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

댓글


1/679
bottom of page