top of page

ONUN MASALSI AŞKLARI

Güncelleme tarihi: 24 May 2022


Bir yemek arası, bahçede kitaplarla ilgili sohbet ediyorlardı Aysun Hanım’la. Aysun Hanım:

“Hocam, Yüzyıllık Yalnızlık adlı eseri beğeneceğinizi umuyorum, tarzınıza uygun!”


“Yüzyıllık Yalnızlık?”


“Evet hocam, Yüzyıllık Yalnızlık! Kolombiyalı popüler bir yazar Marquez! Onu okumak size çok ayrıcalıklı gelecek, göreceksiniz. Hele anlatım tarzı, mekân tasvirleri, ruhsal çözümlemeleri, olayı sonuca bağlarken kullandığı yöntemler… bence muhteşem, ihmal etmeyin!”


İhmal etmeyin derken, sözcüklerin etki gücü katlanırken, o sessiz bir vaziyet almıştı. İlk kez duymuştu çünkü bu ismi. “Hı hı hı…” diyen mırıltılı, ifadelerle tasdiklerken, bir yandan yudumlamıştı çayını.


Aslında o, “hocam,” sözcüğünü sevmezdi, “öğretmenim,” derdi. Öğretmenim demek, Cumhuriyet öğretmeni demekti! Hayat Bilgisi dizisinde Perran Kutman’ın canlandırdığı Afet öğretmen karakterinin, öğrencilerine, “hoca camide,” repliği mıh gibi çakılmıştı beynine.


Marquez’i Yüzyıllık Yalnızlıkla tanımış, arkasından Benim Hüzünlü Orospularım, Kırmızı Pazartesi, Kolera Günlerinde Aşk... Marquez’e yaptığı telmihi şöyle bir kenara bırakarak, onun masalsı aşklarından söz etmek lazım!


“Kovansız arının balı,” Sabuncubeli’nin çam ormanları sıktır. Oranın yabanıl meyveleri hayat iksiridir. Orada arılar özgürdür, başıboştur. Bu arıların balları dermansız dertlere dermandır. O da dermansız bir derde yakalanan babasının derdine derman olsun diye kovansız arı balı avına çıkmıştır. Çam ormanlarının arasında bitkiler özgür, hayvanlar özgür, tabiat özgürdür. O dağ başına giderken yanında, Ankara yaylasının el gün bilmez, Elif’i vardır. Elif sigara aşığı, giyinip kuşanmayı bilmeyen, saçlarına tarak sürmeyen biridir. Dişleri sigara içmekten, fırçalanmamaktan sapsarı sararmıştır. O, kimseyi sevmez, özellikle erkeklerden nefret etmektedir. Anne babanın cehaleti onu çocuk yaşta evlendirerek dünyasını karartmıştır. Kocası, gözünün önünde yakın arkadaşı ile aldatınca o da büyük küçük bütün erkeklerden nefret etmiştir.

Elif'in bundan sonra yaşama gayesi, intikam almaktır, o ant içmiş; kendine söz vermiştir.

Elif, fiziki olarak çelimsizdir, sıskadır. Göğüs, kalça yukarıdan aşağı bir çizgi gibi dümdüzdür. Gözleri her daim çapaklıdır. Boş zamanlarımda resim çiziyorum deyip ressam sınıfına sokmuştur kendini, “ben sanatçıyım, benim çizgilerim, kalem rötuşlarım hiçbir ressamda yoktur,” demesi dinleyenleri dinden imandan eder. Hele mıy mıy, mıy da bir konuşması yok mu…


Sıcak bir İzmir günü Ağaçlı yoldan, İkinci Sanayi istikametine doğru gidiyordu. Birden telefonuna yüklediği Mozart’ın Dokuzuncu Senfonisi melodisi zili çalmaya başlamıştı. Araç kullanırken, telefona hiçbir zaman cevap vermezdi, aracını bir kenara çeker, yetişebilirse cevap verir, yetişemezse, geri dönüp arardı. Ağaçlı yol durmak için uygun değildir, o sebeple cevap veremedi. Telefonda arkası arkasına üç sefer daha çaldı, acaba kim arıyor olabilir, Elif olabilir mi, diye cevapsız soruları sıraladı içinden.


Bu esnada yanından belinden hızla geçip giden araç sürücüleri onun yavaş gitmesine öfkelenip deli deli basıyorlardı klaksona. O, tekrar çalar mı diye merak ederken, Dokuzuncu Senfoni melodili telefonun zili tekrar çaldığında, Stadyum Metro Durağına gelmişti. Aracı bir kenara çekip cevap vereyim diye düşünürken, telefonun sesi kesildi. Arayan muhtemelen Elif’tir, bu kadar ısrarlı hiçbir arkadaşı aramazdı. Telefonun şarjı bitmişti.


Bornova Üçyol arasında gidip gelen metro, yedi dakikada bir vıy vıyyy diye hızla giderken, konforlu bir yolculuk sunuyordu İzmir’in aydınlık yüzlü insanlarına. Yıllardır, bilerek komünist işi diye geciktirilen demiryolu taşımacılığı, çağı yakalamamıza vesile olacaktır bundan sonra(!)


Masalsı âşıklardan ötekisi ile bir kokteylde yan yana gelmişti. İkisi de kumral tenli, ikisi de topluluğun yenisi, yabancısıydı. Aristokrat topluluk, bu kumral tenlileri avam bulmuş, aralarına aşılmaz duvar gibi bir çizgi çekmişti. O çizgi silininceye kadar, bunlar birbirlerine önce arkadaş, sonra da yar olmuşlardı. Kokteylde bir müzisyen hem çalıyor, hem söylüyordu. Birden oyun havalarına geçen bu “tek kişilik" orkestranın solisti; “Oturmaya değil, eğlenmeye, oynamaya geldik, haydi buyurun, buyurun oyuna, haydi oturmak yok, haydi, haydi!” diye bağırdı. Kıvrak havalar, bas tiz, kâh ara nağmeli, kâh insanı yüreğinden yakalayan duygusal müziklerdi. Bu “Tek kişilik" orkestra roman, Ankara, Konya yörelerinden havalarla oynayanları eğlendirirken, onları kan ter içinde bırakmıştı.


“Tek kişilik" orkestra, müziğe yarım dakika ara verince, salonda derin bir sessizlik olmuştu. Birden önce ağır bir zeybek havası, sonra Bergama, Talas, Muğla zeybekleri peşi sıra çalınırken, alanda dört kişi kalmıştı. Herkes pür dikkat oynayanları izlerken oyunculardan ikisi daha alandan çekilmiş, kalan iki kişi kumral tenlilerdi. Onlar tanrısal bir ayin sergiler gibi oyunlarıyla büyülemişti izleyenleri. Kumral tenlilerden, karakısrak sekişli, ince bellisi, lacivert pantolonun üstündeki mavi bluzu, masmavi bir güneş olmuş Karayağızlısını arşa çıkarmıştı. Karakısrak sekişli, emreden bir sesle “çökertme,” dedi.


Salondan çıt çıkmıyor, izleyenler Olimpos dağında Zeus ile Hera’nın dansını izler gibi izliyorlardı. Karakısrak sekişli, yere doksan derece kollarını açmış, eşine bakarken, Karayağızlı da kartal kanatları havada, sevda yüklü bakışları onda, tanrının özenle yarattığı Karakısrak’ına bakıyordu. Karakısrak sekişli bir yandan dönüyor, diğer yandan dizlerini yere vururken, karadan kızıla çalan, gözleriyle içine alıvermişti Karayağızlısını. Ritim yavaştan, hızlıya akıp giderken, salonun mavili, pembeli, allı yeşilli ışıkları da izleyenleri başka diyarlara alıp götürüyordu adeta.


O günden sonra Portakal kafe, Yeşil Köşk, Hilton Bar… sayısı belirsiz yan yana, can cana; diz dize, göz göze ve de el elin içindedir. Fakat, fiiliyatta imkansız, hayallerde özgürlüğü doyasıya yaşarlar, ta ki adı İlgün olan kapıda kalmış ayrık otunun dedikodusuna kadar…

Şarabın yıllanmışı, aşkın yıllanmışına benzer mi, yıllanmış şarabın kıymetini aşkın ölümsüzlüğünü ihtirasla tadanlar gibi yudum yudum içenler bilir ya, işte öpücüksüz aşk da kavuşulamayan sevdalar gibidir.


Sırada en kutsalı vardır aşkın, kutsal aşk masalının. Bu aşk çok eskidir. Yani eskimiştir, o yıllar yıllar öncesine dayanan bir tutkudur, o aşktan öte bir şeydir. O aşığım incinmesin, yaralanmasın diye tek başına omuzlamıştır bu ütopik aşkı! O, Osman’ın at oynattığı diyarların bu taze tomurcuğudur. O, bir çocukluğun pembe rüyalarıyla, deniz kıyısı olsun da ne olursa olsun deyip bu kutsal aşkı, gözlerini para hırsı bürümüş azgın kapitalistlerin doğmamış bebeleri, ana karnında zehirlemesi gibi zehirleyip insan azmanı, sahilli, çişli sulardan kana kana içmişe tercih etmişti. İşte buna sebep o da öfkesini, bedduasını söyler durur yıllardan, asırlardan beri. Ne demişti Kertil dağlarında:

“Diyemezsem haklı sevdamı,

Söyleyemezsem sevda türkümü,

Her mevsimi kara kış olsun,

Giyeceği ak gelinliği de al kan olsun!”


Tek gamzeli, Tatar bu kızı. Onun yaşadığı coğrafi bölgeyi tanrısal gücüyle yüzey şekillerini değiştirip tepe kondurmuş. Birlikte ütopyalarıyla uzayın yakın gezegenlerin birinde, tepenin cins cins meşelerinin altında tutkuyla sarılmışlardır. Bu tepe, İsmet Paşa heykellerinin en anlamlı durduğu, en yakıştığı bu şehir bu tepeye yaslanmıştır. Bu tepe denizin hemen kıyısından gökyüzüne doğru yükselip giden bir tepedir. O bu tepeye, Meşeli Tepe demiş… Ve sonuca varırken demiş ki: “Boş ver hayali, yeter. Onunla besleniyorum, o umutla yaratıyorum ya güzellikleri, o umutla da her daim capcanlı karşılıyorum ya kızaran ufuklardan başını çıkaran güneşi.”


Gabriel Garcia Marquez, bir güzelliğe vesile oldun, senin “Hüzünlü Orospuların” onun “Masalsı aşkları olarak başka bir donda doğdu! Senin doksanlık kahramanın doğum gününde kendine armağan ettiği yeni yetme kız, ona absürt gelse de “Onun Masalsı Aşklarına ilham olup doğuvermiş okurun bahtına.


Sen Kolombiyalı dünya vatandaşı, o Türkiyeli, ez cümle o da bir dünya vatandaşı. Bu dünyada olmasa bile, gidenin hiç geri gelmediği kara toprağın altında birlikte Nazım’ın Kuvayi Milliye Şehitleriyle el ele, can cana olun!

61 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/683
bottom of page