top of page
Fuat ÖZGEN

OKUMA UĞRUNA



Doğup büyüdüğüm Kuzköy tipik bir Doğu Karadeniz dağ köyü. Güzeldir, şirindir, yeşildir, suyu boldur, etrafı ormanlarla çevrilidir. Havası hoştur. Mezraları, yaylası vardır. Ancak düz yeri yok gibidir. Köydeki evler, genel olarak, birbirinden uzaktadır. Köyün üst orta kesiminde epeyce ev, aile ve tabii ki okul çocuğu vardır. Köy ilkokulu da buradadır. Okul uzun yıllardır eğitim veriyor. Köylüler tarafından yapılmıştır. İki dersliği ve tek öğretmeni vardır. Birleştirilmiş sınıflar vardır. Birinci, ikinci, üçüncü sınıflar bir derslikte; dördüncü ve beşinci sınıflar diğer derslikte okumakta öğretmense iki derslik arasında mekik dokumaktadır.

Bizim evimiz köyün en alt kısmında olduğu için iyi havalarda bile okula gidip gelmek oldukça yorucu idi. Ancak çocuk canlılığı en büyük artımızdı.

Okul açılalı bir ay kadar olmuştu. Ben beşinci sınıfa gidiyordum. Sabahleyin okula geldiğimizde öğretmenimiz bizi üzgün bir yüzle karşıladı. İlçedeki bir okulda görevlendirildiğini söyledi. Öğretmenimizi seviyorduk. Neşeli, sevecen, şakacı ve başarılıydı. Yörenin önemli çalgısı kemençe de çalıyordu ve müzik derslerini bu çalgı ile sevdirmişti. Bir anda içimizden bir şey koptuğunu, yetim kaldığımızı düşündük. Kızlar ağlamaya başladı. Küçük sınıftakiler olayın ne olduğunu kavrayamamış, şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Yaramaz öğrenciler okula gitmek zorunda kalmayacakları için içten içe seviniyorlardı. Öğretmenimiz o gün dersleri bitirip bizi eve gönderdi. Velilerimizin akşama köy kahvesinde toplanmasını istedi. Eve gelince durumu babalarımıza bildirdik. Akşam kahvede toplanıldı. Muhtar ve öğretmenimiz durumu anlatıp hiç olmazsa beşinci sınıf örencilerinin bir okula gönderilmesini istedi.

Ertesi gün bir grup veli ile muhtar gidip kaymakamla görüştüler. Kaymakam, ilçede öğrenci sayısı oldukça fazla olan bir öğretmenin emekli olması nedeniyle köyümüzün öğretmeninin orada görevlendirildiğini, ilk gelecek öğretmeni köyümüze vereceğini, isteyen velilerin çocuklarını yakın köydeki okula gönderebileceğini söyledi.

Köyden giden heyet umutsuzluk içinde köye döndü. Bu durumda beşinci sınıf öğrencilerinin beş kilometre uzaktaki köyün okuluna gitmesi kararlaştırıldı. Zaten arkadaş olan beşinci sınıf öğrencilerinin birlikte gidip gelmeleri konusunda anlaşıldı. Okul uzaktaydı ve yolunun büyük kısmı ormandan geçiyordu. İlçe merkezine de bu yoldan gidiliyordu. Basit bir köy yoluydu. Yüklü atlar bazı yerlerde çok dikkatli sürülüyordu. Tökezlese at da yük de zarar görebilirdi.

İzleyen pazartesi günü toplaşa toplaşa yola koyulduk. Anne-babalarımız, yabancı köyde olduğumuzu unutmamamızı, kavga etmememizi, çok çalışıp köyümüzü ve öğretmenimizi utandırmamamızı tembihlediler. Hasır zembillerde mısır ekmeğimiz, telli peynirimiz; torbamızda kitap, defter ve kalemimiz vardı. Silgilerimiz madalya gibi silgilerimiz vardı.

Hoplaya zıplaya okula vardık. Heyecanlıydık. O okulun çocukları bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Öğretmenleri önceden bilgilendirilmiş olacak ki bizi beşinci sınıfların arkasında sıraya soktu. İstiklal Marşı ve Andımız’ın ardından sınıfa girdik. Burada da iki derslik ve tek öğretmen vardı. Öğretmen bizi beşinci sınıfların sıralarına tek tek oturttu. O gün sessiz sakin geçti. Teneffüste biz bir kenarda duruyorduk. Dersler bitince hemen köyümüzün yolunu tuttuk. Giderken yeni okuldan ve sıra arkadaşlarımızdan bahsettik.

Bir hafta kadar böyle gidip geldik. Biz oradakilerden daha bilgili olduğumuzu anlamıştık. Öğretmenin her sorusuna doğru cevap veriyorduk. Ama sıra arkadaşlarımız bize içerliyordu. Çünkü öğretmen onları aşağılıyor, dövüyordu. Üstelik sınıflarını, sıralarını, öğretmenlerini bizimle paylaşmak durumunda kalmışlardı. Öğretmen de, yükünü arttırdığımız için, bizden çok hoşlanmıyordu.

Bir gün sıra arkadaşım, defterini paramparça etti. Öğretmene, benim defterini yırttığımı söyledi. Öğretmen, sorgulamaya gerek duymadan, beni tokatladı. Ben de hem öğretmene hem de sıra arkadaşıma kinlendim. Sıra arkadaşım dağınığın tekiydi. Kitaplarının, defterlerinin bir kısmını sırada unutup gidiyordu. Ben de kalınca bir defterini kimseye göstermeden alıp yolda dikenliğin içine attım. Diğer arkadaşlar da sıradaşlarıyla geçinemiyordu. Kavgalar eksik olmuyordu. Yabancılık zordu.

Köy yolu ormanın içinde ikiye ayrılıyordu. Yol ayrımına “çatak” deniyordu. Üst yol köyün üst tarafından, alt yol bizim eve daha yakın bir yerden geçiyordu. Çoğunluk bize yakın olduğu için alt yoldan gidip geliyorduk.

Bir gün köye gelirken arkadaşlardan biriyle bozuştuk. Bana karşı birlik oluşturdular. Çatak’a gelince üst yola saptılar.

Günler kısaydı. Ladin ağaçları yolun ışığını kesiyordu. Karanlık basmadan ormandan çıkmak için koşmaya başladım. Birden aklıma at ölüsü geldi. Yük taşımacılığı -atçılık- yapan üs komşumuz bacağı kırılan atını geçeceğim yolun biraz yukarısına götürüp silahla öldürmüş ve ırmağın kenarına atmıştı. Grup halinde geçerken birbirimizden güç alıyorduk. Şimdi yalnızdım. Ama ölü atın yakınından geçmek zorundaydım. Çevrede şenlik yoktu. Geçerken tüylerim diken diken olmuştu. Kalbimin atışını hiç bu kadar hissetmemiştim. At ölüsünün tarafından dalaşma, hırlaşma, havlama sesleri geliyordu. O birkaç yüz metrelik yolu nasıl geçtiğime hala şaşarım. Eve geldiğimde yüzüm bembeyazdı. Her tarafım buz kesmişti. Korkudan konuşamıyordum. Hastalandım. Okula gidemedim. Cuma günü babam cuma namazı için köy camiine giderdi. Babam cami dönüşü müjdeyi verdi. Öğretmenimiz köye dönmüştü ve pazartesi günü derse başlayacaktı.

Çocukça bir küsüşmenin neye mal olduğunu, arkadaş seçiminin ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş oldum. O arkadaşlarımı uzun süre affedemedim. Bu arada elimizdekilerin değerini bilmeyi de tecrübe ettim.



11 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page