top of page
Yazarın fotoğrafıŞenol YAZICI

Köy Öğretmeni





ŞENOL YAZICI


Dünyanın doruğunda, hoplaya zıplaya, ama kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik şimdi anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın araziye en güzelinden uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlarıydı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı.

Nerden çıktı bu dedirtir bir gariplikte, uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen traktörde, EMİR KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir rol gibi, ilgisiz ama ilginç duruyordum. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki, yönetmeni manyak, absürd, çılgın bir filmmiş o.


O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk. Ben çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde bir elim hoplaya zıplaya giden römorkun kenarlıklarında , öteki elim üç gözlü Aygaz ocağımın kocaman tüpüne sımsıkı tutunmuş içime gömülmüştüm.


Oysa topu topu bir ay önce, ellerimizde "Sivas il emrine ..." diyen atama kararları yurdun dört yanından, korkunç umutlarla çıkıp gelmiştik.


On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm.


İlk maaşımla siyah bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken siyah kaşe bir ceket, İspanyol paça ama içine zor girdiğim daracık bir pantolon almış, gömleğin önünü açmış, onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda zafer saydığım halin bir de resmini çektirmiştim.


Fotoğraf deyip geçme; o dönem dünya paraydı.


Ne güvenli, ne mağrurdum ama o an.

Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de çoğu kalabalık bir grupla aslında koruma altında geçen, geçtikten sonra bir şey unutmuş... gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor...


Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da sonses açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi…


Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenmenin en iyi yollarından biri de taklitse, öğrenecektik işte...


Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Küçük bir memur maaşı olsa da bana sor, ülke bütün gelirini bana aktarıyordu geliyordu. Artık kimse ne paçama, ne saçıma, ne kolyeme bir şey diyemezdi…

Sanıyordum...


Bu başka bir hikaye:

Ne bilelim bu ülkede devlet dahil herkesin tek vazifesi ötekinin inancına, düşüncesine, kılığına kıyafetine hatta nefes alıp vermesine ayar çekmektir ve her vatandaş da bu mahalle baskısını olduracak müthiş sihrin gönüllü bekçisidir. Belki de en acıklı halimizin önemli göstergesiydi; kendi dünyanda dal olamayınca ötekindeki kusurla mutlu olurdun ve biz kusur zengini ezik, iyi hissetmeye açtık.


Sosyal psikolojiyi de öğrenecektik, ama daha vardı...

70'li yılların kaosu henüz mutfaktaydı, kotarılmış, fırına verilmiş, kanla makyajı yapılmış, servise hazırlanıyordu... Sonuçta yaşı en büyüğü yirmilerde, taze ergenlerdik; cenazesi güzel olacaklardan...

Evet sadece buydu, gelir bana: Farklılaşan gençlik, kitleler halinde okumaya büyük ilgi ve mini etek, saç ve İspanyol paça... Çağdaşlaşma yani Batılılık korkutucu bir salgındı, ülkenin bekası için önü derhal kesilmeliydi.

Asardın üç kişi ibreti alem olurdu.


Nitekim çok gitmeyecek, bu yeni yetmeler yedi düvele ibret olacak biçimde cezalandırılacaktı: Asılarak... Bazılarını da kenarda köşede sahipsiz köpek yavruları gibi kurşunlayacaklardı. Ülke, bu marazlı düşünceleri batıdan kapmış evlatlarını yiyordu.


Ne sihirli sözdü ülkenin bekası... İki dünyada da kutsaldın, ölen de öldüren de... o sözün görkeminde sarhoş ama kutluydu.


Bu da başka bir hikayedir.

Acıklı, hatta dehşet verici bir biçimde öğrenmemize daha vardı...


Sonra kura çektik bir büyük salonda. Divrik denilen ormanı yani kışlık odunu bol ilçesine, yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim.

Sevin diyorlardı, odunun bol. Sanki odunculuk yapacaktım.


Yapamadım.

İlçeye gittiğimde, kurayla çektiğim, atandığım köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı ortaya çıkacak, beni uzak bir köye göndereceklerdi.


Anlamadığım bir şey olmuştu ya da çok anlaşılır bir şey: Yurdum hali kendini resmediyordu. Saçım, kılığım başıma bela oluyor, beni sevimsiz gösteriyor diye aklıma gelse de gerçek daha basitti: Beni alıp torpilli birine yer açmışlardı. Benim gibi kuşkucu, sorgulayan ya da hayatı kitaplardaki bir adil düzen sananları ya da zor öğrenenleri bile anında ikna eden, zihnini açan kocaman harfli bir alfabeyi gözüme sokuyordu.


Bu ülkenin olağan hali buydu. Sadece ben yeni tanışıyordum.


İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide… deyip saplanan dünya cam… Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Olsa da, ne ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. Parmak kadar bir çocuk ve yabancıydım.


Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım.


Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı.


Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir karayla perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze…

Kabul etmeli, dünyanın hiçbir yerinde bir karanlık bu denli güzel olamazdı, gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Ondan mı Anadolu karanlığı sevmişti ne?

Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı topraktan ayırt edilemeyen evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye hissetmiştim… Belki değildi, ama iyi düşünmekten başka da şansım var mıydı?


“Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Bura bir denizdi ve tutunabileceğim tek o vardı.

İnmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü. Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için, elbise değil…

Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri,” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…”

Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…”

Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi.

Başka şansım mı vardı? O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik.


Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi…

Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım.


Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra…

Hiç bilmeyen biri için iyi bir haritaydı.

“Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ”

Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin…"

Boğazım düğümlendi.

Hüseyin kaçmıyor, ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu.

Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek?


Babamdan bana kalan tek miras kolumdaki Nacar saatti. Bir saatçiye girdim, sattım. Maaşımı alınca gelip geri alırım diye düşündüm, oysa kul düşünür kader güler... Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü de ordaydı. Kapıdan girince en sıcak gülüşünü takınıp bana bakmasına hiç aldırış etmedim, selam bile vermedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakama çıkıp her şeyi anlatmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? O da biri gidecek, diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Yakalayacaklar, beni Divriği camisi avlusuna bağlayacaklar, salmayacaklar... Öyle kaygılı kaçtım.

Tek baba hatırasını da o arada unuttum tabi...


Elimde olsa ebedi Sivas sınırlarından bile geçmezdim.

Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur...

Bilmiyordum.

*

2016 maviADA Dergisi

98 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page