top of page

"Bi Garara Vadın mı?"


Eğitim enstitüsünü bitirmiş, tayin bekliyordum uzun zamandır. Beni görenler:

“Senin tayine ne oldu iyen ya?”

“Bekliyorum emmi, çıkacak inşallah!”

“Sen öretmen omadın mı iyen yosa ya, sen öretmen omadın da bizi mi gandırıyon yosa?”

“Tövbe emmi neden kandırayım, sizi kandırmam, kendimi kandırmam demektir! Öyle şey olur mu? ”


Okulu bitirmiş, tayin için lazım gelen evrakları okul müdürlüğüne teslim etmiştim, teslim etmesine de yoksa…


Yine kara bir hançer saplanmıştı yüreğime. Ara ara da böyle düşüncelerle gayya kuyusunun içine atıyordum kendimi. Sahiden teslim etmedim mi yoksa? Kim bilir belki de tayin evraklarımı yırtıp atmış olabilirler mi, olabilir tabi, neden olmasın?


Şanlı altmış sekiz kuşağı gibi, şanlı yetmiş sekiz kuşağındanım ben de. Tam bağımsız Türkiye yolunda çok bedeller ödendi. Hiçbir alt yapısı, duruşu, siyasi bir eylemi olmamasına karşın, tayin olmayan arkadaşlarım oldu. Hanife yerine “Nevin,” deyin bana diyen arkadaşımız mesela…


Yazık, onlarca Nevin’in yanlış istihbaratlarla hayatı karartıldı. Birçok arkadaşımız İşkence gördü, okuldan atıldı, kimi nezarethanelerde kayboldu…


Yokluk yoksulluk iliklerimize kadar işlemişti. Cepte para yok, üst başta yok, akşam evde aş ekmek yok, ana baba yok, sobada yakacak odun kömür yok, yol yordam gösterecek bir büyük yok… Yok yok!


Binmiştik bir alamete gidiyorduk hep birlikte kıyamete!


Devrimcisi, ülkücüsü bu ülke ileri gitsin, insanlarımız daha iyi şartlarda yaşasın diye hiç tanımadığımız, yüzünü bile görmediğimiz insanlar için feda ediyorduk kendimizi. Lise yıllarımda ömrünün deli çağında Şanver Cura arkadaşımın katledilmesini hiç unutamam. On altı, on yedi yaşlarında annesinin uykusundan uyandırmaya kıyamadığı Şanver’i katlettiler…


Tayin beklerken canım çıkacak gibi oluyor, çatlıyordum. Günler geçmek bilmiyordu. Her yanı ahşap olan evimiz soğuk kış günlerinde doğru dürüst ısınmazdı. Soba durmadan yanarken bile “önün nohut kavurur, arkan harman savurur,” misalidir. Evin içinde soba yanarken yorganın altında gece gündüz kitap okuyordum.


Bir gün babam arkadaşlarına, Yaşar Kemal’in İnce Memed adlı kitabını okuduğumu söyleyince beş altı arkadaşı ile eve gelmiş, hadi bize de oku demişler, ben de okumuştum.


Ali Rıza emmim:


“Nazife senden güzel okuyor, az heyecan kat,” demiş, yine de motivasyonumu bozmadan okumaya devam etmiştim.


Bir gün mutlaka tayinimin çıkacağına inanarak, umudumu kaybetmemeye çalışıyordum. Öğretmen yetiştiren bir okulu kavga dövüş, hayatım pahasına bitirmiştim.


“Çıkacak, er geç çıkacak, çıkmalı,” diyordum.


E, bu yaş evlenme yaşıdır. Tayinin çıkmasa da öğretmensin ya, ne de olsa farklısın ya ağzın laf yapıyor ya üçü beşi biliyorsun ya; bırakırlar mı?


“Ne duruyon bakem sen, evlen, evlen!

Senin yaşında biz çoluk çocuğa garıştık!

Sen böyle “mısır bubacı gibi durup durcan mı?

Ne zamana gada durcan böle?

Yalnızlık bi Allah’a mahsustur!

Unutma demir tavında dövülür,

Emsellen evlenince, görürsün sen!

Yarın kimse çalmaz kapını, başını tike galırsın!

Nasibini kapatma, hem öyle ne böbürlenip duruyon sen bakem, kim oluyon sen, anan samsak, buban soğan…”


Daha neler neler…


“Ben böbürlenmem diyordum, tayinim bir çıksın o da olacak, ona da sıra gelecek diyordum. Ben daha babamdan, abimden harçlık alıyorum. Evlenmek benim neyime,” diyordum.


“Öyle deme diyordu Hatçe Kadın, beni razı etmek için Allah’ın her günü sabah akşam geliyordu. Her geldiğinde “ne edip godun ya, bi garara vadın mı,” diyordu.


“Hiç diyordum, bir karara varamadım daha,” diyordum. Sen iyice şımardın diyordu.


“Gız doma tavık diyordu anama sen de bir şey desene gız, bayırın kenefi!”


“Ayaaa şaş, ben ne diyebilirim gız, ben ne garışırım, hayat onun hayatı! Ünversite okumuş birine ne diyebilirim ben, onun kafası benden daha iyi işle gız, ne diyebilirim ben gız kenef?”,

“Bayırın kenefi bi şe desen ağzın mı aşınır gız kenef? Şımadınız, şımarık şeyle, bok oldum sanıyonuz kendinizi. Köyün en güzel gızı Petek, neyi va gız? Boy pos, undan gözeli mi va gız?”


“Şerif Ali’m çikin mi gız, benim oğlanlam köyün gabadayısı, hem de en yakışıklısı, beyi beyi! Oğlan doğurdum ben gız, soğan eke değil onla; hepsi aslan mı aslan, va mı gız benim oğlanla gibisi?”

“Şımarık şımarık gonuşma gız doma tavık!”


Gün sektirmiyordu Hatçe Kadın, günde iki kez gelip “ne edip godun ya,” deyip kararımı soruyordu. Ben de fasulye gibi kendimi nimetten saymaya başlamıştım. Kestirip atmıyor, bir taraftan da gelsin istiyordum. Yavaş yavaş kararım olura doğru meyillenmeye başlamış, kesinlikle olmaz demiyor, kendimi naza çekiyordum...

“Dinle beni gız, oğlan anası doma tavık, dosdoğru söle bana. Petek’ten gözeli va mı bu köyde? Ben oğlan olsam alır gaçarın Petek’i! Gız ondaki göz, ondaki kaş kimde va gız? Hele saçları, belinden aşşa bi gucak uzayıp gitmiş! Gara gözlerinin üstündeki kaşları, aydede gibi. Böle bi gızı yarın ayının biri alıp gitcek senin şımarık Şerif Ali gaşıdan bakcak!”


“Gız kenef, bunları bana ne diyon, ben omaz mı deyon?”


“Omaz demiyon da eyi bi şe de demiyon! Çocukla, anasına bubasına omaz deyebilir mi gız, eski köye yeni adet getirceniz, şımarık şeyle!”


“Ben de isterim istemesine de oluma bir şe deyemem, yarın geçinemezle filan, vabal altında galamam!”


“Sen de olun gibi, ağzınızın dadını bilmiyonuz! Bak şinci Doma tavık bi sefe düşün, Petek’in anası, bu yaşında bile köyün en gözeli değil mi, gözelliğinden bi şey gaybetmiş mi? Petek de kaç yaşında olursa gözelliğinden bişe gaybetmicek! Bak peşman olacanız, benden sölemesi!”


“Eyi, tamam o zaman, git, Şerif Ali öteki odada yalnız başına, git eyi bi gonuş, ben inekleri sağayım! O, içede okuyodur, git hadi gonuş, ne edesen et, hadi git gonuş!”

“Şerif Ali, ne ediyon olum, eyi misin?”

“İyiyim Hatçe Nene, okuyorum işte can sıkıntısı, şu tayin çıksa da rahatlasam biraz iyi olacak!”

“İnşalla olum, o da olur bi gün!”

“İnşallah!”

“Bak şerif Ali, sen hala bi garara varamadın ya, şöle bi şey deyon ben!”

“Ne diyorsun Hatçe Nene?”

“Bu gece üryanıza yaten Petek’le senin, bakem nasıl olup gelcek, göcez, inşallah hayırlı şeyle olcak!”

“İnşallah Hatçe Nene!”


Doğru dürüst uyuyamadım o gece. Bir aydan fazla zamandır, her daim bu konu ile yatıp kalkıyordum. Tam gözümü kapatıyorum, Hatçe Kadın, gözümün önüne geliyor, “ne edip goydun ya, bi garara vadın mı,” diyordu. Gözlerim açık, dakikalar, saatler geçiyor bir türlü dalamıyordum.


Okul yıllarım geliyordu gözümün önüne, Bursa Eğitim Enstitüsü’nün okul yolu, okul yolundaki ülkücülerle slogan yarışlarımız, kavgalarımız, tek gamzelim, tek gamzelimin parmaklarımla saçlarını taramam, bodur çam ağaçlarının altında birlikte söylediğimiz “eşkiya dünyaya hükümdar olmaz", "karlı kayın ormanında" türküleri…


Kafamda akıllı deli bir sürü düşünce taştan taşa, bir şehirde bir köyde. Durmadan yer değiştiriyordu. Sonra birden Hatçe Kadın geliyor karşıma:


“Ne edip godun ya bi garara varabildin mi,” diyordu.


Sonra Hatçe Kadın’ın kaşlı, gözlü, beline kadar bir kucak uzayıp giden saçları ile gülümseyen Petek’i. Gözümü açıp kapatıyorum, hayal âleminden gerçek âleme dönemiyordum bir türlü…

Sabah olmuş, işi gücü olanlar işine gücüne gitmişti çoktan. Az sonra Hatçe Kadın’ın geleceğini bildiğim için, okumaya motive olamıyordum. Okuduğum yeri tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor, ilerleyemiyordum. Bir zaman, kitap bana, ben kitaba bakarak geçti zaman. Saate baktım, gelmesi lazımdı Hatçe Kadın’ın. Her gün aynı saatlerde gelip gidiyordu.


“Bi garara varabildin mi, tamam deyon mu, hinci?”


“Bilmem bir karara varamadım daha!”

Bu gece üryanıza yaten dedim, ya!

“Hayır olsun, hayır olsun Hatçe Nene!”

“Hayırın gaşı gesin!”

“Eeee?”

“Şerif Ali, Şerif Aliii, ben bugüne gada böyle bi ürya gömedim. Bi ürya, bi ürya böle bi üryayı, ağzı dualıla bile gömemiştir!”

“Hayırdır?”

“Hayır hayır çok gözel, çok! Aç gulanı eyi bi dinle!

“Eeee?”

“Petek bi atın üstündeydi, öyle bi ihtişamlı, öyle asil, deme gitsin! Sanırsın, Hazreti Ali efendimizden, Fatıma anamızdan el alıp gelmiş. Öyle bir güven, öyle bir güven, sanırsın atın üstündeki at binicisi bi Çerkez gızı! Elinde bi de Zülfikar, urdan ore ha bire koşturuyor atını. Allah’ım bu ne asalet, ben deyon ki, bu gızın soyu Ehli Beyt’e dayanıyo. Bu gızın gıymetını bil ve unutma Allah’ın gıymatlı gulusun gulu, herkese nasip omaz böle bi şey!”


“Çok ilginç, çok!”


“Ne diyon hinci bi garara varabildin mi?”

“Bilmiyorum!”


“Bilmemesi yok Şerif Ali, düşün daşın, yarına gada müddet, daha da gemem! Sen bilcen olum, sen bilcen; sonra bak çok peşman olcan, emme iş işten geçmiş olcak!”


“Teşekkür ederim Hatçe Nene!”

Okulum bitmiş, fakat tayinim daha yapılmamıştı. On İki Eylül Yönetimi güvenlik soruşturmalarını sıkı tutuyor, o nedenle tayinler geciktikçe gecikiyordu. Benim gibi öğretmen olan arkadaşlarım anne babasından harçlık almaya devam ediyordu.


Yorganın altında miskin miskin uzanırken bir taraftan da okumaya çalışıyordum. Bu böyle ne zamana kadar sürecek deyip içimde yoğun bir savaş yaşıyordum. Yaşım yirmi üç olmuş, babamdan abimden harçlık almaya devam ediyorum. Kendimi asalak bir böcek gibi görmeye başlamıştım iyiden iyiye. Bu durum, inandığım değerlerle çelişiyor; fakat elimden bir şey gelmiyordu. Olmaz, olamaz bugüne kadar uğrunda mücadele verdiğim şeylere aykırı diyordum. “Kafayı yemek,” tabiri böyle şeylere sebep söylenmiştir belki. İnsanlar boşa koymuş olmamış, doluya koymuş almamış; sonra da sonu nereye varırsa varsın deyip gereğini yapmışlar...


Hatçe Kadın’ın gelişleri seyrekleşmeye başladı. Önce günde bire, sonra haftada bire, on beş günde bir derken tamamen kesildi. Baktı bizden bir şey olmaz, vazgeçti.


Okulum bitmiş, aradan yirmi altı ay geçmişti. Artık umudum tükendi, tükenecek. Her halde bir şey oldu ki tayinim çıkmıyordu. Kime ne sorabilirdim ki, devlet kızgın bir boğa gibi, bir şey sormak ne mümkün, insanın arkasının kuvvetli olması lazım. O günlerde askerler, vali padişah!

Günler geçmiyordu, her sabah evden çıkıyor, kimseye bir şey demeden, alıp başımı gidiyordum, nereye gittiğimi bilmeden.

...


“Mili Eğitimden telgraf var,” dediler, ne telgrafı dedim, kime varmış telgraf dedim. Artık unutmuş, tükenmişti umudum!


“Git bak dediler. Gittim Postacı Mehmet!”

“Müjde Şerif Ali!” dedi.

“Ne müjdesi Mehmet abi?” dedim.

“Sen bir şey beklemiyor muydun?” dedi.

“Yo, yo!” dedim.

“Nasıl yo, dedi, nasıl beklemiyon?” dedi.

“Ulan tayinin çıktı, tayinin!” dedi.

“Hadi canım dedim, nereye?” dedim?”

“Önce müjdeyi görelim!” dedi.

“Canın sağ olsun Mehmet abi!” dedim.

“Yürü Mıstava’nın dükkânına!” dedi.

Gittik.

“Mıstava otuz beşliği getir dedi. Telgrafı şişenin üstüne koyup buyur oku!” dedi.

Okudum:


Sayın Şerif Ali Sarsılmaz,


Van Kazım Karabekir Ortaokulu’na Türkçe Öğretmeni olarak, depo tayininiz yapılmıştır.

En geç 15 Şubat 1982 tarihinde kadar görev yerinde olunuz!

Başarılar dilerim.


Hasan Sağlam

Milli Eğitim Bakanı



Yaz tatili başlar başlamaz köyüme döndüm. Anamdan Hatçe Kadın’ın vefat ettiğini öğrenince ne diyeceğimi bilemedim, “Mekânı cennet olsun,” diyecekken sözcükler boğazıma düğümlendi, oracığa çöküp kaldım.


Demek bir daha Hatçe Kadın, “ne edip goydun bi garara vadın mı,” diyemeyecekti.


Kimseye bir şey söylemeden köyün tek mezarlığına doğru yürüdüm gittim. Hatçe Kadın’ın mezarı başında hem dua ettim hem de içimi çeke çeke ağladım…

10.01.2021 Salihli






63 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Commentaires


1/684
bottom of page