top of page
Yazarın fotoğrafıNurdan Aladağ

Mardin Masal Şehir


Cemal Süreya’nın, ‘’Gitmek için vedalara, bavula veya yollara ihtiyacım yoktu. Kafamdaki kapıyı çekip çıktım,’’ sözlerindeki gibi bazen sadece gitmeyi istemek yeterlidir.


Çok yaşayan çok görür, çok gezen daha çok görürmüş. Anneannem, annem, ben ve kızlarım gezme tutkusuyla, yanıp tutuşan dört nesiliz. Bilinmeyeni keşfetme arzusu ile yola çıkmamızı sağlayan coşku, ruhumuzun her daim genç kalmasını sağladığı için şanslıyız.

Özgür olduğumuz günlerde gelecek günler için hayal kurmak, plan yapmak normaldi. İşte bu yüzden medeniyetin beşiği, kaleler şehri Mardin’e gezmeye gelir misin? diye soran arkadaşıma tereddütsüz ‘’EVET ‘’ demiştim. Kızım, ben ve onun yakın arkadaşı için üç kişilik yerimizi hemen ayırttım. ‘’Kışın donarız, yazın yanarız; geziyi baharda yapalım mı önerisine ‘’olur’’ diyerek karara katıldım. O andan itibaren kızımla hayaller kurup, planlar yapmaya başladık.


Çiçeklerin açtığı, kanımızın kaynadığı, özgürce yollara çıkacağımız güne sabırsızlıkla ulaştık.

Heyecandan uykumuzu alamadan gezi sabahına uyandık. Gezmeye sevdalı en yakın arkadaşlarımızla Adnan Menderes Havaalanı’nda buluşup, iki saate yakın uçak yolcuğu yaptık.

’’Keşfetmek özgürlüktür’’ sözüne uygun bir gezi olacağını Mardin Havaalanı’na indiğimiz anda farkına vardık. Dersimize önceden çalıştığımız için rehberin konuştuğu dili anlayamayışımızı sorun etmedik. Eski Mardin Evleri manzarasında kahvaltı yaptıktan sonra karnımız tok sırtımız pek gezmeye başladık. Kilise çanlarının, ezan sesine karıştığı “Dillerin ve Dinlerin Şehri” Mardin’de olmanın hayalini gerçeğe dönüştürmenin tatlı huzurunu yakaladık.


Tarihin ve kültürün iç içe olduğu Mezopotamya’nın en büyük kızı olan Mardin’de yapılacak en güzel aktivite fotoğraf makinenizle sarı taşlı kıvrımlı sokaklarında dolaşmak, duvarların konuşmasına kulak kabartmak. Bütün sokaklar birbirine benzediği için kaybolma olasılığımızı unutmadan bunu yapmak için dikkatli yol almak.


Şehrin insanının sıcaklığı ve içtenliği kadrajımıza alabileceğiniz en güzel kareler olunca fotoğraf çekmeye doyamadık. Mardin misafirlerine şiirsel bir coğrafyanın kapılarını aralıyor. Bu kapılardan girdiğinizde sizi Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice hoş geldinler karşılıyor. Farklılıkların çatışmadığı kol kola girip kardeşlik türkülerin söylendiği şehrin sokaklarında yürümek, duygu yoğunluğu yaşatıyor. İnsan Arnavut kaldırımlı, dar ve kıvrımlı sokakları adımlarken hiç bilmediğimiz fakat bir o kadar da tanıdık bir atmosferin içine çekiliyor. Çarşıda yürürken zanaatların belki de son ustalarının dükkanlarının önünden geçiyoruz. Alışveriş yaparken sohbet ettiğimiz kişilerin verdiği bilgiler buram buram tarih kokusunu duymamızı sağlıyor. Düzenli bir yerleşime sahip olduğundan şehirde gezilecek yerler çoğunlukla birbirine yakın. Bu sebepten dolayı çoğu yere yürüyerek gidiyoruz. Herkesin yüzü gülüyor, konuştuğunuz herkes size bir şeyler katıyor. Saygının ne demek olduğunu, cömertliği, dürüstlüğü, belki de en önemlisi saflığın ne demek olduğunu hatırlıyorsunuz.


Çeşitli kültürlere ev sahipliği yapan Mardin’in mutfağı da bir o kadar zengin. Genellikle et ağırlıklı olan Mardin’e özgü yemeklerin isimleri ilgi çekici. Yerken damak çatlatan türden yemeklerle tanışıyoruz. Etlerin lezzetli olmasının yörenin bitki örtüsüyle beslenen hayvanların rahatça gezinmesine bağlıyoruz.


Mardin yemeklerinin isimlerini ezberlemeden notlarımız arasına alıyoruz.

Kibbe: İşkembe dolması.

İrok: Mardin usulü içli köfte.

Soğan Kebabı: Soğan ve kıymayla yapılan bir yemek.

Dobo: Kuzu kol ile hazırlanan bir et yemeği.

Firkiye: Kuşbaşı kuzu eti ve çağla ile hazırlanan şehrin en ünlü yemeklerinden.

Kiliçe: Mardin çöreği.

Sembusek: Kapalı lahmacuna benzeyen bir çeşit hamur işi.

Alluciye: Kuşbaşı kuzu eti ve erikle hazırlanan bir yemek.

Harire Tatlısı: Ana malzemesi pekmez olan bir çeşit tatlı.

Mırra: Mardin’e özgü sert bir kahve.


Hani derler ya ;yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat. Gördüklerimin güzelliğini dilim döndüğünce kalemim el verdiğince anlatayım:

İlk durağımız TARİHİ POSTANE BİNASI. 1800’lü yılların sonunda ünlü bir aile tarafından Ermeni bir mimara yaptırılmış, 1950 yılından itibaren de postane binası olarak kullanılmaya başlanmış. Biz gittiğimizde bir kısmım Uygulama Oteli olarak kullanılıyordu, bir kısmı halen postaneydi. ŞEHİDİYE CAMİİ’sini ziyaret ediyoruz. Merdivenleri hızla çıkarken nefesim kesiliyor, inişte sakin sakin iniyorum. Enerjimi hemen tüketmeyim diye içimden ''yavaşla'' diyorum


Deyrulzefaran Manastırı

Süryanilerin bölgedeki dinsel ve kültürel var oluşlarının tarihsel bir simgesi olan Deyr-ul Zafaran Manastırı’na geliyoruz. Bu manastır inanılmaz fotojenik bir manastır. Adını manastır çevresinde yetişen safran bitkilerinden almış ve M.Ö. 4000 yılından beri ayakta kalabilmiş. Milattan önce Güneş Tapınağı olarak kullanılmış, sonra Roma döneminde kaleye çevrilmiş, son olarak manastıra dönüştürülmüş. Rengarenk giysiler giydiğimize seviniyoruz. Bol bol fotoğraf çekerken, anlatılanları Manastıra özel rehberimizden pür dikkat dinliyoruz. Etkili konuşmasının yanı sıra mütevazı tavrı bizi etkiliyor. Ortamın havasından herkes nasibini almış diye düşünüyoruz. Manastırın içerisinde güneş tapınağı, Meryem Ana Kilisesi, kaya mezarlığı gibi bölümler bulunuyor. Kaya mezarlığında tam 52 Süryani patriğinin mezarı varmış. Hepsi; kıyamette İsa’nın geleceği yön olarak düşünülen doğu yönüne sandalye üzerinde oturarak gömülürmüş.


Deyrulzafaran’dan hemen sonra DARA HARABELERİ’ne gidiyoruz. Hava rüzgarlı ortalık toz duman. Giriş aslında ücretsiz fakat kapıda çocuklar duruyor. Harçlıklarını çıkarabilmek için rehberlik yapmaya hazır bekliyorlar. Rehberimiz elindeki kırmızı bez bağlı sopasıyla bize yön verdiği için onlara sadece gülümsüyoruz. Burası antik bir kent, çok büyük oranda çıkarılmış fakat hala çalışmalar sürüyor. Tamamı ortaya çıktığında Efes Antik Kenti kadar büyük olacağına inanılıyor. Agora’sı, kaya mezarlıkları ve sarnıçlarıyla görülesi bir yer. Dara harabeleri üzerinde bazı simgeler görüyorsunuz. İçeride neler olduğunu söylemek için çizmişler. Mesela sol altta kuru kafalar mezarlık olduğunu söylüyor. Dördüncü katın dördünü de çizerek açıklamışlar.

Kaya mezarlığında insan iskeleti bile görebiliyorsunuz. Tıpkı Deyrulzafaran’da da olduğu gibi oturarak, doğu yönüne bakarak gömülmüş insanlar. Her gelen medeniyet her yeri farklı amaç için kullanmış. Kimileri Sarnıç’ı su için kullanırken, kimi medeniyetler depolama alanı, kimi medeniyetler ise düşmanlardan saklanma yeri olarak kullanmış.

Dara Antik Kenti’nde “yeniden diriliş” ayinlerinin yapıldığı nekropol alanı olduğunu öğreniyoruz. Bu alan, kentte bulunan kayaların yontulması ve oyulması ile oluşturulmuş koca bir mezarlık; hatta yüzlerce kişinin bulunduğu bir toplu mezar. Burada bir dönem yeniden diriliş inancı olduğu için bu tip ayinler gerçekleştiriliyormuş ve galeri mezarın girişinde de ölüleri dirilten peygamber olarak bilinen Ezekiel’in işlendiğini görülüyor. Sonrasında cam üzerinde yürüdüğümüz mezar alanına girerek toplu mezarı da incelerken, korku filmininin içine düşmüş gibi ürküyoruz.

.

Beyazsu

Nusaybin üzerinden, Suriye sınırına paralel giden bir yoldan Beyazsu’ya gidiyoruz. Burası yemyeşil bir mesirelik alan. Tahtlardan oturma yerleri de var. Çok şirin, çok fotojenik bir alan. Yol üstünde kalıyor ve buraya uğrayabildiğimize seviniyoruz. Gelinciklerle bezenmiş yeşilliklerin arasında olmak keyif veriyor. Gezmekten şişen ayak bileklerimizi buz gibi akan suya değdirdiğimizde rahatlıyoruz.


Midyat

Orta Doğu ve Anadolu medeniyetlerinin mistik mimari dokusunu, farklı bir tonda ve renkte hissettiğimiz Midyat; mimari alanda bölgenin lideri konumunda… Tarihi yapısını o kadar güzel korumuş ki, insan burada kendini adeta bir Orta Çağ kentinde sanıyor ve bir an film setinden bir sahnede olduğunuzu hissediyorsunuz. Zengin bir mimari doku içinde bulunan yörenin taş ustalarının incelikli becerileri, Midyat`a bir Açık hava müzesi görünümü kazandırmış. Midyat’ı öğle vaktine getirip yemeğinizi de burada yemeyi planlıyoruz. Rüzgarın ardından gelen yağmur dolaşmamıza engel olduğu için ünlü lokantalardan birine kendimizi zor atıyoruz. Mardin tabağı menüsü söyleyerek midemizi doyuruyoruz. Gözümüz doymasa da mecburen tekrara yolara düşüyoruz.

Midyat’ın görülecek yerlerinin başında Midyat Gelüşke Hanı Gelüşke Hanı Avlusu da var.

Gelüşke Hanı Midyat’ın en turistik noktası. İçerisinde kaya mağaralarının olduğu bölüme de göz atıyoruz. İnanışa göre ilk yerleşim yerlerindenmiş o mağaralar! Ardından Midyat Konuk Evi’ne gidip bir Midyat Evi’nin içerisi nasıl gözükür bakıyoruz. Buraya gelen kişilerin çoğu Sıla dizisi burada çekilmiş diye geliyorlar ama asıl amaç bence o tarihi dokuyu tadabilmek. Terasından mükemmel bir Midyat manzarasını izliyoruz. Bizi karşılan kadınlar hemen başımıza el dokuma örtüleri kendi yöntemleriyle bağlayınca yörenin kadınlarına benziyoruz. Hatıra olarak satın alırken nasıl bağladıklarını uygulamalı gösterip bizi samimi tavırlarıyla uğurluyorlar.


Mor Gabriel Manastırı

Zamanı iyi kullanalım diye uyaran rehberin bize serbest zaman vermeyişine biraz kızıyoruz. Mor Gabriel Manastırı’nın kapanış saatine az kala kendimizi içeriye attığımız zaman neden acele ettiğini anlıyoruz. Mor Gabriel Manastırı Midyat Manastırın kürdanlardan yapılmış planıyla karşılaşınca bütününü minyatür olarak görmüş oluyoruz. Büyük bir alanda yer alan Mor Gabriel Manastırı’nın önündeki dut ağaçları ve içerisindeki huzuru hissediyoruz. Hristiyanlar için çok önemli din merkezlerinden ve hala içerisinde din adamları yaşıyor. Gelen kişiler belli bir sayıya ulaştıktan sonra Süryani bir rehber tarafından gezdiriliyoruz. Kafamıza göre hareket edemiyoruz. Bu sayede sadece yazıları okuyarak gezmiyorsunuz ve çok fazla bilgi öğreniyorsunuz. Mesela; Mor kelimesi Süryanice “Aziz” anlamına geliyor. Mort ise “Azize” anlamına geliyormuş. Etkilenen ruh halimizle oradan ayrılıp Midyat’ın kuzeyindeki Hasankeyf ‘e doğru yola çıkıyoruz.


Hasankeyf – Batman

Buraya gitmek için iyi ki acele etmişiz de gelmişiz. Çünkü bu güzelim yer, baraj yüzünden sular altında kalacak. İnsanların evleri, tepelerde Toki’nin yaptığı sitelere taşınacakmış. Tarih ile Toki yer değiştirmiş anlayacağınız. Buraya gittiğimizde aslında görülmesi gereken kilise taşınıyordu, kale kapısı taşınıyordu. Hasankeyf Kalesine’de giriş yok ama yine de gittik.

Neler mi gördük 5000’den fazla irili ufaklı mağara bulunuyor Hasankeyf’te. Ben şok oldum. Çünkü altlarda bulunan mağaralar iki dağın birbirine birleştirilmesiyle kaybolacakmış ve tepedeki mağaralara rahat ulaşabilmek için yol yapılacakmış. Öğlen vakti güneş tepemizde olunca kendimize korunaklı bir yer ararken mağaralardan birinin içine giriyoruz.


Hasankeyf’te doğmuş ve hala aynı mağarada yaşayan amcayla sohbetimizi yapıyoruz. Mardin’e özel mırra’mızı "Mardin Kapı Şen Olur" türküsü eşliğinde otantik döşenmiş mağarada bağdaş kurup oturarak içiyoruz. Pek güzel geliyor. Yorgunluğumuz bir nebze azalıyor.

Tanıştığımız amcanın anlattıklarına göre 1971 yılına kadar mağaraların bulunduğu tepedeki o bölümler baya baya çarşıymış. İnsanlar o mağaraların içerisinde yaşamışlar. Amcanın dediğine göre o mağaralarda bir tane boş yer yokmuş. ’’Yaşamak nasıldı’’ diye sorduğumda; çok güzeldi dedi. Kışın bir soba yakıp bütün mağaranın içindeki odaları ısıtmak çok kolaymış. Yazın ise mağaranın içi çok serin oluyormuş. Hasankeyf'ten de kültürlenerek ayrıldık ve Mardin’e doğru yol aldık.


Kasımiye Medresesi

Zincirli Medreseye benzemesi aynı mimarın tasarlamış olmasından kaynaklanıyormuş Buranın en önemli özelliklerinden bir tanesi gün batımını muhteşem bir şekilde izleyebiliyorsunuz. Gün batımı saatine denk getirdiğimize seviniyoruz. Külliye şeklinde tasarlanmış. Öğrenciler ortada bulunan havuzda, yıldızların yansımasından gökyüzü araştırmaları yapıyorlarmış. Fotoğrafa yansıyan kareler hoşumuza gidiyor. Gezerken bizi değişik yaşlarda çocuklar karşılıyor. Mardin’in tarihi değerlerini öyle güzel ezberlemişler ki hayran kalmamak elde değil! Üstelik nerede, nasıl fotoğraf çekileceğini de açılarına kadar biliyorlar. Medresede yansımalı fotoğraflar mı dersiniz, damla göz fotoğrafları mı dersiniz hepsi bu çocuklarda mevcut. Anahtar deliğinden fotoğrafımızı çeken çocukların ilgisi hoşumuza gidiyor. Kasımiye Medresesi tam meditasyon yapmalık yer. Mardin’de eskiden vergi dairesi olarak kullanılan, şimdilerde Sabancı Müzesi’ne ev sahipliği yapan binada Mardin’in kültürel ve sanatsal birikimine dair çok şey öğrenince, gezide duyduklarımızı pekiştirmiş oluyoruz.

Medreselerde eyvan adı verilen çeşme kısmı ise tasavvufi bir betimleme içeriyor. Suyun akışı ile birlikte doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve ahiret tasvir edilmek istenmiş. Çeşmeden akan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluktan geçtiği kısım olgunluğu, suların geniş bir havuzda toplanması ise ölümü temsil edermiş. Bu medreselerin Mezopotamya manzarasına karşı kurulmuş olması boşuna değil. Suyun Mezopotamya’ya doğru akması can bulmayı yani ahiret gününü işaret etmesi bakımından oldukça önemli.


Mardin’e gelen telkâri takı almadan döner mi hiç. Gezinin başından beri bu anı bekleyen İzmir grubu çarşı sokağına hızlıca varıyor. Pazar günü olduğu için dükkânların çoğunun kapalı olmasına şaşırıyoruz. Geldiğimizi duyan esnafın dükkânlarını açmasıyla alışveriş için koşuşturmamız gülümseten sahneler oluşturuyor. Geziye gelmeyen küçük kızıma canlı yayın yaparak beğendiği takıyı almanın iç huzurunu yaşıyorum. Nazara karşı koruduğuna inanılan, Süryani Nazar Boncuğu tıpkı bizim nazar boncuklarımız gibi turkuaz renkteki iki delikli kolye uçlarından. İki tane de onlardan alıyorum. Dükkanları gezerken karşılaştığımız arkadaşlarımızla takı seçiminde birbirimize yardımcı oluyoruz.


(Telkari Takılar: Mardin’e özgü el sanatı ismidir telkari. Altın veya gümüş incecik hale getirilir. İplik iplik olduktan sonra şekil verilir ve çok zarif altın ve gümüş modelleri ortaya çıkar)

Eşe dosta götürmek için her çeşit sabun satan sabuncu var. Ara sokaklardaki satıcılardan kimyasal kokmayan eşek sütlü sabunu ve rengi önce mavi sonra beyaza dönüşen hayalet badem şekeri alıyoruz. Çarşı’yı gezerken sakinliği bizi şaşırtsa da elimizden düşürmediğim fotoğraf makinemle duvarlara yapıştırılan şiirlerin resmini çekiyorum.. Tavsiye üzerine kendime sürme de alıyorum. Hatıra olarak aldığımız her eşya mutluluk dalgası yaratıyor; çocuklar gibi şen oluyoruz. Uçağa bindiğimizde yorgun ama mutlu yaşadıklarımızı düşünerek yuvamıza uçuyoruz.


Mardin bir kere hayatınıza girdi mi, kader gibi takip eder sizi.” demiş Murathan Mungan. Ne kadar haklı. Gündüzleri seyranlık, gecesi gerdanlık, taşın dile geldiği bal renkli bu şehirde iki günü dolu dolu yaşadık. Her taşın altından bizi geçmişe götürecek bir şeyler çıkınca, her gördüğümüz yer bizi büyülemeyi fazlasıyla başardı. Mardin’in tarihi zenginliğini satırlarla ifade edebilmek pek mümkün olmasa da hatırladığım kadarını yazmaya çalıştım. Fotoğraflara bakıp özlediğim Mezopotamya’nın nazlı gelini Mardin’e tekrar gidebilmek ümidiyle.


339 görüntüleme2 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


Nurdan Aladağ
Nurdan Aladağ
Jan 08, 2021

Teşekkür ederim Nurten Hanım. Mardin harika bir şehir. MaviAda Dergisi okur yazarları olarak Mardin'e tekrar gitmek nasip olur inşallah.

Like

Nurten B. AKSOY
Nurten B. AKSOY
Jan 08, 2021

Elinize sağlık Nurdan hanım, doğduğum şehri bir kez daha gezmek keyifliydi...

Like
1/706
bottom of page