top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

MANOLYA ÇİÇEĞİ



Şehrin, en iyi mahallesinin en gösterişli evlerinden biriydi İlçe Protokol Müdürünün evi. Sokağın başında köşe bir arsa üzerine şehrin imar planlamasını bir sefercik delinerek dört yüz on beş metre karelik arsa üzerine iki yüz seksen metrekare temel üzerine yapılmış. Dış cephesi mermerle kaplanmış, saray yavrusu bir ev olmuştur İlçe Protokol Müdürünün evi.


Üç katlı apartmanın her katında bir daire, üç yüz metre kare, tam da yağı bol bulan Arap gibidir aynen! Üç katlı apartmanın birinci katını kendine, bir katını oğluna, üst katını da kızına verir. İnşaat biter bitmez taşınır kendi. Oğlu, lise yıllarında aynı sınıfı paylaştığı Gönül’e kaptırınca gönlünü ne annesini ne Protokol Müdürü olan babasını dinlememiş, Gönül’le hayatını birleştirmeye karar vermiş, okulu bitirir bitirmez, ilçeyi terk edip Gönül’le birlikte taşı toprağı altın denilen, şehirler sultanı, hani Lale Devri deyince akla gelen Nedim’in, “Tek parçasına Acem mülkü fedadır,” dediği İstanbul’da alır soluğu…


Bir cinayete mi kurban gitti ya da bir intihar sonucu mu öldü, bütün araştırmalara rağmen aydınlatılamayan İlçe Protokol Müdürünün vefatı aileyi tarumar eder, görkemli evde gün güneş göremeyen İlçe Protokol Müdürünün ailesi perem perem dağılır. Yalnızca evin damadı, hiçbir şey olmamış gibi evin son katına bir güzel yerleşmiş, yalnız bir hayalet gibi gidip gelmekte, mahallede ne kimseye merhaba demekte ne konuşmaktadır. Bir gölge, yaban ellere, dilini, örfünü, âdetini bilmeyen bir yaban gibi!


Gösterişli apartmanın bahçesinde renk renk gül, renk renk çiçekler, renk renk manolyalar, renk renk saksıda manolyalar... Hangi mevsim olursa olsun her mevsim çiçeğe durmuş bir gül. Manolyalar mevsiminde açar solar. İlçe Protokol Müdürünün sarı kızı Filiz, sarı güllerin filizlenmişi gibidir: Narin, dokunsanız kırılıverecekmiş gibi naif! Muhtemeldir sarı güllerin filizinden almış gibidir o, rengini ne Balkan ülkelerinin sarışını ne de uzak Asya’nın sarışını, tipik Türk bir kadını. Boy, pos, geniş basenler; lakin her daim bakımlı sarı saçlar! Her ay muntazam Kuaför Cengiz’e gidererek olçum ellerine bırakır kendini, her ay yeni yeni saç modelleriyle yeniden doğduğuna inanırdı. Röfle, omre, semreler… her ay yeni bir Filiz doğardı, sanki bir yıl önce babasını kaybetmemiş gibi. Atalar demiş ya hani, "ölenle ölünmez," o da ölenle ölmemiş, her ay, her ay yeniden yeniden doğan, her sabah doğan gün gibi yeniden doğmuş!


Güllerine, manolyalarına, saçlarına gösterdiği hassasiyeti, ne iki çocuğuna ne eşine göstermezdi. Bir eşi vardır, eh bir de onun belinden inip gelen biri kız, biri erkek iki çocuğu hepsi o! Yaşı gelen her kadın evlenmeli, aile olmanın esaslı faktörlerinden olan çocuk. Sevmek, sevilmek, o biraz zordur, kadının kocasına “seni seviyorum,” demesi ayıp kaçar, Anadolu coğrafyasında terbiyeden yoksun demek manasına gelir, çünkü!


İlkbaharın ilk günleri, karasal iklimle, Akdeniz iklimi arasında gidip gelen şehrin iklimsel özelliklerine uyarak, mayıs ayında gülleri beyazlı, morlu, pembeli, kırmızılı renklere boyanır. Mevsiminde hemen her sabah yeni bir tomurcuğa, çiçeğe duran manolyanın kuyruk yağı ile yağlanmış gibi yaprakları, diri dipdiri yaprakları. O, güllere “ben” demekte, ben varsam siz varsınız demektedir." Şehir şebeke suyu ülkenin en pahalı şehri olmasına sebep ahali, bahçesine bir şey ekip dikmekten vaz geçmiştir. Filiz de çiçeklerin, ağaçların arasındaki çimleri sulamaktan vaz geçince çimler önce sararıp solmuşlar; sonra da kuruyup gazele dönmüşler.


Bozdağ’ın sisi ile birlikte gri bir hava, şehrin üstüne abanmışken ne ona ne buna tabi olmayan ruhiyatını şehrin insancıklarının düşünen, düşünmeyen, soran, sorgulamayan beynine bir karamsarlık olarak yansıyınca, Filiz’in ruhiyatını da adamakıllı darmadağın etmiştir. Filiz'in düşünceleri şüpheleri içini kemirdikçe kemirir; onu perişan etmiştir. O kocasından şüphelenir. Her gün her saat nefreti artıkça artmaya başlamıştır rakı içmekten sivrilmiş göbeği, yürümekten nerdeyse ufacık kalmış popolu adamdan. Davranışları onu ele vermekte; lakin ortada somut bir şey yoktur. Filiz, yanında yatanın babasının katili olabileceği fikri, beyni, kafası durmuştur. Bir aydır doğru dürüst uyuyamaz, yanında yatan adam yani, çocuklarının babası, babasının katili midir acaba? Bu iğrenç düşünceden kurtulmanın tek yolu vardır, o da hakikati ortaya çıkarmaktır. Ama nasıl?


Emniyet müdürlüğü, şüpheli olabilecekleri tek tek sorgudan geçirmiş, dişe dokunur bir delil bulamadığından dosyayı rafa kaldırmıştır.


Sarı Filiz, ihtişamlı binanın ön bahçesindeki güllerle, manolyalarla dertleşirken, devlet okulunda hizmetli olarak çalışan Gök İbo, Filiz'in bahçeye çıktığını gördü mü, etrafı kolaçan eder, yavaşça yaklaşır, birkaç kelime konuşabilmenin fırsatını kollardı. Filiz, çiçekleriyle dertleşirken gözyaşlarına boğulur, içini çeke çeke ağlar. Gök İbo içinden onun acısına ortak olur. Ortak olmasına da ortak olur da öte yandan bir şeyler alabilmek için her yola baş vurur. Kendi gibi gök gözlü olan Filiz’in gözlerinden akan yaşlara dayanamaz, içi kıyılır. Onun yerine kendini koyarak derdine ortak olur. Filiz, her gülün, her manolyanın yanında, çiçeklere bir şeyler derken yanaklarından süzülen yaşlar bahçenin toprağına karışıp toprağı acı ile yıkar. Bu ince bıyıklı, rakı içmekten sipsivri göbekli, yürümekten ufalan popolu adamla, aynı çatının altında yaşamak, onunla aynı yastığa baş koymak… çıldıracak gibi olur, fakat şüpheden başka elinde hiçbir şey yoktur elinde. Babasını kara toprağa verdiği günden beri, Ahmet’in tenine dokunmasına izin vermemiş, vermediği gibi çelik ışıltılı gök gözleriyle sanık sandalyesine oturtmuştur.


Gök İbo, Ahmet’in sırdaşı, en has arkadaşıyken, öte yandan, İlçe Protokol Müdürü ile aynı kadına tutkundur. Eşyanın tabiatına aykırı sancılı bir aşk hikayesidir aslında bu! Bir yanda cebi şişkin, yaşı altmış beşe dayanmış İlçe Protokol Müdürü, bir yanda gök mavisi gözlü, ağzı var dili yok, masumiyetli, Gök İbo!


“Günaydın yenge!”

“Günaydın İbram!”

“Yenge çiçekleri ne kadar çok seviyorsun, insanmış gibi konuşuyorsun onlarla!”

“Öyle İbram, onlar olmasa, delirip dağlara düşerim ben!”

“Neden abla, neden delirecekmişsin?”

“Boş ver İbram, anlatamam, anlatılacak şey değil!”

“Olur mu yenge, derdinizin dermanı bendedir belki, nerden bileceksin?”

“O ne demek İbram?”

“Hiçbir şey yenge, hani diyorum…”

Ne hanisi?”

“Hanisi manisi işte…”

“İbram benim derdim bana yetip de artıyor, ne diyeceksen de ya da çekil git başımdan!”

“Şu kibrin var ya şu kibrin, senin gibilerin hepsi, burunları düşse yere almaz”

“Sen zıvanadan çıktın iyice bir de kocamın içki arkadaşı olacaksın, duyarsa seni fena yapar, haberin olsun!”


Manolya çiçeğinin yanı başındaki açelyaya âşık olması gibi, komşunun sevecen, şair ruhlu adı anlatıcıda saklı sinema aşığına tutulmuştur. Açelyaya kavuşamayan manolya gibi, şair ruhlu, sinema aşığı adama kavuşamadığından, ince bıyıklı, rakı içmekten sipsivri sivrilmiş göbekli Ahmet’le çile doldurmakta iken, babasının ölümüne sebep olduğunu düşünürken, bir yanda da gözlüklü komşunun kaçamak bakışları ile iki arada bir derede gidip gelmekte, salınıp durmaktadır.

“İbram ne diyeceksen de ne anlatacaksan anlat, sabah sabah derdime bir dertte sen ekleme Allah’ını seversen, ne olur yalvarırım!”

“Rahatsız ettim yenge, anlatacaklarımı bir bilsen, kim bilir nasıl şaşırır, şaşırmakla kalmaz, belki de…”


“Belki de ne, sen beni delirtmek mi istiyorsun, ne anlatacaksan anlat, ne diyeceksen de! Bak işine geç kaldın müdürün sarı zarfı verir yoksa!”

“Bana bir şey olmaz, kimse bana bir şey yapamaz, o müdürün nelerini biliyorum ben. Adam ne herzeler yiyor, buradan Ay’a yol olur!”

“Bilmece gibi konuşup durma, ne diyeceksen de delirtecek misin beni?”

“Yenge sana bak neler anlatacağım, anlattıklarımla ağzın uçuklayacak, ağzın uçuklamakla kalmayacak bayılıp öleceksin, bayılıp öleceksin!”

“De o zaman boş boş konuşup durma, hadi de ne diyeceksen de!”

“Peki yenge, ben gidiyorum, hiçbir şey anlatmıyorum, yarın ayağıma gelip yalvaracaksın, hem de ne yalvarış?”

“Dur tamam ne istersen o olsun, ne anlatacaksan anlat, zaten babam öldüğü günden beri yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum bilmiyorum!”


“Tamam anlatacağım, baban öldürüldüğü günden beri ben de doğru dürüst uyku uyuyamadım. Gözümü yumar yummaz babanın ölüsü geliyor karşıma. Yalnız beni hiçbir şey sormadan can kulağı ile dinleyeceksin!”

“Tamam söz konuşmayacağım, sen konuş demeyince konuşmayacağım!”


İbram anlatmaya başlar başlamaz, bahçenin renk renk gülleri, renk renk açan manolya çiçekleri bir bir solmaya başlar utancından. Bozdağ’ın yücesinden kükreyip gelen kara bir bulut kümesi şehrin üstünü kapatarak büyüdükçe büyür, gökyüzünü, güneşi, ilk akşamdan doğacak Ay’ı, yıldızları zincire vurur. Kaç zamandır doğru dürüst yağmur almayan bitek Gediz ovasının bire seksen, doksan veren toprakları, tezkere almış Topçu Çavuşu Yılmaz Beykondu’nun eşine sarılması gibi sarılır hayata. Sarılır da, yağmur hasret nebat, yağmura hasret milli toprak görevini yapamayan dürüst insanın mahcubiyetine bürünmüştür.


“Bak yenge benim hiçbir vebalim yok, babanın âşık olduğu kadın, her şeyi planlayıp kıydı babana. Babanın parası pulu, onu satın almaya yetmediğinden, kadın beni seçti. Babanın gücünden de korkuyordu açıkça. Ben ona dedim ki, “gel vaz geç, sen onun ol, benim devletten aldığım üç kuruş maaşım senin boyana, pudrana yetmez, ben artık yokum, dedim Aysel’e, o beni dinlemedi ve kafasındaki planı uygulayıp kıydı babana. Allah adına söylüyorum, benim hiçbir taksiratım, hiçbir günahım yok!

“Demek babam bir hayat kadınına tutuldu?”


“Evet, aynen, bir hayat kadınına kör kütük âşık olmuştu Müdür Bey, yalan söylüyorsam yılan olayım, Allah beni çarpsın, yemin billah her şey böyle!”

“Senden bir şey isteyebilir miyim, bu bildiklerini kimseye anlatmazsan, ben de elimden ne gelirse senin için feda ederim. Babamın bir hayat kadınına tutulduğu bilinirse, şehirde kimse yüzümüze bakmaz, babamın itibarı beş paralık olur!”

“Söz yenge kimseye anlatmam, anlatmasına anlatmam da…”

“Anlamadım o ne demek?”

“Hiçbir şey değil de sen…”

“Ne beni?”

“Sen, sen…”

“Ne beni ne demek istiyorsun, çıkar ağzındaki baklayı?”

“Ben, seni…”


İbram, “seni derken kadının gözlerine gözlerini dikmiş, sarı saçlarının uçlarının dokunduğu göğüslerine dikerek gözlerini dudaklarını emmeye başlamıştı bile. Mavi gözler, sarı saçların dokunduğu göğüslerden aşağı doğru inerken, turkuaz renkli trikonun lastik örgüsü ile iyice incelmiş ince beline, oradan tekrar triko kazağın altında ben buradayım diyen göğüslerine, oradan her daim ıpıslak duran kalın etli dudaklarındadır.


“Sen delirdin m, Ahmet duyarsa gebertir seni, utanmaz aşağılık adam bir de onun arkadaşı olacaksın. Sen domuzdan daha aşağılık bir hayvansın!”

“Ne gebertmesi yenge, sen ne zamandır ondan şüphelendin, ben bilmiyor muyum, ben her şeyi biliyorum, o bana her şeyi anlattı, hatta onunla yatmıyormuşsun. O bunu anlatırken, ben hep senin yanında hissettim kendimi, yalnız gecelerimin, yalnız yatağımın yoldaşı yaptım seni!”


“Ne olur, bu dediklerini duymamış olayım, Ahmet’e de bir kelime demeyeceğim, şimdi ele güne rezil olmadan defol git!”

“İstersen bağır, benim kaybedecek bir şeyim yok, olan sana olur. Asil ailenin iğrençliklerini koca ilçede öğrenmeyen kalmaz, sen bilirsin!”

“Bak yalvarıyorum, namusumu karalama, ne olur yalvarıyorum!”

“Allah’ın her günü, seni güllerle, pembe renkli manolya çiçekli ağaçla konuştuklarını hep duydum, hep seni takip ettim, bir an ayrılmadım evinin çevresinden!”

“…”

“Bak yenge ya dediklerimi yapar ya da…”

“Ya da ne?”

Babanın bir hayat kadınına tutulduğunu, onunla aşk yaşadığını, parasını, pulunu ona yedirdiğini, devletin parasını bile çalıp ona ev aldığını söylerim!”

“Ne istiyorsun?”

“Seni!”

“Beni mi?

“Evet seni!”

“Sen ahlaksız, ne terbiyesiz bir adamsın, ben senin arkadaşının eşiyim, hiç utanmak yok mu sende?”

“Evet dediklerinin hepsi olayım, yeter ki sen benim ol!”

“Sen Ahmet’in arkadaşısın, utanmıyor musun, sen adi bir adammışsın!”

“Evet öyleyim, yalnız sen benim olacaksın, ya da yarın gazetecileri çağırıp her şeyi anlatırım, sen bilirsin!”

“Neyi anlatırsın, ne anlatacaksın?”

“Anlatayım da görün, Protokol Müdürü Babanızın bir hayat kadını ile aşk yaşadığını, ona bir ev alıp dayayıp döşediğini, iktidarsız babana sebep benimle tatmin olduğunu, daha neler neler…”

“Bu dediklerini gerçekten anlatır mısın?”

“Ne anlatması, yanına yan, kıçına çan takıp öyle bir anlatırım, öyle bir anlatırım Kürt dengbejlerden eksiği yok, fazlası var!”


Filiz’in mavi gözleri dolar, zafiyetini göstermemek için ağlamasını içine gömerek katıla katıla ağlar. Bir yandan öfkesi büyüdükçe büyür, elinden gelse onu oracıkta boğacak, elinde bir kılıç olsa bir vuruşta ikiye bölecek, bir tabanca olsa kurşunu alnı çatına yapıştıracaktı. Tanrının çocuk doğursun, neslini devam ettirsin diye yarattığı Filiz ve hemcinsleri, kadın olmanın öfkesi dolup taşmıştır.

Az önce Filiz’in yaşadığı utancı onunla yaşayan bahçenin kırmızılı, beyazlı, pembeli manolya çiçekleri büyür büyür; her biri koca bir yürek, koca bir dünya olur; Filiz’i bağrında saklayacak kadar büyür. Sırtını yer yer ağaçsız, yer yer bodur meşelerle, yer yer kızılçam ormanları ile kaplı Bozdağ’a yaslayan şehrin üstünü, doruklardan kopup gelen pare pare bulutlar kara pesirek develere benzeyen bir vaziyet almaya başlar. Büyüyen bulutlara nispet yaparcasına büyüyen manolya, Filiz’i kucaklamaya hazır beklemektedir.


Gök İbram'ı, çevre yanındaki değişimlerden korkmuş, kabuğunda ölüp gidecek ağustos böceği misali, ufaldıkça ufalmış, yok olmuştur. Beyaz renkli manolya çiçeğinin büyüyen, büyüdükçe her bir aralığı koca bir yürek olan yaprakların aynasında, ayasında kendini görünce nefret ederek kendinden Bozdağ'a alır başını gider. Filiz hafifler, kuş kadar hafifleyip taç yapraklı, beyaz renkli manolya çiçeklerinin arasında kırklara karışıp gider…


Etiketler:

74 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page