MAHREM
- Elif ŞAFAK
- 4 Şub 2024
- 4 dakikada okunur

Elif ŞAFAK
*
“Rüyamda bir uçan balon görüyordum. Gıpgri gökyüzündeydi, bembeyaz bulutların arasında, sapsarı güneşin gölgesinde. Ben çatıya çıkmıştım. Aşağıdan uçan balona bakıyordum ki, şiddetli bir rüzgâr çıktı aniden. Aniden çıkan rüzgârın şiddetiyle sarsıldık hep birden. Simsiyah tozlar havalandı yerden. Uçan balon hızla sürükleniyordu. Onu gözden yitirmemek için vargücümle koşuyordum çatıların üzerinde. Ben koştukça kiremitler yuvarlanıyordu aşağıya. Eğilip baktım kiremitlerin düştüğü yere. Aşağıda, şehrin caddeleri ışıl ısıldı ve kalabalık. Yollara yuvarlanan kiremitler yüzünden arabalar kaza yapmıştı. Cart kırmızı, gıcır gıcır bir araba öfkeyle soluyordu yolun ortasında. On camını çatlatmıştı kiremitler. Çatlağın üzerine kocaman bir örümcek ağ kurmuştu. Değdikleri yere yapışan incecik, şeffaf İplikler uçuşuyordu etrafta. Arabanın sahibi beni arıyordu, aradığının ben olduğumu bilmeden. Gözünün önündeydim ama benden şüphelenmiyordu.
Bembeyaz kar yağıyordu simsiyah tozların üzerine. Kaldırımdan yürümeye başladım. İpliklere basmamak için gayet yavaş yürüyordum. Birdenbire ayaklarıma takıldı gözlerim. Ayaklarımda kuş desenli yün patikler vardı. Evden çıkarken ayakkabılarımı giymeyi unutmuş olmalıydım. Utandım. Kimse görmeden, bir yerlerden ayakkabı bulmalıydım. Mağazaların vitrinleri cıvıl cıvıldı. Bale pabuçları, içi kürklü çizmeler, sandaletler, bağcıklı botlar, ince topuklu kadın ayakkabıları, yumurta topuklu erkek ayakkabıları, cicili bicili çocuk ayakkabıları vardı vitrinlerde. Neli oldukları yazıyordu etiketlerinde. Bütün ayakkabılar dondurmadan yapılmıştı. Büyük mağazalardan birine girip, vitrindeki karışık meyveli botları satın aldım. Çıktığımda, ön camı çatlamış arabanın sahibi gözlerini kısmış, dikkatle beni süzüyordu. Parmaklarımın ucuna basa basa geçtim önünden. Peşimden gelmedi. Kaldırımı döndüğümde, uçan balonu gördüm sapsarı güneşin gölgesinde. Gönülsüzce kıpırdadı yerinden. O çekilir çekilmez, sapsarı güneş açığa çıktı. Korkuyla baktım yeni ayakkabılarıma. Damla damla, damla damla...”
“Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!”
Dizimin acısıyla sıçradım. Gene uyuyakalmıştım, gene olmadık bir yerde. Ter içindeydim. Toparlanmaya çalışırken, burnuma çalındı terimin kokusu. Başkalarının da kokuyu alıp almadığını anlamak için etrafıma bakındım. Minibüsteydim. Bindiğimde benden başka kimse yoktu. Öğleden sonra bu saatlerde bu istikamete giden pek nadir olduğundan, minibüsün kolay kolay dolmayacağını, dolmadan da kalkmayacağını biliyordum. O rahatlıkla uyuyakalmışım. Zaten öğlen yemeğini abarttığım yetmezmiş gibi, birde üstüne iki porsiyon kazandibini cila çekince, adım atacak halim kalmamıştı. Epey uyumuş olmalıyım. Minibüs tamamen dolmuş. Bir kişi eksik sadece. O da gelsin, yola koyulacağız.
Yanımdaki kadın göz ucuyla beni izliyor. Muhtemelen ter kokusunun farkında. Kucağındaki kız çocuğunun, rengi ağdalanmış çilek reçelini andıran ayakkabısının pirinç tokası hâlâ dizime batıyor. Çocuğun bunu bilerek yaptığından şüphem yok. Sırf beni uyandırmak için, uyanayım da kenara kayayım diye. “Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!” diye cırlayan da o. Gerçi ben de uyku rehavetiyle iyice yayılmışım. Derhal toparlanmalıyım. Bacaklarımı bitiştirip, pencereye yanaşıyorum. Sırt çantamı yan taraftan alıp, kucağıma koyuyorum. Çantayı kaldırınca, altından, baharatlı sarı leblebilerle dolu kesekâğıdı çıkıyor. Minibüs dolana kadar atıştırmak için almıştım, unutmuşum. Kesekâğıdım da kaldırınca, epeyce yer açılıyor onlara. Gene de memnun değiller. Bilhassa kadın, bir türlü rahat edemediğini gösteren abartılı hareketler yapıyor; bir sağ bacağı bir sol bacağı üste gelecek şekilde sık sık bacak bacak üstüne atıyor; haşır huşur sesler çıkartarak poşetlerini dizlerinin kâh altına, kâh üzerine yerleştiriyor; sanki bir yere gitmesi kabilmiş gibi “gel evladım” diyerek kucağında oturan çocuğu göğsüne bastırıyor; dönüp dönüp, endişeli gözlerle sağında kalan daracık boşluğa bakıyor ve bütün bunları yaparken durmadan oflayıp pofluyor. Böylelerini iyi tanırım. Niye böyle davrandıklarını bilirim. Alışkınım. Böyle şeyler sık sık başıma gelir.
Tabii en iyisi taksiye binmek benim için, ya da boş bir otobüs yakalamak. Ama her yere taksiyle gitmek bütçemi aşar; otobüsleri boş bulmaksa, malûm, pek mümkün olmuyor. Zaman zaman, bineceğim otobüsün ilk durağına taksiyle gidiyorum. Ama her güzergâh buna elvermiyor. Eğer kalabalıksa, nadiren biniyorum otobüse. Zira ne zaman o yüksek basamakları hırıltılar arasında çıkıp, tıklım tıklım koridorda itiş kakış kendime yer açmak zorunda kalsam, bin pişman oluyorum bindiğime. İçimden bir ses derhal otobüsten inmemi, eve dönmemi söylüyor. Ne mümkün. Şoförün şirret talimatlarıyla arkalara doğru ilerleyen kalabalığın akıntısı beni çıkıştan, çıkışı benden uzaklaştırmakta gecikmiyor. Baktım ki kurtulamıyorum, hiç olmazsa gözlerle karşılaşmamaya çalışıyorum; merakla beni inceleyip, birbirlerine beni gösteren gözlerle. Yer veren çok oluyor gerçi. Ama bu işimi kolaylaştırmıyor. Ateş basıyor yüzümü her seferinde. Ter içinde zar zor oturuyorum boşalan yere. Zaten ben böyle anlarda hep terlerim. ister yaz olsun, ister kış, azıcık sıkılmayagöreyim, buz gibi soğuk terler boşalır sırtımdan. Yerime oturur oturmaz, eğer iki kişilik koltuktaysam yandakine, tek kişilik koltuktaysam ayaktakilere değmemek için azami gayret sarf ettiğimden, baston yutmuşa benzerim. Bir yandan da, etrafımdakilerin ter kokusunu alıp almadıklarını anlamaya çalışırım. Hoş, alsalar da almasalar da elimden bir şey gelmez. Zaten ne zaman terlememeye gayret etsem, daha beter terlerim. Pencere kenarlarını severim. Pencereler sayesinde, varlığımın fazlasıyla farkında olan otobüs yolcularını değil, benden tamamen bihaber olan dışarıdakileri seyrede seyrede yolculuk edebilirim.
Bazen de kimse yer vermez. Bazen camlara yaklaşmak da mümkün olmaz. İşte o zaman, gövdemi abluka altına alan bakışlardan kaçabilmek, pürdikkat beni süzenlerin akıllarından geçenleri tahmin etmek durumunda kalmamak için, ineceğim durağa gelene kadar rahat rahat, boş boş bakabileceğim bir nokta ararım. Kafaların arasından görebildiğim kadarıyla pencerelerin dışı, yolcuların ayakkabıları, bacaklar arasına sıkışmış alışveriş torbaları, birilerinin ellerindeki kitapların kapakları, otobüsün uyarı levhaları, otomatik kapının düğmeleri, acil durumlarda kullanılacak çekiçler, katlanmış gazeteler, asacakları kavrayan ellerdeki yüzükler... işte bunlardır seçeneklerim. İçlerinden birini seçer ve ineceğim durağa gelene kadar gözlerimi ondan bir saniye bile ayırmadan yolculuk ederim. İster oturarak, ister ayakta olsun, bir hayli zordur benim için otobüsle bir yerden bir yere gitmek. Ama benim kadar şişmansanız eğer, minibüsler, otobüslerden daha da beterdir. (…)
(Mahrem, 2000)
コメント