top of page
Yazarın fotoğrafıFadime Y.KAROĞLU

Kuşlar Geçiyor

Güncelleme tarihi: 21 Kas 2022



İstasyonda bir telaşlı tren, kalkış düdüğünü sanki odanın içinde çalıyor. Uyanıyorum. Kuşlar geçiyor, basma perdelerin ardından. Çığlık çığlığa kuşlar, sığırcık sürüleri… Kurşun gibi ardı ardına, beyaz dağlara doğru geçiyor.



O sabah annem, sobanın içindeki geceden kalma, henüz sönmemiş kordan alıp ısıttığı ütüyle, babamın takımlarını ütülemiş, onu işe uğurladıktan sonra, kahvaltı sofrasını, bizim için yeniden kurmaya mutfağın yolunu tutmuştu.

Bir yandan da, avludaki lavaboda yüzünü yıkamaya çabalayan, kuvvetle sümküren ağabeyime, sesleniyordu:

- Oğlum! Burun damarların çatladı, azıcık yavaş!

Daha lafını bitirmemişti ki, eli burnunda ağabeyim içeri girmişti.

- Anne, burnum!..

- Ne oldu burnuna?

- Kanıyor!

- Dur, soğuk su çekelim, iyi gelir! Ben sana demedim mi, oğlum yavaş?

- Çok fazla zorlamadım ki... Garip bir ses çıktı silerken.

Defalarca soğuk su veriyor burnuna annem, kafasını geriye yatırarak bir süre kanın durmasını bekliyor. Faydasız, burnuna pamuk koyarak sırt üstü odada yatırmaya çabalıyor. Bu kez de boğazından mideye inen kanı kusmaya başlıyor ağabeyim.

Ben bütün olanları korku dolu gözlerle annemin eteğine yapışmış izliyorum. Hiç bu kadar kan görmemiştim, annem leğen yetiştiremiyor.

Annem çaresiz:

- Biri koşsun! Haber verelim, babası gelsin, doktora götürelim! Daha önce de burnu kanamıştı, ama hiç böyle uzun sürmemişti, diyor bana ağlamaklı gözlerle.

Ben el kadar çocuğum, benden medet umuyor.

Hiçbir şey anlamıyorum. Ağabeyimde, bu kadar çok kan bulunmasına şaşırıyorum. Avlunun dış kapısı sertçe açılıyor, babam telaşla içeri girip ağabeyimi taksiye taşıyor.

Hastaneden döndükten sonra ağabeyimin burnunda kocaman, kanlı bir tampon vardı. Rengi limoni bir hal almıştı. Odasına kapılara tutunarak giriyor. Beni çağırıyor:

- Gelsene yanıma!

Ürkek sokuluyorum. Yanağıma, beklemediğim kadar güçlü bir öpücük konduruyor:

- Benim yatmam gerektiğini dedi doktor. Sen git bebeğinle oyna, yarın gideriz kızak kaymaya, anlaştık mı?

Başımı sallıyorum. Çıkıyorum.

Sofadan seslerini duyuyorum annemle babamın. Hararetle konuşuyorlar, beni fark etmiyorlar.

- Çatlatma insanı, söylesene bey! Ne diyor doktor? İki elim yakanda olur, ne olur doğruyu söyle diyor annem.

- Lösemi!

- Nasıl yani?

- Kan kanseri…

Aralıktan bakıyorum. Annem, iki elini dizlerine vuruyor, sessiz çığlıklar atıyor, gizlerinden sicim gibi iniyor yaşlar… umarsız, çırpınıyor.

Babamın da arkasını dönüp, iki eliyle gözlerini silmesi içimi acıtıyor. Sanki o dağ gibi adam gidiyor, zavallı bir küçücük ihtiyara dönüşüyor annemin karşısında:

- Çocuğa bir şey sezdirme sakın! Son bir umut Ankara’ya, Hacettepe’ye sevk etti doktorlar! Zaten fazlasıyla gecikmişiz. Zaman kaybetmemek gerek! İzin alıp, eğer açıksa yarın yola çıkmalıyız.

Bütün bunların ne anlama geldiğini çocuk kafamda çözmeye çalışıyorum, kimseye bir şey sormadan. Gece annemin koynunda yatıp, bütün gece uyuyup uyanıp ona bakıyorum. Usul usul ağlıyor gece boyunca. Ertesi sabah gözleri kan çanağına dönmüş bir vaziyette ağabeyimin yanına koyacağı pijama, iç çamaşırı ve gerekli gördüğü diğer şeyleri valize yerleştiriyor.

- Kızım, yastığını ağabeyinin yanına koyalım mı? Yolda başına koyar, diyor bana.

-Hayır, vermem! Benim bebeğim o!

Bebeğime sarılmış ağlıyorum.

- Peki öyle olsun, diyor annem, kırılmış.

Ağabeyim, bütün bu olanı biteni, büyük bir olgunluk mu, yoksa saflık mı, çözemiyorum, durgun izliyor. O kadar olağan bir geziymiş gibi:

- Gülüm! Sana ne getireyim Ankara’dan?

- Bebek! diyorum.

Gülüyor:

- Şimdilik küçük yastık bebeğinle idare et. Sakın yeni bebeğin gelinceye kadar yastığına bir şey olmasın, emi? Kızak kayma sözümü unutmadım. Erteleyeceğiz biraz, nasılsa kış uzun sürecek.

Camlar buzdan çiçeklenmiş desen desen tül perdelerle kaplı. Nemli ellerimiz sanki tutkal, kapı kollarına yapışıyor. Banyo kazanı içinde sular buz tutmuş… Dışarısını ise hiç sorma! Tükürsen yere düşmez zemheri… Sobalar gece gündüz yanıyor. Radyo boyuna yurdun çeşitli yörelerinde, yolların, aralıksız kar yağışı, çığ düşmesi gibi nedenlerle kapalı olduğunu söylüyor.

Babam, dönüyor. Ağabeyimi hastaneye yatırıp izni dolduğu için geriye dönmek zorunda kaldığını, oğlanla Ankara’daki akrabaların ilgileneceğini, acil bir durum olursa haber vereceklerini anlatsa da annem, babamın oğlunu orada bir başına bırakmasına içerliyor:

- El, elin eşeğini türkü çağırarak ararmış bey! Oğlanın bir sıcak ele, cana ihtiyacı var. Temiz çamaşır, ilaçlar… Belki de kan… Onu köy yerlerinde, ne zorlukla büyüttüm. Ölümlerden döndüm, onu yaşatacağım diye. Keşke o zaman ölseydim de, bunları yaşamasaydım!..

Annem ağıt kesilmiş, ağlıyor. Babama kızıyor, kendine kızıyor, dünyaya kızıyor. Babam duvar…

- Devlet memuruyum ben, bilmiyor musun? İznin bir süresi var. İşimi mi bırakayım? Bunca insan ne yer ne içer o zaman, diyesi oluyor. Anlatamayacağını görüyor ki, artık hep susuyor.

Ev susuyor. Ev, buz bağlamış, donmuş kalmış bir suskunluk…

Annem:

- Oğlan gideli beri banyo yapmadım, gözüm başım indirdi, diyor, anneanneme.

Anneannemi çağırmış yanına, acılarına ortak olsun, hafiflesin yükü diye.

- Bir hamama mı gitsek? Bakarsın gelir oğlum, böyle görmesin… Bir haber de alamadık, kaç gündür, neler oluyor bilmiyorum.

Birlikte şehir hamamına gidiyoruz, annem önce beni yıkayıp oturtuyor bir kenara. Anneannemi lifliyor daha sonra da. Kendisi de iki sabunlanayım derken… eli sol göğsünün üstünde, kaşları acıdan çatılmış, kurnanın yanına çöküyor:

- Sol göğsümü kökünden kestiler ana!... Oğlan öldü! Oğlan öldü!

-Saçma sapan konuşma kız, delilenme! Yıkan da gidelim eve!

Yanaklarımız al al olmuş, dışarıdaki soğuğa karşı sarılıp sarmalanıp evin yolunu tutuyoruz. Annemin eli sol göğsünün üstünde. İç geçiriyor.

Tahta kanatlı avlu kapısında bizi, sırtında içi mektuplarla dolu, siyah meşin çantası, şapkalı yeşil üniformasıyla postacı, karşılıyor.

- Hüseyin öğretmen?

- Evet, diyor anneannem.

- Bir telgraf var! Ankara’dan.

Annem yere yığılıyor henüz telgraf alındısını imzalamadan.

Postacı aramızda okuyacak birini arıyor gözleriyle. Ben çok küçük, anneannemin okumayla işi yok. Kendisi okuyor telgrafı:

- Oğlunuz… sizlere ömür… Defin için … Kardeşi için almamızı istediği oyuncak bebeği de ona ulaştırmamızı istedi…

- Ben ağladım da ondan, diyorum, nedensiz. Ben çok ağladım da ondan…

Gene ağlıyorum. Ölümü anlamamdan değil; çocuk aklım, ağabeyimin o halde beni düşünmesini kavramış, sezmiş, bilmem ne… ama birine, ama kendime çok kırılmış, ama dünyaya çok incinmiş ağlıyorum.

Kuşlar geçiyor yüreğimden. Çığlık çığlığa kuşlar, sığırcık sürüleri. Kurşun gibi içime içime saplanıyorlar ardı ardına. İstasyonda telaşlı bir tren kalkış düdüğünü çalıyor.

*

*Kuşlar Geçiyor / ADA KİTAP 2006 /öykü, Fadime Y. KAROĞLU

70 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page