top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

Kayıp





Serap'la hemen her gün görüşen iki can arkadaşız.


Ne ben Serap’tan, ne o benden vazgeçer. Arkadaşlığımız dostluktan ötededir. Günün her saatinde görüşsek bile, araya koyduğumuz çizgi Ezidilerin dışına çıkamadıkları çember gibidir. O çizgi beni de onu da ağacın en yüksek dalındaki ulaşılamayan kutsal meyveye döndürmüştür. Kaybetme korkusu aramıza ince bir çizgi olarak hayat bulmuştur. Çalışma arkadaşlarımız arkamızdan:


“Karı koca bile bunlar kadar anlaşamaz!”


Bünyamin’e bayram ziyaretine gitmiştik Serap’la. Bünyamin’in hoş sohbeti, muhabbetinin tadı, oturaklı lafları ile zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik.

Bünyamin’in naifliği, beyefendi kişiliği, sohbette sıranın kendine gelmesini beklemesi, sakin yumuşak bir üslupla konuşması, yerinde kıvamında da tarihi vakalara yer vermesi tadına doyulmaz bir sohbet yaşatır.

Biz de zamanın nasıl geçtiğini fark edemedik. Saate baktım, epeyce geç olmuş, güneşin batmasına bir minareden daha az kalmış. Zamanın bu kadar çabuk geçmesi güzeldi de geç kalmamızın müsebbibi Bünyamin’e içimden bir sitemle hoşça kal demeden, koşar adım çıktık evden. Bünyamin arkadan sesleniyordu.


“Teşekkür ederim Aytaç hocam, Serap Hanım, çok memnun oldum, ayağınıza sağlık, her zaman beklerim!”


Hoşça kal demeye zamanımız yokmuş gibi, el sallayarak, veda ettik! Gölgelerimiz uzun bacaklı uzun bacaklı. Adımlarımız dev adımlarına benziyor. Kalkıp indikçe, toprağa gömülüp gömülüp çıkıyor gibiydi…


Bünyamin’i evi tek gidişli bir şosenin hemen on beş, yirmi metre yukarısındaydı. Yola dökülen mıcırlar, çamur olmasına mani oluyordu. Nitekim kırmızı toprak, yağmurda zamk gibi yapışınca hareket etmek imkânsızlaşır. Yoldan tek tük araba geçiyordu. Dikkat etmek lazım, akşam akşam bir sorunla karşılaşmamak için, Serap’ın elinden tutup birlikte yana yana geçtik. Elim eline, kolum koluna temas edince, kısa kollu beyaz bluzunun rengi, yüreğinden çıkan ateşin rengini almış, akşam güneşinin kızaran ufuklardan batışına nispet edercesine kızıla dönmüştü.


Serap bakışlarını üstüme çevirerek, bir şeyler demek istedi, vazgeçti birkaç adım attı, tekrar bana döndü, cesaretini toplamaya çalıştı; fakat sözcükler düğümlendi besbelli boğazında, hiçbir şey diyemedi. Akşam güneşi de atının dizginlerini kapıp koyuvermiş dörtnala dağın arkasına doğru saklanmaya gidiyordu. Güneş, ha battı, ha batacaktı. Biz de Serap’la yan yana yürümeye devam ediyorduk. Bünyamin’in evi çok gerilerde kalmış, yol boyu yürümeye devam ederken, akşamın alaca karanlığı yavaş çökmeye başlamıştı. Zaman geçiyor, biz eve ulaşmaya çalışıyorduk.


Akşam serinliği her yeri kaplamıştı. Önümüzdeki, arkamızdaki meşelerin serinliği bütün tabiata sirayet etmişti. Etli etli çalı yaprakları, etli etli pırnalların dikenli yaprakları, insanın başını döndürüyordu. Esinti yavaştan hızını artırmaya başlamıştı. Küçük bir esintiyle melodik bir ses çıkaran melengiç yaprakları, orada burada çıkan küçük küçük top top çamların iğne yapraklarının sesleri günün ilk saatlerinde insana huzur verirken akşamın bu saatinde ürkütüyordu.


Gökyüzü kararmaya başlamış, yıldızların şavkı ile önümüzü görebiliyorduk. Akşamcık kuşları, baykuşlar insanın korkusunu artırıyordu. Serap, ağaçların, rüzgârda çıkardığı sesle ürperiyordu. Akşamcık kuşları, bir tekmil mahlûkat günün geceye evirilmesiyle özgürlüklerini ele almışlardı.

Serap’ı gecenin sesleri deli etmiş, aklını başından almıştı, bulunduğu yerde tepinmeye, cini gelesi bağırmaya başladı. Sonra bir yukarı, bir aşağı beş on adım hızlı hızlı gitti geldi. Sonra yapamadı, aklını çıvdırmış, deli gibi koştu gitti. Aman Allah’ım ne koşuş, arkasından kurşun atsan yetişemez. Adeta kanatlanmış; uçuyor. Seslendim, seslendim, duyuramadım. Karanlığa, önüme çıkan çalıya çırpıya aldırmadan koştum koştum:


Yetişemedim…


Kaybettim onu!


Bu sırada gecenin karanlığı tam manasıyla hüküm sürmeye başlamıştı. Artık, el yordamıyla, ayak alışkanlığı yürüyordum nereye doğru gittiğimi bilmeden. Serap uçmuş, kuşlar cemiyetine katılmış, kuşlar şahı Fakiye Teyran’a mürit olmuş. Serap diye diye avazım çıktığı kadar bağırıp dağlara taşlara nakşettim adını; fakat ona duyuramadım. Onu bulmam, ona yetişmem imkânsız, o şimdi kuşlar padişahına can olmuş.


Karanlıkta bir başıma yürüyorum. Sonra birden nasıl oldu, nereden gelip de buraya düştüm anlayamadım. Öğrenci iken burunlu kamyondan bozma otobüslerle gittiğim Demirci yolundayım. Yol kıyısında köyler var. Köylerin kah toprak örtülü, kah oluklu kiremit örtülü evleri, avlu kapılarında “bizi kurttan, sırtlandan, çakaldan hayvanlarımızı korusun,” diye besledikleri köpekleri.


Köpekler beni görünce önüme yatıyorlardı dostça. Bazen koşturuyor, bazen yürüyordum, eski Demirci yolundan Hacon Kule’ye doğru. Hacon Kule’de ağaçlar derenin içini iyiden iyiye kaplamış, yolu da kapkara karartmış. Serap yok, ona ulaşmak hakka kavuşmak gibi, gecenin karanlığında, gecenin yalnızlığıyla esir edilen yüreğimle.


Az önceye kadar korkunun zerresi aklıma gelmemişken, korkmaya başlamıştım. Karanlığın zifiri, Hacon Kule deresine öyle bir çökmüş, karanın karası simsiyah olmuş. Akşamdan çıkan yıldızlar, yıldız yüklü Samanyolu galaksisi, öteki takımyıldızlar yok olmuştu şimdi. Gökyüzünü kaplayan kurşun renkli bulutlar, karanlığın katmerlisini yaşatıyordu.


“Ah Bünyamin ah,” deyip o güzel sohbetin neye sebep oldu diyerek, sohbetin güzelliğine tüy dikiyordum.


“Ah Serap ah, nereye uçup gittin şimdi? Bu zifiri karanlıkta, bu Allah’ın dağında bir başına ne yapıyorsun, ah, ah? Bu entel dantelliğin, başına buyrukluğun, burnundan kıl aldırmaz kibirlinle, bak nelere sebebiyet verdin?


Bağıra bağıra yardım isteye isteye sesim boğulup gitti. Yorgun düşmüşüm, sonra nerden geldiği bilinmez yaman bir uyku bütün bedenimi esir aldı, bütün uzuvlarım uykunun dayanılmaz ağırlığı altında ezim ezim ezilip gitti. Gözlerim beynim günlerce ayakta kalmışçasına mecalsiz kalıp kapanıp gitti.


Uyumuşum, ne kadar uyumuşum, bir gün mü, iki gün mü bilmiyorum. Gözümü açtığımda bir çobanın başucumda dikilmiş beni seyrettiğini gördüm.


Saçı sakalı birbirine karışmış, burma bıyıkları ağzını tamamen kapatmıştı. Başına giydiği bere kepeneğin başlığı altında zülüflerinden belli kömür karası saçlarını gizliyordu. Sesindeki kararlılık “bu dağların padişahı benim,” der gibiydi.


“Kalk dayı kalk, epeydir sana bakıyorum, haberin yok!”

“Neredeyim ben, neresi burası?”

“Kocadere, Kocadere… Duydun mu hiç adını?”

“Hiçbir şey bilmiyorum, kafamda hiçbir şey yok, kendimi bile bilmiyorum!”

“Nerden gelip nereye gidiyorsun, adın ne?”

“…”

“Giyimine kuşamına bakılırsa memura benziyorsun!”

“…”

Karnımın acıktığını hissetmeye başladım, kaç gündür bir kırık bir şey gitmemişti mideme!

“Dayı senin karnın da acıkmıştır, dur sana bir parça ekmek vereyim de aklın başına gelsin!”

Torbasından bir parça ekmekle, bir parça peynir çıkarıp:”


“Al, ye, senin francala ekmeklerine benzemez; ama idare edeceksin!”


Ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Serap düştü aklıma…

“Serap… Serap… Serap!”

“Ne diyorsun dayı, bir şeyler diyorsun, anlayamadım; bir şey mi demek istiyorsun?”

“Şey… Şey… Şey… Serap geçti mi buradan, Serap’ı gördün mü?”

“Serap kim dayı, ne olmuş Serap’a?”

“Serap geçmedi mi, buradan görmedin mi?”

“Dayı ben kimseyi görmedim, bir kadının bir başına ne işi var bu dağda bayırda?”


Açlıktan ölmek üzereymişim saniyede yaladım yuttum. Az önce hiçbir şey hatırlamıyordum, her şey çok güzeldi… Fakat şimdi yavaş yavaş hatırlamaya başladım. Her şeyi unutmak iyi olacak, dünyaya yeniden gelmiş gibi olacağım, unutmalı, her şeyi, her bir şeyi. Şehrin gürültüsünü, insanların riyakârlığını, ikiyüzlülüğünü, sahte dostlukları… Serap’ı bile… binlerce deli fikir gelip geçiyordu aklımdan. Şehre gitmektense burada her şeyden habersiz yaşamak…


“Bak kardeşim, beni de aranıza alır mısınız, sizlerle yaşamak istiyorum. Bana bir çadır verirsiniz orada kalır; sonra da ne iş verirseniz yaparım. Yeter ki beni aranıza alın! Sahi alır mısınız? Ne olur yalvarırım, yardımcı ol bana, burada yaşamak istiyorum!”

“Bu kararı ben veremem, büyüklerimiz ne der, onların bileceği iş, onlara soralım!”

Yörük obasının ileri gelenleri kendi aralarında konuştular, adının Aytaç olduğunu öğrendikleri kişiye yardım etmeye karar verdiler. Aytaç’ın yüzü her daim gülüyordu. O, her yere koşuyor, herkese yardımcı olmak için elinden gelenin fazlasını yapıyordu. Yüreğinin güzelliği cemaline yansımıştı. Hele dilinin tatlığı ile bütün gönülleri fethetmiş, paylaşılamıyordu artık…

Ay oldu yıl oldu Aytaç’tan bir haber yoktu, bugüne kadar ona dair en küçük bir ipucu, ölüsünden, dirisinden bir haber yoktu. Aramadık yer bırakmamışlar, gidebileceği, yerleri didik didik aramışlar dişe dokunur bir şey bulamamışlardı. Aytaç’ın arkadaşları bir bir sorguya çekilmiş, sorguya çekilmekle kalınmamış zımnen suçlu muamelesi bile görmüşler.


Serap’a gelince onların arkadaşlığını bilmeyen yok, ne var ki içine sindiremeyenler anlaşmış gibi emniyete ondan hiç bahsetmemişler. Her daim birlikte olmalarına karşın kimse çağırmamış Serap'ı. İşte bu ona daha çok dokunmuş, demek ki emniyet de benim fikrime itibar etmiyor deyip kimseye bir şey demeden alıp başını gitmiş.


Kayıp bir iken, iki oldu! 25.01.2021 Salihli


119 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page