top of page
Yazarın fotoğrafımaviADA

Karanlıkları Bıçaklayan Adam

Güncelleme tarihi: 17 Eki 2021


O gün, nöroloji polikliniğinin koridorlarında iğne atsan yere düşmezdi. Koridorlardaki oturma bankları hasta ve yakınlarıyla dolup taşıyordu.

Seksenini geride bırakmış, bir zamanların bu başı dik, yiğit, devrimci öğretmeni, burada, hastanenin nöroloji polikliniğinde, sırtını koridorun duvarına vermiş; budaklı, kalın bastonuna azametle dayanmış, kartal gibi keskin bakışlarıyla çevresini gözlemlerken muayene sırasını bekliyordu. Memuriyetten gelen alışkanlığıyla yüzü her zamanki gibi tıraşlı, pırıl pırıldı. Süt beyazı saçları yana özenle taranmıştı. Yanında onu yalnız bırakmayan elli beş yıllık eşi vardı. Dayançlı, özverili, sıkıntı ve üzüntülere göğüs geren, dostluğu ve bağlılığı içten olan bu kadın, iyi gününde kötü gününde onunlaydı hep. Uluçınar’ın bir ara gözü karardı, düşecek gibi oldu. Tansiyonu yükselmiş olmalıydı. Başı dönüyordu. Durumunun ayırdına varan eşi hemen imdadına yetişti; kolundan tuttu, destek verdi. Uluçınar’ın bu durumunu fark eden kırklı yaşlardaki kadının biri, oturduğu banktan kalkıp yerini verdi ona. Oysa oturanların çoğu gençti ama kimsenin umurunda değildi.


İnsanlar nasıl bu kadar değişmiş, bu denli acımasız olmuşlardı? O, öğrencilerini böyle mi eğitip öğretmiş, böyle mi yetiştirmişti? İlkokulda -o zamanlar beş yıl- her sabah okutulan andımız boşuna mıydı yoksa? Hiç mi ders alınmamıştı, alınmayacaktı? Andımızda “…küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak…” diye söylenen o sözlerin hiç mi kıymeti harbiyesi yoktu? Öğretmenliği boyunca iyi insan yetiştirmek için boşuna mı oradan oraya sürülmüş, kıyımlara uğramış, sık sık bakanlık emriyle açığı alınmıştı? Ve yine ataması boşuna mı yapılmıştı bakanlıkça adı sanı olmayan okullara? Daha bu atamaların ilkinde uyanık davranmayıp işin üstüne gitmesiydi, açığa düşürülüp işine son verilecekti. O gün, eline tutuşturulan atama belgesindeki olmayan okula, aynı gün milli eğitim müdürlüğü ve kaymakamlıkta “Fehim Sadık’ın tayin evrakındaki adı geçen kazamızda, bahis konusu edilen böyle bir mektep yoktur.” şeklinde tutanak tutturmasaydı, öğretmenliği çoktan elinden alınmış olacaktı. O zamanlar, siyasal iktidarların yıldırma politikalarına karşı bu savaşımları boşuna mı vermişti? Anlamakta zorlanıyordu.


Evet, teknoloji gelişmiş, insan yaşamı kolaylaşmıştı. Kolaylaşmasına kolaylaşmıştı ama bunun yanında sevgi ve saygı da yok olmaya başlamıştı. Bir şeyler kazanılırken bir şeyler de yitip gidiyordu. Asıl buna üzülüyordu Uluçınar. Nasıl üzülmesin? Otuz yıla yaklaşan öğretmenlik yaşamında, öğretimden çok eğitime ağrılık vermiş; nice değerli bilim insanı, öğretmen, sanatçı ve aydının yetişmesine önayak olmuştu. Neredeydi bu insanlar şimdi? Yoksa onlar da mı düzenin çarkına ayak uydurmuşlardı? Böyle düşününce yüreğine bir sıkıntı gelip oturuyor, boğazı düğümleniyordu. İçinden “Yok yok! Bunlar bizim kuşağın yetiştirdiği öğrencilerden değil. Olamaz! Bunlar olsa olsa kapitalist düzenin çarklarına ayak uyduran, sözde öğretmenlerin yetiştirdikleri öğrencilerdir.” diyordu.

Baş dönmesi geçince ayağa kalkmak istedi, karısı hemen koluna yapıştı:

-N’oldu?

-Yok bir şey.

-Öyleyse niye kalkmak istedin?

-Biraz toparlandım da…

-Ee?

-Kadına yerini vereyim diyorum.

Olaya tanık olan kadın:

-Yo yo! Rahatsız olmayın, dedi.

Demesine dedi; ama Uluçınar yine de sıkıldı. Tekrar teşekkür etti.

Eskiden onu tanıyanlar, kendisini görünce hemen ayağa kalkar, kimileri ellerine sarılırlardı. O zamanlar yine kim olursa olsun, ayakta durmakta zorlananlara yer verme yarışına kalkışırlardı. Yine o zamanlar, şimdiki gibi bir durum olsaydı çoğu yerinden kalkar, yer verme yarışına girerlerdi. Onlar, büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi gösteren, geleceğe umutla bakan insanlardı. Aradan yıllar geçmiş, devri devran değişmişti. Bilim ve teknolojide ilerleme yaşanırken insanlıkta geriye gidilmişti. Şimdi herkes “Sen sensin, ben benim!” diyordu.

Biz nasıl böyle bir toplum olduk? Bu duruma nasıl geldik?

O saygı, sevgi gösterilen yıllar gerilerde kalmıştı. İnsanlar geçmişlerini unutmuşlardı. Hayret bir şey! İnanılacak gibi değildi. Yozlaşma dedikleri sanırım buydu.

Önünden geçen oğlu, kızı, torunu yaşlarındaki doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar, görevli memurlar başlarını çevirip de bakmıyorlardı bile. Yalnız ona mı? Hiç kimseye… Bir gün gelip onlar da yaşlanınca elden ayaktan düşmeyecekler miydi? Hep öyle mi kalacaklardı? Böyle bir dünya var mıydı? Dur bakalım, düşmez kalkmaz bir Allah! Onlar da biliyordu bu gelip geçici, ölümlü dünyanın kendilerine kalmayacağını; ama ne yazık ki dünyevi arzularına yenik düşüyorlardı. Şimdi sağlıkları yerinde olan bu düşüncesizler, ayrıcalıklı mı kalacaklarını sanıyorlardı?

Kimdi bunlar? Ne sanıyorlardı kendilerini? Hangi yüksek görevlerde bulunmuşlardı da böylesine çalımlı, böylesine pervasızdılar? Şu an karşılarında ülkenin dört bir yanında eğitimcilik, idarecilik yapmış, binlerce nitelikli öğrenci yetiştirmiş biri vardı. Bu yetiştirdiği öğrencilerden onlarcası, belki de yüzlercesi devletin üst düzeylerinde görev almışlardı. Bunların içlerinde milletvekili, bakan, müsteşar, genel müdür; doktor, avukat, mühendis, mali müşavirler vardı. Şimdi Uluçınar, bu öğrencilerinden birileriyle burada karşılaşsa onlar, önünde saygı ile eğilir, hatırını nasıl sayarlar, bir bilseniz… Hele bir de üst düzey devlet görevlilerinden biri denk gelirse o an hastaneyi birbirine katar, kalıbımı basarım.

Boğulacak kadar öfkelendi. Sinirinden eli ayağı titredi.

-Ciğersizler, diye mırıldandı.

Mırıldanışını duyan yanı başındaki karısı kulağına eğildi:

-Bir şey mi söyledin?

Kendini tutamadı:

-Bir şey değil, söylenecek çok şey var amma…

Amması vardı işin. O yıllar gerilerde kalmıştı. Hiç unutmuyor, Güneydoğu Anadolu’nun bir ilinde öğretmenlik yapıyordu. Bir gün okula milli eğitim müfettişi denetime gelmişti. Türkçe dersindeydi. Belinde altıpatlar tabancası vardı. Tahtada, öğrencilerine ders anlatıyordu. Denetleme sırası onun dersine geldiğinde, müfettiş kapıyı çalıp içeri girmiş, girer girmez belindeki tabancayı görünce şaşkına dönmüştü. Sonra kendisini dışarı davet etmiş, buna neden gerek duyduğunu sormuştu. O zaman, Uluçınar müfettişe şunu söylemişti. “Müfettiş Bey, buraları Anadolu’nun başka yerlerine benzemez. Bir kez buradaki bazı öğrencilerin yaşları büyüktür; ama nüfus kayıtlarında küçük görünürler. Bu tip öğrencilerin kimlikleri sonraki yıllarda -yeni doğmuş gibi- çıkarılmıştır. Kimilerinin de yaşları küçüktür, ama ölen kardeşlerinin kimliği verildiği için büyük görünürler. Bu kimliklerle okula kaydedilmişlerdir. İçlerinde ağa ve aşiret beylerinin çocukları da vardır. Bunların bazıları kan davalıdır. Bu nedenle kendilerini korumak için silahlanmak zorundadırlar. Buralarda silah çok önemlidir. Ben de bu yola başvurmak zorunda kaldım. Eğer öğrenciler güçsüz olduğunuzu anlarlarsa tepenize binerler. O zaman ne söz geçirebilir ne de doğru dürüst ders verebilirsiniz? Evet, bir eğitimciye böyle bir şey yakışmaz. Biliyorum ama koşullar sizi bu tür önlem almaya zorluyorsa, o zaman bunu uygulamak zorunda kalırsınız. Yoksa yaşayamazsınız. Bilmem anlatabildim mi?” Uluçınar’ın konuşmalarını ilgiyle dinleyen müfettiş şaşırmıştı. Kulaklarına inanamıyordu. Anlaşılan Doğu ve Güney Doğu Anadolu’nun kendine özgü töresi, kültürü, ahlak anlayışı, farklı yaşam koşulları olduğunu bilmiyordu.


Uluçınar’ın eşi, kocasının birden taşıp ortalığı allak bullak etmesinden korkuyordu. Bu nedenle kocasını hep alttan alıyor, öfkesini yatıştırmaya çalışıyordu.

-Üzme kendini, sinirlerin yıpranıyor.

-Canımı sıkıyor tavırları. Meydanı bunlara boş bırakmamak lazım.

-Aman gözünü seveyim. Sık dişini. Biraz sonra sıramız gelir…

Uluçınar derin bir nefes aldı, ardından lâhavle çekti.

Ona kalsa, dişini sıkmayacak, onlara hadlerini bildirecekti; ama karısını kırmak istemiyor, sabrediyordu. Sonunda dayanamadı, patladı. Kıyılarını döve döve, taşlara çarparak köpüre köpüre akan coşkun bir ırmak gibi şişti şişti, yüksek sesle söylenmeye başladı:

-Bunlar kendilerini ne sanıyorlar? Yaptıkları işten başka ne biliyorlar? Kaldı ki çoğu da işini doğru dürüst yapmıyor. Yaşamları boyunca kaç kitap, kaç dergi, günlük kaç gazete okudular acaba? Zaten okusalardı böyle olmaz, böyle davranmazlardı. Aydınım diye geçinen bunların topunu cebimden çıkarmazsam ben de hiçbir şey bilmiyorum.

Gelip geçenler, Uluçınar’ın konuşmalarına ilgi göstererek ikişer üçer kişilik guruplar halinde çevresini almış, sözlerinden kimleri hedef aldığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Oysa yıllardır burada, bu kentte oturuyordu. 12 Eylül Darbesinin hışmına uğramış, öğretmenlikten zorla emekli edilmişti. Son yıllarda, yaşlılığı ve rahatsızlığı nedeniyle toplum içine pek çıkamadığı için âdeta unutulmaya yüz tutmuştu. Bu nedenle son zamanlarda yeni kuşak tarafından pek tanınmıyor, bilinmiyordu. Fakat gene de dağ gibi bir adamdı. Zorla emekli edildikten sonra, genç yaşlarda başladığı yazın yaşamına bu kez daha da hız vermiş, arka arkaya yapıtlar üretmeye başlamıştı. Şu ana dek yazdığı şiir, öykü, roman ve oyunlar iki elin parmak sayısını geçmişti. Bu yapıtlar, bir zamanlar, ülkenin belli başlı sanat ve edebiyat dergilerinde yayınlanmış, bunlarla birçok yerel ve ulusal ödüller almıştı. Bunların içinde en önemlilerinden biri de Cumhuriyet gazetesince verilen “Yunus Nadi Ödülü” idi.

Uluçınar’ın öfkesi yatışacağına daha da artıyordu. Kendini tutamıyor, sözlerini makineli tüfek gibi saydırıyordu. Hastane görevlilerine verip veriştirirken sırasının geldiğinin, poliklinik muayene kapısının üstündeki ekranda adının geçtiğinin farkında bile değildi. Kulağı ağır işittiği için yüksek sesle konuşuyordu. Karısı da kocasının başına toplanan kalabalığa kendini kaptırmış, meraklı bakışlarla onları izliyordu. Ta ki genç bir erkeğin ekranda çıkan Uluçınar’ın adını yüksek sesle okuyana dek. Kadın kocasının adını duyar duymaz koluna yapıştı. Sonra kulağına doğru eğilerek:

-Sıramız gelmiş, dedi.

Sıramız sesini duyan Uluçınar, birden karısına dönerek:

-Ne? Sıramız mı gelmiş?

-Evet, evet! dedi kadın telaşla.

Kocası ayağa kalkarken karısı, kolundan tutup yardım etti.

İçeriye birlikte girdiler.

Nisan 2019

Çiğli/İzmir

44 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


1/706
bottom of page