top of page
1/2

KALEMİMİN PEŞİNDEN


On, on beş gündür üstüme çöken ataleti atamadım bir türlü. Ne okuyabildim, ne yazabildim. Of of dedikçe eşim,

“Of çekip durma, emeklisin, keyfine bak, zamanında çalıştın, çalışacağın kadar!”


Her insanın ruhunda az çok atalet vardır. O, - teşbihte hata olmaz - suyun bir yarık bulduğu yerden sızarak gün yüzüne çıkması gibi ortaya çıkıverir işte böyle anlarda... İnsan, ruhunda olan ataletle yer yer mücadele eder. O mücadeleyi bıraktığı ya da teslim olduğunda miskinleşir, içine bir kasavet çöker.


Hadi dedim kutsal cumartesinin aşkına ruhumu, beynimi, yormadan bir dostumun dediğinin aksine, hikâye değil de deneme yazmaya, hayatın sesi olmaya çalışayım dedim. Deneme deyince Montaigne gelir ya akla, ben ne Montaigne’im, ne edebiyatımızın, dilimizin mihenk taşlarından Nurullah Ataç’ım, ben Niyazi Uyar’ım. Bugün, kalemimi efendi belleyip peşi sıra gitmeyi düşünüyorum. Osmanlı’da devlet memurlarına yani okuyup yazanlara “kalem efendisi” derlermiş ya, ben kalemin değil, o benim efendim olacak! Karşı evin mutfağında oturmuş odamın ışığını gözetleyen o sarı saçlıya aldırmadan, kurgusal metinlerin, yani sevgili dostumun tavsiyesinin aksine hikâye yazmayacağım. Hikâye yazmak, öyle hadi bir hikaye yazayım demekle de olmuyor diyeyim. Bir kere yoğun bir motivasyon içinde olmak lazım. Hikâye yazmak, köyümdeki ev kadını Fadime Hanım’ın dediği gibi hiç değildir. O der ya hani,


“Halı dokumaya ne var Hediye aba, gay gay geç!”


Halı dokuyup gay gay geçmiş sanki. Halı dokumak, örneği takip etmek, örnekteki renkleri yerli yerine kondurmaktır. Halı dokumak, Gara Seyyah’ın, “iki geç, iki sek, bir dikmek hiç değildir. Halı dokumak, el emeği, göz nurudur. Hikâye yazmak da öyle. Önce, olay - konu veya hayattan bir enstantane yakalamak lazım. Sonra onun kurgulanması, işlenmesi, sonra zaman, mekan unsurlarının şahsiyetleriyle birlikte motif motif yazıya dökmektir. Sadece yazıya dökmek midir, yazıya dökünce mesele tamam mı oluyor sanıyorsunuz? Bir kere, dile, dilin söz oyunlarına, deyim ve atasözlerine, halkın kültürüne hâkim olmak lazım gelir. Kullanılan sözcüklerin yerli yerine oturması, kullanılan cümlelerin sıradan değil nitelikli olması edebiyat eserinin alfabesidir.


Öyle değil dostum, “sen hikâye yaz demekle, hikâye yazılabilse, sabah akşam hikâye yazar insan.


Bugün efendim kalem oldu. Ne zaman aldığımı hatırlamadığım mürekkepli işlek uçlu dolmakalemim ne yöne giderse, ben de o yöne gideyim deyip yazıyorum işte! Sevgili okur, yazacaklarıma dair, bir itirazın olursa, onu bana değil de bu Çin işi mürekkepli dolmakaleme de, emi?


Kalemim nereye, ben oraya dedim ya, kalemim çarşıya pazara doğru yöneldi, ben de peşinden!


Çarşıya, pazara varıyorum, fiyatlar ateş pahası, dün aldığım fiyata bugün bir şey alabilmem nerdeyse mucize. Diyeceksiniz ki, abartma. Abartmıyorum, ekmek bir ay önce üç lira idi, şimdi dört, simit de öyle. Bir kilo “hakiki” peynir alabilmek için yüz elli lirayı gözden çıkaracaksın. Bir ay sonra ne olur onu Allah bilir? Bu gelir düzeyi ile - o da varsa - ayakta kalabilmek, yaşayabilmek şapkadan tavşan çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bunda maharet yine “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen,” kadınlarımızdadır. Bugün, yarın 210 gram ekmek yedi ile sekiz lira olursa kimse şaşırmayacaktır, alışkanlık yaptı günlük gelen zamlar. Pardon fiyat ayarlaması. Bir de zam’a fiyat ayarlaması demezler mi, insanla dalga geçiyorlar bir de iyi mi?. Asil ve necip milletim ne ederse doğru eder, diyemem. Demokrasi memokrasi maratavalı ile kimsenin diyeceğine kulak asacak halim yok benim! Tepetaklak olmuş bir ekonomi, gölgesinden işkillenen, korkan insanlar, doğası, tarihi tahrip edilmiş toprakları, havası, suyu kirlenmiş bir ülke…

Sen hamasi şeyler söyleyip durma, babam derdi ki,


“Köçekler oynadı geçti!” Gerçekten köçekler oynayıp geçmiş olacak, ya da herkesin bildiği başka bir deyimle ifade edelim: “Atı alan, Üsküdar’ı geçti!”


“Yavrum, erk sahipleri, isterlerse aslanı, kediye boğdururlar. Hakikaten aslanı kediye boğduruyorlar zaten. Liyakatsiz, çapsız çupsuz gaydırı gubbaklar, siyasal iktidara eklemlenmiş, ne hak, ne hukuk tanımakta? Onlar altlarındaki koltukla, oradan oraya kayıp dururlar. Sen Irgat Osman, sen çiftçi Rafet efendi, hayata at gözlüğü ile bakmaya devam et, senin gibilerin yığınla olduğu toplumlarda hiçbir zaman sabah olmaz, hiçbir zaman güneş vaktinde doğup aşmaz…


Hadi biraz demagoji yapalım, diyelim ki, insan doğanın en üstün yaratığıdır, yani eşrefi mahlûkattır. Tasavvufa göre Tanrı kendi güzelliğini görmek için insanı yaratmıştır. Öyle midir, insan doğanın en üstün yaratığı mıdır? Bunun böyle olduğuna inanlar lütfen işaret buyurunuz, tanıyalım görelim?

Gördün ya kendini fasulye gibi nimetten sayan birkaç mağrurdan başka kimse yok! Toplumların ileri gitmesi, bir kere gelen gün geçen günden daha devrimci olmalıdır. Devrimci dedik diye sancılanmayın hemen. Biliyor musunuz, gelmiş geçmiş en büyük devrimcilerden biri Gazi’dir. Yazan çizen olarak benim onu referans almamdan daha doğal bir şey yoktur. Çünkü onun devrimciliği, güneşin doğudan doğması, batıdan batması gibi doğaldır. Çünkü bunun böyle olması, gelen günün geçen günden daha devrimci olması diyalektiğin gereği olduğunu, akla bilme inanan herkes bilir. Bilir, bilmesine de İslam coğrafyasında diyalektiğin icabını tersine çevirmeye başladılar. Alın İran’ı, alın, Pakistan’ı, alın Afganistan’ı… Bu ülkelerin insanları böyle şeyler yaşayacaklarını bilselerdi bu bezirganlara inanıp geleceklerini karanlık ederler miydi?


Doksanlı, iki binli yıllarda aktif görev yapan bir eğitimciydim. Okullar, öğretmenler, öğretmen odaları daha özgürdü. Eğitimciler bilimin ışığında daha özgür derslerini işleyip öğrencilerini geleceğe hazırlıyordu. Şimdilerde okul müdürü, dualı, ayetli açılışlar yapıyor, eğitim bakanlığı bazı dernek ve vakıflarla protokoller imzalıyor, işi biraz da abartıp din eğitimini ana sınıflarına kadar indirdi. Salgın günlerinde bilimin ne kadar kıymetli olduğunu görmedik mi, üfürükten, tükürükten, muskadan medet umanların da Aziz Atatürk’ün beni Türk hekimlerine emanet ediniz dediği, pozitif ilimlerin şahikaları hekimlerimizden medet umduklarına şahit olmadık mı?


“Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir,” diyen çağının çok ötesindeki kurtarıcımız geleceği çok iyi görmüştür, gençliğe hitabesinde altını kalın kalın çizdiği cümlelere bir bakın. İki binli yıllarda her şeyi çat çat söylerken, otokontrolle beyinlerimizle birlikte yüreklerimizi de esaret altına alıverdik. Şimdi içimden cini gelesiye haykırıyorum. Benim dünde kalan aklı suya sabuna ermeyen ergen çocuk davranışlı arkadaşlarım sizin hakikatleri öğrenebilmesi için İran’da Tudeh üyelerinin yaşadığını yaşamak mı gerekiyordu?


Biz Mehmet’imle, Haydar’ımla, İsmet’imle, Ahmet’imle, Emel’imle, Nurten’imle, Serap’ımla, Ali Rıza, Hasan, Fatma, Hüseyin… oyunu gördük, Biz Kuva-i Milliye anlayışının yeniden ete kemiğe bürünerek, kimseyi ötekileştirmeden birlik içinde olması gerektiğine inanıyoruz. Onlar, “yetmez ama evet,” diye koysunlar, onlar cumhuriyeti numaralandırmaya devam etsin kirli sakallılar… Biz inanıyoruz, hem de beş duyu organımızla, yarınlar bizim olacak, halkın olacak…

Kasım 2022 Salihli

56 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/682
bottom of page