top of page
Mustafa Kemal BENK

KAKTÜS ÇİÇEĞİ



Baharın yeni yeni kendini hissettirmeye başladığı günlerden biriydi. Dolmuştan inip, işyerime doğru yürümeye başladığımda, çevremdeki kişilerin kıyafetleri, yürüyüşlerindeki davranışları dikkatimi çekiyordu. Kimisinin henüz daha kendini hissettirmekten vazgeçmeyen soğuklara uygun sokak kıyafetlerine karşın, bazıları gençlik ve yeni gelmeye başlayan baharı karşılamak, “hoş geldin” demek istercesine hafif ince ve açıklığı hissettirecek kıyafetleriyle “merhaba” demek istercesine gibiydiler gelecek yaşama…

Gülümsemeye başlayan gözlerimle girdiğimi hatırlıyorum işyerimdeki odama. Sırtımdaki paltomu portmantoya astım. “Artık seni evde bırakmalıyım bu günden sonra” diye bir düşünceyle masama oturduğumda, masamın üzerinde kıpkırmızı, bu güne kadar hiç görmediğim bir türde, alev renkli, gövdesi kadar büyüklükte açılmış bir kaktüs çiçeğini fark ettim. Saksısı, pembe bir grapon kâğıdı ve beyaz bir kurdele ile genişçe bir düğümle sarılıp bağlanmıştı.

Bir an şaşkınlık geçirdim.

Çünkü dün bu yoktu masamda, merak ettim, sekreterim Ayla Hanımı telefonla yanıma çağırdım:

“Ayla Hanım, bu kaktüs çiçeği nereden çıktı? Siz mi koydunuz masama?”

“Hayır Ömer Bey, ben koydum ama ben getirmedim. Biraz önce bir kadın getirdi. Sizi sordu, sizinle tanışmak istediğini söyledi ve elinde hediyesi olarak bu çiçeği uzattı. Biz yaşlarda, çok güzel bakımlı bir kadındı. Sizin henüz gelmediğinizi söylediğimde teşekkür ederek ayrıldı.”

“Peki, kimmiş, telefonunu bıraktı mı? Çok beğendim çiçeği. Arayıp bir teşekkür edelim

kendisine.”

“Kim olduğunu söylemedi, telefonunu da bırakmadı, ben daha sonra yine uğrarım, diyerek ayrıldı.”

Bir süre gözlerim masamdaki alev renkli kaktüs çiçeğinin güzelliklerini inceleyerek geçirirken, esrarengiz kadının kim olabileceği hakkında kendi kendime yorumlarda bulunurken, günlük işlerin yapılması ve sorunların çözülmesi konusunda çalışmalarıma dalıp gittim.

Günden güne gelişmekte olan, bir dershanenin yöneticiliğini yapıyordum. Öğrencilerimize sadece girecekleri sınavlarda başarı kazanmalarını sağlayacak bilgiler öğretme ve sınav kazandırma

amaçlarının dışında, verebileceğimiz en üst düzeyde gelecekte birer aydınlanma yanlısı olarak yetişmelerini sağlamak, bu yönde bilgilerle onları eğitmek ve donatmak da hem benim, hem de

dershanemizin başlıca amaçlarındandı. Ülkemizde günden güne gelişmekte olan kara taassuba karşı mücadele etmek, onların yenilmelerinin ve geleceğimizin aydınlanmasının ancak iyi yetişen aydınlanmacı kuşaklar tarafından gerçekleşebileceğine inanıyordum. Bu amaçlar doğrultusundaki

kendi hayatım, mücadelelerim, hapishanelerde geçen yıllarım, deneyimlerim beni gerileteceğine daha

çok bilinçlenmeme, kavganın içerisine çekmişti. Artık biraz ilerlemeye başlayan yaşımla birlikte

yazılarım ve katıldığım toplantılardaki konuşmalarımla, yazdığım kitaplarla bu kavgamı, insanlaşmanın ve insanlaşmayı yüceltme mücadelesinin bir neferi olarak Kemalist Devrimin geleceği adına üzerime düşeni yerine getirmek, benim bir insan olarak yurttaşlarıma karşı bir vicdan borcumun bilincinde olarak çalışmalarımı sürdürüyordum…

Bir hafta kadar geçmişti aradan. Bir öğleden sonra Ayla Hanım, bir ziyaretçim olduğunu bildirdi telefonla. “Buyursunlar, odama alın” dedim.


Kapım açıldığında başımı kaldırarak , “kimmiş gelen” diye ayağa kalktığım zaman, zarif, ince yapılı, parlak uzun saçları omuzlarından aşağı salınmış, kendine güven duygusunu attığı adımlarla belli eden, kadınlığını değil, kişiliğini öne çıkaran güzel bir kadın ile karşılaştım.

“Merhaba! Ben Öğretmen Zerrin. Ömer Bey, sizinle tanışmak amacıyla geldim. Nasılsınız?”

“Hoş geldiniz. Ben de Ömer, söylediğiniz gibi. Buyurun oturun,” diyerek elimle masamın yanındaki koltuğu işaret ettim.

Gözlerinin bir gülümseme ve memnuniyet duygusu ile hâlâ masamda duran, fakat yavaştan solmaya başlayan alev renkli kaktüs çiçeğinde dolaştığını fark ettim. Bir süre konuşmadan sadece çiçeğe odaklanmıştı bakışları. Yüz kaslarının hareketlerinden sanki kendisi ile gururlanıyor gibi hissettim.

“Zerrin Hanım. Bu güzel kaktüsü hediye olarak getiren arkadaş olmayasınız?” diye sordum.

“Evet, ben getirdim size hediye olarak çiçeği. O gün henüz yoktunuz, size teşekkür etmek ve

tanışmak amacı ile gelmiştim. Bugün size teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

“ Ben size bana teşekkür etmeniz için ne yaptım ki?”

“Ömer Bey. Ben, Türkçe öğretmeniyim. Anadolu yakasında bir devlet lisesinde Türkçe öğretmeni olarak çalışıyorum. Derslerimde sizin yazdığınız kitapları, romanlarınızı, öğrencilerime öneriyor, onları inceliyor, üzerlerinde değerlendirmeler yapıyoruz. Dilimiz ve bağımsız geleceğimiz

konusunda eğitim adına ben ve öğrencilerim de yeni ufuklara doğru gidiyoruz. Sizlerin yaşamınızdan ortaya koyduğunuz deneyimleriniz, öğrendiklerimiz, gençliğimizin Bağımsız Türkiye konusundaki çalışma, çatışma ve kavgaları bizlere ve öğrencilerime gelecek adına yol gösterici oluyor. Bu konular için size teşekkür etmek istiyorum. Yürüyeceğimiz yolun her zaman için engeller, baskılar ve dikenlerle dolu olduğunu, fakat sonunda en güzel sonuca ulaşacağımızın nadide bir güzellik olduğunu da dikenler içerisinden doğan güzel bir kaktüs çiçeğiyle belirtmek isteğiyle, size bu hediyeyi sunmaya karar verdim. Ve hâlâ masanızın üzerinde durmakta olduğundan da büyük bir mutluluk duydum”…

Böyle oldu Zerrin’le tanışmamız… Birbirimizin telefonlarını aldık. İki arkadaş olduk. Hani derler ya bir kadınla bir erkek arkadaş olduğunda sonu amaçlanan cinselliktir, diye insanlaşamamışlar tarafından ileri sürülen, hiç bunları aklımıza getirmeden sürdü arkadaşlığımız, birbirini arayan ve özleyen iki dost olduk…

Birlikte ortak arkadaşlarımızla aramızda gerçekleştirdiğimiz toplantılarda beraber olduk.

Türkülerimizi söylerken beraber ses verdik, gözlerimiz gülerken birbirimize. Kadehlerimizi sağlığımıza ve geleceğimize diye kaldırdığımızda, yudumlarımız sıcacık içimize akarken, bizi dostluk ve arkadaşlık sevgisi ile ısıtırken, acaba bir gün birbirimize ihtiyacımız olacağını hisseder miyiz? diye aklımızdan geçmezdi desem, galiba yalancı olurduk. İkimiz de bekâr insanlardık; fakat insan olarak kendimize olan karşılıklı saygımız, oluşmaya başlayan bir sevginin doğmasına olanak vermeyecek kadar güçlü idi…

Çok güzel arkadaşlarımız oluşmaya başlamıştı çevremizde. Bazen boş zamanlarımda Zerrin’in çalışmakta olduğu okuluna gidiyor, onun arkadaşlarıyla tanışıyor, iş bitimlerinde birlikte gittiğimiz çay bahçeleri ve lokantalarda edebiyattan, sanattan, güncel konulardan, tarihimiz ve kavgalarımızdan, aşklarımızdan, Ahmed Arif ve Cemal Süreya’dan şiirlerle paylaşılan güzel anlar yaşıyor ve umut yaşatıyorduk ortak dostlarımıza. Zerrin’in kız kardeşi Sezin de aramızda olurdu çoğunlukla. Arada bir bazen yeri olmadan bile, ablasının çok mutlu olduğunu, hayata ve geleceğe başka gözlerle bakmakta olduğunu, bundan kendisinin çok mutlu olduğunu söylerdi. Evli idi ve bir çocuğu vardı Sezin’in. Kimi zaman yaya yürüyüşlerimizde bizim Zerrin ile el ele tutuştuğumuzu gördüğünde, ellerimizden kalplerimize doğru bir sıcaklığın sanki yayılmakta olduğunu hissetmişçesine yanımıza yaklaşır, “sizi hep böyle görmek istiyorum Ömer Ağabey, sevgili ablacığım” der, her ikimizin utangaç bir şekilde başlarımızı yere eğmemize gülerdi seslice…

Bir yıl olmak üzere idi Zerrin’le tanışalı. Bu arada iyi bir Türkçeci olduğunu da kanıtlamıştı bana. Bu yönü ile de kendisine daha çok saygı duyuyordum. Tam anlamı ile bir kitap kurduydu. Öyle de olunmuyor mu idi? Sadece eğitim hayatımızda okuduklarımızla kalır, sürekli yeni okumalar yapıp kendimizi geliştirmezsek, yeni bilgilere ulaşıp sağlıklı düşüncelerimizi oluşturmazsak, kendimize de insanlığa da ne faydamız olabilirdi? Zerrin, bu konuda bir örnek kadındı benim için. O dikenli kaktüsün dalları arasında yetişmiş, açtığında nadide güzellikte ışıklar saçan bir çiçekti gözümde…

Yine kendisini özlediğim, görüşmek istediğim bir gündü. Sevgi ile telefonumu elime aldım ve çevirdim Zerrin’in numarasını. Uzun uzun çalmasına rağmen açılmadı. Herhalde bir işi var veya

meşgul, diyerek kapattım. Yarım saat sonra yine aradığımda telefon yine açılmadı. Merak ettim,

Sezin’i aradım. “Bugün hiç görüşmedim kendisi ile belki telefonu arızalıdır” dedi. Ertesi gün yine

Zerrin’i aradığımda telefon yine açılmadı. Okulunu aradım; “Zerrin Hanım üç gün raporlu, okulda değil” dedi ortak arkadaşlarımız…

Tanrım! Zerrin hasta olmuş, üç gün rapor almış, beni bilgisiz bırakıyor, üstelik telefonlarıma yanıt da vermiyordu. Bu nasıl olabilirdi iki dost arasında? Sezin’i aradım tekrar. Sezin bana, ablasının artık benimle görüşmek istemediğini, ablasının bu kararından kendisinin de üzgün olduğunu, seni ararsa kendisi ile görüşmek istemediğimi söylersin, diye aktardı sadece. Ve mümkünse ben de görüşmek istemiyorum sizinle, diye ekledi…

Yıkılmıştım adeta? Kendimi sürekli sorguluyordum. Bir suç mu işlemiştim kendisine karşı?

Kırmış mı idim Zerrin’i? Bir çirkin davranışım mı olmuştu? Ne yapmıştım da artık benimle görüşmek istemiyordu? Safça düşünceler de gelmiyordu değil aklıma; ortak bir hayat kurmamızı istemiş olabileceğini, bir gelişme olmayınca arkadaşlığını bitirmek isteyebileceği konusunda. Oysa her ikimizde de böyle bir istemi belirtecek davranışlar hiç olmamıştı aramızda. Fakat işte şimdi bende Zerrin’i kaybetmemek adına böyle duygular oluşmaya başlamıştı. Okulunu, tanıdığımız bütün ortak arkadaşlarımızı tek tek aradım. Hepsinden aldığım yanıt, sadece “seninle görüşmek istemiyor, bırakın Zerrin’in arkadaşlığını,” oldu…

Zerrin benim sadece arkadaşım değildi ki? O hâlâ kurusu odamda durmakta olan kaktüsün alev rengi çiçeğimdi. Belki önümüzdeki günlerde tekrar, belki de daha güzel açacak olan alev renkli çiçekti. Öyle olsun istiyordum… Karşısına çıkıp; “suçum ne, bilmek istiyorum?” diye konuşma hakkım olduğuna inanıyordum. Fakat bir türlü karar veremiyordum. Çünkü bir iyi insanın özgür iradesi ile almış olduğu kararına karşı çıkmayı, kendi adıma bir yenilgi gördüğüm durumumda sanki bir “öç alma” istermiş durumuna düşüreceğini düşünüyordum, yapamıyordum…

Artık Zerrin yoktu yaşamımda, kaybetmiştim bir iyi insanı ve tekrar alışılmaya başlanmıştı yaşamın gerçekleri ile geleceğe. Yavaş yavaş dinmişti kendisinin dostluğuna olan özlemlerim, ne

kadar yarası içimde kalsa da, nerede bir kaktüs çiçeği görsem de, gözlerimden yüreğimin içerisine bir ılıklığın aktığını hissetsem de ne zaman aklıma Zerrin gelse de…

Altı ay geçti böylece…

Bir gün dershanemizin patronu, Anadolu yakasında yeni bir şube açmamız için harekete geçtiğini, bu dershanemize de diğer şubelerimizde olduğu gibi başarımızı artıracak iyi bir kadro

kurmam gerektiği isteğini bildirdi. Her dersten kendi tanıdığım veya bana önerilen isimler üzerinde araştırma ve çalışmalara başladım. Bir arkadaşımla konuşurken, “aklımda iyi bir Türkçeci var ama benimle görüşüp konuşmadığı için teklif götürsek acaba kabul eder mi?” dedim. Kim olduğunu sordu,

“Zerrin Hanım” dedim. Hani şu bir zamanlar senin arkadaşın olan Zerrin mi? dediğinde evet diye yanıtladım. “Yahu sen bilmiyor musun? Zerrin Hanım öleli üç ay oluyor!”

Oturduğum yerden nasıl fırladığımı anımsayamıyorum.” Ne diyorsun sen?”

“Valla kardeşim, o öleli üç ay kadar oldu. Bunu da hepimizden iyi sen bilirsin diye düşünüyordum.”

Odamdan dışarıya çıktım. Çok kızgındım. Öfkem en üst düzeye çıkmıştı yaşam karşısında.

İnanmak istemiyordum Zerrin’in ölmüş olabileceğine. Telefonuma sarıldım hemen, Sezin’i aradım.

“Sezin, bürona geliyorum, bir yere ayrılma” dedikten sonra bir taksi çevirerek adresi söyledim…

Çalışmakta olduğu işyerinde bürosunda beni bekliyordu Sezin. Yanına girdiğimde, “doğru mu

Sezin? Zerrin öldü mü? Söylesene bana?” diye bağırdım.

Eliyle boş koltuğu göstererek; ”Lütfen otur Ömer Ağabey” sesi çıktı ağzından.

Oturduğum koltukta ikimiz de sessizce uzunca bir süre başımız önümüzde durduk. Neden sonra; “Nasıl oldu Sezin, Zerrin nasıl öldü, anlat bana?” diyerek başımı kaldırıp Sezin’in yüzünde Zerrin’i görmek istercesine dolaştırdım gözlerimi.

“Seninle son görüştüğünden bir kaç gün sonra ablam, kendisinde hissetmeye başladığı bazı rahatsızlıklar nedeniyle hastaneye muayene olmaya gitti. Yapılan inceleme ve tekniklerin sonucunda, ablamın akciğer kanseri olduğu ve hayli ilerlemiş aşamaya geldiği teşhisi kondu. Kendisine de gerçek öylenerek, tedavilerin bir sonuç vermeyeceği, üç dört aylık bir zamanı olabileceği söylendi. Bilirsin, ablam gerçekçi ve güçlü bir kadındı… Kabullendi gerçeği… Ve ilk olarak seninle görüşmeme kararı aldı. Bu kararını uygulamaya geçti… En önce bana, eğer sen soracak olursan gerçeği söylememem için güçlü söz aldı, büyük yemin ettirdi... Daha sonra, durumunu açıklamak istediği tüm ortak dostlarınıza da senin bilgilendirilmeyeceğin, gerçeği söylemeyecekleri konusunda söz aldı, yemin ettirdi. Sadece “kendisiyle görüşmek istemediğimi söylersiniz” diyerek bizleri susturdu… Bana bir isteğini vasiyet gibi iletti sadece. “Biliyorsun, dedi, benim en sevdiğim alev renkli kaktüs çiçeğini…

Ben öldükten sonra eğer buralarda ise Ömer, görüşme olanaklarınız olursa, her yıl ondan bir tane tam çiçeğini açtığı günlerde bir yeni saksı götür Ömer’e.”

“Mevsimi yaklaşmıştı, yakında ben sana bir ziyaret yapıp, getirecektim benden istediği gibi alev renkli kaktüs çiçeğini saksısı içerisinde.”

Konuşamadım, karşılık bir şey söyleyemedim Sezin’e, çıktım sokaklara… Gözlerimle aradım vitrinlerdeki çiçekler arasında benim kaktüs çiçeğimi… Gördüm ki, bütün çiçekler bizim kaktüs

çiçeğimiz gibi bakıyorlardı bana. O nedenle her gördüğüm bütün kaktüs çiçekleri Zerrin’i hatırlatır bana, yüreğimden bir sızının akışıyla içime, engel olamam gözlerimin dolmasına…

Mustafa Kemal BENK 26.11 2020

30 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page