top of page

Kadere Sürgün


Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada; maviliğin ortasında, uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar... zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler... Tepelere sıralanmış bağların arasında Rumca türküler söyleyerek dolaşan mutlu insanlar...


Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni. Bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum, ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Sonra bir anlığına bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada, ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum...


Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını zor bir işe girişecekmiş gibi sıvamışlar; gözlerine, yüreklerine bir hüzün çökmüş, bir ayrılık hüznü... Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyorlar. Aralarında ablamla abimler de var. Sonra babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş, belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten...

-Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz.


Tepeden aşağı, sahile doğru bir cenaze arabası gibi ağır ağır inen yük arabalarını görüyorum. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınların kimi kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, kimileri de erkeklerle beraber ayaklarını sürüyerek takip ediyorlar arabaları. Asık suratlı jandarmalar ellerinde tüfekleriyle nöbet tutuyor sahilde. Telaşla ve öfkeyle gelenleri arabalardan indiriyorlar. Annem kardeşlerimi çağırırken karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni.


Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken geride kalan bizler sıramızı bekliyoruz sahilde heyecanla. Tıka basa dolan gemi, biraz sonra kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Giden geminin ardından öylece gözlerimiz nemli bakakalıyoruz...


İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz sabırsızlıkla. Denizden esen sert rüzgârla geceleri iyice üşüyoruz, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bu işkencenin bir an önce bitmesi için dua ediyor, bekliyor bekliyoruz. Bir ara babamın arkadaşlarıyla konuşmalarını duyuyorum. Bizler artık "mübadilmişiz”, yıllarca kök saldığımız bu ata topraklarından ayrılmak zorundaymışız.


Nihayet günler sonra geliyor beklenen o köhne gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış, bilmediğimiz yeni ufuklara doğru yol almak üzere. Dalgaların arasında bata çıka yol alan o köhne gemi, her dalga çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı çok sevdiği kemanına. Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan feryat eden insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor. Nihayet İzmir limanına demir atıyor o mübadil gemisi.


Gemiden inen insanları eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamların ve kadınların koşturduğunu, hasta olanlara baktıklarını, bir yandan da aşı yaptıklarını görüyorum. "Karantinaymış" buranın adı. Uzunca bir zaman da bu liman şehrinde bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası'na doğru. Bu şirin adada yüz yıllardır oturan Rumlar da Yunanistan'a gitmek zorunda kalmışlar bizim gibi, yani onlar da mübadil olmuş. Şimdi bizleri onların terk ettiği eski taş evlere ve mekteplere yerleştiriyorlar burada. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında.


Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki... Etrafta telaşla koşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona; kimi su taşıyor, kimi dua ediyor... Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin o sıcacık ışıkları yalıyor ilk olarak bedenimi, sonra beni anneme bağlayan o göbek bağından ayrıldığımı duyumsuyorum... Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: "Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu..."


İşte o küçük kız, yani ben, huzur ve güven dolu dünyamdan, anamın karnından, tıpkı Girit’ten koparıldığımız gibi ayrılıp bir ömür sürecek kader yolculuğuna böylece başlıyorum... Kim bilir daha nerelere sürükleyecek beni rüzgâr... Bir mübadil olarak hangi adalara, hangi sarı sıcak topraklara... Göçüm daha yeni başlıyor...

58 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/684
bottom of page