top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

İSTANBUL ZİYARETİNİN ARDINDAN

Güncelleme tarihi: 23 Tem









Niyazi UYAR


*

İki bin yirmi üç haziranında elveda demiş, belki bir daha gelmem demiştim şehirler sultanına. Büyük laf etmiş olacağım ki, bir vesileyle mecbur oldum. Şair Nedim’i bile aşık eden bu büyülü şehir için, büyük laf etmemek lazımmış.


Benim ki laf yani, nice güzelliğin başkentine darılmak, küsmek olur mu? Oğlumun burun ameliyatına sebep geldiğim sokaklarındayım Aziz İstanbul’un. Sokaklarında olmasına sokaklarındayım da otuz yıl öncenin sokakları olmadığı gibi bir yıl öncenin sokakları bile değil. Şehrin komradorları merkezden ayrılmış bilmem nasıl köyler yapmışlar kendilerine, köy sözcüğüyle birlikte yeşile tecavüz ederek(!)

Ameliyatımız başarılı geçti, gerginliklerimiz, korkularımız geride kaldı. İşte ben o rahatlıkla evden çıktım, amaçsız. Hatta öyle bir çıktım, nereye gideceğimi bile tasarlamadan. Sokaklarda avare avare dolaşmak, özlediğim İstanbul kokusunu teneffüs etmekti muradım. Rumeli Caddesi’nden Osmanbey’e doğru yürüdüm. Kaldırımlar kalabalık, her renkte insan var. Daha çok esmer tenlilerin arasından güçlükle ilerleyip Osmanbey metrosuna doğru yürümeye başladım. Esmer tenlilerin gün geçtikçe sayıları artarken, eski İstanbullular, şehri, doğup büyüdükleri mahalleleri, sokakları, hasbihal ettikleri komşuları, tenhalarda gizli gizli sevdiği ile görüştüğü mekanları terk edip gitmekteler bir bir. Dükkân tabelaları çok dilli olmuş, esnafın camına astığı afişlerin hiçbir harfini bilmediği kargacık burgacık yazılar. İnsan öz be öz yurdunda bir hoş, bir garip hissediyor kendini.












İnsan, bu ne yabancı aşkı, bu ne Arap aşkı, bu nasıl bir ruh hali diye sormadan edemiyor. Özel ad olan yabancı sözcüklere hadi diyelim de bu kadar Arap aşığı olunur mu, insan bu kadar kendi diline ihanet eder mi?


“İhanet” kelimesi ağır bir ifade gelmiş olabilir. Lakin bilinmelidir ki, “milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlerin avı olur,” demiş Aziz Atatürk. Hem bir milleti, millet yapan unsurların başında “dil birliği” gelmez mi? Her milletten insana rastlamak mümkün. İnsanların bir arada yaşamasından yana olan birinin edeceği laflar değil belki bunlar, lakin renk ve ırk ayrımına karşı olan ben bile rahatsız olmuşsam bu manzaradan, demek ki, iyi gitmeyen çok şeyler var. Nişantaşı sokaklarında insanların konuşmaları başka başka dillerde. Hele her tavrı ile “ben Arap’ım” diyenler o kadar yoğunlukta, o kadar yoğunlukta ki... Orta yaşlarda olduğu belli olan bir Arap erkeğinin peşinde iki kadın, bazen üç, dört kadın. Besbelli Arap kardeşler(!) eşlerinin hepsiyle şehirler sultanının yeni yüzü olmuşlar! “Başka İstanbul yok,” sözünün yeni vaziyeti böyle olmuş işte!












Ben diyorumki, bu manzara doğrudan Cumhuriyete, milli birliğe, Kurtuluş Savaşı’nda zaferi getiren inanca saldırıdan başka bir şey değil bu!



Metronun Rumeli girişinin Elmadağ tarafında yürüyen merdiven yoktur. İnişte upuzun uzayıp giden merdiven vardır. Merdivenden yavaşça, düşmekten korkan bir çocuk gibi dikkatlice indim. Sol yanımdan aceleci gençler, aceleci çalışanlar hızlı hızlı geçip gitmekte. İşaret levhası, sola dönmemi işaret etmekte. Sola dönmek, sol tarafa gitmek fikriyatıma "cuk" diye oturuyor, tatlı bir tebessümle döndüm sola. Birkaç metre ileride yine sol tarafta, metro duvarına çizilen müzik görselinin altında bir sokak müzisyeni konser vermekte. Onu seven, müziğine, yaşamına destek olsun diye enstrüman kutusuna birkaç lira atıp geçenler, durup onu dinleyenler...


Yaklaşık on yıl şehirlerin sultanı bu şehirde yaşadım. Onca öğrencim, öğretmen arkadaşım, velim oldu, insana birine tesadüf etmez mi, bana mı bir hal olmuş, onlar mı, terki diyar etmiş; ne bileyim fiziksel değişimler beni, onları tanınmaz mı yapmış? Böyle bir özel konuyu dile getirdikten sonra devam edelim gördüklerimizi anlatmaya…


Gidenler gelenler… Herkes, herkes, kimse yavaş hareket etmiyor, koşarcasına, bir akıntıya kapılmışçasına- işi olsun, olmasın- toplum psikolojisinin ya da sürü psikolojisinin edinimlerini sergilemekte. İnsanların yüzleri asık, ciddi, dokunsan parlamaya hazır bir vaziyette! Niyazi Uyar olarak bu cümleleri yazarken ben de birden ciddileştim. Gülümseyen insana tesadüf etmek samanlıkta iğneye tesadüf etmek gibi bir şey! Yemek bile koştura koştura yenmekte.  Bu on altı milyonluk şehirde oturanlar, kafasının içinde durmadan koşturmakta, hem de ne koşturmakta, dört nala?


Sekiz dakikada bir, sekiz vagonluk tren katarının biri gelip biri gitmekte. Her katar binlerce insanı oradan oraya taşınmakta. “İnenlere öncelik veriniz,” uyarısına pek aldıran yok, herkes bir an önce trene binmeye bakıyor. Kimse, kimseye sırasını kaptırmak istemiyor!


Osmanbey Metro girişi, yürüyen merdiveni olmayan dik bir merdivenden sonra, bir başka katın bu sefer yürüyen merdivenden aşağı trenin gidip geldiği kata inilir. Sekiz vagonlu trenlerin biri geçip giderken bir diğeri ya istasyondadır ya da gelmek üzeredir. Gidenler aldığı yolcuları menzile doğru alıp götürmüştür.  Tiz sesli duyuru ile yolculara lazım gelen uyarılar yapılırken, sarı çizgilerin geçilmemesinin uyarısı altını çizirlicesine yapılmakta. “Menzil,” ne çok sevdiğim bir sözcüktür. Şair demiş ya hani,


Menzil almak istersen,

Gönül sabreyle sabreyle,

Dostu bulmak ister isen,

Gönül sabreyle sabreyle.

 

Sabreden menzil alır,

Sabretmeyen yolda kalır…

“Sabır ve ben,” taban tabana zıt olan kavramlardır.  Ben o kadar tez ki canlıyım ki, canımın tezliyi, gün oluyor, beni bile dinden imandan çıkarıyor. Asında munis biri olduğumu söyleyenler, benim bu yönümü görseler şaşkına döner. Bu özelliğim bire bir “Gök Münevver’den” geçmiş bir tabiat! Ben de diğer yolcular gibi zor bela trene binip boş zamanlarımda gezmekten, insan davranışlarını kendi yordamımca analiz etmekten haz duyduğum, Eminönü’ne gidecektim. Eminönü’ne gitmek için, Haliç İstasyonunda inecek, Sultanhamamı’na, Tahtakale’ye, Mısır Çarşısı’na, Yeni Cami önüne gidecek, çiçekçilere uğrayacaktım. Trenden indim, gayrı ihtiyarı öteki yolcular gibi koşarcasına yürümeye başladım.


Geçen yıl gördüğüm, miting alanından dağılanlara benzettiğim tarihi meydan, bu yıl bir şey olmuşçasına pek kalabalık değil. Allah Allah dedim kendi kendime. Bu yıl bu meydanda bir sessizlik, bir terk edilmişlik hakim! Yeni Camii’nin hazırcı güvercinleri geçen yıllara göre daha bir açmışçasına yem bekliyor insanlardan, senden benden. Uçuyor, konuyor, tekrar uçuyor, tekrar konuyor. Bir yurttaş coşar da bir kase yem serper diye umut etmekte. Eminönü meydanı, yeni meydan düzenlemesiyle, çok hoş olmuş, ağaç diplerine koyulan yekpare siyah mermer oturakların gölgede olanlarında oturacak yer yok!


Şans kapısı Nimet Abla milli piyango gişesini sol yanıma alarak bin beş yüzlerin o müthiş alışveriş pazarının tarihi kapısından içeri girdim…

 

MISIR ÇARŞISI



Osmanlı’dan beri alışverişin kalbinin attığı yerdir Çarşı. Onun adını duyan, İstanbul’a yolu düşen, alışveriş yapsın yapmasın Çarşıyı görmek, havasını teneffüs etmek ister.  Çarşının ünü 1998 yılında bir dönercide meydana gelen patlamada artımıştır. Patlama akademisyen aktivist bir kadına yüklenmiştir o cezaevinde yatarken. Çarşıya girer girmez baharat kokularına karışmış cins cins nebat kokuları, tensel kokular, parfüm kokuları, bilmem ne kokuları… karşılar.


Baharatçılar, hediyelik eşya satıcıları, tatlıcılar, lokumcular, şekerciler…


Kapı önlerindeki müşteri avcısı çığırtkanlar, müşteri kapmak için tepsilere koydukları cins cins şeker ve lokum ikramları. Bu ikramların herkese açık olduğunu düşünmeyin. İkramlar, cüzdanı şişkin yabancılara, özellikle Arap turistlere... Çığırtkanlar, kimin şeker, lokum alacağını iyi tahmin ettiklerinden tepsiyi ona göre uzatır. Gelen bir Arap turist ise, izzeti ikramlarında(!)daha da sırnaşıktırlar.


Çarşının çoğunluğu tahmin edileceği üzre daha çok yabancı: İranlı, Iraklı, uzak doğulu, Afrikalı ve bilmem nereli. Yabancıların oranı, ben diyeyim yüzde altmış, siz deyin yüzde yetmiş! İstanbul’un nüfus demografisi yerli halkın aleyhine böyle giderse çok sürmez menfi olarak değişir.  Müşteri avcıları, satış yapacakları milletlerin dillerini çat pat öğrenmişler, ülke kültürüne(!) direk katkıda bulunmaktalar.

Fiyatlar… Fiyatları ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Bir kilo lokumun fiyatı dört yüzden sekiz yüze kadar çıkmakta. Bu fiyatların farkında olan müşteri avcısı çığırtkanlar, yerli halkın bu fiyatlara lokum alamayacağını bildiğinden, ikram tepsilerini, yabancılara, özellikle cüzdanı şişik Arap turistlere uzatmakta, tesadüfen Türk vatandaşının kendine doğru geldiğini görür görmez, derhal tepsiyi indirmekte. İnsanın kendi yurdunda bu kadar aşağılanmasından daha acı bir şey olur mu? Ben çokça şu soruyu sorarım kendime:


“Sahi ya Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı bu insanların dedeleri yapmış olabilir mi, ya da soruyu şöyle soralım: Bu insanlar, o insanların torunları olabilir mi?


Dedim ya İstanbul’un en çok vakit geçirdiğim yerlerinden biridir Eminönü. Geçen yıl o kadar yoğundu, insanların vaziyeti aynen miting alanından dağılması gibiydi; fakat bu haziranda alan nerdeyse sadece yabancı turistler var. Bunun sebebi ne olabilir diye vereceğim hüküm afaki olabilir yalnız, Türk halkının alım gücünün iyiden iyiye düşmesi, yoksullaşmasıdır.

Onyıl yaşadığım Şair Nedim’in bir parçasına tekmil Acem mülkünün feda olsun dediği bu şehir, bana, benim gibilere yabancılaşmış. Bu sefer kendimi bambaşka duygular içinde buldum, bu şehirler sultanında kendimi bir garip hissettim. İnşallah tarih tekerrür edip Sümerlerin yaşadığı hazin sonu yaşamayız.


93 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


1/697
bottom of page