top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

İKİZLER

Niyazi UYAR*


Emel Hanım’la Kemal Bey, on yıldır evlidir. On yıldır, çocukları olmadığından gitmedikleri doktor, çalmadıkları kapı kalmamıştır. Tüp bebek adının daha yeni yeni anılmaya başlandığı yıllardır o yıllar! Yalnızca İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde deneme aşamasındadır. Bulunduğu şehirde olsa bile pek kimse cesaret edemezdi zaten. Çevre baskısı insanın aklını başından alıverir. Başkasının belinden geleni taşımak, onu doğurmak... sıkıysa tüp bebek yap…


Emel Hanım, çocuk isterim, illa da çocuk, illa da çocuk deyince, evlatlık bir çocuk sahibi olmak için geceler boyu kafa kafaya verip çok düşünmüşler. Doktor Hüsnü Miral: "evlatlık alın, hem ülkeye iyi bir vatandaş kazandırırken siz de çocuk sahibi olmuş olursunuz," demiştir, defalarca, onlar düşünelim deyip geçiştirler Hüsnü Bey'i! Sonra bir anda, nerden geldiyse Emel’in aklına, okul arkadaşı Celal Yılmaz’ın Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür olduğu gelir.


Emel ile Kemal nice zamandır,hep meselesiyle yatıp kalkmaktadırlar. Gündüzler torbaya mı doldu derseniz, gündüzler torbada değildir; okuldadır, ikisi de hırslı öğretmendir. Teneffüslerde bile öğrencilerinin aksayan yanlarını tamamlamak için çalışırlar. Söyleşileri, tartışmaları ancak torbaya girmeyen gece saatlerindedir.


“Hayatım bir çocuk istiyorum!”

“Tamam hayatım, biliyorsun gitmediğimiz doktor kalmadı, çocuğumuz olmazmış, öyle demedi mi Doktor Hüsnü Miral, hert defasında da bize, "evlatlık bir çocuk alın, vatana iyi bir insan yetiştirirsiniz demedi mi?”

"Tüp bebek…"

Emel tüp bebek der demez…


“Bir dakika, bir dakika, bu lafı duymak istemediğimi kaç sefer söyledim, sana? Ne diyecekler bana, Kemal’in karısı başkasından gebe kalmış… Sakın bir daha duymayacağım, beni çıldırtmak mı istiyorsun? Ben elin dölünü senin karnında istemem!”


“Doğru değil söylediklerin, anlattım bunu, bir daha anlatayım istersen!”

“Anlatma, anlatma, anlatma! Geri zekalı mıyım ben, sen beni anlamak istemiyorsun; yeter duymak istemiyorum, tüp müp!”

“Tamam, tamam bir daha konuyu açmayacağım; fakat bildiklerin tamamen yanlış! Bak ne diyeceğim benim ortaokul arkadaşım Celal Yılmaz, Çocuk Esirgeme Kurumunda müdür. Ona gidip kimsesiz bir çocuk alalım, onu büyütür hem hayra girer hem de memlekete hayırlı bir evlat yetiştirmiş oluruz, ne dersin?”

“Çok güzel olur, hemen yarından tezi yok, arkadaşını ziyarete gidelim! Çocuğu ben de çok seviyorum, çocuğumuz olmadığı için, ne günahlara girdim bilemezsin, her şeye isyan ettim!”

“Yarından tezi yok, Celal’i ziyarete gidip ne yapmamız gerektiğini öğrenmiş oluruz hayatım!”

“Tamam tamam çok sevindim, yarın Celal Bey’e gidiyoruz!”


Bölge müdürlüğüne geldiklerinde mesai yeni başlamıştır, Celal Bey, Cumhuriyet gazetesini okurken bir taraftan Fatma Hanım’ın yaptığı sabah kahvesini höpürdete höpürdete içmektedir. Yüzüne göre epeyce büyük atkılı colormatik camlı gözlüğünü kaşının üstüne kaldırmış, dikkatle, adeta satırların altını çize çize okumaktadır. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, Mustafa Ekmekçi, Cüneyt Arcayürek… Gazete değil, adeta okuldur Cumhuriyet Gazetesi onun için. Sabah kahvesinin yanında muhakkak çikolata kokulu piposunu eksik etmez. Piponun, kahvenin kokusu odanın içini kaplamakla kalmaz koridorlara kadar yayılır.


Celal Yılmaz'ın odası botanik bahçesi gibidir. Eminönü’ndeki Yeni Caminin arkasındaki çiçekçilerle arkadaş olmuştur. Hafta sonları bir bir çiçekçileri dolaşır, bazen onlarla, bazen de “çiçeklerle” konuşur. O, aynı zamanda tam bir halk adamıdır, dışlanan insanlara acır, bir sıkıntıları varsa çözüm yolları arar, yardımcı olmaya çalışır. Buna sebep bu insanlar da kendilerine değer veren devletin bu önemli bürokratını tarifsiz sevip saymakla kalmaz baş tacı ederler.


Gazetesinden başını yavaşça kaldıran Celal Yılmaz, bir kadınla, bir adamın kendisine doğru geldiğini görür. "Allah Allah, sabah sabah bunlar kim ola ki," diye düşünür. Sabah saatlerinde gelen eden olmadığı için her zaman keyifle, sindire sindire içerdi kahvesiyle birlikte çikolata kokulu piposunu.

“Buyurun, hoş geldiniz, buyurun, buyurun!”


Emel, Celal müdüre dikkat kesilerek bakarken ikisinin de gözleri çakışır bir noktada. Celal Müdür, birden düne, okul yıllarına döner, o anda zaman şerit şerit akar gider gözünün önünden.


“Emel, Emel, Emel sen misin, gözlerime inanamıyorum, nereden çıktın sen?”

“Benim ya Celal, bu kurumun müdürü olduğunu epey zaman önce Asuman söylemişti, birlikte gelip sürpriz yapacaktık, fakat sürprizi eşim Kemal’le yapmak mecburiyetinde kaldık!”

“…”


Yarım saatten fazla maziyi konuşur iki arkadaş, sonra asıl meseleye gelir Emel.  Çocuklarının olmadığını, on yıldır evli olduklarını, ikisinin de çocukları çok sevdiklerini, bu nedenle evlatlık bir çocuk almaya karar verdiklerini nemlenen gözlerle, sesi çatallaşarak anlatır, eğer yardımcı olursa duacı olacaklarını söylerken içini çeke çeke ağlar. Yalvaran gözlerle ne olur yardımcı ol, eli boş gönderme bizi, der gibidir adeta.


Celal Yılmaz, işleri kolaylaştırmış, bürokratik işlemleri hızlandırmış, kısa zamanda onlara, kara gözlü, kara, kapkara saçlı tek yumurta ikizi, ayırt edilmesi imkânsız ikizlerin evlat edinmelerine vesile olmuştur.



Emel Hanım’la top sakallı Kemal Bey, İkizlerin beslenmesi, ihtiyaçları için saçlarını süpürge etme deyiminin hakikatliğini kanıtlarcasına her bir şeyi tamam ederler, fakat İkizlerin okulla, okumakla alakaları olmadağındanhırslı iki öğretmen açısından hayal kırıklığı olur; fakat yapacak bir şey yoktur.

İlkokulu Pirireis İlkokulu’nda okuyan İkizler, aynı binada eğitim veren Pirireis ortaokuluna devam etmemişler, ilkokulu bitirdikten dört yıl sonra çalışma hayatına bir tekstil atölyesinde başlarlar. Çalıştıkları işyeri Pirireis İlkokulu yolu üzerindeki bir atölyedir. Beş yıldır, herkesi şaşkına çeviren bir disiplinle işlerini savsaklamadan çalışır İkizler. Her gün aynı saatlerde işe gidip gelir kimsenin etlisine, sütlüsüne karışmadıkları gibi kimseye de saygısızlık yapmazlar.


Yaşları artık yirmi birdir. İkizlerden birinin adı Yasemen, diğerinin adı bir sesli değişimi ile Yasemin’dir. Adlarındaki bu kadar benzerlik, görünüş olarak da hemen hemen aynıdır. İlk yıllar birine ne alınmışsa, aynısı diğerine de alınmıştır, fakat sonraki yıllar aynısını bulmak mümkün olmadığından Kurtuluş’taki kadın terzisi Luset’e diktirilmiştir giysiler.


Bayan Luset’e sadece Kurtuluş’ta bir kadın terzisi değildir. O bir kadın terzisinden çok ötedir. Bu ötelik güzelliği ile birlikte kişiliğindedir. Onun kalın kaşları, simsiyah kirpikleri, yanım yanım yanan kahveyi gözleri vardır. Güzelliğinin farkında olduğundan konuşmasıyla, tavırlarıyla herkesi kendine hayran bırakır, kimseye umut vermez araya koyduğu mesafe saygınlık çizgisidir. Onun okşanmaya hasret göğüsleri, isyan ateşini yakmış, başkaldırmıştır adeta, statükoya. Göğüslerden aşağı ince, ipince bir bel, kavranmayı beklerken, dolgun yuvarlak basenleri ne aşağıda ne yukarıda Heykeltıraş Memet Türkoğlu’nun keskisi ile düzeltilmiş gibidir. Dolgun basenler, dolgun bacaklarla alımını yukarı taşırken, mavi kot pantolonun içinde durmadan dans etmektedir sanki.


Yasemen’le, Yasemin işyerinin karşısındaki Pirireis Ortaokulu Fen Bilgisi Öğretmeni Birkan’ın aynı saatlerde karşısına çıkıp ilgisini çekerken o, hangisine baktığını şaşırmakla kalmaz, kim, kimdir ayıramaz. Yasemen’le Yasemin ikisi birlikte aşıktır ona, hem de ne aşık; körkütük bir aşk!


Birkan 77 numaralı belediye otobüsünden İplikçi durağında iner, durağın karşısındaki Kasımpaşa Halk Pazarına uğrar, fiyatlara bakar fiyatları kıyaslar nereden ne alacağını tespitini yapar, akşam eve giderken tez çabuk alışverişini bitirdikten sonra halk ekmek büfesinden ekmeğini alır, otobüs durağına gidererek, 77 numaralı otobüs durağına gider. Duraktakilere 77 numaralı otobüsün yeni gittiğini öğrenirse, muhakkak durağın yanında olan muhtarlık binasına uğrar, Muhtar Ali Amca ile dereden tepeden laflardı biraz.


Birkan okula doğru yürürken, sol yandaki iç içe geçmiş tenekeli evleri, camlarından çıkarılmış soba borularını, kara zift gibi kalorisiz ağaçlı kömürünün dumanlarının göğe doğru ağışı gibi kaygılar da böyle dumana binip gitse, ne güzel olur, derdi kendi kendine.


Pirireis'in önünden geçen yol Hacı Ahmet'e çıkar. Yokuşa sarmadan yan yana iki küçük tekstil atelyesi vardır. İkizler bu işletmelerden birinde çalışmaktadır. Okulu geçtikten sonra yolun sağında solunda irili ufaklı üç işletme daha vardır. Mahalle aralarına kadar gelen küçük işletmelerin gürültüleri, okula giden öğrencilerin şamatalarına karışıp giderken, kakofonik sesler mahalleye, Pirireis’in bahçesindeki Pir Hüsamettin türbesine, oradan Kurtuluş’a doğru uzayıp gider. Okulun bitişiğindeki Kömürcü Şehmus’un belediye encümeninde üye olmasına sebep tozlu kömürleri mahallelinin başının belasıdır. Hele bir rüzgâr esmeye görsün, kara bir toz bulutu oradan oraya savrulur, savrulup giderken evlerin dış cephelerini kömür karasına çevirmiştir. Buna sebep mahalleli ağızını doldura doldura küfrederler ki, ne küfür, gün güneş görmeyen küfürler…


Birkan Öğretmenin bahçe nöbeti olduğu günlerde Yasemen’le, Yasemin fırsat buldukça atölyeden dışarı çıkıp Birkan Öğretmene bakarlar. Adlarının bir harfinin farklı olmasından başka her bir şeyleri aynı olan Yasemen'le Yasemin, kara gözlü, kara kaşlıdırlar. Kızlarının âşık olduğunu Kemal Bey’le, Emel Hanım da bilmektedir. Bilirler bilemelerine de ikisinin de aynı kişiye, Birkan Öğretmen'e aşık olduğunu bilemezler. Birkan Öğretmen ikisine birden âşık olmuştur, iki kardeşi birbirinden ayıramaz, bir harften başka her şeyi ile tıpa tıp aynıdır. O hangisi ile hayatını birleştirecek, hangisine “ömrüm ömrün, yolum yolun olsun,” diyecek, bilemez...


Birkan Öğretmen bayram konuşmalarının değişmez ismidir. Trabzonlu müdür, her bayramda ona verirdi bayram konuşmasını. Yine bir bayram gününde Birkan Öğretmen büyük bir coşku ile bayram konuşmasını yaparken içinden de Yasemen’le Yasemin’i, Kuzey Deniz Saha Komutanlığının karşısındaki Kafkas Pastanesine götürecek, "ilanı aşk” yapacaktır. Yapacaktır yapmasına da hangisine, ikisine de birden aşkını ilan edemeyeceğine göre? Giyim kuşamlarından tutun da seslerine, saçlarının rengine, saç tarama modellerine, konuşmalarında vurgu tonlamalarına kadar tıpa tıp aynıdır. Birkan müthiş bir muammanın içindedir. Yalnızca bir sesli harf farkından başka her şey aynıdır. Bu açmazı çözme ihtimali imkânsızdır. İnsanın beynini patlatacak bir mesele, bir sesli harf dışında her şey aynıdır. Birkan bu iki kızdan hangisine aşıktır, hangisini sevmiştir, bu iki kız da deli gibi sevmiştir onu. İkisi de başlarını yastığa koyar koymaz, Birkan karşılarına geçer, “sen benim ömrümsün, sen benim yaşama sevincimsin, sensiz bir hayat, hayat değil bana…” Birkan bu iddialı sözleri aynı anda ikisine de söylemektedir. İkisi de Birkan’a “ya benimsin ya da kara toprağın,” deyip açıkça tehdit etmektedir sanki onu…


O ikisini de sevmiş, ikisine de kör kütük âşık olmuştur. Hangisiyle hayatını birleştirecektir, ikisi de aynı derecede onu sevmiş, o da aynı derecede de âşık olmuştur. İkisinin de kendine ideal bir eş, ideal bir eşit olacağını bilmektedir; fakat…


İlahi anlatıcı, olarak beni bile sıkıntılar bastı, varsın bu hikâye sonuçsuz kalsın, sevgili okur kendi kafasından kendince bir sonuç yazsın, bu aşkın sonucunu okurun engin hayal dünyasına bırakmalı.


Sevgili okur yazdığın sonuç, belki burada paylaşılmaz; inşallah mutlu bir şekilde sonuçlanır, öyle olması harika bir şey olacaktır...


Diyeceksiniz ki, Emel Hanım’la Kemal Efendi’ye ne oldu. Onlar kızlarının onaylamadıkları yaşayışlarını kimseye anlatamayız diyerek İstanbul’dan, onları kimsenin tanımadaığı yerleri diyarları mesken tutmak için alıp başlarını giderler...          


Etiketler:

69 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page