top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

İBRAHİM'İN AİLESİ



İbrahim’in ailesi, dört katlı apartmanın zemin katında oturuyordu. Evin iki odası kot farkından dolayı, yol seviyesinin altındaydı.


Şen şakrak, hayatı ciddiye almayan İbrahim’in ailesi, ne giyim, ne de yeme içme için kendilerine işkence etmezdi. Üstlerine ne bulurlarsa pijama, eşofman, kot mot, penye… ne olursa, geçiriverirdi. Hele yemeği hiç dert etmezler, bir çay kaynatıp yanında da kuru yavan ne bulurlarsa, geçiştirirlerdi.


İbrahim’in ana babası, Selendi’nin bir dağ köyünde tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. O da para kazanmak için değil yaşamak içindi sadece.


İbrahim’imi, “bir dilim ekmeğe muhtaç,” derler ya, öyle yoksul bir ailenin kızı ile baş göz etmişler. Şehirde çevresi olduğu söylenen, siyasetçilerin yancısı Yandan Süleyman’ın himmeti(!) ile milli eğitimin hizmetli kadrolarına istidamı sağlanmıştı.


İbrahim artık şehirlidir. Salihli Sağlık Mahallesi 185 Sokakta, çalıştığı okulun aile birliği başkanı sayesinde bir ev kiralar. Ev sahibi Şükrü amca tok gözlü biridir. Onlara acıdığı için beş edecek evini üçe verdiği gibi, yılda bir kirayı “başımın gözümün sadakası olur,” deyip almayacağını söylemiştir. “Dünya böyle insanların yüzü suyu hürmetine ayakta duruyor,” derler ya, öyledir…


İbrahim ve ailesi güller gibi geçinip gitmektedir. Kimseye zararları yoktur, sabah erken kalkar, havanın soğuğuna sıcağına aldırmadan apartmanın bahçesinde şıngır şıngır çaylarını karıştırıp güle oynaya kahvaltı ederler.


Daha güneş doğmadan, neye, niçin gülerler bunun sebebini bilmek imkânsızdır.


Hayat onları ciddiye almadığı için onlar da hayatı ciddiye almamış, hastalığı, ekonomik sıkıntıları, insani olan her şeye meydan okumuşlar.


Evin ilk çocuğu kızdır, bu yavrucağın bir yaşına gelince engelli olduğu görülür. “Ah yavrucuğum, çekeceğin var bu dünyada” deyip acıyıverirler. Doğru dürüst konuşamaz, sözcükler yarım yamalak çıkar ağzından. Bu çocuk, İbrahim keçi arkasında koştururken komşu kızıyla oynaş tutarken nasıl olduğunu anlamadan, sangadak oluveren bir çocuktur. Kimse uzun süre kızın hamile olduğunu akıllarına bile getirmez “kilo alıyor çok yiyor, ekmeği çok yiyor, göbeği ondan büyüyor,” diye hüküm yürütürler.

Teslime’dir kızın adı, kötü hastalıktan ana babasını kaybettiği için Komşusu Celil Amca tarafından büyütülmüş, ana baba sevgini yaşamadan Celil’in evinde besleme olarak hayatı sürdürmüş, evin keçilerini gümüştür.


Teslime’nin içi içine sığmaz delirecek gibi olur, ya gebe olduğunu sezerlerse, o zaman ne yapacaktır, korkudan tepeden tırnağa ter içinde kalır. Ne olursa olsun, bunu İbrahim’e anlatıp kaçırmasını isteyecektir. İbrahim’le görüşmenin yollarını arar. Tam bir hafta yolunu gözler, kimsenin olmadığı bir anda peşine takılır tenhada, hal vaziyeti olduğu gibi anlatır.

İbrahim:

“Ne yapam, ben bi şe bilmem gı?”

“Beni evinize götür!”

“Nasıl olu öle gız?”

“Olu, bal gibi olu; gebe oldumu fak edelese, öldürle beni, hemen şincik götür; yosa aha buda kendimi öldürün, gatilim de sen olursun,” bimiş ol!”

İbrahim korkar, yapacak bir şeyi de yoktur, “yürü” deyip kızı evlerine götürür, anasına vaziyeti anlatır. Anası hayretler içinde kalarak,

“Allah Allah, ne yürek yakan mışın sen İbo, şaşdım galdım. Siz geçin içeri ben he bi şeyi halledecen, hiç kimsenin burnu ganamadan çözcen, hiç dışarı çıkman, sakın kapıdan burnunuzu bile çıkamıcanız, tamam mı?”

“Tamam!”

“Tekra soruyon, tamam mı, helaya bilem gitmiceniz, söz mü?”

“Söz, dedik ya ana!”


Gerçekten, hiç gürültü, patırtı olmadan, düğün dernek kurulmadan, daha o akşam köyün imamına kıydırdıkları nikâh ile evlendirirler Teslime ile İbrahim’i. Duyulmasın diye kimse ses çıkarmadı. Fakat bu işin bu kadar kolay olmasının altında muhakkak bir şeyler vardır; ama ne?


Olur mu, köy yerde böyle şeyler, olmuş işte!


Doğum zamanı gelmiştir, Teslime bugünlük, yarınlıktır. Sancıları iyice arttığında, köyün Kara Fatma’sını çağırıp “gereğini yap” derler. Kara Fatma köyün doğumcu ebesidir…


Allah’ın hikmeti ya Teslime doğum yaparken ölür, nasıl olur, neden ölür, kimse bilmez, merak da etmez zaten. “Vadesi gemiş, ömrü o gadamış,” deyip neticeyi böyle yazmış köyün akıldaneleri. Anasız, babasız büyüyen çocuğa, on gün önce doğum yapan Gülser kadını sütanne olarak tayin etmişler, sonra da kara ineğin sütünü sulandırıp içirmişler. Derler ya “takdiri ilahi” öyle uygun görmüş, bu dünyada çekeceği çok şey varmış bu kızcağızın. Kız çocukları kadersizdir, bu erkek egemen toplumunda.


Kıza Filiz adını koymuşlar. Filiz büyüyüp serpilmiş, uzun boylu, uzun saçlı, vücut ölçüleri orantısında, çok güzel bir kız olmuş. Anasızlık çekmesin diye çocuk diye İbrahim’e “Emine’yi almışlar!" Emine boyca İbrahim’den uzun, güçlü kuvvetli, kumral bir kızdır. Eli yüzü pürüzsüz, göz kapaklarının altındaki gözler fıldır fıldır her bir yanı tarar, öyle bir tarar önünde arkasında ne var yok görür. İbrahim gibileri üst üste, on sefer leblebiciye değişip gelir. Gözü kör olsun fakirliğin, kimsesizliğin, malları makırdakları olmadığı için taliplisi çıkmamıştır. Anası ile birlikte yaşayan Emine babasız büyümüştür. Babası dermansız bir hastalıktan, tedavi olacak paraları olmadığından, evinde sesi yıldızlara çıka çıka ölmüştür.


Genç yaşta dul kalan Emine’nin anası, “ben şahanla et yedim karga ile bok yemem,” deyip evlenmek şöyle dursun lafını bile ettirmemiştir. Birkaç baş hayvan, üç beş dönüm tarlayı ekip biçerek sürdürmüşler hayatlarını. “Gız sen dul başınla kokmuyon mu,” diyenlere elindeki baltayı gösterip “ölümüne susayan, gesin yamacıma, anasından doğdene peşman etmezsem dimit gavırın gızı olen, bene Deli Aşa demişle!”


İbrahim ne kadar sessizse, Emine bir o kadar konuşkan, bir o kadar cana yakındır. İbrahim’in çakır gözleri yuvalarında zümrüt gibi, alımlı mı alımlıdır. Bu gözler bir kadında olsa ne canlar yakar kim bilir?

Pandeminin, hani Covit 19 dedikleri, günlerimizi, aylarımızı, yıllarımızı esir alan melun salgının dördüncü ayı idi. Dört katlı apartmanın zemin katından müzik sesi gelince konu komşu herkes kaş kaş olmuş, cam cam olmuş, İbrahim’in ailesinin evine bakıyordu. On beş, yirmi kişi bir araya gelmiş, bayramlık, seyranlık giysilerini giymiş, oynayıp dururlar.


“Gelinimizi isteriz, damadımızı isteriz!”

“Filiz, Filiz, Cemal, Cemal!”

“Damat oyuna, gelin oyuna!”


Konu komşu, evlerinin içinde günlerdir kapalı kalmanın sıkıntısı ile balkonlara çıkmış İbrahim’in evine bakıyor. Sokağa çıkmanın yasak olduğuna aldırmayan, on beş, yirmi kişilik insan grubunun bir araya gelmesinden kimse rahatsız değildir.

Filiz, damadın elinden tuttuğu gibi ortaya getirdi, sonra anlaşılır anlaşılmaz sözlerle:


“Bi dagga, bi dagga, dinleyin! Bu düğün benim düğünüm, çiftetelli isteyom!”

Müzik setinin yönetimindeki esmer kilolu kız:

“Az bekle, şimdi açıyom!”

Filiz yine anlaşılır, anlaşılmaz sözlerle:

“Çabık, çabık, bekletme,” dedi.


Cemal’in de Filiz gibi yoksul bir ailenin çocuğu olduğu her halinden belliydi. Eli yüzü kap kara, çok sıkıntı çekmiş, mahsun, garip bir hali vardı. Sigara içmekten dişleri bu yaşta sapsarı sararmış. O, bir taraftan oynarken, bir taraftan ağzında sigara oynamaya çalışıyor; Filiz’in içine girecekmiş gibi sokuluyordu.


Filiz’le Cemal’i evlendirdiler. Evliliklerinin üçüncü ayıydı. Allah'ın her günü, Cemal’in geleceği saatte, Filiz kapı önüne çıkıyor, dakikalarca onu bekliyordu. Cemal göründü mü buldumcuk delisi gibi kıkır kıkır gülmeye başlıyordu. Cemal eve gelince kimse var mı, yok mu diye aldırmadan Filiz’in elinden tuttuğu gibi onu içeri götürür, kapıyı da arkasından kilitlerdi. Bu sırada İbrahim, Emine, Tarkan dışarıda plastik sandalyelerin üstünde kalakalırlardı.


Günler böyle böyle akıp giderken Tarkan bu duruma kızıyor, kızdıkça öfkesi büyüyordu. Cemal eve geldiği saatlerde onlar dışarıda oturuyorlardı. Onlar içeri girip kapıyı şıkırt diye kilitledi mi, Tarkan deliriyor, anasına babasına verip veriştiriyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor; fakat ne yapacağını bilmiyordu.


Yine bir gün Filiz, kapı önüne çıkmış, Cemal’i bekliyordu. Tarkan’ın eli yüzü katran kazanı gibi kap kara kararmış, biraz sonra yapacağı şeyi düşünürken, Filiz’in tıkır tıkır gülüşü sokağı dolduruyordu. Cemal aşağıdan görünmüş, o da güle oynaya geliyordu. Yolun ortasında kavuştular, ele güne aldırmadan sarılıp öpüştüler ve öpüşe öpüşe bahçe kapısından içeri girdiler.


“Bu şerefsizi bu evde istemiyorum, bir daha bu eve gelmeyecek onu isteyen de defolup gidecek,” deyip kapı arkasına sakladığı sopayı kaptığı gibi Cemal’in orasına burasına, neresine geldiğine bakmadan vurmaya başladı. Cemal güç bela kendini dışarı atıp kaçmaya başladı. Can havliyle yalabık gibi öyle bir koşuyor, kurşun atsan tutmazdı.


“O ahlaksızı bu evde istemiyorum, o ahlaksız ablamın zaafını kullanıp terbiyesizlik yapıyor, hem de utanmadan sıkılmadan bizim evde!”

“Sus yavrım, ayıp ablanın eşi o!”

“Ne eşi, ahlaksız o, şerefsiz o!”

“Sus ayıp, el âlem bize bakıyo, kapa çeneni!”

Filiz ağlarken bir taraftan da

“Ben gocamı isteyom, ben onsuz duramam!” diye anlaşılır anlaşılmaz avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

“Sus kızım, deli deli ne diyosun öyle, sus anırıp duma!”

“Ayıp mayıp bilmem, gocamı istiyom ben!”

Filiz böyle dedikten sonra baktı kimsenin aldırmadığını görünce kendini yere yere atmaya başladı.


“O gemezse öldürün kendimi, o bu eve gelcek, o hemen şimdi gelcek; gidin getirin!”

“Öldürürsen öldür, hiç üzülmem, sen de defol git, gittttt!” diye avazı çıktığı kadar bağırdı Tarkan. Delirmişti ağzından çıkan damlacıklar oraya buraya saçılıyordu, sonra birden, bahçedeki cennet elması ağacını tekmelemeye başladı. Sonra annesine dönüp sen de bu şerefsizden yanaysan, sen de defol git, hiçbirinizi istemiyorum!”


İbrahim, ağzını açıp bir kelime konuşmamıştı daha, komşular gibi seyrediyordu sadece. Ellerini beline koyan Yörük azması Emine, öfkeden dudaklarını ısırıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Sonra yapamadı öfkesini kontrol edemiyordu. On metre karelik bahçede başını sallaya sallaya gidip gelmeye başladı. Sonra birden deli deli bağırıp çağıran, kendini yerden yere atan Filiz’e, sonra eloğlu gibi plastik sandalyenin üstüne ayak ayaküstüne oturup duran ve sigara üstüne sigara içen İbrahim’e Allah yarattı demeden ikişer tokat indirdi ki ne tokat, şeytanlar maşallah çekti. İbrahim “ne oluyor, bana neye vuruyorsun,” demiyor o, boyuna çekiyordu.


Tokat Filiz’in zoruna gitmiş olacak ki daha çok bağırmaya, hakaretler yağdırmaya başladı.

“Beni gocamdan ayıranların Allah belasını vesin, ölün, hemen ölün,” diye anlaşılır anlaşılmaz ilenmeye başladı.


İbrahim plastik sandalyeden kalkmamış tüttürüyordu boyuna. Üç kuruş hizmetli maaşı alıyor onu da duman olarak üflüyordu. Bu sırada karşı sıradaki görkemli apartmanın üst katındaki sarışın kadın,

“Komşu, komşu girin içeri, içeride ne yapacaksanız yapın, kavga edin, ne ederseniz edin, ele güne karşı ayıp olmuyor mu?”


Yörük kızı Emine eli belinde sarışın kadından tarafa bakıp “sana ne oluyor dercesine öfkeli bakışlarla Allah’ım sen sabır ver bana, aklıma mukayyet ol!” deyip başını sağa sola çevirerek kendi kendine konuşmaya başladı.

“Kötü bi şey demiyom komşu, girin içeri, içeride ne yapcaksanız yapın, bakın herkes size bakıyo!”

“Gir içeri be, bi de senle uğreşmak istemiyom, tövbe tövbe!”

“Ben gocamı istiyom, ben onsuz yapamam, onsuz yaşayamam,” diye yine anlaşılır anlaşılmaz bağırıp çağırırken Filiz, öte yanda Tarkan:

“O bu eve gelmeyecek, gelirse hepinizi pişman ederim, deyip elindeki sopayı bahçe korkuluklarına vuruyordu. “Anlaşıldı mı, o bu eve adım atmayacak, ben böyle bir ahlaksızı istemiyorum!”


Korkuluklardan çıkan sesle aşka gelen Tarkan gözlerini bir noktaya dikip bağırıyordu.

“Sana diyorum anne, o bu evin eşiğini çiğnemeyecek, o bu eve gelmeyecek, gelirse ne yapacağımı Allah bilir!”


İbrahim plastik sandalyenin üstünde ucu ucuna sigara eklemeye devam ediyordu hala. Tarkan’a bakıp bir şey diyecek oldu, vazgeçip sigarasına devam etti. Sokak sakinleri evlerinin balkonlarında şov izliyormuş gibi, kaş kaş olmuş, cam cam olmuş aile kavgasını izliyordu. Emine:

“Utanmıyonuz de mi, ayı mı oynatıyoz biz burda, ne bakıyonuz? Eeee ne bakıyonuz, sizin kefiniz denk tabi, Allah vurmuş bize, kelli felli adamlasınız… Yazıkla olsun hepicenize!”

Öfkeden kontrolü kaybeden Emine, hırsla, İbrahim’i, Tarkan’ı, Filiz’i kollarından tuttuğu gibi içeri fırlattı.


“Girin içeri, el aleme irezil olduk, girin içeri, çabık!” Diye bağırırken Emine’nin sesinden sokak inledi, camlar şangırdadı. Sokak sakinleri Emine’den aldıkları bu hayat dersiyle balkon kapılarını kapatıp evlerine çekildiler.


Aradan bir hafta geçmişti. İbrahim’in ailesinden kimse dışarı çıkmıyor, yalnızca acil ihtiyaçlar için İbrahim yan sokakta bulunan Işık markete gidip çabuk çabuk bir şeyler alıp tekrar eve kapanıyordu.


On gündür Cemal’ini göremeyen Filiz, özleminden, aşkından deli divaneye dönmüştü. Her gece kapının önüne çıkıyor, hayaller kuruyor, kendi kendine konuşuyor, başını sağa sola yatırıyor; anlaşılır, anlaşılmaz sözlerle ağıtlar yakıyordu.


İnce, uzun, kara suratlı, garip bakışlı sigara içmekten dişleri sararmış Cemal, on altısında, on yedisinde var yoktu. O günden sonra, o da İbrahim’in evinin yanındaki mekruh binanın bahçesine giriyor, saatlerce duruyor, arada “Filiz, seni seviyorum, seni kaçıracağım,” diyor, başka da bir şey demiyor, boyuna oturuyordu.


O böyle oturup dururken bir taraftan da çareler düşünüyordu. Babaannesi Karaağaç köyünde bir başına yaşıyordu. Gidip durumu ona anlattı yaşadığı her bir şeyi dramatize ede ede öyle bir anlattı ki, babaannesinin içi kıyıldı. Babaanne:


“Yarın getir bure, barabar duruz, üç beş guruşum va, tarla da bize yetcek gada, süre, çapala, eke biçesin, doğurduklam bi balteya sap omadı, kimi garısından ayrıldı, kimi gocasından… Ne areyola, ne soruyola, hiçbirine hakkımı halal etmiyon, yarın huzuru maşada sorgucu melekleri hesap sorcek onladan! Yarın, git garını getir ge, çok arasını da açma, tamam mı’?”

“Yaşa ebe,” deyip boynuna sarılır babaannenin.


“Dikkatli ol emme, evlat acısı yaşadım, bi de senin acını yaşameyen!”

“Tamam, ebe, çok tikkat ederin, gece kimse duymadan garımı getirip gelcen!”

Her gece kapı önüne çıkıp kah kendi kendine anlaşılır, anlaşılmaz şeyler konuşan Filiz, birden Cemal’i karşısında görünce sevindik delisi olur. Sonra birden Cemal’in boyuna sarılıp anlaşılır anlaşılmaz sözlerle “götür beni,” der.


Cemal, hiç konuşmadan Filiz’in elinden tuttuğu gibi yan sokakta babaannenin çocukluk aşkı Mustafa’nın oğlunun arabasına atlayıp Karaağaç’a doğru yola çıkarlar.

İbrahim’in evinde bir nüfus eksilir, eksilir eksilmesine de ne İbrahim, ne Emine, ne de Tarkan polise gidip şikayet edelim demezler.


İbrahim evinde has evlat Tarkan kalmıştır yalnızca, her şey onun içindir. Aradan uzunca bir zaman geçmiş, Filiz’in anne olduğundan haberleri olmamış.






Etiketler:

50 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page