top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

HAZAN MEVSİMİ

Niyazi UYAR

*

“Güz mü geldi, neden sarardı benzin,” diyor sanatçı.

Güz ara mevsimdir, yani yazdan sonra, kıştan önce gelen ara mevsim. Öyle bir mevsimdir ki, hâkim renk yeşil yerine, sarının, kahverenginin belki yüzlerce tonuna isabet edersiniz. Kahverengi, öyle bir kahverengidir ki, öteki ağaçlardaki kahverengiye benzemez, sarının da öyle. Hiçbir ressam tualinin üstüne ne bu kahverengiyi, ne sarıyı boyayamaz. Yeşilden sarıya, sonra kahverengiye dönen yapraklar, tutunduğu dallardan bir bir kopup yere doğru düşer, kimi yaprak daha havada, kimi yere düştükten sonra bir esintiyle yakına, uzağa savrulup gider. Savrulup giden yalnızca ağaçtan kopup gelen yaprak değil ki, o savrulup giden kırk beş yıldır, yürek kafesine hapsettiği Osman’ın at oynattığı diyarların tek gamzelisi, kaymakam koruması Hasan Efendi’nin iki numarası, çıt kırıldım Şadiye’sidir de.


Bu mevsim onun gibi yaştaşları için de hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yaprakları dalından alarak, onları donanımsız bırakıverir. Donanımsız kalan ağaçlar, baharın, yazın güzellikleriyle vedalaşırken, o da Osman’ın at oynattığı diyarların Mavili’siyle “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz,” diye sesi sesinde, nefesi nefesinde özgürlük türkülerini, sevda türkülerini birlikte söyledikleri o al yüzlüye elveda diyemeden ayrılıp gitmişlerdi kerhen. Aynen ağaçların yapraksız donanımsız kaldığı gibi o da elsiz ayaksızız kalmıştı.


Yaş altmış dört olmuş, altmış dört yaşın bunalımları, altmış dört yaşın yıpranmışlığı, altmış dört yaşın doktor muhabbetleri… altmış dört yaşın oturmuş, kimi kimseye, ne dün ne yarın göğüs kafesindeki, inisiyatif almaktan korkan edilgen kişiliyle zehirleyip yok ettiği o hakikat şimdi dermansız dertlere tutulmuş …


Ne oldu, yaşandı bitti mi ne yaşandı ne de bir şey, göğüs kafesine gömülen, Osman’ın at oynattığı diyarların Tek gamzelisi nerede; hadi de bir şey? Hep bu edilgenlik sebep oldu, aha geldik, aha gidiyoruz, belki de ömrün son demleridir, kim bilir? Bugün bir arkadaşım sosyal medyada Turgut Uyar’ın bir dizesini paylaşmış,


“Eylül toparlandı gitti, bu gidişle ekim filan da gider,”


Tesadüfün bu kadarına pes mi derler ne, bugün otuz eylül, yarın ekim bir derken, üç, beş, on, yirmi; bir bakmışız o da çıkıp gitmiş. Sonra, kasım. Ben kasımları hiç sevmem, her ne kadar da yirmi dört kasımlar benim günüm olsa da. Bu kasım yok mu, bu kasım. Bu kasım da Atam ömrünün en verimli, en güzel çağında ona daha çok ihtiyacımız varken, takvimlerden koparılıp atılası On Kasım’da öksüz bırakıp gitti bizi…


Hazan mevsimi, bir ağaçtan kopan her bir yaprak gibi beni de yavaş yavaş kendine çekiyor. Bak tansiyonum kontrol altına alınamıyor. Doktor Yasemin Kabasakal, tahlil üstüne tahlil, test üstüne test yaptırıyor. Agresif bir tansiyon ilaçlara bana mısın demiyor, zıplayıp duruyor, o zıplayıp durdukça beni de hop oturtup, hop kaldırıyor. Bir bakıyorsun benim şımarık tansiyon 18 oluvermiş. Aynen kurban bayramlarında insanoğlunun öte dünya menfaati için kesmek istediği dananın can havliyle bağlandığı zincirleri koparıp gitmesi gibi. “Deli danalar,” gibi sözü buraya ne de güzel yakıştı. İşte benim tansiyon da böyle, aynen deli danalar gibi zincirleri koparırcasına zıplayıveriyor birden... Yasemin Hanım’ın açlık tokluk şeker yüklemeleri, karaciğer enzimleri, Trigliserid, tiroit testleri, nörolojik testler, beyin tomografileri… Sonra, sonra ilaçlar, milaçlar, neler neler: Sinoretik, Co İrda, Sinoretik fort, Co Divon, Hyzaar Fort, İrdapin Plus…


“Siz dedi Yasemin Hanım, üstünüzdeki ağırlıkları atın, rahat bırakın kendinizi. Özgürlük ve demokrasinin ekmek su kadar gerekli olduğunu söylerken, kendinizi nefessiz bırakmanız, bir çelişki değil mi?”


Hazan mevsimi bu, belli mi olur, bak eğitim enstitüsündeki ev arkadaşım bu dünyaya elveda diyeli on yıl oldu. “Sen benim kıymetlimsin,” diyen, arkadaşım, kıymetlim, bel fıtığından iki aydır yataklarda. Hazan mevsimi bu, hani demiş ya şair,” birçok gidenin her biri memnun ki, yerinden” yurtlarından dönmediler geri. Ya izzettin, hani yılbaşı gecelerini ilk kez aile olmanın coşkusuyla birlikte kutladığım, yiyip içtiğim can kuşum, akciğerin en melun hastalığı ile elveda demedi mi hayata?


Hazan mevsimi bu, daha kırk beş yaşında karındaşım, abim Gara Seyyah şerefsiz bir trafik kazası ile çekip gitmedi mi bu dünyadan? Hazan mevsimi bu. Rüzgârın önünde, oradan oraya savrulup giden hazallar gibi sen de ben de o da savrulup gideceğiz bir gün. Hayata yeniden başlamak imkânsız, öldükten sonra öyle tekrar dünyaya gelen yok, reenkarnasyon dedikleri martaval insanların kafasını bulandırmaktan başka bir şey değildir. Benim somut olana, deneysel olana aklım erer; gerisi boştur. Maç bitmek üzereyken oyuncu değişikliği yapmak zamana oynamaktır, oyundan çalmaktır, değişikliğin başka bir amacı yoktur. Bu bana uyar mı, uymaz mı hiç bilmem. Kırk ayak gibi kırk ayağım yok ki benim. Biri yokken diğeri işimi görür diyemem ki ben. Bazen “ben,” bana ağır geldiği olmuyor değil, işte o zaman kendimi taşıyamıyorum. Yere düşen her toz zerreciğinden, mutfakta gördüğüm her bulaşık tabak keyfimi kaçırır. Böyle olunca insan dinlenebilir mi, keyfine “yat aşa, salla şeyi diyebilir mi? İşte ben diyemiyorum, ben yarım saat aynı yerde oturamıyorum. Böyle yerinde yurdunda duramayınca da bu hazan mevsimi ağır geliyor bana.


Bu mevsim hazan mevsimi. Arkadaşım, yoldaşım, babam Kendirli Pehlivan yetmiş beş yaşında, azıcık ekonomik rahatlığa ermişken yetim bırakıp gitti bizi.


Bu mevsim hazan mevsimidir. Hazan mevsimi, altmış dördünü dolduran yalnız bana değil, zehirli gıdaları yiyen herkese hazan mevsimidir. Bu hazan mevsimi, yalnız bana değil dedim ya, bu hazan mevsimi, Emel’e, Turgut’a, Eda’ya, Nurten’e, Memet’e… değil. Bu hazan mevsimi, hemen her gün, her an, her dakika, herkese hazan mevsimi…

Etiketler:

50 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page