top of page
Yazarın fotoğrafımaviADA

Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat

Güncelleme tarihi: 22 Tem











Azra Erhat Anlatıyor:

 1957 yılının ilk aylarıydı… Habire çalışıyordum. Homeros ve İlyada’yı Türk okuruna anlatayım diye. Çevirimizi Hasan Ali Yücel istiyordu.

Bu akşam Füreyya, Sabahattin Eyüboğlu, Fikret Adil ve ben Halikarnas Balıkçısı ile birlikte Tepebaşı’nda bir lokantaya yemeğe gittik. Halikarnas Balıkçısı'nı biliyordum elbet… Ama ne yalan söyleyeyim, bana epey yabancı gelmişti o koca adam. Karşısında tuhaf bir çekingenlik duyuyor, onunla konuşabilmek şöyle dursun, ona varlığımı bile duyuramayacağımdan emin, büzülmüş oturuyor, hiç lafa karışmıyordum. Birden, Sabahattin benim İlyada’yı çevirdiğimi attı ortaya. Bir şey demeye kalmadı, Balıkçı bana şöyle bir baktı ve Homeros ve İlyada üstüne bir nutuk çekmeye başladı. Önce dinledim, ama açıldıkça açıldı. Hiçbir yerden duymadığım, okumadığım öyle aykırı şeyler söylemeye başladı ki burnuma biber sokulmuş gibi oldum.


Neler neler uydurup, savuruyordu… Yok İlyada, Atina’da sansür edilmiş, yok Homeros İyonyalı iken ve Anadolu’nun kahramanlığını yüceltirken, Yunan bunu kıskanmış.








Efendim tam 60 metni sansür etmiş, kimi yerleri budamış, kısaltmış, kimi yerleri değiştirmiş ve İlyada’nın şurasına burasına sonradan uydurma parçalar eklemiş.   

(Antik) Atina zorbası Peisistratos bir komisyon toplayarak yaptırmış bu işi ve böylece koca İlyada’yı altüst edip mahvetmişler. Yani elimizdeki İlyada metni bu mahvedilen metindir, çevirmeye değmez, demeye getiriyordu.


Benim akademik kaynaklardan edindiğim kırk yıllık bilimsel kanılarımı, bilgilerimi topa tutmuş, hepsini bir sırça saray gibi yıkmaya çalışıyordu. Hem nereden geliyordu bu bilgiler, bu olmayacak savlar? Niye bu şiddet, ne oluyorduk?

Kılıcını çekmiş tüm bilim çevrelerine savuruyordu küfürleri ve ben de onlardandım ve alınıyordum.

   

Eh dayanılır mı? Öfkeyle karşı koymaya uğraştım ama ne mümkün. Balıkçı fitili almış gidiyordu. Beceriksizce ileri sürdüğüm fikirlere kulak bile vermiyordu. Ben saçmaladığından emindim, yani bu tutuma öyle içerlemiştim ki açıkça hakaret edecektim neredeyse. Kendimden geçmişim… Çok ağır sözler de söyledim herhalde ki öbür arkadaşlar rahatsız oldular. Sabahattin Eyüboğlu ve Fikret Adil konuyu değiştirdi.





















Ancak ben gecenin sonuna dek tir tir titredim sinirimden. Gece bitince kalktık. Tam ayrılıyorduk, derken Balıkçı gülerek elimi sıktı. "Ben bunları yazar gönderirim" dedi. Ne yazıp ne göndereceğini düşünmedim bile. Bu denli bilim dışı bir tutuma karşı ne yapmalı diye köpürüyordum içimden. Sonradan Halikarnas Balıkçısı’nı yıpratmak için bir sürü dedikodu yaptığımı da anımsarım o geceki konuşma üzerine.


Derken zaman geçti, unuttum her şeyi. Bir akşamüstü eve geldim. Apartman kapısından içeri girdim ki yerde bir şey gördüm, ama nasıl bir şey! Kundaktaki bir bebek gibi geldi bana. Eğildim baktım, büyükçe bir paket. Üzerinde kocaman harflerle adım yazılı, çevresi pullarla donatılmış. Express, özel ulak yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış. Hiç böyle bir şey görmemiştim ömrümde.


Evde paltomu bile çıkartmadan koştum, makasla kestim paketin iplerini. Açtım baktım ki tomar tomar yazı… El yazısı... Renk renk kurşun kalemle yazılmış sayfalar dolusu yazı. Deli olacaktım 180 sayfa…”


9 Şubat 1957 tarihinden sonra "merhaba" diye yazıyor, sonra da hemen İlyada bahsine giriyordu. Kendi söylediklerini kurşun kalemle yazmış, alıntılarını İngiliz bilim adamları tarafından yazılanlarını kırmızı ve İngilizce, Fransız bilim adamlarınca yazılanları yeşil kalemle Fransızca yazmıştı. Yani İlyada konusunda sadece kendi görüşlerini değil, birçok batılı bilim adamının da savlarını iletiyordu bana.


Şaşkına dönmüştüm. O yazdıklarını, o gün ya da ondan sonraki günlerde nasıl okudum bilemiyorum… Yazılanların içeriğinden çok, özü etkilemişti beni. Demek yanılmıştım. Safsata ve palavra sandığım Balıkçı’nın lokantadaki o sözleri, demek derin bir bilgi ürünüymüş. Öyle bir bilgi ve araştırma sonucu ki cılız değil, hiç kalıyordu benim bunca uğraşlarım, çabalarım.

   

Utandım, çok utandım ama utancım olumludur benim. Hemen kararımı verdim. Evet, aldanmıştım. Aldandığımı bildirmek ve hatamın karşılığını ödemek boynumun borcuydu ama nasıl? Bana verilene eşdeğer bir özveriyle, çalıştığım yerden izin aldım ve Balıkçı’ya bir telgraf çekerek yanına geleceğimi bildirdim. Bu kez Balıkçı şaşırmış olmalı.

   

Halikarnas Balıkçısı İzmir’de kaldığım iki gün boyunca beni gezmeye götürdü. O ilk defa gördüğüm antik yapıtları, tarihi eserleri, konuşuyor, anlatıyordu. Ege’yi ve düşlerimde dahi göremeyeceğim bir sürü canlı ve büyüleyici yerlere götürüp, gösterip anlatıyordu.


Balıkçı, o aşındırdığı toprakların üzerine sapasağlam basıyor, bir heykel gibi dikiliyor. Başı, saçları ve dev sesi doğanın devinimine karışarak dalga dalga yükseliyordu. Uzak geçmişle geleceği bir renk cümbüşü içinde tarıyor, tarıyordu...

Ben ise, aklıkla, mavilik içinde kendimden geçmiş yüzüyor gibiydim. Yaşamaya yeniden uyanmış gibiydim. Boyutlarını sezinleyemediğim bir merak, bir heyecan sarıyordu içimi.



***

Halikarnas Balıkçısı ölümüne değin 15 yıl boyunca Azra Erhat’a bilim, kültür, aşk ve sevgiyle dopdolu ne kadar mektup yazdı? Azra Erhat, Balıkçı’nın ölümünden sonra bunları saymak istemiş, sayamamış. "Bazı mektuplar dört okul defteri kadardı" diyor Azra Ana. Binlerce, gönüllerce…


Mektuplaştığı yıllarda Azra Erhat, büyük bir sandık almıştı Kapalıçarşı’dan, fakat bir yılda doluvermişti sandık. "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir yazar, böyle bir tür meydana getirememiştir. Alçak gönüllü, insan ayartıcısı, koca Balıkçı… İnsan sevgisini de, doğa sevgisini de ondan öğrendim ben. Ağabeyimin son demlerine kadar Halikarnas Balıkçısı, gereken ilaçları sağlamak için neler neler yapmıştır anlatamam. O büyük adamın, yalnız dostlarına değil, kim olursa olsun, acı çeken, derde düşen insana destek olmak için göze almadığı hiçbir şey yoktu. Kendisi için hiçbir şey istemezdi…”

   

Bu çizgide, Koca Balıkçı’nın tatlı, acı bir anısını anlatayım. İzmir Hatay’daki evinin istimlak edilmesi lazım gelmiş. Zamanın İzmir Belediye Başkanı Dr. Selahattin Akçiçek, "Balıkçı değerli bir yazarımızdır, fazla geliri de yoktur. Onun istimlakine fazlaca para verelim”" demiş.

Bunu duyan Balıkçı kızmış, durur mu? Gitmiş belediyeyi basmış ve başkana, "Siz ne hakla bana fazla para veriyorsunuz" diye bağırıvermiş.

Son Bin Fenin Alimi olmasını konuşmayalım. O’nun doğa aşkını konuşalım, bir iki satırcık. O İzmir’den Antalya’ya kadar, başta Bodrum ve Marmaris olmak üzere binlerce ağaç yetiştirdi. Ama nasıl? Kimseden bir lira almadan.

   

Ona “Alikarnıaç” dedikleri yıllarda, balıkçılık yaptı, balık tutup sattı. Kontraplaklar üzerine yaptığı yağlıboya resimleri Bodrum meydanda 5 liradan sattı. Bu paralar ile yurt dışından ağaç ve çiçek tohumları getirtti. Ağaçlarına gübre bulmak için de kimseye minnet etmedi. Sırtına bir küfe aldı, eline de bir kürek… Yollar, sokaklar boyu kilometrelerce yürüyerek, yerlerden koyun, keçi, öküz, deve dışkısı topladı, ağaçları için… İzmir Kültürpark’taki palmiyeleri ve tüm ağaçları yine o dikmiş ve yetiştirmiştir.


***

Azra’dan Balıkçı’ya
7 Haziran 1957

"O mektubun beni altüst etti. Yapma böyle Balıkçı. Sonra nasıl toplarım kendimi ben? Sonra neler oluyor sana, erken doğmuş olmak, aşıksın diye gülünç olmaklar da ne demek? Bunları beni eğlendirmek, güldürmek için mi yazıyorsun?

Bak sana söyleyeyim, bizim sevgimizin yalnız güzel, pırıl pırıl tarafı var.   Dünyada böyle bir şey binde bir olur, o da senin ve benim gibi seçkin insanlarda ve ancak çok yaşadıktan, çok çektikten sonra olabilir.

O kör düğümler, al kanlar ne? Balıkçım, seninle benim aramda yaş maş diye bir mesele olur mu? Yahu bunları çoktan aşmış insanlar değil miyiz biz? Öyle olunca da duygularımızın fışkırmasını durdurur muyuz?


Öpmek ve ne geliyorsa içimizden onu yapar, onu yazarız. Dünyaya ilan ederiz ve bu güzeldir, anlamayan aptaldır… Aptallarla vakit geçiremeyiz biz. Bana yazdığın o en güzel cümleleri inkar etmen, af dilemen, beni öyle yaraladı ki sorma gitsin.


Balıkçım hala beni kendinden ayrı bir varlık sanıyorsun, ’la personne’ diyosun. Hayranım olmaya kalkışıyorsun. Şu Azra’yı kolun, ayağın, kendi vücudunun bir parçası saysana. Ne diye ayırıyorsun beni senden… Ellerini öperken ben, bayram çocuğu gibi bir adet yerine getirmiyorum. O Lykos Vadisi’ne otomobille giderken hep ellerine bakıyorum. Hem söyledim sana, ellerini çok beğendiğimi. ’Sensuellement’ öpüyorum onları. Burada olsan da öpeceğim, ne yapayım öpmek istiyorsa canım. Ben senin gibi arzumu gülünç olmak korkusuyla gizleyecek değilim… Her arzumu iftihar ede ede açığa vururum. Nasıl kızıyorum sana bunları yazarken Balıkçı. Gene dudağım tik yapmaya başladı. Ne olur, eskisi gibi birbirimize her duyduğumuzu içimizden geldiği gibi yazalım.

***

Merhaba Azra, Merhaba,

Buradaki adam, “Yazılarınızı hemen yarın getirmeye başlayınız” dedi. “Yok olmaz!” dedim. "Ben aşığım, ilk önce (aşkıma mektup; sonra da yazıları yazar getiririm." Azra rica ederim, boktan bir ‘honnetete’ yaparak yazmama mani olma. Böyle alev gibi harlarken sana doğru, üzerime soğuk soğuk sular dökme. Şu ömrümün sonunda iki paralık keyfim var. Seni seviyorum, bırak aklıma geleni o halimle anlatayım yahu.


(Haldun Sevel'den alıntılanmıştır.)

61 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

コメント


1/688
bottom of page