top of page
Yazarın fotoğrafıYusuf AKSOY

GÖÇMEN İŞÇİ

Güncelleme tarihi: 11 Oca 2022

Aile bireylerimin çoğunluğu Almanya’da göçmen olarak yaşadığı için lise ve üniversite tatillerinde Almanya’ya giderdim. Tatil harçlığımı çıkarmak için de ara ara farklı işlerde çalışırdım. Liseyi bitirip üniversiteye hazırlandığım bir boşluk döneminde evimize yirmi kilometre kadar uzaklıkta olan Ringwald Tütün İşletmesi’nde üç ay kadar çalıştım. İşi çabuk bulmuştum. Orada daimi çalışan yüz küsur Türkiyeli işçi vardı. Çoğu ailece çalışan işçiler dışında, işe girenler en fazla iki- üç ay çalışıp, işten çıkıyordu. Ya da çalışma koşullarını düzeltmek için mücadele azminde olanlar işten atılıyordu. Her türlü zorluğa rağmen yine de birileri bedel ödeyerek iş yerine sendikalaşma sürecini başlatabilmişti. İşçilerin üçte birini de olsa sendika üyesi yapmışlardı. Anlatacaklarım sendikanın çalışması ardından eskiye göre iyi denilen döneme aittir. İşletme özelinde anlatılanlar, aslında Avrupa ülkelerindeki birinci ve ikinci kuşak göçmen işçilerin genel yaşantısına ayna tutmaktadır. Bu dönem ise, 1960-1990 yılları arasını kapsar. 1990’dan sonraki üçüncü kuşağın orada doğmuş olması, okullu olması ve Almancayı da iyi bilmesi manzarayı biraz değiştirse de sorunlar biçim değiştirerek sürmektedir.

***

Ringwald tütün işletmesi. Camları katran karasıdır ve zindanı andırır. İşletmenin çıkardığı ağır kokular daha şehre girerken hissedilir. Dönüşü pek kolay olmayan yolculuğun duraklarından. İçerdekilerden yüz yirmisi bizim memleketlerden. Çok iyi tanırız onları. Beş-altısı komşu Yunanistan’dan, ikisi İtalya’dandı. Bir işçi de Portekizliydi. Almancası çok azdı. Dilinden anlayan bir ikinci kişi olmadığı için yalnız ve sıkıntılıydı. Patronun en yakın uşağı Tokatlı Hasan’ın baskılarına dayanamadı. Bir ay çalışıp işten çıktı. Bir de deli raporu olan Alman vardı! Patronun uşakları hariç, hepsi birbirlerini çok severlerdi.

Gün yirmi dört saat karanlık oralar, memleketimiz gibi. Güneş ne zaman doğar, ne zaman batar bilinmez. Nazım Hikmet’in “Güzel günler göreceğiz çocuklar/Güneşli günler göreceğiz…” dizeleriyle başlayan şiirini anımsayıp mırıldanmak oradaki koşullara karşı beni güçlü kılardı.

Düşlerin bile kurulamadığı, aşırı yorgunluğa rağmen uykusuz geçen gecelerin sabah karanlıklarında zihnin açık, uyanıksın. Ama vücudun ve gözlerin direnir biraz daha yatakta kalmak için: “Kalk, işe geç kalıyorsun! Atılırsın, sonra. Oturma izni de vermezler. Türkiye’ye gönderirler. Ne yaparım orada? Umudu sürgüne salan o yerde!” Aniden yatağından fırlar, kafanı banyodaki musluğun altına tutar, hafiften kurulanıp, kumanyanı kaptığın gibi tren, tranvay ya da otobüs durağına koşarsın.

Duvarlar arasındaki mesain biter, eve dönersin. Eve vardığında ilk iş büyüklerden tecrübe edinildiği gibi posta kutusuna bakmak. Çoğunlukla ya boş ya da reklam broşürleri vardır. “İyice gavurlaştı memlekettekiler de.”diye söylene söylene çıkarsın evinin merdivenlerini. Kapıya ulaşana kadar da dalgınsındır. Almanya’da ve diğer göçmen ülkelerinde kapılar: Yabancılar polisinin kapısı, işyerinin kapısı, binerken ve inerken bindiğin tren ya da otobüsün kapısı, evinin kapısı,’caminin ya da cem’ evinin kapısı, işsiz kaldığında bir gün içinde çalacağın onlarca kapı…Seç seçebildiğini. Tabi kapılar da duvarlar arasına açılır. Gezin gezinebildiğin kadar duvarlar arasında…

Ne güneş ne hava

Ne gül, ne gülme

“ Herr Patron geliyor, durmayın, düşünmeyin: Neredeyizi, kim gönderdiyi! Çalışın! Arbeiteten!”

Yumrukların sıkık kalsın, sil gözlerini Mehmet amca! Öyle teslim olmuş kimsesizler gibi başını hep yere düşürme Hatice teyze! Daha yaşınız çok küçük Zeynep, Orhan. Hayatınızı böyle işlerde çürütmeyin, okula dönün henüz geç değilken. En azından bir meslek eğitimi yaparsınız, bir mesleğiniz olur. Daha iyi koşullarda çalışırsınız belki.”

Tütün, içenler keyif alır ya da sıkıntılarını ertelerler. Kanser başta olmak üzere birçok hastalığa ve rahatsızlığa neden olduğu düşünülmez çoğu zaman. İşletme, fabrika sahipleri ise paralarına para katarlar. Almanya’da tütün yetişmez. Bizden, komşu Yunanistan’dan, İtalya’dan ve İspanyadan alırlar ucuza. İşleyip, sigaraya dönüştürüp, pazarlarlar. ‘En ucuz tütünü Türkiye’den alıyorlarmış’, diye konuşulurdu yemek molalarında. Alırlar tabi, insanımız da emeği de değersizdir, ucuzdur nasıl olsa. Dört yıldır içerim ara sıra öksürtür veya midemde yanma olur. Üç ay çalıştım, üç yıl kadar zehirlendim. İşletmede havalandırma çok sınırlıydı. Çünkü doğal oda sıcaklığında kuruması gerekiyormuş tütünün.

Mola araları, yani hava alma süreleri de normal bir iş yeri standardındaydı. Böyle olunca çalışırken, ağzımızda maskede olduğu için, nefes alma güçlükleri ortaya çıkıyordu. Çalışmak zorundaydı herkes. Karşılığında ancak karın doyuracak kadar ücret! Lümpen ağızların anlattığı sarınlar ve Mercedes’ler çok uzağında göçmen işçilerin!

Patrona yaranmak için uşaklık yapanlar da vardı. Her işyerinde olduğu gibi. Karşılığında da saat ücretleri üç-beş kuruş fazla olurdu. Her kuruş artışında da biat dereceleri artar. Ringwald’da da Hasan bunlardan biriydi. Hasan, işe benden sonra giren Portekizli bir arkadaşa çok kötü davranırdı. Tek başına, başka Portekizli yok, diye onu gözüne kestirmişti. Ben Portekizliye destek oluyorum, diye bana da sataşmak isterdi. Muhakkak, “iyi çalışmıyorlar”, diye patrona ya da yetkili büroya beni de şikâyet ediyordu. Bir sabah işe iki-üç dakika geç gelmiştim. Hasan için bulunmaz bir andı. Patronun bir başka adamı ile birlikte bana: “İkinci defa iki dakika geç gelirsen, seni işten atarız.”dediler. Bense gözlerinin içine bakıp sadece güldüm. “Nereye attıracaksınız? Her yanda ben dopdoluyum.”dedim.

Bugün gibi hatırlıyorum: Sağlığa zararlı ve pis kokuyor diye, işletmenin bulunduğu ilçe merkezinde sadece göçmen işçiler ve yoksul Almanlar oturuyordu. İşe altı ay kadar çalışmak için girmiştim. Bir hafta sonra çıkmayı düşündüm. Vazgeçtim. İki hafta sonra mide yanmalarım arttı. Mola aralarında kusma derecesinde rahatsızlanmaya başladım. Boğazım sürekli kuru oluyor ve yanıyordu. Annem, babam hemen işten ayrılmamı istediler. İşyerindekiler de “Sen alışamayacaksın. İşten ayrıl.” dediler. “Siz yıllardır burada çalışıyorsunuz, öksürük nöbetleriniz hiç bitmiyor. Ama yine de çalışıyorsunuz. Ben de alışırım.”diyordum. Çünkü, ‘gelişmiş medeni’, kapitalist ülkelerdeki, onların kader zannettikleri koşulları daha iyi tanımak istiyordum. Benim hemen işten çıkmamın benden başka kime faydası olacaktı? Özellikle oradaki genç kız ve erkek işçilere yardımcı olmak, yol gösterebilmek için bir- kaç ay da olsun çalışmak istiyordum. Ve Mehmet Amca’nın, Hatice Teyze’nin, Zeynep’in, Ali’nin Nico’nun, Fernando’nun, ekmek için ödediği bedeli öğrenmek istiyordum.

Patronun en sadık işçisi Hasan bir gün yanıma geldi.”Sen biraz tahsilliymişsin, burada tahsil mahsil sökmez. Sadece çalışılır. Sürekli bir şeyler anlatıp, ekmeği ile oynama benim işçilerimin.

Durumu dinleyen Türkiye’den imamlıktan gelen ikincibir biatcı işçi Abdullah da geliyor ve söze karışıyordu: “Allaha bin şükür, elin Almanı karnımızı doyuruyor. Sen, neden kötü çalışma koşulları, sağlık, sendika falan diye konuşup duruyorsun? Patron duyarsa tedirgin olur; şükret çalış! Goministlerin lafları bunlar hep.”

Oralarda mevsim karakış

Patronlar zenginleştikçe tedirgin

İşçiler yan yana çalışırken

Uzaktan korkarak bakıyorlar

Korkuyorlar

Katran karası camlar kırılır

Güneş işçileri, işçiler güneşi görür diye

Sadece ilaçlar ve karın doyuracak kadar para. Gün yirmi dört saat, karanlık emeği sömüren her yer...

Üç ay sonra, içeride çok dost, az düşman edinerek işten ayrıldım. İçerdekiler benim

kadar kolay işten ayrılamayacaktı. Dayanacaklardı, tükenip kaybolana kadar. Ya da yan yana durup katran karası camları çatlatıp kırarak, güneşi göreceklerdi.


Etiketler:

22 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page