top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

GÖKÇELER MAHALLESİ

Güncelleme tarihi: 25 Nis 2021




Kalabalık bir aileydi Gökçeler, Horasan’dan geldiklerini söylemişti büyükleri. Yeniçeriler gibi Sulucakaracahöyük’teki Bektaş Veli erenlerine bağlıydılar.


Yeniçeriler gülbanklarında: “Pirimiz, hünkârımız Hacı Bektaşi Veli demine dermanına hü,” diyelim diye dualı sözler söylerdi. Osmanlı’yı cihan imparatorluğu yapan bu bahtsız topluluk olur olmaz kazan kaldırmanın, ağaların saraydaki ayak oyunlarının içinde olmanın bedelini büyük bir trajedi ile ödemişler.


Bektaş Veli’ye bağlı olan insanların hayatı hiç kolay olmamış. Yavuz’un, Anadolu’da, alevi inancına açtığı savaş, onları da derinden etkilemiş, o günden sonra hayat zordan öte olmuştur. Gökçeler’den Gıcıro İsmail’in Çanakkale’de üç kardeşi, Nurullah, Hüseyin, Mehmet şehit olunca, askerlikten muaf tutmuşlar. O, artık, Gökçelerin tek erkek çocuğu olarak aileyi yarınlara taşıma sorumluluğu ile çalıştıkça çalışmış, didindikçe didinmiş, elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışmış. O hem bileğine, hem de yüreğine güçlü olmak zorunda olduğunu hiç bir zaman çıkarmamış aklından…


Gıcıro İsmail’in, anası çok titiz bir kadınmış, yıkadığı her tabak, yıkadığı çamaşır için, “gördünüz mü, ak pak gıcır gıcır oldu gördünüz mü,” dermiş! Yıkadığı her tabak için, “bak gıcır gıcır oldu, tekerlemesine sebep Gökçeler’in lakabı “Gıcırlar” olmuş.


Gıcıro İsmail, boyuna posuna pehlivan yapılı biri iken, öte yandan da gözü kara biriymiş. Ne ölümden, ne de kavgadan korkarmış. Çok sevdiği gelini Gök Münevver der ki:

“Yüzü islidir, gülmez, gevezeliği sevmezdi; her daim ciddi olmak zorundasın karşısında. Meydan sazını eline alıp iki katlı evin çardağına oturup çalıp söylemeye başlayınca kendinden geçerdi,” derdi.

“Hey erenler akıl fikir eyleyin,

Dağlara da duman ne güzel uymuş!

Yaradan Allah’a şükür eyleyin,

Mümine de iman ne güzel uymuş!”


Gıcıro, tembelliği, evinsiz evinsiz konuşmayı hiç sevmezmiş; ciddiyeti kaybederim düşüncesiyle sevgisini bile ifade etmekten imtina edermiş. Altı erkek, iki kız evladı yaşamış, ne kadarı ölü doğmuş ne kadarı sonradan ölmüş, kimse bilmez, kaydı kuydu da yoktur çünkü. Altı erkek, iki kız o kadar bağlanmış ki birbirlerine Gök Münevver’in ifadesiyle “ağızlarındaki lokmayı bile paylaşırlarmış.” Birinin başına bir şey geldi mi, haklı haksız olduklarına bakmaz, ne lazım gelirse, yaparlarmış.


Nurullah Çavuş, saygı duyulan sazı, sözü dinlenilen biriydi. Elinden marangozluk da geldiği için Nurullah Usta da derlerdi. Nurullah Usta, pençe-i aba dostu, Kendirli Hüseyin’le erenler ceminin nefes pirleri. Bir de “iki Turnam,” nefesini söylemeye başladılar mı, pür dikkat dinlermiş herkes.


Mustafa Çavuş, akıllı, kıvrak zekâlı. Şehirde dünyaya gelse vekil, kaymakam olacak biridir. En büyükleri Hatçe, sonra Emine köyün boylu poslu güzellerinden kardeş canlısı. Hele Emine’deki kaş göz endam hikâye yazarlarının kahramanları gibidir.


“Gözü kör olsun fakirliğin derdi Gök Münevver, “gırda bitmişiz biz, gırda bitmişiz. Ne cevherler bu çamırlı köyde telef olup gitmekte böyle. Emine abamdaki gözelik, ne gözelikti. Bi de Allah zengini löküs yakıp bulup edeken, fakire gelince bi çıra yakıyo ya, o da bir rüzgârla sönüp gidiyo işte!”


Çanakkale’de üç amcasını kaybeden “Gara Üsen, Kendirli Pehlivan adıyla nam salmış, sıkletinde Demirci’de büyük ortayı almış. Nurullah abisi: “Yeter Üsen, pelvanlık garın doyurmaz, buradan ötesi bize göre değil, evine ocağına bak,” deyip frene basmıştır. Gökçelerde büyüklerin sözü tutulmak içindir. İzmir Radyosunun bağlama sanatçısı sınavını kazanan Aşık Halil’e de aynı gerekçe ile izin verilmemiştir. “Aşık Halil’in sazının sesi, gökte uçan turnaları, tekmil kuşları niyaz ettirirmiş. Mahmut, çalışkanlığı canı tezliği bilinir, çalışmakta kimse onunla baş edemez, iş oldu mu gece gündüz demez durmadan çalışır. Sadık, evin küçüğü, Gök Münevver’in deyişiyle “Sadik Efem!” O, abilerinin ciğer paresidir. Gök Münevver, “ben Gıcırlara geldiğimde Sadik ilkokul dördüncü sınıftaydı, gadeşim gibi severim onu,” derdi.

Dünya kendi etrafında dönerken bir taraftan da güneş etrafında dönmeye devam etmektedir. Yeni gelen gün, bir önceki günü eskitirken, yeni gün insanlık âleminin kullanımına sunulur. Doğan büyümekte, ölen çürümekte. Kızaran ufuklardan yavaş yavaş başını çıkaran güneş, hayat ışınlarını iletir dünyaya, Asi Tepe’nin kızılçamları, meşe palamutları, Yağcı Dağın ahlâtları, çaltıları doğan güne doğru çevirir yönünü. Asmalca kaşının yeni çıkan bodur çamları, melengiçleri, Telel eşmesinin gözünden çıkan çelik gibi suyu, içinde oynaşan su sinekleri, Gıcıroğlu Nurullah’ın kırmızı beygiri, Mustafa Çavuş'un hoyrat ak beygiri, Kendirli Pehlivan’ın deli fişek eşeği ve öküzlerinin kıymetlisi sevilmekten, itibar görmekten sevinç delisi olmuş Yetim Alisi!


Gök Münevver, “Kendirli Pehlivanım, Gara Üsenim dediği ve uğruna anayı, babayı terk eyleyip önüne çıkan tekmil engelleri yerle yeksan eden, Kendirli’nin çelik mavisi gözlüsü, köylünün yaşadığı sıkıntıları iliklerine kadar yaşayan ve uğruna mahpus damları göze alınan güzel kadın!

Kısacık bir boyu, mangal gibi yüreği vardır. Karşısına kim çıkarsa çıksın çakmak taşı gibi dikilir, diyeceğini sakınmadan her bir şeyi söylerdi. Gündüz dağda çalışmış akşam eve gelince aş ekmek yapmış, ineklerini sağıp sütünü pişirip mayalamış. Mayaladığı sütünü testiye koyup çalkamış. Dinlenme zamanı yorgunluktan uyuyabilirse uyuyunca olmuş. Ömrü boyunca çalışmış, daha ilkokul yaşına gelince hayvanların arkasına geçip çobanlık yapmış. Bu köyde kadınların dinlenmesi ancak uykuda, eh bir de mezarda...


Köydeki bütün evler ahşaptır, her evin altında hayvanları için ahırlar bulunur. Ahır sadece hayvanların evi değil, soğuk kış günlerinde sıcaklıktır. Uzun kış gecelerinde sobada yakılan odunlarla ısınmak, yanan sobanın yanında dursan bile, önün nohut kavurur, arkan harman savurur. Esen rüzgârın soğuğu taban tahtalarının, tavan tahtalarının arasında girip evin her bir köşesini dolaşıp şeytan düğünü yapar içerde. Durmaksızın yakılan soba odunun harlı ateşi ile nar gibi kızarır yine de sıcaklık evin köşelerine ulaşmaz. Gece üstüne örttüğün iki yorganın altında sabaha doğru it gibi titreyerek uyanırsın.


Gökçeler Mahallesi Gıcıro’nun evi ile başlamakta sonra oğulları için yaptığı evlerle son bulmaktadır. Akşam saatleri bir bağırış, bir çığırış deme gitsin: Koyunların meleyişi, öküzlerin, boğaların böğürtüsü, eşeklerin, beygirlerin sesi, çoluk çocuğun şen kahkahaları, şarkılar, türküler, kadınların onca işten sonra akşam yemeği için koşuşturmaları.


Kendirli’nin oğlu Pala Seyyah ile Nurullah Çavuş’un oğlu Mehmet Ali, hem güzel saz çalar, hem de çok güzel türkü söylerdi. Pala Seyyah sazını akort etmeden önce sesini akort eder, gırtlağını iyi bir temizleyip öyle başlardı söylemeye En çok da:


“Aşağıdan gelir Hozalı Gelin

Topla fistanını toz olur gelin

Kaldırsam peçeni baksam yüzüne

Eller arif olmuş söz olur gelin!”


Kendirli Hüseyin, akşam yemeğinde iki eli kanda olsa da herkesin olmasını isterdi. Bu onun kati kurallarındandı. Dünyanın en sakin, en naif insanı akşam yemeği konusunda tavizsizdi. Akşam sofrasında herkes bir tamam bulunmak zorundaydı. Meydan sinisinin üstüne koyulan emaye tabaktan hep birlikte yenirdi. Tabağa koyulan yemek, kaşık şakırtıları arasında dakikada tükenirdi. Bu hayatın kendisiydi, sabahtan akşama kadar çalıştıktan sonra akşam yemeğini bir artık yeyip uykunun huzuruna bırakacaklardı kendilerini çünkü.


Yedi ailenin büyük baş hayvanları, bağıra, böğüre, salına köyün içine doğru yürüyüşe geçti mi, önü mektebin önünde, arkası mektebe tırmanan yokuşun başında olurdu. Onları otlatmaktan gelen kızanlar, sıcaktan, soğuktan yanmış elleri, yüzleriyle yorgun argın peşindedir. Yetim Ali, yayvan boynuzları ile sürünün kuvvetlisi, en alımlısıdır. Koşulduğu kağnıyı, pulluğu bir başına çekip gider. Yanındaki eşi sadece boyunduruğun dengede durmasını sağlardı. O da sevildiğini öyle bir anlar, öyle bir belli eder ki insan gibi. Kendirli Hüseyin:


“Yetim Aliiii,” dedi mi geri dönüp mağrur, mahzun bir zaman öyle bakardı… O hem enine, hem boyuna devasa cüssesi, alaca tüyleri ile öküzlerin güzeliydi. Keyfi yerinde olduğu günler sürünün önüne geçer doğruca hiçbir tarafa sapmadan giderdi. O yaşlanınca yerine genç bir boğa almışlar. Kendirli’nin gözleri dolmuş, duygulandığını göstermemek için hemen orayı terk etmiştir. Çünkü o hiçbir zaman duygusallığını açığa vurmazdı. Bütün kadınlar gibi Gök Münevver de sevincini, acısını hemen ifade ettiği için iki üç gün ağlamış!


Gökçeler Mahallesi, Gıcırlar Mahallesidir. Her evde altı yedi çocuk sanki, aynı karından çıkmış gibi bağlıydılar birbirlerine. Büyükler, Nurullah Çavuş'tan, Hüseyin’e, Emine’ye, Sadık’a hiçbir zaman kem söz etmediler birbirlerine. Küçük sıkıntıları kendi içlerinde halledip gittiler.

Gökçeler Mahallesine yolum düştü: Ipıssız. Mahallenin girişinde Gıcıro’nun iki katlı ahşap evinin yerinde yeller esiyor, torun Ali, bir betonarme kondurmuş. Öteki evler, Nurullah’ın, Mustafa’nın Sadık’ın evlerinde kimsecikler kalmamış. Gökçeler Mahallesi’nin temel direkleri dönüşü olmayan bir diyara gitmişler, bir daha dönmeyecekler. Hani, birçok gidenin dönenin olmadığı yere, alıp başlarını gitmişler ve artık bir daha gelmeyecekler, ne kadar istersen iste, uğurlarına canını, dünyayı ver isterse; artık gelmeyecekler…


Onlar gülüşleriyle, tavırları ile tatlı bir hatıra olarak kalacak. Dünya gençten gence derler ya, gençleri de kimi okumaya demiş, kimi çalışmaya demiş çekip gitmiş şehre. Bakımsızlıktan, içinde durup eden olmadığından evler de küsmüş hayata. Duvarlarına sinen şen şakrak çocuk kahkahaları bile yok olup gitmiş. Akşam saatlerinin cıvıltısı, gürültüsünün özlemi seven kalpleri pes perişan eder. Bir evde, Mehmet Ali, Kamber, Gülser, öteki evde, Ali Rıza, İsmail, Yunus, Fadime, Meral, beriki evde, Seyyah, Muzaffer, Ali, Ayper… Pala Seyyah, Gülser ve Fadime, Hakka yürüyüp uçup gitmişler ömürlerinin taze baharında. Ötekiler de anılarını omuzlarına yükleyip hayat mayat meselesinden ötürü yuvalarını başka ellerde kurmuşlar.


Mahallenin anıları o güzel insanlarla birlikte uçup gitmiş. Öyküyü bir anı ile taçlandırmak lazım:


Öteden beri deyiş dinlemeyi çok severmiş Kendirli’nin ortanca oğlu. Kendirli hadi söyle demeye görsün, ikiletmez hemen söylermiş.

Yeşil elbiseli Ormancı Veli, atının üstünde köye geldi mi o gün, ne yapıp eder, Aşık Halil’e sofrayı kurdurur. Aşık Halil, bağlamasıyla, sesiyle, muhabbetiyle orada olanları meşk eder. O gün Kendirli’yi de çağırır Aşık Halil. Gece yarılarına kadar yenilmiş, içilmiş, zaman epey ilerleyince “bugünlük yeter,” demişler.

Kendirli avlu kapıdan girince seslenir:

“Hadi oğlum assıl bi tane!”

Gök Münevver:

“Çocuk çoktan yattı, gecenin bu saatinde delirdin mi sen, uyandırma çocuğu?”

Çocuk ikinci uykusunu uymaktadır belki.

“Hadi assıl, hadi oğlum, hadi assıl!”

Gözünü açamaz oğlu. Sonra kendi başlamış söylemeye. Öyle bir aşkla söylemiş ki davudi sesiyle dinleyeni meşk eden bir aşkla.


“Sabahın seher vaktinde

Ali’yi gördüm Ali’yi,

Yüzümü dizine sürdüm,

Ali’yi gördüm Ali’yi…


Ali’yi gördüm Ali’yi dedikçe görmüş gibi oluyormuş.

“Yedi iklim dört köşede,

Ali’yi gördüm Ali’yi,

Musa ile Tur dağında,

Ali’yi gördüm Ali’yi!”


Yer gök tekmil kâinat Ali olmuş adeta. Hadi hadi sende söyle deyince oğlu gözlerini açmış o da başlamış söylemeye. Duygularını açığa vurmaktan çekinen Kendirli hem ağlıyor, hem de Ali’yi görmüş gibi söylüyor. Baba oğul birlikte söylemişler ahşap evin umumun gördüğü çardağında.


Anılarında kalmış o gece, oğlunun her aklına geldiğinde içinden bir şeylerin kopup gittiğini hissetmiş. Gıcıro gibi hayata hep ciddi bakan Kendirli ile oğlu iki arkadaş gibi. O yaşta, o zamanda onun kadar aydın fikirli, onun kadar hoş görülü biri olmak, onun gibi bir baba olmak harika bir şeydir. Onun gibi olabilmek için yürünecek çok yolu vardır daha…

20 Mart 2021 Salihli

Etiketler:

227 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page