top of page
Yazarın fotoğrafıNiyazi UYAR

GÖK MÜNEVVER


Sünni bir ailenin kızıydı Münevver, babası hocaydı, seveni çoktu. Etraf köyler mübarek ayın ramazanın Halil Hoca ile kutsiyetinin daha çok olacağına inanırlardı. Darılmasınalar, gönül koymasınlar diye o da sıraya koyardı onları.


Münevver’in, mavi gözleri çelik gibiydi, baktığı yeri delip geçerdi adeta. Kendine güven tamdır. Konuşmayı çok seven Münevver, bıraksan saatlerce konuşur, hangi mecliste olursa olsun, hep ondan konuşulsun isterdi. Konu dışında oldu mu, ya uykuyu bahane eder, ya da işini. Atom karınca deyimi ona dair söylenmiş gibidir sanki. 1.55 lik boyu ile devdir adeta. Göğüslerini döven iki ince belek, sarışın tene ayrı bir güzellik verir.


Korkusuzdu Münevver, cihana meydan okuyan bir duruşu vardı. Küçük yaşta özgür olmak için babaanneyi seçmiş, onun yanında büyümüştü. “Vali padişah olsa vız gelir bana, kimseden korkum yok benim” derdi. Yüzüne bir şey diyemeyenler arkasından “gök baygıç,” sıfatını yakıştırmışlardı. Sarışın tene mavi gözler bir başka güzellik verir. Vade’nin Ayşe Nine, “çantırma çavışı” lakabını yakıştırmıştır ona. Eğilmezdi Münevver, kimseye yalvarmazdı, hani Pir Sultan’ın Hınzır Paşa’ya, “bir can için yalvarmam sana!” sözü, onunla kimseye aman dememek olarak hayat bulmuştu.


Münevver, Hüseyin’i sevmişti, daha doğrusu sevmesine, gönlünün ona akmasına Şehriban Bacak vesile olmuş. Münevver ile Hüseyin’in bir araya gelmesi, iki cihanın bir araya gelmesidir. Münevver koyu Sünni bir ailenin, Halil Hoca’nın kızıdır…


Hüseyin’in ailesi ise Aleviliği hakkıyla yaşamaya çalışan bir ailedir. Bu iki seven gönlün bir araya gelmesi imkânsızdan öte bir şeydir. Alevilik Hüseyin’in ailesiyle anılır, Alevi deyince onlar akla gelir.


Hüseyin, boylu poslu yağız bir delikanlı. Tanıdık bildik tekmil kızlar onunla evlenmek ister. Pehlivandır üstelik iyi güreş tutar, kispedi kendirden olduğundan “kendirli pehlivan” demişler ona. Demirci’de büyük ortayı almış, lakin güreşmekle karın doymaz deyip vazgeçirmişler ağabeyleri.


Anası:

“Gara Üseyin’im diye seslenirmiş ona. Kara Hüseyin: Yanakları kırmızı, kıpkırmızı, kanlı canlıdır. Boy sırım, gözler ateş, bakışlar yalabık! Kimse göz göze gelemez, bakamaz gözlerinin içine. Türkülerde derler ya “gülüm sen bu avazı turnalardan mı aldın. İşte öyle de turna seslidir.

Cemlerde:

“Hey erenler akıl fikir eyleyin,” deyişi en çok onun ağzına yakıştığından her daim o söylermiş. Söylemeye başladı mı herkes bir huşu içinde onu dinlermiş.




Hey erenler akıl fikir eyleyin, Dağlara da duman ne güzel uymuş, Yaradan Allah'a şükür eyleyin, Mümine de iman ne güzel uymuş!”


Şehriban Bacak, Bacak Dede’nin kızıdır. Köyün bileni, akıl danışılanıdır. O da Münevver gibi Türk sinemasının Aliye Rona tipinin gerçek hayattaki temsilcisidir. Omzuna tüfeği asıp korkusuzca ava gider, bir başına. Erkeği kadını, bir Allah’ın kulu, gözünün üstünde kaşın var deme cüretini gösterememiştir ona.


Şehriban Bacak, Münevver ile Hüseyin’in birbirlerine çok yakışacağını hayal eder, yerin kulağı var deyip kimseler duymasın diye, bu hayalini Münevver’in kulağına fısıldar.

“…”

Şaşırır Münevver, şaşırmakla kalmaz imkânsızlığını düşününce de aklı karışır.

“Olmaz, olamaz, imkânsız bir şey bu!”


“Olur olur neden olmasın, senin adın Münevver değil mi, sen kimden korkuyorsun? Korkma, yık git bu saçma sapan görenekleri. Sana bu yakışır. Sen Üsen’i beğenmiyon mu?”

“Şey de…”

“Ne şeyi, Üsen’den gabadayısını mı bulcan gız?”

“…”

“Üsen köyün yakışıklısı, sen köyün gözeli, yakışıp duruyonuz birbirinize!”


O gece Münevver’in gözüne uyku girmez, sabaha kadar döner durur. “Acaba olur mu,” defalarca sorar bu soruyu kendine; cevabına ne evet, ne hayır diyebilir. Sabaha karşı karara varıp dalar uykuya.


"Üsen hem eyi yürekli, hem cesor; hem de köyün yakışıklısı! İkimiz bir olduk mu, yedi cihana meydan okuruz! Sünnilik ailemden gelen bir şey, ben seçmedim, Sünni olmak istemedim ki!”

Sabah oldu mu, ilk iş Şehriban abama bildireyim gararımı deyip dalar uykuya. Çünkü uykusuzluk onun için yaman bir şeydir. Yettim bittim uykusuzluğa dayanamaz. Evde oturup dururken “siz az durun, azıcık kestirivereyim ben," deyip dakikada uyur, o dakika da rüya bile görür. Her rüyasında da “ uçtum ben,” der. “Anlatmayacaktım ama” deyip yine de anlatır.

Şehriban Bacak Münevverin fikrini aldıktan sonra, Hüseyin’in annesi ile konuşmak için evlerine gider.


“Fadima Aba, gız Fadima Aba, evde misin?”

“Kim o?”

“Benim ben, kim olcak gız, ben, Şerban!”

“Gel gel kapı açık, aşşadan ün etmek ne oluyo gız, kapı açık işte, çık ge!”

“…”

Bilmez misin bizim ev hacat kapısı, hep açık olur!”

“Bilmem mi, bilirim elbet evde misin diye ün ettim işte!”

“Senin gelişinde bir şeyler var emme, de bakalım ne, inşallah hayırdır!”

“Hayır hayır, şerle işimiz yok bizim!”

“De hele, patlatma insanı, deyive!”

“Deceklemi eyi bi dinle: Senin Gara Üsen var ya?”

“He ne olmuş Gara Üsen’ime?”

“Onu köyün en güzel gızı Halil Hoca’nın Münevver’le arasını yapem deyom, ne diyon, ırazı mısın?”

“Bilmem ki onla bize gız vemez ki!”

“Münevver’in gönü olduktan sonra, onla iste vesin, iste vemesin, yete ki Münevver he desin, dua et Münevver he desin, undan sonrası goley!”

“Üsen ne de ki?”

“Ne decek, göbek atcak!”

Akşam karanlığı köyü esir almış, Ay daha doğmamış; ayak alışkanlığı ile yolunu bulur köylüler. Münevver anasına:


“Ana evde hiç su yok, cam bunarına suya gidiyom,” diyerek çıkar evden. Cami pınarından suyu dolduran Münevver, testileri avlu kapısının arkasına bırakır, kapı arkasına sakladığı bohçasını eline alıp karanlığa karışır.


Münevver sudan geldi mi, gelmedi mi, kimse merak etmemiştir. Köyde gece tez olduğundan akşamdan uyuyan köylü, sabah ezanı ile uyanır. Sultan Teyze avlu kapısının arkasındaki su testilerini görür, o şaşkınlıkla Münevver’in yattığı yere gider, yatağının boş olduğunu görünce beyninden vurulmuşa döner, Düşünceler kafasında durmadan yer değiştirir. Neden sonra Münevver’in kaçtığı gelir aklına…


Hüseyin nar ağacının altına saklanmış, nerdeyse kaybolmuştur. Münevver’in gelmesi ile birlikte karanlıkta bir yıldız gibi kayıp mezar çamına doğru uçup giderler…


Kuşluk Gelini


Yaşı küçük yazılmıştı Münevver’in, evlenecek yaşta değildi. Halil Hoca, Hüseyinlerin evini basıp taşa tutmayı kendine yakıştıramaz, öte yandan da kızının rahat edeceğini düşünüp gönünü ferahlatır. Halil Hoca dünden istekli demesinler diye, karakola gidip şikayet etmeye karar verir.

Kız kendi kaçmış, zorla alıp götürmemişlerdi. Yaşı küçük olduğundan karakola gidip şikâyetçi olmak doğru olacaktır. Anası Sultan Hanım’da için için de hayırlı olacağını düşünüp öfkeleri taşkınlıkları yatıştırır. Etraftan gelen “kıralım, dökelim,” telkinlerine kulak asmaz. Kötülük olsa, ne çıkar Hüseyin’in ailesiyle uğraşmak, kavga etmek aklıca da değildir. Kalabalık ailedir, gözünü budaktan esirgemeyen Koca Kıcıro vardır. Kanuna sığınmaktan başka çare yoktur. Bir de ne derlerdi, “Halil Hoca kızını kaçıranlara hiçbir şey demediği gibi zil takıp oynadı,” derlerdi, insanoğlu bu, sütün en çiğini içmiştir.


İkindi ezanı Allahuekber dedi demedi, Mezar Harmanı tarafından dört atlı askerin köye doğru geldiğini söylediler. Karakol komutanı, karakolda onbaşıyı nöbetçi bırakıp bizzat kendisi gelmiş, gece yarısına kadar herkesi sorguya çekmiş, yine de hiçbir şey öğrenememiştir! Durumun uzaması yorar komutanı, böyle çözemeyeceğine karar verip tatlılıkla çözmenin doğru olacağını düşünür “size üç gün müddet, Hüseyin’i teslim etmezseniz, hepinizi atarım mahpusa, haberiniz olsun, ben şimdi gidiyorum; üç gün sonra tekrar geleceğim,” deyip gider.


Üç gün iyi bir müddet, bu zamanda düğün dernek yapıp Hüseyin’i karakol komutanına teslim edebilirlerdi. Daha o gece Davulcu Cafer’e, Zurnacı Nurullah’a haber verilir, koyunlar kesilir, geceden yemeklikler kazanlara koyulur.


Hüseyin’e haberci çıkarılır, şafak vakti, ak ipliğin, karadan seçildiği bir zamanda köye getirilir Hüseyin’le Münevver! Sabahına davul vurulur. Zurnacı Nurullah, bir Cezayir çalar, dinleyenin yüreğinin yağı erir. Gök Münevver, bugüne kadar kimseye nasip olmayan, nasip olmayacak bir zamanda öğle ezanına varmadan gelin olur.


Vadelerin Ayşe Nine buna sebep Gök Münevver’e, “kuşluk gelini,” diyerek hatırlatır tarihi:

“Kuşluk gelini!”


Düğünden sonra Hüseyin’i, abileri Nurullah ve Mustafa Durhasan’a gidip karakola teslim eder. Düğünde et boldur, yemek boldur. Yemeklerin en has yerleri karakol için ayrılır. Ayrılmıştır ayrılmasına da karakol komutanı verdiği sözü tutmamış, o yumuşak tabiatı gitmiş, zalim bir adam olup çıkmıştır. Tatlı dille adil olduğuna inandırmıştır ya… Hüseyin’in ağabeylerinin köye dönmelerini isteyip onları karakolda misafir edeceğini söyler. Nurullah ile Mustafa köye döndükten sonra onbaşıya göz edip hadi bakalım der. Bu, Hüseyin’i götür iyi bir ıslat demektir. Elleri kırılası, kör olası, yediverenleri bulunmayası Onbaşı, Hüseyin’i, o kadar çok dövmüş, o kadar dövmüş ki…


Hâkimin karşısına Hüseyin ile birlikte çıkan Münevver:

“Ben gönüllü gaçtım, Üsen beni gaçırmadı, ben ona gaçtım, ona haberi ben yolladım, beni gaçır,” dedim.

“Kimle haber yolladın?”

“O denir mi hâkim amca onu bi Allah bilir!”

“Demeyecek misin?”

“Demeyeceğim, ben gönüllü gaçtım!”

“Madem gönlün var, neden kaçtın?”

“Benim bubam iki cihan bir araya gelse beni Üsen’e vemez!”

“Neden kızım?”

“Hâkim amca onla Alevi, biz Sünniyiz, üstelik benim bubam hoca!”

“Öylede kanun Hüseyin’e suçlu diyor. Reşit olmayan bir çocuğu kaçırmak suçtur, diyor!”

“Ben çocuk değilim, Üsen’den böyüğüm, bubam benim yaşımı küççük yazdırmış, Üsen’in doğduğunu biliyom, ben çocuk değilim!”

“Kızım hüviyetin öyle demiyor!”

“Hüviyet ne?”

“Boş ver öğrenirsin!”


Tamı tamına üç ay yattı Hüseyin. Münevver, babası evine gitmedi, babası da getirmek için uğraşmadı. Bekledi, Hüseyin’in çıkmasını bekledi. Günler zor geçiyordu, Bu evin işlerinin yoğunluğu da yoruyordu onu. Böyle olmaz diye düşünüp bir sabah vakti babasının evinde aldı soluğu:


“Baba makemeni geri alcan ben Üsen’den davacı değilim diycen yoksa hayat boyu beni bi daha göremezsin, sana buba demem; eşiğini de çiğnemem habarın olsun! Yarından tezi yok, doğru Demirci’ye gitcen ben davamdan vazgeçiyorum diycen, ölünceye gada yüzümü göremezsin bak! Dünyada izin vermem, onun mapıs yatmasına tekra giderin kendim gaçtım, derim hâkime, ne garışırmış benim gönüme dövlet derim, ne garışırmış sevgime derim, devletin işi gaydı yok mu başka derim; ortalık açlıktan gırılıyo, gidin unlara bakın derim, gidin unları doyurun derim, derim mi derim, bilmiş ol!”



Halil Hoca şikâyetinden vazgeçince Hüseyin cezaevinden çıktı. Gök Münevver’in direnci olmasaydı daha çok yatardı mahpus damlarında.


“Bir daha yüzümü göremezsin buba demişti, kesinlikle ölüne dirine gelmem, ne kabahati var Üsen’in ben gönümle gaçtım, gaçır beni dedim, Üsen mahpusta yatınca sen mutlu mu olcan, el alemin dediğine bakma buba, unlara ne oluyo, köpeği mi oluyo, ben istedim buba ben!”

Gök Münevver’e yalnızca bir erkek kardeşi kin bağlamış, yıllarca da konuşmamıştı. “Benim öyle bir abam yok” deyip silmişti defterinden, öteki kardeşleri hiç küsmediği gibi, o da kol kanat germişti onlara!


Hüseyin cezaevinden çıktıktan sonra bildiği, ara verdiği hayata devam etti. İşler bütün ağırlığı ile devam ediyordu. Rençperliğin yanı sıra kiremit ocağında kiremit kesmek, kiremit yapmak, hayvanlara göz kulak olmak… Sürü ile iş… Kalabalık aileydi, her hafta bir fırın ekmek yapılır, haftası dolmadan bir fırın ekmek tükenirdi. Sofraya gelen yemek tabağı saniyede boşalırdı. Bir sürü erkek boğazı doymak bilir mi?


Durmaksızın, yorulmaksızın çalışıyorlardı. Akşam olunca biten gün yarın yeniden başlayacaktı, artan bir tempo ile çalışıyorlardı. Ayrı gayrı yoktu, birlikte üretip birlikte tüketiyorlardı. Kıcıro’nun disiplini kalabalık aile için bir sigortaydı. Hepsi çoluk çocuk sahibi olmuş, aile de büyüdükçe de büyümüştü…

Bir sabah Gök Münevver iki çocuğunun ateşler içinde yandığını görünce aklını çıvdıracakmış gibi oldu. Hüseyin’in dünya bir yana kızım bir yana dediği Fadime gözünü açamıyor, cehennem ateşinde yanım yanım yanıyordu sanki. Gök Münevver’in elleri Fadime’nin yüzünde, göğsünde, saçlarındadır; fakat gözünü açamaz bir türlü Fadime. Anasının Gara Üsen’i, biricik kızına onun adını vermişti. Hasta olması feleğini şaşırttı, dünya başına yıkıldı, gittikçe de durumunun ağırlaştığını görünce perişan oluyordu

“Gızım Fadima, gızım!”

“…”

Gözünü açmaya mecali yoktur Fadime’nin, göz kapaklarının üstünde tonlarca yük! Hüseyin de kızının başucuna gelmiş, Gök Münevver’in gözlerine yalvarırcasına bakarak, “Fadime iyileşecek mi?” der.

“Fadima gızım, yavrım, hadi aç gözünü gızım, hadi açıve gızım gözleni, hadi gızım açıve, seni çok seviyom, gara gözlü gızım, hadi ne olur açıve gözleni!”


Hüseyin’in ağzından bugüne kadar böyle sözleri duymaya alışkın olmayan Gök Münevver onun içinde tarifsiz bir sevginin varlığına ilk kez şahitlik etmekteydi. Ne derler“erkekler ağlamaz, erkek adam acizliğini göstermez. Ol sebepten bütün erkekler bu insani duygularına gem vurmak zorunda kalmıştır.


“Doktora götürelim Hüseyin’im, doktora götürelim Münevver’im,” için için bunları derler birbirlerine; fakat doktor nerede, nasıl gidecekler, neyle gidecekler, bir kere bu halde Fadime yola çıkabilir mi? Çaresizlik, imkânsızlık, ikisini de elden ayaktan keser. Bir çare bulamazlar, biricik kızları gözlerinin önünde eriyip gitmektedir.


Fadime önce hızlı hızlı nefes almaya, sonra bir hıçkırık, bir hıçkırık; sonra da göğüs kafesi şişip inmeye başlar; sonra birden göğüs kafesi sönüp gider.


“Fadima… gızım… Fadima… Fadima… Fadima!”


Gök Münevver vuruverir ağlamayı, Fadime’nin tırnakları morarmaya, sonra elleri soğumaya başlamıştır.


Hüseyin’le Münevver’in sesleri yıldıza çıkar, biricik kızları gözlerinin önünde uçup gitmiştir. Münevver kendini yerden yere çalar. Bugüne kadar kimsenin ağladığına şahit olmadığı Hüseyin’de hüngür hüngür ağlar.


“Fadimam gurban olem Fadimam ne olur uyan, hadi yavrım aç gözleni, ne olur yalvarırım, açıve gözleni gözel gızım hadi açıve gözleni!”

Fadime’nin ölümü Hüseyin’le Münevver’i on yıl yaşlandırmıştı. O günden sonra kimse onların ağız dolusu güldüğünü görmemiştir. Gülerken akıllarına Fadime geldi mi ikisi de o anda kapkara kesilip donup kalır…


Ömür Su Gibi Akıp Gitti



Ülkenin, yokluk, açlık günleri Münevver’in çocukluk ilk gençlik yıllarına denk geldi. Hüseyin’le evlendikten sonra öyle sıkıntıları çok olmadı. Hüseyinlerin durumu iyi idi, yiyecek kadar ekinleri vardı. Ayrana, yoğurda sıkılmazlardı. Kıcırlar çalışkandı, çalışkan oldukları kadar da disiplinliydiler. Her iş zamanında yapılır, ertesi güne bırakılmazdı. Herkes ne yapacağını bilir, ona göre davranırdı. Kıcıro kime ne diyecekse bir sefer der bir daha demezdi. Söyledikleri kanundu, evde herkes çekinirdi ondan.


Aslında yumuşak bir tabiatı vardı Kıcıro’nun; fakat görünüşü ürkütürdü. Yemeği içmeyi, yedirmeyi severdi. “Erenler kapısı benim kapım” derdi. Yaşına başına bakmadan koca meydan sazını alır, evin çardağına kurulur, Şah Hatayi’den, Bektaş Veli’den, Pir Sultan’dan, Nesimi’den, Kul Himmet’ten… davudi sesiyle deyişler söylerdi. Onun sesini duyan, dinleyen mest olurdu.

Münevver kalabalık bir aileye gelmişti, sofraya gelen yemek dakikada bir varmış, bir yokmuş olurdu. Münevver böyle yemek yemeye alışkın olmadığı için sofradan aç kalkıyordu. Bir gün Hüseyin’e:

“Üsen hiç adını önünü gödüğün yok, bu kadın aç mı, tok mu diye sorduğun yok, sofradan aç kalkıyon ben, senin habarın va mı?”

Hüseyin de:

“Ne oldu gız, aç mı galıyon?”

“Senin ganın doysun da senden sona ne olsa osun öyle mi?”

“Gözünü aşcan Minever gözünü, yemek sofraya geldi mi, saldırcan, aç galırsın, çocuk musun sen? Aç gözünü!”


O günden sonra Münevver de gözünü açtı, yemek sofraya gelir gelmez salladı kaşığı! Zaman kıymetlidir, sofra başında harcanan zamanı boşa gitmiş saydıkları için tez çabuk yiyip kalkarlar sofradan.

Münevver, o kadar yoğun çalışmanın, işin içinde altısı sağ, on doğum yapmış. Doğumdan birkaç gün sonra da tarlaya gitmiştir. Sadece Münevver için değil öteki gelinler içinde böyle olmuştur. Kıcıro’nun evinde iş kaynamaktadır. Ne doğum izni, ne süt izni, yeni doğan çocuklar tarlaya götürülür, ağaç dallarına kurdukları salıncaklara yatırılır, ağlayınca annenin beline bağladığı bir iple sallanır bir de ağızlarına bir lokum sorgucu verilerek avutulurdu

Ömür su gibi akıp gitmiş. Hayat hem Hüseyin’i, hem Münevver’i çok yormuş, Münevver’in siyatik ağrısı gecelerini zindan etmiş; sabahlara kadar uyutmamış. Bu yetmezmiş gibi bir de Allah’ın belası bel fıtığı gelip çatmıştır.


Hüseyin de yaz kış demeden, işlerin en ağırı ile haşır neşir olduğundan, onun rahatsızlıkları ortaya çıkar: Özellikle mide ağrısı. Koca Kendirli Pehlivan bir mide ağrısı ile yanıp yıkılır. Önce İzmir Tepecik Devlet, sonra Konak Devlet Hastanelerinde kırk beş gün tedavi görür, tam ameliyat olacağı sırada sarılık hastalığı ortaya çıkınca ertelenir ameliyatı. Ne acı, ameliyat için yatırdığı parayı da alamamıştır bir türlü. Yatırılan paranın hazineye irat kaydedildiğini söylemişler yetkililer. “İrat” ne demek diye de çok sormuşlar cevabını alamamışlar. “Hazineye irat” olarak kaydedilmiş(!). Gök Münevver parayı vermeyenlere çok ilenmiş, bedduaların en alasını yapmış:


“Gözünüze dizinize dursun, kör olun da yediverenler bulunmasın! Gızıl ıscakta, güneş altında çalıştık biz, habarınız va mı sizin? Bu para işallah kefen paranız olur…” deyip ilim ilim ilenmiş. Bu devlet böyledir işte, yoksulun karşısında alıcı bir kuş, zenginin karşısında… Ne derseniz deyin!

Ömür su gibi akıp gitmiş. Hüseyin karın ağrısı ile önce Demirci Devlet Hastanesine, oradan da Manisa Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesine sevk edilir… Hastanede birkaç kez mide kanaması geçirir, karın ağrısına bir de solunum yetmezliği eklenince bir sona doğru hızla gider, artık kimsenin umudu kalmamıştır.


Yoğun bakım ünitesinde dört ay tedavi gören Hüseyin, bütün müdahalelere rağmen kurtarılamaz. Gök Münevver’in “Gara Üsen’i” bir perşembe günü hakka yürür.


Ömür su gibi akıp gitmiş, Münevver’in yalnızlık günleri başlamıştır. Bir sürü doğum yapan, en çetin işlerde çalışan Gök Münevver hayatın vicdansız gerçeği ile yüz yüze kalır. Akşam oldu mu herkes evine çekilir ya çoluk çocuğu ile… O, yalnız, yapayalnızdır.


“Mısır bubacı gibi galdım bir başıma,” diye söylenir kendi kendine.

Aslında kimse onu ihmal etmez, hayat işe böyle vicdansızdır. Dünyaya tek gelip tek gidersin. Onu ihmal etmek ne mümkün “jandarma çavuşu gibidir!” Öyle demiş Vade’nin Ayşe nine! Çocuklarının yaşına başına bakmaz kaç yaşında olurlarsa olsun, bir güzel benzetirdi. O acil ihtiyaç günlerinde bile hiçbirine eyvallah etmemiş, hepsini hizaya getirmiştir.


“Eşek gibi bakacaksınız, ben doğurdum sizi, ben emzirdim, ben okuttum, ben everdim, geceleri ben uykusuz kaldım; eşek gibi bakacaksınız, eşek gibi!”


Ömür su gibi akıp gitmiş, Hüseyinsiz on yedi yıl geride kalmış, son iki yılında iyiden iyiye bakıma muhtaç kalmış. Artık onun için ne gün akşama kavuşur, ne de geceler sabaha evirilir. Duvarlar yoldaşıdır, evin içinde bir başınadır!


O televizyon izlemez, radyo dinlemezdi; böyle olunca yalnızlık daha bir çekilmez olur. Bu yalnızlıkla ne ağıtlar yakmış, ne maniler dizmiş:


“Anam anam gavır anam

Çile için mi doğurdun?

Herkes sevdideceğinde

Ben yalınız, bir başıma!”

“Ocağı yakmalı, gaşısına oturmalı,

Ekme gevretmeli, yağı sürmeli

Üsenimle, bi gözel yemeli

Sensiz geceler ağu Üsen’im!”

Üsenim üsenim gara Üsenim

Şahanım oldun et yedim seninle,

Karga ile de bok yemem Üsenim,

Üsenim Üsenim gara üsenim!”


Âşıklık geleneğinden gelmişti sanki Gök Münevver, yakıştırıp yakıştırıp derdini dökerken, öfkesini, çaresizliğini duvarlarla paylaşırdı!

“Bir sürü doğur, böyüt, besle aha böle bir başına “yalınız cuma” gibi başını dik ga böyle gavırın gızı deyip kendi kendine de durmadan söylenir!



Dile kolay on yedi yılı Hüseyinsiz geçirmişti. Gün, günden daha zorlu gelmekteydi, her gün biraz daha takati tükenirken, su içmeye bile dermanı yoktu. Vermeseler bir kaşık aş, bir yudum su kimseden bir şey isteyecek durumda değildi. ”Allah razı olsun Ali ile Düriye olmasa nacap olurdu benim halim,” deyip dert yanardı yanına gelenlere.

Gök gözlerinin göğü yavaş yavaş rengini kaybetmeye başlamıştı. Kara Hüseyin’i gideli on yedi sene olmuştu. Kara Hüseyinsiz on yedi sene on yedi asır gibi gelmişti ona. Ne demişti Gök Münevver:

“Bana şahan ile et yemeyi nasip eden Allah’a şükürler olsun,

Ne mutlu bana, anamın ırzası omadan Üseyin’e gaçtım ya çok eyi etmişim, hiç de peşman omadım!


“Üsenim, gara üsenim kavuşmamıza az kaldı, bekle geliyom az galdı. Ben de işlemi tamam ettim, vakit tamam oldu, bekle geliyom. Bir yanlışım oldu ise, önce Allah affetsin sonra sen! Gara Üsen’im, uğruna anam Sultan kadını, babam Halil Hoca’yı bırakıp geldim; hiç peşman olmadım, o günlere dönsem gine gaçarım, Üsen’im Gara Üsen’im, bekle geldim!”


Zaman su gibi akıp gitmiş, ömür tükenmişti. Evin tahta tavanına baktı bir zaman, sonra başı yana doğru düşüp gitti, mavi gözlerin mavisi de beyaza dönüp kapanıp gitti…


Niyazi UYAR



250 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


1/706
bottom of page