top of page

FIRDÖNDÜ




Bahçede bir başıma oturuyordum. İlkbaharın son kırıntıları manzaradan düşen yapraklar gibi yavaş yavaş siliniyordu. Ağaçların renkleri öyle alabildiğine insanı büyüleyen renkler değildi. Yeşil desem, yeşil değil; sarı, mavi desem hiç değil. Doğa bir hoş olmuş. İnsanlar mı başka etmiş, doğa mı insanları bir başka etmiş; inanın bilemiyorum. Peki, kim yanıtını verecek bu sorunun?


Her şeyin, ama her şeyin şakuli kaçtı. Masmavi deniz, yemyeşil ağaçlar, pırıl pırıl denizler, süt dök yala sokaklar...


Hiçbir şey, hiçbir şey öyle öykülerde, romanlarda, şiirlerde anlatıldığı gibi değil! Şaire ilham veren, yazarı coşturan, doğa yok artık: Mevsimsiz yağan, ya da hiç yağmayan yağmurlar, çıldırmışçasına esen rüzgârlar, nesilleri tükenen kuşlar, böcekler, vahşi hayvanlar... Hiçbir şey bilinen güzelliğinde değil! Meyveler tatsız tuzsuz, saman gibi...


Geçen gün pazardan incir aldım. Ama ne incir, yeşil mi yeşil, yeşilliğinden delirmiş; büyüledi beni. “Ver bir kilo,” dedim. Büyük bir iştahla soyarak attım ağzıma: Oyy bu ne böyle, ot mu? Soyduğum incirdi, lâkin... Otun bile acımık bir tadı vardır, bu nasıl bir şey böyle?


“Karpuza bak, karpuza! Karpuz bu kardeşim karpuz!”

Diyarbakır, Adana, Ödemiş, yok yok, Tekirdağ...


Market manav olmuş, market hırdavatçı, market tesisatçı, market elektrikçi, market fırıncı, market balıkçı, market fast food, market k ö m ü r c ü, market her şeyci olmuş. Her şeyci olmuş da hiçbir şeyci olamamış. Uydur kaydır, gaydırı gubbak kalitesiz malların, İran karpuzlarının standı olmuş. Ailecek çoluk çocuk serin serin yeriz diye aldığım karpuz, eve gelinceye kadar kendini bitirmiş, salya sümüğe dönmüş...


İkinci Körfez Savaşı’ndan önce ABD, Türkiye’de kimi medya patronlarına, yetmişlerde, seksenlerde kaleminden kan damlayan, attı mı, mangalda kül bırakmayan, o anlı şanlı altmış sekiz kuşağındanım, diye kendine paye çıkaran, köşe sahibi, program sahibi kimi yazarlara, entel dantellere tam üç yüz milyon dolar dağıtmış. Bir yerde okumadım, sokakta konuşuluyor. Peki, televizyonlardan, gazetelerden seslendirmek mümkün müdür, sahi mümkün müdür?

Yürek ister, yürek!


Derinlerde, derinlerden daha da derinlerde bir güç birden yok ediverir adamı. Bir bezirgân saltanatı kurulmuş, deme gitsin, kimse bu arabanın tekerine çomak sokmaya cesaret edemez. Uğur Mumcu’ya, Bahriye Üçok’a, Ahmet Taner Kışlalı’ya ... daha nicesine ne oldu, katilleri yakalanıp sorgulanabildi mi?


Korkmaya başladık, ödü patlıyor insanların, üç kuruşa satıldılar, üç beş kuruşa sattılar, onurlarını. Akılla, bilimle ters düşenler toplum çoğunluğu olup çıktı. Cumhuriyet ruhuna uygun bir toplum yaratamadık, çok yazık! Bir eğitimci olarak görevimi yap(a)mamış sayıyorum. Ya sen arkadaşım, ya sen sevgili meslektaşım, ya sen sevgili yargıcım, ya sen hekimim, ya sen siyasetçim, ya sen dünyada eşi, benzeri görülmemiş bir ulusal bağımsızlık mücadelesi veren Kuvvacılları bağrından çıkaran sevgili halkım... Sen Aysun, İsmail, Zeki, Mehmet, Zafer, Dilek, Nuray, Emel öğretmen, ya sen tek gamzeli güzeller şahı Mavili, ya sen, sen, sen, sen…


Benim bir dilim ekmeğim var, ben bir şeye karışmam, deyip yorganı çektiniz üstünüze. Bekliyorsunuz, “hava taarruzu geçsin de çıkarayım başımı, diyorsunuz!” Yarın geç olacak, yarın çok geç olacak, ayrık otları toprağı öyle bir kaplamış, başka bir ürün elde etmek çok zor, çok!


Canım, bir iki duble içmek istedi. Acuru, severim, olmazsa da salatalıkla idare ederim. Bir de imamın bile olmazsa olmaz dediği, kavun, peynir… Sevine sevine, evin yolunu tuttum. Üçer beşer atlayarak çıktım merdivenleri. Evdeki ortam, sevincimi kursağımda koydu. Davetsiz bir misafir, üçlü koltuğa uzanmış, kanaldan kanala geziniyor. Hoş beşten sonra bir iki sayfa bir şeyler okumak için odama geçtim. Fakat okuduklarımın bir tümcesi bile aklıma girmiyor. Anlamayınca geri dönüp tekrar okuyorum; ama boşuna. “Yaşım mı geçiyor yoksa? Bir zaman sonra beyin işlevini yavaş yavaş yitirirmiş! Aman Allah’ım, gerçekten öyle olursa…”


Onu düşleye düşleye, yattım. Yatar yatmaz da anamın babam için kullandığı, “yastığı gösteriver, uykuyu havada kapar,” işte ben de aynen öyle uykuyu havada kapmışım ki dalmışım. Uykum verimlidir. Gerçek hayatın yansımalarının ötesinde şeyler görürüm. Tös’leri, Töb-Der’leri kuran bu ülkenin yüz akı eğitim emekçileri nerede? Bugün ters istikamete giden trenlerde yerlerini almışlar çoktan. Döven, hakaret eden, korkuyu derslerinin mihenk taşı yapan, düşünmeyi yasaklayan, Atatürk’ün,” Öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacak,” dediği güvendiği, eğitimciler “doğu ekspresinde” birinci mevkide oturuyor. Öğretmen odalarında aydınlığı konuştuğum kimi arkadaşlarımı doğu ekspresinde görünce deli divane oldum. Bir türlü içime sindiremedim. Ama ne çare, gerçek aynen böyle.


Dünden dolaba koyduğum salatalıklar kendi kendine büyüyüp hıyara dönmüşler. Öyle bir büyümüşler ki, Bizans sarayının köşe taşı gibi dört köşe. Birini, bin bir güçlükle dolaptan çıkarak, tezgâhın üstüne koydum. Bursa çeliğinden imal edilmiş, İbrahim AYAZ markalı bıçağı elime aldım. “Ya Allah,” diyerek, ortasından ayırdım: Hıyara dönen salatalığın içinden o fırdöndü eski arkadaşlarım çıkmaz mı?


Tövbe, bin kere tövbe! Bundan sonra, ne incir, ne karpuz; ne de salatalık alacağım. Hiçbir şeyin tadı tuzu yok, hiçbir şey eski güzelliğinde değil! Her şey, herkes fırdöndü olmuş, yazık!


109 görüntüleme1 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

1 Yorum


maviADA
maviADA
09 Ara 2021

Niyazi Uyar , enfes bir yazı olmuş . Gözlemim doğruymuş, düşünce yazılarına yatkınlığın var. Belli ki öyküye meylin daha çok, ne var ki öykü, bir ciddi motivasyon istiyor, onu tutturursan sorun yok. Ama denemeler kültürel alt yapınla ağzından dökülen kadarıyla bile okuyana da iyi gelecektir, sana da terapi etkisi yapacaktır.

Beğen
1/683
bottom of page